KADINLARA, KENTLERE, GECELERE DAİR…[1]

SİBEL ÖZBUDUN (29-12-2014) “Hepimiz mahpusuz.

Ama kimimizin hücresinde

pencere var

kimimizinkinde yok.”[2]

‘Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma ve Mücadele Günü’ dolayısıyla düzenlediğiniz bu etkinliğe “Kent ve Kadın” konulu bir sunuşla katılmamı istediniz benden…

Büyük bir sevinçle. Ama madem ki bu semineri geceyarısına doğru düzenliyorsunuz, bir bildiğiniz vardır, diyorum.

Ve izninizle, benden istediğiniz temalar arasına bir de “gece”yi ekliyorum.

Çünkü hepimiz biliyoruz ki geceler kadınlar için tekinsizdir. Ama özellikle kentlerde!

Kırsal kesimde yaşayanlar gecenin sorun teşkil etmediğini bilirler orada. Zaten erkekler için de fazla bir anlam ifade etmez.

Ya gün boyu ekinde çalışır, gece ise televizyon karşısında uyuklarsınız… Ya erkekler kahvede okey oynarken kadınlar konu komşu ziyaretine, mukabeleye filan gider. En iyi ihtimalle de düğüne… Köy yaşamında ne kadın ne de erkeğin, kendini “güvensiz” hissetmesi için fazlaca bir neden yoktur.

Çünkü hemen herkes ya komşu ya akrabadır. 300-500 kişilik bir yerleşimde, toplumsal denetim, bireylerin özgürlüklerini sınırlandırırken, güvenliği büyük ölçüde sağlar… En kötü risk, gece karanlığından yararlanan kaçamak ilişkilerin konu-komşu tarafından yakalanıp “dedikodu” konusu olmasıdır. O kadar…

Oysa kentlerde… Hele metropol kentlerde.. Gece kadınlar açısından büyük soruna dönüşür. Tehditkâr, tehlikeli, tekinsizdir…

Bir zamanlar Londra polisinin kadınların güvenliği için yayınladığı bir broşür geçmişti elime… Kadınlara geceleri ana caddeden ayrılmamaları, tek başlarına karanlık sokaklara girmemeleri, toplu taşıma araçlarında erkek grupları ya da güven telkin etmeyen erkeklerle gözgöze gelmekten kaçınmaları, evlerinin kapılarını sıkıca kilitlemeleri, tanımadıkları kişilere kapı açmamaları… vb. telkin ediliyordu. Londra polisi kadınlara adeta “bizden umut yok,” diyordu; “başınızın çaresine bakın…”

Kentlerdeki erkek egemenliği kadınları ikiye bölmüştür. “Gündüz kadınları” ve “gece kadınları”… Gündüz kadınları, anadır, bacıdır, karıdır, yardır. Mahremdirler; “Kişiye özel”dirler yani. Ya çarşıya çıkmışlardır, ya akraba-komşu gezmesine, hasta ziyaretine… Mubahtır.

Oysa gece kadınları? Onlar mahrem değildirler… Kimsenin bacısı, anası, avradı, yari olamazlar. Kimse onları tam olarak bilemez, avucunun içinde tutamaz. Erkeklerin ortak ilgi ve iyelik alanına dahil olabilirler ancak. Üzerlerinde her erkeğin “hak”kı vardır; bu hakkı tek başına temellük etmeye kalkışmak,” racona ters”tir. Ya bar-pavyona ya da geneleve dairdirler gece kadınları. Düşmanca, aşağılayıcı bir kösnüllüğün hedefi, nesnesidirler her daim. Cazip ama tehlikeli, eğlendirici ama güvenilmezdirler. Arzulanırlar ve ürkülür onlardan.

Geceleyin yuvasının, erkeğinin (babası, ağabeyi, kocası…) koruyuculuğundan sıyrılıp da sokağın tekinsizliğine adım atan kadınlar erkekler için bir ikircim kaynağı olagelmiştir öteden beri. Öyle ya, cadılar gündüz sıradan, zararsız ihtiyarlarken, gece olunca süpürgelerine binip, Şeytan’la meş’um randevuları için havalanmazlar mı?

