YENİDEN -VE BİR KEZ DAHA- FAŞİZM

“Faşizm kapitalist reaksiyondan

başka bir şey değildir.”[1]

Faşizmi, iki dünya savaşı arasındaki kapitalizmin krizine mündemiç, olup-bitmiş bir gerçeklik olarak, tarihin tozlu raflarına kaldırmaya yönelik bir yorum, çok yaygın bir egemen manipülasyonun yanlışıdır.

Oysa bu manipülatif yanlışa ‘Hayır’ diyen radikal sosyalistler, faşizmin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da kökünün kuru(tul)madığından, çünkü onun kapitalizme ait olduğundan, Max Horkheimer’ın, “Kapitalizm hakkında konuşmayanlar faşizm hakkında sussunlar,” saptamasındaki üzere, emindirler.[2]

Evet, sürdürülemez kapitalizmin III. Büyük Bunalımı koordinatlarında, yeniden ve bir kez daha faşizm konuşmalıyız, konuşmak zorundayız.

Çünkü faşizmi tanımlamaya, aslî özelliklerini saptamaya ve faşist tehdidin -her dönemde- gündemde olduğunu unutmamaya/ unutturmamaya muhtacız; yerkürenin, bölgemiz Ortadoğu’nun, coğrafyamızın nereye gittiğini anlayabilmek/ anlatabilmek için faşizm hakkında yeniden düşünmek kaçınılmazdır.

 

FAŞİZM FAŞİZMDİR

 

Upton Sinclair’ın, “Faşizm kapitalizm artı cinayettir”; Maurice Bardeche’nin, “Faşizm bir dindir”; Roland Barthes’ın, “Faşizm konuşma yasağı değil söyleme mecburiyetidir”; Jean Paul Sartre’ın, “Faşizm kurbanlarının sayısıyla değil, onları öldürme yoluyla tanımlanır”; Emilio Gentile’nin, “Faşizm, farklı sınıfları ama özellikle de orta sınıfları bir araya toplayan bir kitle hareketidir, görevinin milli yeniden doğuş olduğunu düşünür, karşıtlarıyla savaş hâlindedir, demokrasiyi yıkmak, yeni bir rejim kurmak için terör ve parlamenter taktikler kullanır,” biçiminde tanımladıkları “Faşizm karşı-devrimci umutsuzluğun partisidir,” der Lev Troçki…

“Siyasetin kutsallaştırılması ve siyasal din”[3] olarak tariflenmesi mümkün olan faşizm bir tekelci sermaye hareketidir; çürümenin karşı devrimci örgütlenmesidir; sermayenin, özellikle de tekellerin korunmasıdır; emeğin baskı altına alınmasıdır; aydınların ve sanatın küçümsenmesidir; cinsel ayrımcılığın şahlanışı ve erkek-egemen eğiliminin öne çıkartılmasıdır; din ve yönetimin iç içeliğidir; ben-merkezli -sürekli, tam gaz- milliyetçiliktir; “korku”nun, kitleler üzerinde bir araç olarak kullanılmasıdır; şovenizm ile militarizmin yüceltilmesidir; ötekileştirilenler üzerinden üretilen “düşmanlar”ın birleştirici bir tutkal olarak kullanılmasıdır; ulusal güvenlik takıntısı ile iletişim araçlarının kontrol altına alınmasıdır; kliyantalizm ve yozlaşmada sınır tanımamadır; yalan ve hiledir

Bilindiği gibi faşizm kavramı, ilk önce, İtalya’da kurulan milliyetçi, otoriter ve popülist rejimi ifade etmek için kullanılmıştı. Geniş anlamıyla da, özellikle iki dünya savaşı arasında ortaya çıkan milliyetçi, ırkçı, antidemokratik, antikomünist ideolojiye ve otoriter siyasi yapıya sahip politik hareket olarak tanımlanmıştı.

Faşizm yalnızca şiddet değildir; sermayenin saldırgan politikalarının toplamıdır; faşist yasalar, faşist eğitim, faşist yönetmelik, faşist ekonomi politikalar ve benzeridir.

Ayrıca faşizm, herhangi bir şiddet değil tekelci sermayenin şiddetidir; yaşamın tepeden tırnağa sermayenin ihtiyaçlarına göre düzenlenmesidir…

Ve tekelci dönemde kapitalist devlet(ler)in gittikçe otoriter bir biçim aldığı görülmelidir. Parlamentoların öneminin azalması ile yürütmenin gittikçe güç kazanması, biçimsel dahi olsa hukuki düzenlemelere riayet etmeyen hükümetler ve sosyal hakların kapsamının gittikçe daralması istisna olmaktan çıkan bu devlet biçiminin bazı özellikleridir.

Kuşkusuz, kapitalist devlet başından beri otoriter bir devlet biçimine meyilliydi ancak sınıf mücadeleleri ve dünya konjonktürü dolayımıyla bu eğilim sınırlanmaktaydı. Kapitalist devlete içkin bu otoriterlik “olağanüstü” koşullarda, ekonomik, siyasal ve toplumsal kriz koşullarında, düzeni yeniden tesis etmek için devreye giriyordu. Bu durum liberaller tarafından “istisna hâl” olarak tanımlansa da; neo-liberalizm ile istisna olmaktan çıkıp bir “kural” hâline dönüştü!

