SİBEL ÖZBUDUN
“Düşmana dönük
bir mavzer gibidir umut,
yaratır tetik ve parmak
en gürbüz çocuğunu tarihin.”[1]
T.C. devletinin cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden zatın sorusu bu…
Yeri geldiğinde Bağdat’ı, Bosna’yı, Kâbil’i, Beyrut’u, Ramallah’ı, Üsküp’ü, Kudüs’ü “ilgi alanı”na dâhil eden bir şahıs için[2] ne tuhaf bir soru…
Tuhaf olduğu kadar, sakıncalı da… Malûm, egemenler ulusal sınırları dışındaki bir coğrafya ya da toplumla alâkâ kurup “tarihsel bağlar, kültür ortaklığı, din kardeşliği, dil-gönül birliği vb.”nden söz etmeye başladıklarında, ilk elde “emperyal hevesler”in baş gösterdiği gelir akla… Bu hevesler gerçekleşme kanalı bulduğunda veyl o “din, dil, kültür, gönül, tarih kardeşleri”nin hâline…
Bu nedenle, ben bu söyleşide Türkiye’nin Kobanê’yle tarihsel, kültürel vb. ilişkilerinden söz etmenin doğru bir tarz olmayacağı kanısındayım. Bunun yerine, bizlerin, yani Türkiyeli devrimcilerin, sosyalistlerin Kürt kardeşlerimizin Kobanê’de sürdürmekte olduğu destansı direniş ve mücadeleyi desteklemesi gerektiği üzerine birkaç söz etmek istiyorum, izninizle…
Ama öncelikle AKP iktidarının dümeninde yer aldığı T.C. devletinin IŞİD saldırganlığı ve Kobanê konusundaki tutumuna biraz bakalım.
IŞİD, bilindiği üzere, Orta Doğu’nun zengin kaynakları üzerindeki denetim yetilerini elde tutmak isteyen ABD-AB ekseninin “Arap Baharı” olarak anılan ayaklanmaları kendi avantajına döndürme gayretleri içerisinde biçimlenmiş bir “örgüt”. ABD-Fransa’nın başını çektiği emperyalist güçler, “Bahar”ın rüzgârıyla Suriye rejimini de devirme amacıyla, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’ın taşeronluğunda, İslâm dünyasının dört bucağından (ve öngörmedikleri bir tarzda, Batı’daki İslâm diyasporalarından) kopup gelen İslâmcı militanlara silah ve lojistik destek sağladılar. Hesap, “ılımlı” olduğu düşünülen Suriyeli muhaliflerin kısa bir sürede Esad rejimini devirerek Batı’yla uyumlu, neo-liberal piyasa ekonomisine bağlı “ılımlı” İslâmcı bir rejim kuracağı yönündeydi…
Evdeki hesap çoğunlukla çarşıya uymaz. Bu kez de öyle oldu. Esad rejimi, müttefiklerin sandığından çok daha dirençli olduğunu ortaya koyarken, ABD-AB ve “yerel” taşeronlar eliyle beslenen “muhalifler” arasında Batı’nın beklentilerine uygun, “uslu çocuk” rolünü kabullenmeyecek unsurların azımsanmayacak kadar fazla olduğu, kısa sürede açığa çıkacaktı. Bu unsurlar, hızla El Kaide’nin Ortadoğu versiyonunu oluşturacak Sünnî Vehhabî/Selefî yapılanmalar hâlinde örgütlendiler. Gayrımüslimlerin, “müşrik” saydıklarının ya da imanı yeterince güçlü olmadığını düşündüğü kişilerin kafalarını kameralar önünde kesip kellelerle top oynayan ve bu görüntüleri sosyal medyada paylaşan IŞİD, bunlar arasında en hızlı gelişeni oldu. Örgüt, kısa sürede liderini İslâm âleminin halifesi ilan edip egemenlik alanını tüm Sünnî dünyası ölçeğinde genişlettiğini açıklayacaktı.[3]
Öte taraftan, ABD’nin Suriyeli rejim muhaliflerini bir türlü birleştirememesi; Esad rejiminin direngenliği, ABD’de “batağa saplanma” korkusunu öne çıkartırken, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan gibi taşeronların bölgede özerk inisyatif geliştirmelerinin de önü açılmış olacaktı. Bunun kaçınılmaz sonucu, bölgede mezhebe dayalı politikaların ağırlık kazanması oldu.