Bir bakıma özel-kamusal; mahrem-umumî ikiliğine denk düşen gece-gündüz klişesi nedeniyledir ki “mazbut” kadınlardan beklenen, geceleyin evlerinde oturmaları, yanlarında namahrem olmadan sokağa çıkmamalarıdır. Tek başına sokağa çıkmayı göze alan kadın, “gece kadını” muamelesinin muhatabıdır; buna istekli olduğu varsayılır. İtirazı ise “ceza”yı gerektirir: sözlü ya da fiilî taciz, tecavüz, şiddet, belki de öldürülmek…

Evet, kentler geceleyin kadınlar için tekinsizdir… Bu nedenledir ki kadın hareketlerinin taleplerinden biri, sokakları bol ışıklandırılmış, bol meydanlı, insan-merkezli, şenlikli ve güvenlikli kentlerdir…

*   *   *

Yalnız geceleri mi?

İçerdikleri olanca “özgürlük” vaadine karşın, kentler kadınlar için genelde tekinsizdir… Tekinsiz ne söz, giderek bir cehenneme dönüşmektedir. Özellikle son yıllarda kentsel rantın kapitalist sermaye birikiminin merkezine yerleşmesinin “metamorfoza uğrattığı” günümüz kentlerinde.[3]

Evet, metamorfoz. Birden çehresi değişti kentlerin. Upuzun, yüksek mi yüksek binalar sardı ufuklarını. Türkiye 141 gökdelenle Avrupa’nın en çok gökdeleni olan ülke unvanını kazandı… 91 binayla İstanbul, Moskova’yı takip ediyor; ama endişelenmeyin, 2016’da, 127 gökdelenle onu geride bırakacak… Ve ister inanın ister inanmayın, 37 gökdelenli Ankara, Paris’i şimdiden “geçmiş” durumda![4]

Ya AVM’ler?[5] Şimdiden memleketin 9 milyon metrekaresini işgal etmiş durumdalar… Dile kolay; 2014 sonu itibariyle sayıları 368’i bulacak. 100’den fazlası İstanbul, 40 kadarı Ankara, 20’si İzmir’de…[6] (Oysa Paris’teki AVM sayısı 17;[7] Berlin’de 23;[8] Zürih’te ise 3![9])

Ve kentin bağrını delik deşik eden bilmem kaç şeritli yollar, tüneller, köprüler… Kent merkezlerini yayalara kapayıp otomobillerin işgaline açan ucube bir kent planlamacılığı… (Hatırlar mısınız bilmem; Melih Gökçek bir zamanlar Çankaya’dan hareket eden bir otomobilin yolda hiç durmadan Esenboğa’ya varacağı bir kent oluşturmak üzere düğmeye basmıştı: Sanırım mimarlar, kent planlamacıları, kentliler, gençler gibi bir takım “bozguncu” unsurların muhalefeti olmasaydı, AKP belediyeciliğinin dünya kentbilim tarihine armağanı olacaktı bu: otoyol-kent. Evet, muhalefetinizle Melih Gökçek’i o kendinden menkul “uluslararası ödül”lerinden birinden ettiniz!)[10]

Uzmanlar 40 bin kişiyi bir saatte bir köprüden karşıya raylı sistem ile geçirmek için iki, otobüs ile geçirmek için dört, otomobille geçirebilmek için ise oniki şeride gereksinim olduğunu kaydediyorlar. 15 yılda Ankara’da yeni bir metro hattı açmayan, açılanların taşıdığı yolcu sayısının ise, yapılan katlı kavşaklar, genişletilen yollar, araç kapasitesini sürekli arttırma çabaları nedeniyle beklenenin çok altında kaldığı bir belediyeciliğin vardıracağı sonuç…[11]

Peki, kentsel rant uğruna AVM’lerin, gökdelenlerin, bilmem kaç şeritli yolların istilasına uğrayan neo-liberal kentlerde insanların, özellikle de kadınların yaşam şansı nedir?