Ancak otoriterliğin de olduğu yerde durması mümkün değildi; yani koşullar gerektirdiğinde, otoriter olanının totalitere yönelmesi bir zarurettir.

Bu bağlamda faşizm, emperyalizm çağının ürünüdür. Birinci Dünya Savaşından sonra tarih sahnesine çıkması, Ekim Sosyalist Devrimi’ne ve kapitalizmin bunalımına verilmiş bir cevaptır. Savaşın mağlubu Almanya Versay boyunduruğundan, İtalya yağma bölüşümünde hakkının yenmesinden şikâyetçiydi. Burjuvazi zayıflamış, devrimler ve sınıf mücadeleleri adımlarını sıklaştırmıştı. Ekonomik çöküntü içindeki, geleceğinden kaygılı, işsiz, karşıdevrimci ruh hâli içinde debelenen küçük burjuvazi ve lümpen-proletarya faşist bir mayalanma içindeydi.

Devrimci partileri ve işçi hareketinin öncü kesimlerini kitle terörüyle vahşice bastıran paramiliter faşist çeteler bu bataklıkta boy atmışlardır. Büyük sermaye faşist harekette geleneksel yöntemlerle üstesinden gelemediği sorunları çözecek ve emperyal iştahını karşılayacak kabiliyette bir güç keşfettiğini düşünerek 1920’li, 1930’lu yılların başında iktidara geçmelerinin yolunu açmıştır. Bu yol açılmasa muhtemelen eriyip gideceklerdi.

1920-1945 arası faşizmin yükseliş yıllarıdır. İlkin İtalya (1922), Bulgaristan (1923), Almanya (1933), Avusturya’da (1934) sonra öteki ülkelerde iktidara gelmiştir. Muhalefette kaldığı ülkelerde ve Avrupa dışında küçümsenemeyecek bir güce ulaşmıştır. Faşist partilerin çoğu az ya da çok bir kitle tabanına sahiptir. Gene de Mussolini İtalya Kralı’nın, parlamentoda hızla güçlenen Hitler, Alman Cumhurbaşkanı’nın davetiyle, Salazar darbeyle, Franko iç savaşla (ve darbe) iktidara geleceklerdir. Böylece, finans kapital burjuva demokrasisi, Bonapartizm-Bismarkizm, askeri diktatörlük gibi eski devlet biçimlerine alternatif yeni bir devlet biçimi daha keşfetmiş oluyordu.

Faşizmin iktidarı hükümetin el değiştirmesinden ibaret değildi. Faşistler iktidara geldiklerinde parlamentoyu dağıttılar, güçler ayrılığına son vererek yargı ve yasamayı yürütmeye tabi kıldılar, yürütmeyi de iktidarın dizginlerini elinde tutacak kudretli tek adamın (Führer, Duçe) elinde merkezileştirdiler. Parti-devlet özdeşliği totaliter bir yönetimle sonuçlandı. Komünistler ve işçi hareketinin önderleri başta olmak üzere bütün muhalefet kanla bastırıldı; partiler, sendikalar, muhalif medya (vb.) kapatıldı. İtalyan, Alman ve öteki ülke faşist burjuvazileri arzularını hızla gerçekleştirebileceklerini düşündükleri demirden bir yönetim kurdular.

Bu acil tehlikeye karşı etkili mücadele yolları arayan Komintern partileri kendi aralarında faşizmin anlamını ve tanımını uzun süre tartıştılar. Georgi Dimitrov, III. Enternasyonal’in 1935 yılındaki VII. Kongresine sunduğu raporda genişçe ele aldığı faşizmi (soru(n)lu biçimde) şöyle tanımladı: “Faşizm, finans kapitalin en gerici, en şovenist ve en emperyalist öğelerinin açık terörist diktatörlüğüdür.”

Faşist diktatörlüğü; Turati büyük burjuvazi üzerinde küçük burjuvazinin iktidarı, Bordiga burjuvazinin demokrasiden farksız egemenliği, Thalheimer Bonapartizmin özel bir biçimi, Bauer “sınıflar üstü bir iktidar” olarak tanımladı. Troçki, küçük burjuva tabanını öne çıkardı. Reich ise faşizmi insanın akıldışı karakterinin dışavurumu, Alman halkının akli depresyonu ile açıkladı.

Derin bir ekonomik ve siyasi kriz, işçi hareketinin zayıflaması, aptallaştırılmış küçük burjuvazinin efsanelere yatkınlığı ve “kurtarıcı lider”[4] beklentisine girmesi, şeytanlaştırılmış etnik gruplara ve komünizme düşmanlık, olası bir devrimde her şeyini kaybedeceği korkusu, faşizmin arayıp da bulamadığı bir ortamdır. İktidarda olsun olmasın faşist partiler şoven milliyetçilik, biyolojik veya kültürel ırkçılık, paramilitarizm, antiplüralizm, antikomünizm, anti-Aydınlanmacılık, totalitarizm, korporatizm, lider kültü, ulusal yeniden doğuşçuluk, militarizm, sahte antikapitalizm gibi özellikler gösterir.[5]

Faşizmin yükselişi ve şiddet gösterisi için her zaman bazı sembolik olay ve olgular gündeme getirilir. O zamana kadar birçok kez gerçekleşen olgular, birden tersine çevrilerek odak noktası hâline getirilir. Ve bu sembolik olay ve olgulardan yola çıkılarak, toplum tamamen teslim alınmaya çalışılır. George Orwell’in ‘1984’ başlıklı yapıtındaki lanetleme ayinleri gibidir bu ritüel…

Faşizm, en küçük eleştiriye en şiddetli tepkiyi verir. Rejim, “kristal gecelere” ve cadı avlarına gereksinim duyar.