Günümüzün Türkiye başbakanı, “stratejik derinlik”çi Ahmet Davutoğlu’nun dışişleri bakanlığına getirilmesinden bu yana AKP Türkiyesi’nin neo-Osmanlıcı yönelişi, böylelikle bir kez daha, Suriye’de önemli bir deneme sahasına kavuşmuş oluyordu. Libya, Tunus “bahar”larında “fırsatı kaçırdığı”na yerinen AKP’nin “Sünnî Türkiye”si, Şii Esad rejimini devirip Suriye’de Sünnî bir rejimi tesis ederken, bölgesel ağırlığını da katlama hesabı içerisindeydi. Bu emellerin pratiğe dökülmesi, dünyanın dört bir yanından Suriye’ye akın eden cihatçı militanlara ülkenin kucak açması, eğitim, lojistik ve silah desteği sağlaması yoluyla olacaktı.[4] Böylelikle başta Antakya/Hatay olmak üzere Antep ve Urfa sınırları, kısa sürede eli silahlı şeriatçı militanların elinde kevgire çevrilecek, sınır kentlerin hastaneleri cihatçı yaralılarla dolarken, salt militanların tedavi edildiği özel hastaneler kurulacak, cihatçı elemanlar TSK tarafından eğitime tabi tutulacak, radikal İslâmcı militanlara büyük miktarlarda maddi yardım ve her türlü lojistik destek sağlanacaktı…
IŞİD’in önce Türk TIR şoförlerini, ardından da Musul’daki Türk konsolosluğu görevlilerini rehin alması ve sonrasında AKP iktidarının başını ABD’nin çektiği koalisyon güçlerinin de basıncıyla IŞİD’i “terör örgütü” saydığını, IŞİD karşıtı koalisyona katıldığını kabul etmeli ki bir hayli tereddütten sonra- açıklaması, bu “ortaklığın” sona erdiği anlamına gelmiyor. Çünkü IŞİD’in Kobanê (ve Kobanê şahsında Rojava’ya) yönelmesi, AKP Türkiyesi’nin Rojava karşısındaki tavrıyla uyumludur…
Suriye ordusunun bölgeden çekildiğinin açıklanmasının ardından siyaseten ve ideolojik olarak PKK’ye yakın olan PYD’nin (Partiya Yekitiya Demokrat = Demokratik Birlik Partisi) Suriye’nin kuzeyindeki Rojava’daki (Batı Kürdistan) üç kantonda (Cizîre, Kobanê, Afrîn) özerklik ilan ettiğini açıklaması, bu gelişmenin Kuzey’deki Kürtler için örnek teşkil edeceği karabasanıyla uykuları kaçan Türkiye yöneticilerinin tüylerini diken diken etmeye yetmişti. Çünkü Rojava Kürtlerinin yapmaya çalıştığı, işbirlikçi Kürt burjuvazisinin pazarlıkçı siyasalarından farklı bir şeydi. Rojava Kürtleri, Meksika’daki EZLN, Bolivya’daki MAS deneyimlerine benzer, PYD’nin ve “yeni sol” esinli heveslilerin deyişiyle “ekolojik-demokratik-feminist-komünalist bir devrim”,[5] daha serinkanlı bir değerlendirmeyle ise, şimdilik “kurtarılmış bölge/halk demokrasisi” olarak nitelenmesi uygun düşen bir “inşa”ya kalkışmışlardı. Bölgenin Kürt, Arap, Süryani, Ermeni, Çeçen, Müslüman-Hıristiyan-Ezidi, Sünnî-Alevî halkların kendi inanç ve kültürlerini özgürce yaşamalarını öngören, tabandan örgütlenmeye dayalı bir sistem.