Bilmem biliyor musunuz? Brezilya’nın Topraksızlar Hareketi MST’nin liderlerinden Charles Trocate’nin “Otomobil ile ulaşım erkektir ve ırkçıdır,” dediğini aktarır Metin Yeğin bir yazısında.[12] Öyle ya, New York’ta yapılan bir araştırma, otomobil sürücülerinin yüzde 75’inin erkek, bir o kadarının da beyaz olduğunu gösteriyor.

Neo-liberal kent politikaları kentsel alanları “soylulaştırıp” yoksullardan zenginlere aktarıyorsa, bu durumda kentin madunları da giderek kadınlaşıyor, demektir. Öyle ya, dünya mülksüzlerinin çoğunluğunu (yüzde 70) kadınlar oluşturuyorsa ve örneğin Türkiye’de kentsel mülkiyetin büyük bölümü (yüzde 70 dolayları) erkeklerin elinde toplanmışsa,[13] siz bakmayın plaza reklamlarında boygösteren albenili, şık, bakımlı kadınların bolluğuna; kentsel “soylulaşmanın” da esasta “eril”, bir başka deyişle erkek zenginliğiyle âlâkalı bir süreç olduğunu söyleyebiliriz. Ya da, kadınların büyük çoğunluğunun kentlilerin “en alttakiler”ini oluşturduğunu.

Şunu unutmamak gerek; kentsel soylulaşma, bir başka süreçle, yoksulların giderek kent saçaklarına itilmesiyle atbaşı gitmekte… Bu, dünyada çok bilinen bir uygulama; Türkiye’de ise ekonominin lokomotifine inşaat sektörünü yerleştiren AKP hükümetlerinin kentsel mekânların tükenmesi üzerine, “depreme dayanıklı konutlar inşa edeceğiz” diye “kentsel dönüşüm” adı altında mahalleleri yerle bir edip yerlerine plazalar, lüks konutlar, AVM’ler filan inşa etmesi şeklinde tezahür ediyor. Bunu yaparken de yıktıkları mahallelerin eski sakinlerini, kent dışlarında inşa edilmiş beton kutulara sürüyorlar. Örneği çok; İstanbul/ Ayazma’da olan-bitenleri hatırlamak yetecek. Biliyorsunuz, Ayazma Ağaoğlu’na peşkeş çekilip onun elinde My World Europe adıyla bir “marka kent” ucubesine dönüştürülürken, Ayazma’nın çoğu Kürt olan eski sakinleri, Halkalı/ Bezirganbahçe’deki TOKİ konutlarına gönderildiler. Çoğunun aylık geliri 600-900 TL arasındaydı, düzenli bir işleri yoktu. Bu parayla Bezirganbahçe’de yerleştirildikleri konutların banka kredi borcunu, apartman giderlerini, elektriğini, suyunu ödeyemediler. Dairelerini satıp, yeniden gecekondularını inşa etmek üzere Silivri’ye, Trakya’ya göçtüler… Böylelikle ekmeklerini kazandıkları kentten iyice uzaklaştırılmış oldular.

Bir an için kendinizi Bezirganbahçe’deki “toplu mezar”lardan birine yerleştirilmiş kadınlardan biri olarak tahayyül edin…

Bilirsiniz, büyük kentlerdeki gecekondu mahalleleri, akrabalık ve hemşerilik ilişkisi üzerinden oluşturulmuştu. Yeni gelen, eski gelenlerden aldığı yardımla inşa ederdi gecekondusunu ve kırsal dayanışma örüntüleri, kente taşınmış olurdu. Darda kalana maddi yardım, iş bulma, hastaya bir kâse çorba götürme, veresiye alışveriş yapabileceğin bakkal… Yabancı, düşmansı kent ortamında, yeni kentli yoksullara bir soluk alma olanağıydı. Bir şey daha… Gecekondunun bahçesinde yetiştirilen biber, domates, patlıcan, tandırda pişirilen ekmek, kümeste yetiştirilen tavuk, dar zamanların bankası görevini görüyordu adeta.