Faşizm, muhaliflere olan nefretini, toplumsal bir nefrete dönüştürmeye çalışır. Manipülasyon dozunu artırır. Onun karakteristiklerinden birisi olan ‘Düşmanların/günah keçilerinin birleştirici bir neden olarak tanımlanması’ politikasıdır bu.

Lanetleme, hedef gösterme, sindirme ve korkutma politikalarıdır bunlar. İşte akademisyenler üzerinde bu kadar durulmasının en önemli nedenlerinden birisi bence budur. Sistem sürekli bir şiddet üzerine kuruludur ve her zaman yeni kurbanlara gereksinim duyar.

Faşizm, uğursuz sessizlik bahçesinde büyüyen, zehirli dikenli bir bitkidir. Ve gün gelir eğer sessiz kalınırsa bu bitki bütün bahçeyi çürütür ve ele geçirir.

Faşistleşme sürecinin başlangıcının burjuva partilerinin olağanüstü devlet biçimleri yönünde radikalleşmelerine denk düştüğünü saptayan Nicos Poulantzas, şöyle diyor: “Devlet aygıtının kendi rolünün genişlemesi (ordu, polis, mahkemeler, idare); biçimsel hükümeti bir çeşit kısa devreye sokar, kurulu hukuki düzeni karakteristik biçimde değiştirir, gerçek siyasal iktidarı bu partiler forumundan -yani parlamento- alıp mutlak anlamda Devlet aygıtındaki kliklere aktarır.”[6]

Faşizm için devlet, kutsal ve sorgulanamazdır. Ne yaparsa, “ulusun çıkarları adına” yapar. “Tek dil, tek din, tek millet” tartışılmazdır faşist rejimde.

Faşist rejim, bir insan öğütme makinesidir. Egemen elit kesimin kendi içindeki çatışmalar da kaçınılmazdır. Dünün “kahramanı”, bu günün “haini” olur bu sistemde.

Faşizmin diğer bir özelliği de gücü merkezileştirmesidir ve bir de yüce öndere ihtiyaç vardır bu rejimde. Önder eleştirilemez, kutsaldır. O bir semboldür ve “her şeyi bilir.” Otoriter olan liderin gücü giderek sınırsızlaşır, tanrısallaşır. Ayrıca faşist devlet kendisini dev aynasında görür; yalanlar ve manipülasyonlar üzerinde yükseldiğinden, bir süre sonra bu yalanlara rejimin elit kesimleri de inanmaya başlar: dünya ayaklarının altındadır. İşte “dünya lideri” retoriği, tam da bu yanılsamayı ifade eder.

“Vatan-bayrak-devlet” üçlemesi, kitleleri yönlendirmek, manipüle etmek anlamında kullanılırken, hem de onu her zaman sürekli bir savaş psikolojisinde tutmanın araçları hâline gelir. Savaş, yoksa hayali savaşlar yaratılır, George Orwell’ın ‘1984’ yapıtında olduğu gibi. Savaş, kitlelerin ruhunu militaristleştirmek ve onları kolayca istenen yöne topluca götürmenin bir aracı olduğu kadar, emperyalist yayılmacı politikalara giden yolda kaçınılmaz bir süreçtir faşizmde. Bu doğrultuda, her zaman hem içeride hem de dışarıda düşmana ihtiyaç vardır.[7]

Saldırgan bir totalitarizm olarak faşizm, homojenlik arzusu, ideolojik ve teorik olarak savunulan erkek dayanışması – kadın düşmanlığıyla da betimlenir.

Faşist devletler, liderler, (bu ikisi ideolojik, psikolojik/ruhsal olarak örtüşür) toplumsal yaşamın tüm alanlarını, özellikle hazları, cinselliği, kadını, genel olarak kültürel üretim alanlarını tümüyle kontrol etmeyi arzular. Bu arzu asla tatmin edilemez, ama tatmin olma çabası toplumda dayanılmaz bir fiziksel, simgesel şiddet ortamı yaratır.

Faşizmin totaliterliği, sıradan otoriter rejimlerden farklıdır. Disiplin, cezalandırma, şiddetin (fiziksel ve simgesel) uygulanması yasalara, rasyonel prosedürlere değil, kaprislere, arzulara, niyetlere dayanır. Suç ve ceza yasalara göre değil liderin arzularına, niyetine göre tanımlanır. Mahkemeler iddianamelerini yasal mevzuata, kanıtlara, sebep-sonuç ilişkisine göre değil, arzulara, niyetlere göre hazırlarlar. Faşizmlerde, lider ve takipçileri açısından her şey mümkündür, mubahtır.

Faşist ideoloji, rejimler, toplumun, bireyin tüm eksikliklerini, sorunlarını yabancı unsurlara (insan, kültür, mezhep), hatta türü kirleten yabancı genlere bağlar. Toplumun, ideolojinin, kanın yabancı unsurlardan, siyasetin muhalefetten temizlenmesi, homojenleşmesi, kurtuluşun önşartıdır. Bu amaca erişme çabası, sınırsız bir narsisizme, ağza alınamaz alçaklıklara, vahşete ve soykırımlara yol açar.