[6] Sosyalist değil… proletarya diktatörlüğünü öngörmüyor… özel mülkiyeti ilga etmiyor… ayrı bir devlet kurmayı, ya da Kürdistan’ın diğer parçalarıyla birleşmeyi hedeflemiyor… hatta Suriye’nin bir parçası olarak kalma iradesini açıkça beyan ediyor… ama yine de içerdiği “taban demokrasisi”, “çoğulculuk”, “çokkültürcülük” anlayışı; tüm yurttaşları kapsayan “güvenlik, zorunlu temel eğitim, istihdam, konut, sosyal güvence ve sağlık” hakları; “anne ve çocukların korunması”, “yaşlı ve engellilerin sağlık, korunma ve sosyal hakları”nın anayasal güvence altına alınması; kadınların artan ölçülerde İslâmî kuralların boyunduruğu altına sokulduğu bir coğrafyada, onların “siyasal, toplumsal, iktisadî, kültürel ve her türlü yaşam hakkının” güvence altına alınması, “özsavunma ve her türlü cinsiyet ayırımını kaldırma, reddetme hakkı”nın tanınması gibi ilkelerle bölgesel gericiliklere korkulu rüya gördürmeye yetiyor… Olasıdır ki bu gelişmenin, Latin Amerikavarî bir “sol/halkçılık”a doğru evrilmesinden, Kuzey Suriye’de oluşan Kürt entitesinin Rojava Anayasası’nda böyle bir sav bulunmasa da- topraklarındaki enerji kaynakları üzerinde denetim hakkı savlamasından kaygı duyan ABD’ne de…
T.C. yetkililerinin, PYD eşbaşkanı Salih Müslim’le her görüşmesinde partinin “özerklik” ısrarından vazgeçmesini, “kanton”ları ilga etmesini ve Suriyeli muhaliflerle işbirliği yapmasını[7] dayatmasının,[8] bir başka deyişle Rojava Kürtleri’ni “hizaya getirme”ye çalışmasının bir nedeni de bu…
Bir diğer neden ise, AKP iktidarının Rojava üzerinden Kuzey Kürtleri’nin, özellikle de PKK-BDP hattının “burnunu sürtme” isteği…
Yani AKP iktidarının IŞİD’i gözden çıkartamayışının tek nedeni, her iki oluşumun da Sünnî-İslâm bir dünya görüşü, “Batı kültürü”ne karşı derin bir kuşku ve güvensizlik duygusu ve İslâm dinini hâkim kılma arzusundan beslenmeleri değil… AKP, IŞİD’i aynı zamanda “içerideki tehlike”[9] Kürtlerin “burnunu sürtecek”, iradelerini teslim alacak bir tetikçi olarak görüyor… T.C.’ne toplumdan, Kürtlerden ve dışarıdan kendisine yönelik “IŞİD’e karşı tavrını netleştirmesi” yolundaki çağrılar karşısında öne sürdüğü bütün o “ama”lı, “fakat”lı, “lakin”li laf çevirmelerin gerisinde yatan, bu…
O zaman, gelin Türkiyeli devrimci ve sosyalistlerin neden Batı (ve Kuzey) Kürdistan’lı kardeşlerin IŞİD canileri ve bölgesel gericiliğe karşı mücadelesine omuz vermesi gerektiği üzerinde duralım…
Öncelikle, Rojava Kürtleriyle, Anadolu Kürtleri arasında sıkı akrabalık bağları bulunmaktadır. Önemli bir bölümü, Şeyh Sait ayaklanmasının (1925) ardından Rojava’ya sürgün edilenlerin torunlarıdır.[10] Yani IŞİD katillerinin Kobanê’yi ele kuşatmasını, bombalamasını, kentin düşmesi durumunda gerçekleştirmesine ise kesin gözüyle bakılan vahşi katliamları elleri kolları bağlı izlemek, T.C.’nin bu konudaki kayıtsızlığına toslamak, Anadolu Kürtleri için amca-dayı-teyze çocuklarının, dünürlerinin, kardeşlerinin katledilişini izlemek zorunda bırakılmaktır. Ahmet Hakan’ın dediği gibi,
“Kobanê’ye gitmek bir akraba müdafaasıdır. Aç da haritaya bir bak: Kobanê dediğin yer Fizan’da falan değildir. Urfa var ya Urfa…İşte o Urfa’nın kazası Suruç’un bir mahallesidir Kobanê.Suruç’tan yüz adım atsan…Bir de bakmışsın ki Kobanê’desin.