Kentsel dönüşüm, mahalleleri dağıtıp aileleri beton bloklara gömerken, bu dayanışmayı da tarumar etmekte. Bundan en çok etkilenenler ise, ocağı kaynatmaktan, çocuğa bakmaktan, çamaşırı-bulaşığı yıkamaktan sorumlu kadınlar, hiç kuşkusuz. Tıkıştırıldıkları kümesten hallice beton bloklarda, hoşbeş edecek, erişteyi imeceyle kesecekleri, çamaşırı birlikte yıkayacakları, çocuklarını emanet edecekleri komşularından, veresiye yazdıracakları bakkaldan, domates-biber yetiştirecekleri bahçelerinden kopartılmış, izole bir yaşama mahkûm kılınırken kent yaşamı daha da çekilmezleşiyor onlar için…[14] Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü öğretim üyelerinden Yard. Doç. Dr. Erbatur Çavuşoğlu’nun AKP’nin kentsel dönüşümünü “Filistin tipi kentsel dönüşüm” olarak tanımlaması boşuna değil.[15]

“Ama,” diye itiraz edebilir liberal görüşlü aklıevvel bir iktisatçı bu söylediklerime, “kentleşme kadınların iktisadî yaşama katılmasını hızlandırıyor, onları bağımsız bir gelire sahip kılıyor…”

Doğrudur, kentleşme kadınların önünde ücretli iş imkânını açıyor. En düşük ücretli, en güvencesiz, en kayıtdışı olanları genellikle. Kadın istihdamının dünya ölçeğinde kayıtdışında yoğunlaşması, şaşırtıcı değil. Dünyada düşük gelirli ülkelerde kadınların yüzde 60’ının informel sektörde istihdam edildiği hesaplanmakta. Sonuç mu? En düşük ücretli, en güvencesiz, en kötü koşullu işlerde çalışan kadınlar, bunu saçaklarında dışlanmış bir yaşam sürdürdükleri kentlerde gerçekleştirdiklerinde, işte ve evde günde 17 saat çalışmak zorunda kalıyorlar.[16]

Bir başka deyişle, “ücretli bir işte çalışıyor olmak”, kentli kadınların çoğunun durumunu hiç de düzeltmiyor. Tersine, iş ile konut arasında giderek uzayan mesafeleri[17] her gün biraz daha sıkışan trafik, biraz daha kalabalıklaşan toplu taşıma araçları içinde kat etmek, pazar pazar dolaşarak sebzenin, deterjanın en ucuzunu bulmaya çabalamak, çocukları okuldan ya da emanet edilen akraba, konu komşu veya sokaktan -neo-liberal iktisat politikaları kreş ve yuvaları düşük gelirliler için erişebilir olmaktan çıkardı, biliyorsunuz- toparlamak, eve koşturup yemek yapıp bulaşık yıkamak… yani hem evde hem de işte, boğaz tokluğuna ölesiye çalışmak anlamına geliyor…

Ve “dönüştürülmüş kentler”in, ya da neo-liberal kent politikalarının kentli kadınların çoğunluğunu oluşturan yoksul, hatta orta hâlli kadınlara sunacak hiçbir şeyleri yok. Tam tersine, onların son yaşam alanlarını da ellerinden almanın peşinde… Örneğin, çevreyi hoyratça yok ederken, soludukları havayı, içtikleri, yemek pişirdikleri, çamaşır-bulaşık yıkadıkları suları kirleterek…[18]

Örneğin arada bir çıkıp bir soluk alacakları, çocuklarını salacakları parkları, diğer insanlarla buluşabilecekleri, fikir, haber, dedikodu alışverişinde bulunabilecekleri meydanları yok etmekle meşgul. Belki biliyorsunuzdur; Dünya Sağlık Örgütü’ne göre kentlerde yaşayan insan başına minimum 9 m2, tercihan 15 m2 yeşil alan gerekiyor. Dünyanın megakentlerinde bile bu gözetiliyor. Örneğin, New York’ta kişi başına 23, Londra’da 22, Paris’te 11.5 m2 yeşil alan düşüyor. Ya İstanbul mu? İstanbul’da kişi başına düşen yeşil alan miktarı, belki inanmayacaksınız ama, 1 m2![19]

Ya meydanlar? Türkiye’nin nabzı, İstanbul’un çarpan kalbi Taksim meydanının “yayalaştırma” etiketiyle dönüştüğü trajediden hiç söz etmiyorum. Bilmem yakın zamanlarda hiç gittiniz mi, orası şimdi geniş bir cezaevi avlusunu andırıyor.