Tüm bunların yanı sıra, faşizmin bir özelliği de erkekliği, erkek dayanışmasını yüceltirken kadınlığı aşağılamasıdır. Faşistin ruhsal durumunda kadınsı olmak, katlanılamaz ve aşılamaz bir ağrıdır. Faşist ruhsal durum, hayalinde bir taraftan düşmanını çeşitli fantezilerle kadınsılaştırarak aklınca aşağılar, iktidarsızlaştırır, diğer taraftan onun yıkıcı etkilerinden, dolayısıyla gücünden marazi biçimde korkar.

Buna karşılık erkeklik dayanışması, erkeklerden oluşan gruba, bunu temsil eden erkek lidere sadakat, adeta erotik bir sevgi, savaşçı ruh, büyük bir patlamayla muhteşem bir biçimde ölme arzusu, yüceltilerek kimlikleri tanımlayan özelliklerdir. Mussolini’nin sözleriyle, “Savaş erkeğe aittir, annelik kadına”.[8]

Erkek-egemen eğiliminin öne çıkartan faşizm için Slovaj Zizek de, kapitalist toplumda, kapitalizm öncesine ait bir “mutlak efendi söylemini restore etmeye yönelik gerici bir çabadır,” notunu düşerken; faşist rejimde, kral/ sultan/ yüce lider (KSYL) her türlü farklılığı, ötekinin varlığını yok sayar, tüm yaşam alanlarında anlamları belirlemek ister, yasaları yok sayar. Hatta faşizm, KSYL’ye itaat etmek adına yasaların, ahlâk kurallarının ihlâlini bile teşvik eder![9]

 

HİTLER’Lİ ALMANYA ÖRNEĞİ

 

“Yeterince büyük bir yalan söyleyip yeterince sık tekrarlarsanız inanılır… Ben Dünya’ya insanları güçlü yapmak için gelmedim, onların güçsüzlüklerini kullanmak için geldim… Büyük yalancılar, büyük sihirbazlardır… Önemli olan doğruluk değil, zaferdir,”[10] diyen Hitler’in ölmediği, yok olmadığı unutulmamalı.

“Hitler savaş alanında yenilmiş olabilir ama sonunda kazandığı bir şey de oldu,” diyen M. Halter, “Çünkü yirminci yüzyılın insanı toplama kampını yarattı, işkenceyi yeniden canlandırdı ve başkalarının felaketlerine gözlerini yummanın mümkün olabileceğini öbür insanlara öğretti,”[11] diye ekler… Doğru, ama eksik bir saptama. Çünkü bir ekonomi-politika olarak faşizm hâlâ yerli yerinde…

Çünkü Almanya’daki kapitalizmin doğrudan ürünü olarak “Weimar kenti tarih ve kültür açısından zengin, liberalleşme ile toplumsal ve siyasal enerjisi harekete geçirilmiş, ama (i) hızlı kentleşme, sanayileşme, (ii) geçmişteki toplumsal ve siyasal belirsizlikler dolayısıyla büyük çalkantılar geçirmekte olan bir kent türüdür…

Weimar kentinde yaşayanlar her türlü sürprize açık, kırılgan bir toplumsal ortamın kalıcı olamayacağını, ekonomik ve siyasal hayatın er geç krize sürükleneceği algısına sahiptir. (…) Siyaset sınıfının beceriksizlik, bencillik ve yolsuzlukları, siyasal rejimin geçmişteki otoriter geleneklerden kendini kurtaramaması, kapitalistlerin açgözlülüğü (…) etnik kültürel kimlik farklılıkları, ayrımcılık, sömürü ve işsizlik iktidarın kentli hayat tarzına müdahalesi…

Bu patlayıcı alaşım düzenin mağdurlarında ancak otoriter bir yönetimin toplumsal kırılganlığa çare olabileceği düşüncesini besleyebilir. Weimar Berlin’inde böyle bir toplum psikolojisi Hitler’in iktidara yükselmesinde önemli katkı sağlamıştır.”[12]

Evet Michael Mann’ın, “Naziler iktidarı ele geçirebildiler. Üç temel iktidar kaynağını seferber edebildiler: Nazi militanlarının eylemlilikleri, Alman seçmenlerinin üçte birinin oyları. Alman seçkinlerinin kararsızlıkları,”[13] notunu düştüğü tabloda, Adolf Hitler aslında Führer olmadı, Führer yapıldı. Hiçbir diktatör “kendisi olmaz”, koşullar ve çevresi tarafından “diktatör yapılır”.

Hitler olgusunu anlamak için, Prof. Mark Mazower ‘Karanlık Kıta’ yapıtında koşulların özellikleri ve hazırlayıcı etkenler konusunda şunlara dikkat çeker:[14]

1918 Yılı: Almanya’nın yenilgisi. Versay Antlaşması’nın Almanlar için gurur kırıcı koşulları. Bu koşulların sonradan Alman ordusunun aslında yenilmediği, politikacılar tarafından arkadan vurularak kabul edildiği tezi ortaya atılacaktı. Bu gurur kırıcı koşullardan da Yahudiler suçlanacaktır. Olayın duygusal temeli bu olacaktı.