-Suruç’un evleri ile Kobanê’nin evleri sırt sırtadır.
-Suruç’tan bağırsan Kobanê’den duyulur.
-Suruç ile Kobanê akrabadır: Amcaoğullarını, dayıkızlarını Berlin Duvarı gibi bir duvar bile değil, sadece bir tel örgü ayırır.
-Suruç’ta pişen yemek Kobanê’de yenir.
-Kobanê’de demlenen çay, Suruç’ta içilir.
Velhasıl Suruç ile Kobanê arasında zerre kadar bir uzaklık yoktur.
Ne maddi olarak, ne manevi olarak…
Şimdi elini vicdanına koy da cevap ver:
Eli kanlı bir sapık çete, iki metre ötende akrabalarını öldürürken…
-Yerden taşı kaptığın gibi koşup gitmez misin yardıma?
-Sınır mınır dinlemeden atmaz mısın kendini oraya?
-”Gün namus günüdür” diye şöyle bir yekinmez misin?
-Sağına soluna bakmadan can havliyle atılmaz mısın akrabaların mahallesine?
-‘Haksızlığa elinle müdahale etme’ imkânını sonuna kadar zorlamaz mısın?
-Silahın yoksa bile tırnaklarını sokmaz mısın devreye?”[11]
Kürt kardeşlerimizin yakınlarının katledilişini, kadınların cariye olarak satılmasını elleri kolları bağlı olarak izlemek zorunda bırakılması, Türkiyeli devrimci ve sosyalistler açısından kabul edilebilir bir durum değildir. Onların T.C.’nin IŞİD’e örtük desteği ve kayıtsızlığı karşısındaki tepkilerini, öfkelerini paylaşmak, bir dayanışma görevidir.
Ancak, dahası var… DTP’nin çağrısıyla sokağa dökülen kitlelerin, hem Kürt bölgelerinde (Hizbullah’çı) hem de Batı’da (dinci-faşist) reaksiyonla karşılandığını gördük. Üç gün içinde yaşamını yitiren 30’un üzerinde kişinin büyük bölümünün polis-asker destekli sivil “güç”lerce öldürülmüş olması, iktidarın hatırı sayılır bir paramiliter desteğe sahip olduğunu göstermektedir. Yükselen bu ırkçı-faşist-dinci dalga karşısında Kürtlerle dayanışma içerisinde olmak, boynumuzun borcudur.
Yalnızca dayanışmanın devrimciliğin temel değerlerinden biri olması nedeniyle değil. Kobanê protestolarına yönelen reaktif şiddet, hiç kuşkunuz olmasın ki günü geldiğinde Alevîlerin protestolarını, işçi eylemlerini, kadınların mücadelesini, çevrecilerin taleplerini, ateistleri, LBGTI bireyleri, farklı olmak isteyen herkesi yerleştirecektir hedefine… 2013 Haziran kalkışmasında ortaya çıkan boşluk, bu nedenle artık fazlasıyla yakıcı bir hâle gelmiştir: iktidar dışındaki/karşısındaki talep ve iddiaların, emekçilerin, Alevîlerin, Kürtlerin, sekülerlerinçevrecilerin… mücadelelerinin ortaklaşması.[12]
Bu yakıcıdır, çünkü IŞİD’in ilerleyişi Kobanê’de durdurulamazsa, IŞİD’çiler yalnızca stratejik bir mevkii değil, aynı zamanda her yerde önemli bir psikolojik üstünlüğü ele geçirmiş olacaklar.