Gerçek şu ki, agorafobik AKP iktidarı, büyük bir hızla tüketiyor kentlerin meydanlarını. Düşünün ki, “İstanbul’da 2003 yılına kadar insanların toplanabilecekleri alan sayısı 470 iken, bu sayı şimdi 80’e düş”müş durumda.[20] Tabii ki yerlerine AVM’ler, rezidanslar, gökdelenler dikildi… Uzmanlar İstanbul’da beklenen deprem gerçekleştiğinde insanların nerede toplanacağını soruyor, haklı olarak. Yanıt yok, çünkü “depreme karşı güvenli binalar” bahanesiyle başlatılan “kentsel dönüşüm”, deprem toplanma alanları dâhil, meydanlarını, yeşil alanlarını yuttu kentlerin…

*   *   *

Söze gecelerin kentlerde yaşayan kadınlar için tekinsiz olduğundan bahisle başlayıp, ardından kapitalizmin mevcut durağında bir kâr üretme alanına, deyim yerindeyse bir “üretim aracı”na dönüşen kentlerin kadınların büyük bir çoğunluğu, alt ve orta sınıf kadınları için yalnız geceleri değil, yaşam boyu nasıl tekinsizleştiğini sergilemeye çalıştım.

Evet, kapitalist kent, nüfusunun büyük çoğunluğu, hele ki kadınlar için bir cehennem. Sözcüğün gerçek anlamında. Yalnızca her gün biraz daha çıldırtıcı hâle gelen trafiği, lüzumsuz gökdelenleri, içinde satılan her şeyin insanın cebini yaktığı AVM’leri, “soylulaşırken” sakinlerini gittikçe daha uzağa sürmesiyle, hava-su-toprak kirliliği, temel hizmetlerin erişilmezliği, yabancılaştırıcı-yalnızlaştırıcı etkisi ile değil.

Aynı zamanda “suç”u, saldırganlığı sıradanlaştırması, içselleştirmesi, yaşamının aslî unsuru hâline getirmesiyle de öyle.

Evet, yoksulluk ve suç, modern (“kapitalist” olarak okunmalı) kentlerin kronik ifrazatındandır. Yoksul varoşlar, varsıllığın katlandığı kent merkezleri, ya da zenginlerin ikamet ettiği “güvenli” siteler için hep esrarlı, tehditkâr, tekinsiz mekânlardır… İkiye bölünmüştür neo-liberal kent, yoksullarla zenginleri ayıran sınır, her gün biraz daha belirgin hâle gelmektedir. Bir tarafta lüksün tepeleme yığıldığı, ışıltılı eğlence, iş, yaşam mekânları, bir tarafta da alabildiğine uzaklara sürülmüş, duraklarda saatlerce itiş kakış doluşacağınız otobüsleri, minibüsleri beklediğiniz, elektriğine, suyuna güç yetiremediğiniz, çamurlu, karanlık sokaklarıyla teneke mahalleler…