1929 Dünya Ekonomik Buhranı bütün dünyayı sarsacak, Almanya çok kötü bir enflasyon dalgasıyla para değerinin düşmesi, işsizliğin artışı gibi ekonomik felaketlerle karşı karşıya kalacaktı.

1924-1934 yılları arasında Sovyetler Birliği büyük bir ekonomik kalkınma gerçekleştirecekti. Merkezi planlama ve sanayileşme hamlesi, sosyalist ilkelere göre kamulaştırma ve emeği öne alma yoluyla hızlı bir yükseliş yaratacak, bu da Avrupa’da “komünist dalganın yayılışı” tehlikesi olarak algılanacaktı.

Bu üç etken de Nasyonal Sosyalist Parti’ye iktidar yolunu açarken; Adolf Hitler’in kişiliği, heyecanlı, saplantılı ve iradeli özellikleriyle öne çıkmıştı. Heyecanını kitlelere geçirmede başarılıydı. Saplantıları, Alman ırkının üstün ırk olduğu, Yahudilerin Alman ırkının saflığını bozduğu, geleceğin dünyasını Almanya’nın kendi önderliğinde Yeni Düzen-Yeni Dünya olarak kuracağıydı. Her olayı sonuna kadar götürmede kararlılık göstermekteydi.

Avrupa ise, bir yandan liberal politikaların dalgalarıyla boğuşmakta, bir yandan Sovyetler Birliği’nden korkmakta, aynı zamanda Almanya’nın bu hızlı gelişmesine şaşkın bir hayranlıkla bakmaktaydı.

Adolf Hitler’in gücüne İngiltere ve Fransa’nın örtük katkıları da söz konusuyken; Hitler’i bazı isteklerini kabul ederek durduracaklarını sanmışlar ama yanılmışlardı. İngiltere’de yanılmayan Winston Churcill’di. O, Hitler’in ne pahasına olursa olsun durdurulmasının şart olduğunu söylemiş, bunu da savaş dönem başbakanlığı sırasında kanıtlamıştı. İngiliz halkına vaat ettiği kan ve gözyaşıydı.

Adolf Hitler bu koşullarla ve bu çevreyle “Der Führer” yapılmıştı. Artık yürütme onun elindeydi… Yasama onun dediğini yapmaktaydı… Yargı onun emirlerini infaz etmekteydi… Üniversite, ancak Nazi politikasını kabul eden Ari olanların yeriydi… Devlet memurlukları bu koşullara bağlanmıştı… Nazi politikasına sadakat; Ari olmak; Führer’e kayıtsız şartsız itaat mutlaktı…

İnsanlar üçe ayrılmıştı: Übermensch olanlar – Üstün insanlar. Ari ve Nazi olanlar… Mensch – Alman olmayan Avrupalılar… Untermensch olanlar – Aşağı insanlar. Yahudiler, Slavlar, komünistler, Çingeneler, akıl hastaları, zekâ geriliği olanlar (Untermensch sınıfı önce toplum dışına itilmiş, sonra da imhaya kadar götürülmüştür) …[15]

“Kavgam”ıyla ünlü Hitler,[16] 13 Mart 1932’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine Nazi partisinin adayı olarak, Hindenburg ile birlikte en yüksek oy alan iki adaydan birisi oldu. 10 Nisan’da yapılan ikinci turda Hitler’in yüzde 36 oyuna karşı, Hindenburg yüzde 54 oyla Cumhurbaşkanı seçildi. 31 Temmuz 1932’de üçüncü kez genel seçime katılan Nazi partisi yüzde 37 oy alarak parlamentoda en çok sandalyeye sahip parti oldu. Seçimin ertesinde Hindenburg, Katolik Merkez Partisi ile bir koalisyon hükümeti kurması için Hitler’i Şansölye olarak görevlendirdi. Ancak bu parti ile anlaşamayan Hitler, Alman Ulusal Halk Partisi’nin desteğiyle 5 Mart 1933’te erken genel seçimlere gitti.

Seçimlerden hemen önce Reichstag’da (parlamento binası) Nazi partisinin gizli polis örgütü Gestapo tarafından çıkarılan yangın, Komünistlerin üzerine yıkılarak provokatif bir ortam yaratıldı. Ertesi gün Hindenburg’a anayasanın kişi hak ve özgürlükleriyle ilgili maddelerini ortadan kaldıran bir kararname imzalatan Hitler, bu yetkiyle muhalefet partilerinin seçim çalışmalarını engelledi. Seçim kampanyasında Almanya’nın endüstri, finans ve sigorta devlerinin maddi ve manevi desteğini alan Hitler için bu seçimler bir dönüm noktası oldu. Bu seçimde Nazi partisi yüzde 44 oy alarak Alman Ulusal Halk Partisi ile birlikte parlamentoda çoğunluğu elde etti.

Bunda 27 Şubat 1933 gecesi Berlin’deki Reichstag yangını provokasyonu önemli rol oynadı. Kolay mı? Büyük bir olaydı bu; çünkü Meclis binası semboldü!

Ama en önemlisi 5 Mart 1933 günü de seçim vardı; Nazi partisinin oy kaybından korkuyordu Hitler. Çünkü Sosyal Demokratlar ve Komünist Parti güçleniyordu. Böyle olursa parlamentoda bir koalisyon hükümeti kaçınılmaz olacaktı.