Yeri gelmişken, vurgulamalı: IŞİD bir “örgüt”ten ibaret değil. Belirli bir zihniyet ve eylem tarzında ortaklaşanları buluşturan bir şemsiye… Kazanımları, zaferleri, kendini “Batı” karşısında ezik hisseden, umudunu yitirmiş yüzbinlerce öfkeli, yönünü şaşırmış, fanatik genç için,[13] ama aynı zamanda “ılımlı” milliyetçi-muhafazakâr-dindar Müslümanlar için de bir “umut”, bir “kazanım”, bir “zafer”… Kültürel ve toplumsal ortamın iktidar partisi eliyle hızla İslâmîleştirildiği Türkiye için durum, büsbütün böyle… Bir başka deyişle, IŞİD’in Kobanê (ve Rojava) zaferi, sınırdaş (ve sınırları çoktan kevgire dönmüş) Türkiye’de Türk ve yabancı İslâmcı militanların “fink atması” anlamına gelecektir… Sosyalistler ve devrimciler bu tehlike karşısında seküler ve özgürlükçü değerler adına Rojava’lı Kürt kardeşlerinin yanında yer almalıdırlar…
Yanısıra, Rojava bugün abartılı yorumlarda sunulduğu üzere bir “devrim” olmasa bile [devrimler sosyal sınıfların öncülüğünde, onlar tarafından, yine belirli sosyal sınıf(lar)a karşı gerçekleştirilir… Rojava’da hangi sınıf(lar)ın, hangi sınıf(lar)a karşı “devrim” yaptığını kestirmek zor…] seküler, eşitlikçi, kültürel çeşitliliği zenginlik kabul eden, taban demokrasisine dayalı, özgürlükçü, kadınların toplumsal/siyasal yaşama katılımını öncelik sayan, doğanın korunmasını anayasal bir taahhüt altına alan bir oluşumun yanında yer almak, devrimci/ sosyalist bir görevdir hele ki, Arap Baharları’nın üzerinde yükselen İslâmcı rejimlerin bağnazlık katsayısını arttırdığı bir coğrafyada…
Diyeceğim o ki bugün Kobanê direnişiyle dayanışmayı yükseltmek, yalnızca enternasyonalist dayanışmanın gereği değil, aynı zamanda hâkim oldukları coğrafyalara kayıtsız şartsız teslimiyet ve kölece boyun eğişi dayatan katiller sürüsüne karşı kendi özgürlüğümüz için mücadele etmektir…
Türkiyeli devrimcilerin, sosyalistlerin bu görevleri ne ölçüde yerine getirebileceği, kuşku yok ki güçleriyle sınırlıdır. Ancak, şu an YPJ (YPG’nin kadın birliği) saflarında IŞİD katillerine karşı savaştığını bildiğimiz Türkiyeli kadın devrimciler,[14] 14 Eylül 2013’de Serêkaniyê’de düşen Yılmaz (Serkan Tosun) ve 5 Ekim 2014’de Kobanê’de yitirdiğimiz Paramaz Kızılbaş (Suphi Nejat Ağırnaslı), Türkiye devrimci hareketinin bu yeti ve iradeye sahip olduğunu gösteriyor…
16 Ekim 2014 18:25:36, Ankara.
N O T L A R
[*] 26 Ekim 2014 tarihinde Yapı Sanatevi’nin Ankara’da düzenlediği “Türkiye’nin Kobanê ile Ne Alâkâsı Var?” başlıklı panelde yapılan konuşma… Kaldıraç, No:161, Kasım 2014…
[1] Ahmet Telli.