“İstanbul’da birtakım alt yapısı olmayan, şehirden uzak, şehirle bağlantısı olmayan yerleşim bölgelerine dairelerin yanına bir cami, bir okul ve bir alışveriş merkezi yapılıyor. Burada bir kadın ne yapar. Sosyallik tarzlarını orada icra edemez. Başakşehir gibi yerlerde, alıştığı gibi kapı önüne çıkamaz, komşusuyla konuşamaz. Bu mimari buna izin vermez. Anketlere göre orada bir sürü insan antidepresanla yaşıyor. Kadınları bırakın gençler buralarda ne yapar? Gençler sadece alışveriş merkezlerinde buluşabiliyorlar. Dolayısıyla bu dönüşümler bir şiddet alt yapısı oluşturuyor. Bu Fransa’da da böyle oldu, İngiltere’de de böyle oldu. O nedenle, şehirle bağlantısı kopuk, sineması, kültür merkezi, kütüphanesi, küçük esnafı olmayan yerleşimler yapılmıyor artık. TOKİ tarafından, çölün ortasında birden bire mahalle oluşturur gibi yapılan yapılar 10-15 sene sonra şiddete yol açacak,”[21] diyor bu konuda, Fransa’daki vahşi kentsel dönüşümün günümüzdeki banliyö şiddetine yol açtığının altını çizerek.

Belki de yanılıyor… Belki de şiddet, yoksulluğun yoğunlaşmasının, ya da ne bileyim, gençlerin öfkesinin bir sonucu olmaktan çok, lebensraum’unu sürekli olarak geliştirmeye çalışan kapitalist sistemin bir taammüdî bir imalatı… Uyuşturucu, fuhuş çeteleri bizatihi polisin besleyip, yıldırıp kaçırmak üzere sakinlerinin üzerine saldığı Gülsuyu’nda olduğu gibi örneğin.[22]

Çünkü nihayetinde, kentlerin taşı-toprağı gerçekten de altın… Ama artık topraklarından kopup ekmek peşinde buralara göç eden yoksullar için değil. Muteber kentsel mekânları tüketip gözünü yoksulların sığındığı gecekondu mahallelerine, varoşlara diken inşaat şirketleri, “soylulaştırma”dan vurgun vuran spekülatörler, onların haracını yiyen yerel yöneticiler ve hepsinin gerisindeki siyasal iktidar için…

Neo-liberalizmin “Kırk Haramîleri”, el birliğiyle yaşamı kentlilere dar ediyorlar… Hele ki kadınlara…

21 Kasım 2014 09:56:39, Ankara.

N O T L A R

[1] 24 Kasım 2014 tarihinde Ankara’da düzenlenen “Kadın Katliamlarına, Erkek Şiddetine, Gericiliğe Karşı; Karanlığı Yırtmak ve Yaşamı Savunmak İçin ‘Yaşam Nöbeti’ndeyiz!” başlıklı etkinliğin “Kent-Doğa Direniş ve Kadın (saat:23.40- 00.25)” oturumunda yapılan konuşma… Kaldıraç, No:162, Aralık 2014…

[2] Halil Cibran.

[3] “Endüstriyel üretimin karşılaştığı aşırı birikim krizlerini aşmak yolunda inşaat yapmak üzerinden geçici çözümler üretilmiştir, üretilmeye devam etmektedir,” diyor David Harvey. “Kentlerde yeni büyük binaların inşa edilerek sermayenin kârlılığını devamlı kılacak yeni bir ortamın oluşturulması sağlanmaya çalışılıyor. (…) Kapitalist toplumlarda kentsel mekân sermaye için yeniden ve yeniden üretilen bir meta hâlini almıştır. Büyük ölçekli inşaat yapmak hoşa gidiyor. İş gökdelenleri, AVM’ler ve mega projeler yapılıyor ve bunun üzerinden borçlanılarak finansman sağlanıyor. Bu sektör üzerinden çok para kazanılıyor.” (“Harvey: Evsizlerden Çok Boş Ev Var”, Birgün Pazar, 30 Mart 2014, s.17.)

[4] Gülistan Alagöz, “Başımız Göğe Erdi”, Hürriyet, 9 Temmuz 2014, s.11.