Ancak Reichstag provokasyonu tüm dengeleri değiştiriyordu. Ertesi gün Hitler koşup Hindenburg’a gidiyor, anayasanın “kişi özgürlük ve haklarını koruyan” maddesini yürürlükten kaldıran bir kararname imzalatıyor. Arkasından da teröristleri açıklıyor: Komünistler. Komünist Parti’nin seçim çalışmaları yasaklanıyor. Komünist Parti milletvekilleri tutuklanıyor.

5 Mart seçimlerinde Nazi Partisi’nin (NSDAP) oyları yüzde 44’e yükseliyordu. Hitler kazanmıştı. Artık engel kalmayacak, Almanya İkinci Dünya Savaşı’na adım adım sürüklenecekti. Parlamento toplandığı zaman Komünist Parti milletvekillerinin 81 sandalyesi boştur. Onlar hapishanedeydi.

Reichstag yangınını çıkartanlar Hitler ve karakutusu Göbbels’ti. Komployu onlar hazırlamış, onlar gerçekleştirmişti. Yangını Nazilerin SA örgütü çıkarmıştı. Birkaç ay sonra da gene Hitler, SS örgütüne SA’ların önde gelen 58 subayını öldürtecek, bu olay da Uzun Bıçaklar Gecesi olarak tarihe geçecekti. Böylece yangını yapanlar ve tanıklar ortadan kaldırılmıştı.[17]

Burada bir parantez açarak ilerleyelim: Uzun Bıçaklar Gecesi öncesinde Hitler’in başından beri en yakın dava arkadaşı olan Ernst Röhm, mevcudu iki milyona yaklaşan SA’ların başındaydı. Muhafazakârlar ve ordu nezdinde itibar kazanmak isteyen Hitler için siyasal devrimden sonra “sosyal devrim” isteyen, sokaklarda sürekli taşkınlık yapan SA’lar artık yük olmaya başlamıştı. Hitler, cumhurbaşkanı Hindenburg’un SA’ları bahane ederek Nazi partisine karşı orduyu harekete geçirmesinden korkmaktaydı. 29 Haziran 1934 gecesi, Röhm başta olmak üzere, 200 civarında SA yöneticisi ve sağcı Katolik siyasetçi çeşitli şehirlerde öldürülür. Göring, Himmler ve Heydrich, bu katliamı meşrulaştırmak için, öldürülenlerin bir darbe hazırlığı içinde olduğu yalanını ortaya atarlar.

Kristal Gecesi ise, 9/10 Kasım 1938’de Almanya’nın her yerinde ve yeni ilhak edilmiş Avusturya ve Südetler’de Nazi partisi ve SA’ların Yahudilere karşı düzenledikleri pogromlara sonradan verilen addı. O kadar çok dükkân, işyeri, sinagog tahrip edilmiştir ki, gece sokaklar cam kırıklarından kristal kaplanmış gibi parlar. 100 civarında Yahudi öldürülür. Naziler olaylardan mağdurları sorumlu tutup, Yahudi cemaatini 1 milyar mark ceza ödemeye mahkûm eder. Mağdurların sigortadan alacakları paralara da el koyarlar. Kristal Gecesi, Yahudi Soykırımı’na giden yolda önemli bir eşikti.

Tıpkı Weimar Cumhuriyeti’nin son dönemlerine ilişkin olarak Colin Storer’in satırlarındaki üzere:

“Hitler daha atanmasının üzerinden 24 saat geçmeden, anayasayı değiştirmek için gereken parlamento çoğunluğunu elde etmek umuduyla yeniden seçim ilan etti. Ancak seçimler adil ve tarafsız olmadı. 31 Ocak 1933’te (yani atandığının ertesi günü) hükümet başkanı konumunu kullanarak ‘Alman Halkına Sesleniş’i yayımladı.[18] Bu bildiride, mevcut koşulların sebebi olarak demokratik sistemi ve Komünistlerin terör faaliyetlerini gösteriyor, ironik biçimde seçim kampanyasının korku ve şiddet atmosferinde geçtiğini belirtiyor ve hükümetini Almanya’nın onurunu ve birliğini yeniden ayağa kaldıracak bir ‘milli yükseliş’ olarak sunuyordu.”[19]

Bir komplo, Reichtag (meclis binası) yangını 27 Şubat 1933’te gerçekleşti. Bunu sivil özgürlükleri askıya alan ve merkezi hükümete özel yetkiler veren Halkın ve Devletin Korunmasına Yönelik Kararname izledi. 5 Mart 1933 seçimleri bu ortamda yapıldı. Bunlara rağmen Hitler bu seçimden anayasa değiştirecek çoğunluk elde edemeyince, yasa çıkarma usullerini değiştirip, parlamentoyu neredeyse ortadan kaldıran, Şansölye ve hükümetine dört yıl boyunca tam yetki veren bir Geçici Yetki Yasası’nı onaylattı.