[2] “Kardeşlerim, sadece Türkiye değil bugün Bağdat da, İslâmabat da, Kabil, Beyrut, Saraybosna, Üsküp de kazanmıştır. Bugün Şam, Halep, Hama, Humus, bugün Ramallah, Nablus, Eriha Gazze, Kudüs de kazanmıştır…” (Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçildiği gün yaptığı “Balkon Konuşması”ndan. 11 Ağustos 204, http://www.akparti.org.tr/site/haberler/12.-cumhurbaskani-erdoganin-cumhurbaskanligi-balkon-konusmasinin-tam-metni/66015#1)
[3] Örgüt, örneğin 2022’de Katar’da düzenlenecek Dünya Kupası’na izin vermeyeceği yönünde bir açıklama yaptı. Açıklamada şöyle deniliyordu: “İslâmi Hilafet Devleti kurulmuştur ve Dünya Kupası organizasyonunun düzenleneceği Katar diye bir ülke yoktur. Katar artık İslâm Devleti’nin bir parçasıdır. Orada Müslümanların halifesi ve emiri Ebu Bekir Bağdadi’nin sözü geçer. Halife, boş oyun ve eğlencelerin düzenlenmesine asla izin vermez. Bu yüzden FIFA’nın başka alternatif aramasını tavsiye ediyoruz. IŞİD’in elinde Scud füzeleri bulundurmaktadır ve bunlar rahatlıkla Katar’a ulaşabilir. Amerika da bunu bilmektedir.” (http://tr.eurosport.com/futbol/dunya-kupasi/2014/isid-katar-daki-dunya-kupasi-icin-tehdit-aciklamasi-yapti_sto4317766/story.shtml)
[4] Nitekim, sadece Fethullahçılar’ın kayıtlarını sızdırdığı, Dışişleri Bakanlığı’ndaki Suriye ile savaş çıkartma yollarının görüşüldüğü toplantıda MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın “Türkiye’den Suriye’ye ikibin TIR gönderdik” sözleri bile, bu desteğin boyutları konusunda bir fikir vermeye yeterlidir. TIR’lardaki silah ve mühimmatın ÖSO’cular tarafından Suriye’deki El Kaide bağlantılı örgütlere satıldığı daha sonra ortaya çıkacaktır. (bkz. “MİT’in yolladığı silahlar terör örgütleri pazarında”, http://aydinlikgazete.com/mansetler/38612-mitin-yolladigi-silahlar-teror-orgutleri-pazarinda.html)
[5] Örneğin bkz. Metin Yeğin, “Rojava ve İspanya Devrimi”, Gündem, 25 Eylül 2014, s.13.
[6] 6 Ocak 2014 tarihinde Rojava’nın Amûdê kentinde toplanan Rojava Demokratik Özerklik Yönetimi Yasama Meclisi’nin kabul ettiği Rojava Toplumsal Sözleşmesi/Anayasası’nın dibacesinde “din, dil, inanç, mezhep ve cinsiyet ayırımının olmadığı, eşit ve ekolojik bir toplumda adalet, özgürlük ve demokrasinin tesisi; demokratik toplum bileşenlerinin (…) çoğulcu, özgün ve ortak yaşam değerlerine kavuşması, kadın haklarına saygı ve çocuk ile kadınların haklarının kökleşmesi; savunma, özsavunma, inançlara özgürlük ve saygı ” hedefiyle “özerk bölgelerin halkları, Kürtler, Araplar, Süryaniler (Asuri, Keldani ve Arami); Türkmen ve Çeçenler”in sözkonusu sözleşmeyi kabul ettiği bildirilir. Rojava Anayasası, “ulus-devletin, askeri ve dini devlet anlayışının, merkezi yönetim ve iktidarın” kabul edilmeyeceğini net bir dille ifade etmektedir. (Bkz. “Rojava’nın Toplumsal Sözleşmesi-1”, http://www.yuksekovahaber.com/haber/rojavanin-toplumsal-sozlesmesi-1-121143.htm
[7] PYD Eşbaşkanı Müslim Türkiye’nin “Suriyeli muhaliflerle işbirliği yapın” baskılarına şöyle isyan ediyor: “Şimdi ÖSO anlaşma imzaladı ve Kobanê’yi de beraber savunuyor. İlla selefilerle mi işbirliği yapmak gerekiyor yani? Bunlar zaten demokratik güçlerdir zaten demokrasiyi savunanlardır ve biz onlarla zaten beraberiz. Seküler grupla beraberiz yani laikliği kabul edenlerle, İslâmı alet etmeyenlerle, demokrasiyi kabul edenlerle biz zaten beraberiz. Ama İstanbul’daki muhalefet seküler değil, bu yüzden de onlar bizimle değil.” (Duygu Güvenç, “Müslim: Laiklerle Beraberiz”, Cumhuriyet, 9 Ekim 2014, s.6.)
[8] Bkz. Aslı Aydıntaşbaş, “Salih Müslim’le Kobanê Pazarlığı”, Milliyet, 6 Ekim 2014, s.15; ayrıca “Kürtlerin Kobanê’de ‘Kanton’ Savunması”, Milliyet, 6 Ekim 2014, s.12.