[5] AVM’leri bir “Amerikan yaratımı, Amerikan ihracı” olarak değerlendiren Profesör George Ritzer, onların “Amerikan tüketim kültürünün küreselleşmesinin bir parçası” olduğunu, modern olmanın, varsıllığın simgesi olduğunu vurgulayıp ekliyor: Bence bir dereceye kadar tüketim kültürü, insanları tüketime takıntılı hâle getiriyor. (…) Tıpkı Marx’ın ileri sürdüğü gibi, din insanların afyonu olur ve devrimci faaliyetlerle ilgilenmemelerini sağlar. Bence tüketim kültürü içinde çok aktif olan bireyler, politik faaliyetlere zaman bulamazlar ve hatta bu faaliyetlere ilgilerini kaybederler, özelliklede muhalif olanlara… Bu bakımdan, iktidarda kalmak isteyen bir politik rejim, daha çok tüketim katedrali inşa etmeye yönelebilir. Bu katedraller içinde daha çok insanın olması insanları sokaklardan ve radikal faaliyetlerden uzak tutar. (Ömür Şahin Keyif, “İktidarda Kalmak İsteyen AVM İnşa Eder”, Birgün, 29 Eylül 2014, s.17.)

[6] “AVM Furyası: Sayı 368’i Buluyor…”, Birgün, 9 Haziran 2014, s.5.

[7] Bilgi e.parisinfo.com’dan alındı.

[8] Kaynak: europe-cities.com.

[9] http://www.cbre.eu/portal/pls/portal/res_rep.show_report?report_id=1672

[10] Yine de Melih Gökçek’in “hayali” Ankaralılara pahalıya mal oldu. “Çankaya’dan havaalanına giden anayolun yanyollarla kesilmemesi için ‘bat-çık’larla karnından yarılan, örneğin Kavaklıdere caddesinde bir kentin en önemli ‘piyasa’sı, kamusal alanı yok edildi,” diyor Cengiz Bektaş. “İnsanlar karşıdan karşıya geçemiyorlar. ‘Merhaba’laşamıyorlar. Ancak el sallayabiliyorlar birbirlerine…” (Cengiz Bektaş, “Halk Bunun Neresinde?” Cumhuriyet, 12 Şubat, 2013, s.8)

[11] Funda Özgür, “Yürüyün Seferoğulları, Yeşil Vadi Bizimdir!”, Radikal Kitap, 14 Şubat 2014, s.28.

[12] Metin Yeğin, “Ulaşım ve Özgürlük”, Gündem, 16 Temmuz 2014, s.12.

[13] Yard Doç. Dr. Bayram Uzun’a dayanarak… Bkz. “Kadın ve Mülkiyet Hakkı”, http://www.hkmo.org.tr/etkinlikler/etkinlik_detay.php?kod=3930. Bu ortalama bir oran olmalı. Örneğin Hakkâri’de kentsel mülkün yüzde 96’sı erkeklerin elinde. (Erdoğan Yener, “Kente Karşı Eko-Kentler”, Gündem, 9 Temmuz 2014, s.14.)

[14] Ayazma’da kentsel dönüşüm sürecini yakından izleyen bir kent aktivisti, Cihan Uzunçarşılı şöyle diyor: “Sosyal ve kültürel boyutlardan bakarsak, TOKİ’lerde mahallelerdeki dayanışma ve komşuluk ilişkileri, sosyal ağlar çöküyor. Avlulu evde oturan ya da mahallesinin sokaklarını evinin odaları gibi kullanan Romanı alıyorsun, apartman dairesine tıkıyorsun. Ya da, “Ayağımız toprağa basmadan yaşayamayız” diyen Ayazmalı Kürt nüfusu alıyorsun 12 katlı insan silolarına dar mekânlara hapsediyorsun. Bu olacak şey mi? Kına geceleri, açık hava düğünleri, kapı önü komşuyla çay keyifleri bunlara TOKİ’lerde olanak yok. Ya da mahallede yer halısını yıkayabiliyor, asıp kurutuyor, yününü dövüyor, TOKİ’lerde imkânsız.” (Sinem Uğurlu, “Yoksulu kent dışına sürme projeleri, Evrensel, 18 Mart 2014, s.2.)