Ardından Uzun Bıçaklar Gecesi ertesinde kazandığı göreli itibarını, 2 Ağustos 1934’te Hindenburg’un ani ölümüyle fırsata dönüştürdü. Kendini hem devlet başkanı, hem başbakan ilan etti. Aynı zamanda Nazi partisi şefi ve ordunun başkumandanıydı. 1934 sonunda Almanya tek partili bir devlet olmuştu. Ordu da devlete değil Hitler’e hizmet yemini ediyordu.[20]

Hindenburg’un ölümü üzerine Hitler’in Cumhurbaşkanlığı makamını da üstlenmesi için 19 Ağustos 1934’te yapılan referandumda yüzde 10 “hayır” oyuna karşı, yüzde 90 “evet” oyu alan Hitler, Almanya’nın Führer ve İmparatorluk Şansölyesi oldu. Şansölye, Almanya’da Başbakanlığa denk düşen bir kavramdı. Führer ise, “Tek halk, tek imparatorluk ve tek lider” anlamına gelen ve sadece Hitler’e verilen bir unvandı. Hitler, tüm yurttaşların, halkın, ulusun, partinin, devletin önderi ve Almanya’nın kurtarıcısı hâline geldi.

Ardından parlamenter demokrasiyi sona erdiren Nazi hükümeti, muhalefet partilerini yasaklayarak tek parti iktidarını kurdu. Meclis’in çalışmalarına ara verildiği için artık genel seçimler yapılmadı. Bu süreçte tek parti rejimine dayanan ve muhalefete yer verilmeyen, halk egemenliğini “Evet” veya “Hayır” seçenekleri ile yapılan referandumlara dayandıran, devletin ve milletin tek lideri olarak ilan edilen Führer tarafından yönetilen bir faşist devlet biçimi egemen oldu.

Hitler, kitlelerin büyük desteğiyle ve demokratik yollardan iktidara gelmedi. Diğer bütün diktatörler gibi ortaya çıktığı andan itibaren emperyalistler, tekelci sermayedarlar ve militarist güçler tarafından açıktan veya gizliden desteklenerek önce parlamentoya sokuldu. Daha sonra da erken ve baskın seçimlerle, referandumlarla, yeni baskı ve terör yasalarıyla, parlamenter demokrasi kuşa çevrilerek iktidar kendisine teslim edildi.[21]

 

HİTLER DÖNEMİ ALMANYA’SINDAN KESİTLER[22]
KENDİNİN ADALET BAKANI “(Hitler’in başbakan yani Şansölye olduğu dönemde) Şansölyelik binasında bizzat Hitler’in, hapishanelere sürekli yeni tutuklular yolladığı biliniyordu. Bu konuda şöyle diyordu Hitler: “Zamanımızı mahkemede harcasaydık, çok işimiz olurdu. Ben hukukçu beylere güvenemem. Paragraf cambazlarını işe karıştırmadan… Tutuklamak çok daha pratik… Kendime bu hakkı tanıyorum. Ben kendi kendimin adalet bakanıyım.”[23]
“DEVLETİN EFENDİSİ!” “Hitler, rakibi Röhlm’ü kurşuna dizdirmesinin asıl nedenini yakın çevresine şu sözlerle ifade etti: Artık benimle dalga geçilmesine izin vermiyorum! Bu olay gizli ve aleni tüm düşmanlarıma bir uyarı olsun! Ben Hitler’im! Partinin ve devletin tek bir efendisi var, o da benim.”[24]
ÖLÇÜSÜZ MEGALOMANİ “Eski Şansölyelik binası, ölçüsüz bir megalomani içindeki Hitler’e artık yetmiyordu. Vofstrasse’de yeni bir saray inşa edilmesi emrini verdi. – Buraya “Yeni Şansölyelik (Başbakanlık) adı verilecekti. Yabancı devletlerin temsilcileri gelecekte Yeni Şansölyelik binasına geldiklerinde, Hitler’in büyüklüğü ve sınırsız gücünün aurası karşısında etkilenmeliydiler.Yılbaşı davetinde Hitler emir subaylarına şunları söyledi: “Bu beyler mozaikli salona girdiklerinde, Büyük Alman İmparatorluğu’nun üstünlüğünü hemen hissetmeliler. Uzun koridorlar misafirlerimin huşuya kapılmasını (gönlü korku ve saygıyla dolu olma) sağlayacak. (…) Hitler’in özel emriyle demiryolu kralı Borsig’in sarayı, Şansölyelik Binası’nın yan binası olarak binaya dahil edildi. Wilhelmstrasse’den Göringstrasse’ye kadar devasa boyutlarda ve görülmemiş lüks içindeki binalar uzanıyordu artık.

Ziyaretçiler, büyük “şeref avlusu”ndan geçerek, pembe-gri mermer sütunların ve altın kaplama ayaklı şamdanların bulunduğu avluya ulaşıyorlardı. Bu avludan, devasa bir Alman kartalıyla süslü mozaikli salona geçiliyordu. Bu salondan da, mermer basamaklarla kubbe tavanlı granit salona iniliyordu; granit salonda egzotik bitkilerin kokuları duyuluyordu. Buradan, kırmızı mermer döşeli bir galeri başlıyordu; bu galeri XIV. Ludwig’in Versailles’deki sarayı örnek alınarak yapılmıştı. Pencere nişleri de mermer kaplıydı; dolaylı ışık bu mermerlerde pırıl pırıl yansıyordu.