[9] Mehmet Metiner soruyor: “Hangi devlet/hükümet kendine düşman bir gücü, en kötüsü de kendine düşman herkesle işbirliği yapmaktan kaçınmayan bir gücü daha bir silahlandırıp başına bela etmek ister ki?” (Mehmet Metiner, “Rojava’ya Git Savaş, Elini Tutan mı Var?”, Yeni Şafak, 30 Eylül 2014, s.10.)
[10] “Ayn-el Arap (Kobani) neresi?”, http://www.dunyabulteni.net/haberler/311132/ayn-el-arap-kobani-neresi
[11] Ahmet Hakan, “Kobanê’ye Gitmek Bir Akraba Müdafaasıdır”, Hürriyet, 23 Eylül 2014, s.4.
[12] Bakın Ergin Yıldızoğlu, ‘Cumhuriyet’ gazetesindeki köşesinden “Cumhuriyetçiler”i nasıl uyarıyor: “Cumhuriyetçi muhalefetin laiklik, ulusalcılık, demokrasi, kadın erkek eşitliği, bireysel özgürlükler, modernite gibi temel değerlerine tümüyle karşı olan siyasi İslâmın en radikal, en ölüm tutkunu kanadı IŞİD, Kürtlere, kendi topraklarında saldırıyor. Buna karşı en dikkatsiz bakışlar bile Kürtlerin laiklik, ulusalcılık, demokrasi, kadın erkek eşitliği, bireysel özgürlükler, modernite gibi değerleri benimsediklerini, bu değerleri bu karanlık çetelere karşı, kız ve erkek gençlerinin kanı ve canıyla savunduklarını görebiliyor.
Kobanê düşerse siyasi dengelere ne olur, sorusunun korkutucu cevabı bir yana, salt insani kaygılar, paylaşılan değerler ve tarihi sorumluluklar, Cumhuriyetçilerin Kürtlere bu savaşta destek olmalarını, onları savunmalarını gerektiriyor. Bu kadar ortak değer varken, uzun yıllardır salt farklı ulusalcılıkları benimsedikleri, adeta bir madalyonun iki farklı yüzü oldukları için savaşmak ve kan dökmek durumunda olan bu iki taraf, ulusalcılığın salt bölücü değil, aynı zamanda etnik etiketten kurtulmasına olanak verecek uygun biçimler altında birleştirici, yaşam inşa edici, bu yaşamı koruyucu olabileceğini görmeleri gerekiyor. (…) Cumhuriyetçiler gerçekten Cumhuriyetçiyse Kobanê’yi desteklemeleri gerekir.” (Ergin Yıldızoğlu, “Cumhuriyetçi Muhalefet ve Kobanê”, Cumhuriyet, 1 Ekim 2014, s.14.)
[13] ‘The Wall Street Journal’da aktarılan bir ‘Rand Corporation’ araştırmasının bulgularına göre, 2010-2013 döneminde, cihat projesine bağlı terörist grupların sayısında yüzde 58 artış olmuş. Araştırmada, bu grupların militan sayısının ikiye katlanarak 100.000’e ulaştığı tahmin ediliyor. El Kaide taraftarı grupların saldırıları 392’den yaklaşık 1000’e yükselmiş. 2014’de sayının hızla artmaya devam ettiği de söylenebilir. (Ergin Yıldızoğlu, “Dünyanın V. Köşesi”, Cumhuriyet, 9 Haziran 2014, s.13.)
[14] YPJ komutanlarından Hevi Ahmed, Cumhuriyet gazetesinden Ceyda Karan ile yaptığı söyleşide, “YPJ içinde sadece Kürt kadınlarının da olmadığını, Türk, Arap ve İranlıların da olduğunu anlatıyor, ‘Ama Cizire kantonu daha karışıktır. Orada Hıristiyanlar da var. Bizde Arap ve Türkler bulunuyor,’ diyor.” (Ceyda Karan, “Kadınlara Karşı Daha Vahşiler”, Cumhuriyet, 30 Eylül 2014, s.6.)