[15] “Dönüşüm yapılan yerlerde fakirler, orta sınıflar istenmedi. Zenginler için bu alanlar yeniden yapıldı. Kullanıcı kimliği değişti. Bu mahallelerin hedef seçilmesinin bir sebebinin de oraların etnik kimliği olduğunu söyleyebiliriz. Etnik temizlik, “genocide,” bir etnik grubu yok etmek demektir. Bunun planlamadaki karşılığına biz “spacioside” diyoruz, yani “mekânkırım..” Filistin halkının yerinden edilmesiyle uluslararası literatüre girmiş bir kavram bu. Ölümle sonuçlanmayan ama insanları yaşam alanından kopardığınız sürgün politikası…” (Tuğba Tekerek, “Erbatur Çavuşoğlu: Filistin Tipi Kentsel Dönüşüm”, Taraf, 9 Haziran 2014, s.11.)

[16] Cecilia Tacoli, Urbanization, Gender and Urban Poverty: Paid Work and Unpaid Carework in The City, International Institute for Environment and Development, Mart 2012.

[17] “Modern kent ulaşımı, sanki ulaşamamak üzerine düşünülüp tasarlanmıştır. Kent merkezi, otorite alanları yani hükümet binaları, mahkemeler, okullar, ofisler, işyerleri ve onlara hizmet için kurulmuş otel, lokanta, eğlence yerleri ile donatılmıştır. Bunlar büyüklü küçüklü kentlerde, kendi boylarına göre, irili ufaklı ama benzerdir. Otorite merkezleri tekli değildir. Fabrika ve çevreleri, çarşı, pazar ve çevreleri, tapınak yerleri ve çevreleri, özellikle son yıllarda finans merkezleri ve çevreleri, hepsi kentin temerküz alanlarıdır. Genellikle insan yaşam alanları (…) başta konutlar, kentin modern olmasıyla birlikte, bu alandan süpürülürler. Aşırı değerlenen merkezdeki binalar, artık konut olarak kullanılamayacak kadar pahalıdır ya da çok olumsuz koşullarda, yangında otoritenin ilk yutacağı alanlar olarak var olabilirler. Böylece herkes için bir yolculuk başlar. Kentin yoksulları, kısıtlı marjinal alanlarda yer bulamazlarsa, ofisleri, işyerlerini temizlemek, lokantalarında yemek pişirmek, seyyar satıcılık yapmak, kendilerini benzer kaderlilerden korumak için güvenlik görevlisi olarak çalışmak ve benzeri binlerce iş için, merkeze doğru günlük göçlerine başlar. (Metin Yeğin, “Ulaşım”, Gündem, 10 Temmuz 2014, s.13.)

[18] Duymamış olamazsınız: İstanbul Boğazı’na yapılan üçüncü köprüyü inşa eden ICA konsorsiyumu, kreditörlerin talebi üzerine bir çevresel etki değerlendirme raporu hazırlattı. Rapora göre, köprü, İstanbul’un su kaynaklarını kirletecek. Şöyle deniyor raporda: “Kazı alanlarından, malzeme yığınlarından, inşaat alanlarından arıtılmamış kirli su sızıntıları, derelere, diğer yüzeysel su kaynaklarına karışabilir. Bu tür su sızıntıları ve yüzey akışları tortu ve tehlikeli atıklar taşıyabilir ve bu atıklar derelere ya da diğer yüzeysel su kaynaklarına karışabilir. İnşaat sırasında geçici tesisler inşa edilecek, iş makineleri kullanılacak. Bazı beton atıkları, malzemeler ve kimyasallar kirliliğe neden olabilecek.” (Çiğdem Toker, “3. Köprü, İçme Suyunu da Kirletecek”, Cumhuriyet, 14 Nisan 2014, s.10.)

[19] Funda Özgür, “Yürüyün Seferoğulları, Yeşil Vadi Bizimdir!”, Radikal Kitap, 14 Şubat 2014, s.28.

[20] Fırat Turgut, “Sığınacak Yer Kalmadı”, Evrensel, 16 Mart 2014, s.14.

[21] “Kentsel Dönüşümün Sonu, Paris’teki Banliyö Şiddeti”, Taraf, 9 Eylül 2012, s.4.

[22] Onur Erem, “Bir Garip Polis-Çete İlişkisi”, Birgün, 10 Ağustos 2013, s.3.