İtalyan uzmanlar duvarları, öğütülmüş ve çimentoyla karıştırılmış mermerle kaplamışlar ve parlatmışlardı. Her şey parıldıyor, ışıldıyor. Goblenler Habsburg şatolarından ve Viyana’daki Rotschild Sarayı’ndan getirilmiş. Galerinin sonunda büyük bir Kabul Salonu var. Avizeler bu salonu göz kamaştırıcı bir ışıkla dolduruyor. Zemini örten halı, o kadar büyük ki, halıyı salona sokabilmek için, duvarın bir kısmının sökülmesi gerekti.

Bu salonlar pahalı kakma mobilyalarla döşenmiş. Kapılar da kakma işleriyle süslü. Bu salonun bitişiğindeki çalışma odası kıymetli ahşapla kaplı. Hitler’in çalışma odası 25 metre uzunluğunda. Duvarlar ve şömine değişik renkte mermerden. Bir nişte değerli resimler asılı.

Muazzam şöminenin üstünde Bismark’ın devasa bir portresi asılmış. Büyük mermer masada, at üzerindeki II. Friedrich’in beyaz mermer bir figürü duruyor. Sekiz pencerede yere kadar uzanan ağır perdeler de göz çarpıyor. Gündüzleri, parktaki sütunlar ve fıskiyeli havuz, bronz ve porfirle süslenmiş camdan bir çay köşkü de dikkati çekiyor. Zeminin balçık olması nedeniyle, Yeni Şansölyelik Binası beton bir havuzun içine oturtuldu. Tüm kompleksin inşası toplam 300 milyon marka (1 mark yaklaşık 1 Avro değerinde olduğuna göre, kabaca 1 milyar TL denebilir-y.n.) mal oldu.

Her şey tamamlandığında, Hitler sarayı yeterince görkemli bulmadı ve burayı günün birinde Hes’e (Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi’nde Hitler’in Vekili-y.n.) devretmeye karar verdi. Kendisi de Tiergarten’da Reichstag binasının yanında, daha gösterişli bir binaya taşınacaktı.

Ancak bina henüz tasarı aşamasındaydı. Gelecekteki saray o kadar büyük olacaktı ki, art arda dizilmiş en az 300-400 hizmetçi bu saraya sığabilecekti.”[25]

 

Adolf Hitler’in 1933’te iktidara gelişinden hemen sonra kurulan “Gestapo” -tam adıyla “Geheime Staatspolizei”, yani “Gizli Devlet Polisi”-, Nazi Almanyası’nın en güçlü polis örgütü ve Nazi diktatörlüğünün de temel taşlarından biriydi.

Hitler’in sağ kolu ve “Reich Mareşali” Hermann Göring tarafından 1933’te kurulan bu birim 1945 Mayısı’nda resmen son bulana kadar, gerek Almanya’da gerekse Avrupa’nın Nazilerin egemenliğindeki bütün bölgelerinde herkes, günün birinde Gestapo tarafından ziyaret edilebileceği korkusuyla yaşadı.

Gestapo’nun girmediği ve sızmadığı makam ve mekân, izlemeye ve sorgulamaya alamayacağı kurum ve kişi yoktu. Bunun için herhangi bir suçun işlenmesi veya kanıt bulunması gerekmiyordu ve aranmıyordu. Zaten gerek Almanya’da gerekse Nazi işgali altındaki öteki bütün ülkelerde açıkça Führer’den yana olmayan, ona en ufak bir eleştiri yönelten bütün kişi ve kurumlar ‘potansiyel suçlu’ ve ‘vatan haini’ sayıldıklarından, Gestapo’nun yetkileri de sınırsızdı. Ortada bir suç bulunmasa bile, geliştirilen işkence ve baskı yöntemleri sayesinde her türlü ‘işlenmemiş suç’un kanıtını sağlamak çok kolaydı.

Gestapo’nun en duyarlı olduğu kurumların başında ilkokuldan üniversiteye kadar bütün eğitim kurumları geliyordu. Daha Hitler iktidara gelmezden önce, 1930 yılında oluşturulmasına başlanan ve 14 yaşından itibaren bütün Alman gençlerini kapsamayı hedefleyen “Hitler Gençliği” (Hitlerjugend) adlı örgütün de yardımıyla Gestapo, eğitim kurumlarında gençleri her an izliyor, ana babaları, en yakınları, hocaları, öğretmenleri, sınıf arkadaşları ve komşuları da dahil olmak üzere, açıkça Hitler’den ve Nazilerden yana olmayan herkesi derhâl ‘yetkililere’ ihbar etmeyi öğrencilere birincil vatanseverlik görevi olarak belletiyordu.

Bu arada aynı görev, “sakıncalı” gördükleri öğrencileri açısından bütün hocalar ve öğretmenler için de bir yükümlülüktü. Böylece birkaç kuşak Alman genci, daha yeniyetmelik yaşlarında vatanseverliğin yolunun ancak böyle bir “muhbir kimliği”nden geçebileceği bilinciyle yetiştirildi.[26]

Bunun yanında Hitler, iktidarı ele geçirmesinden çok önce Alman üniversitelerindeki profesörlere diş biliyordu. Siyasete girdiği 1921 yılından Şansölye olduğu 1933 ve kendisini halkın oyuyla Führer ilan ettirdiği 1934 yılına kadar da Alman üniversitelerindeki profesörlerin “halkın ihtiyacı olan bilimi” üretmediklerinden, “halktan kopuk kendi seçkinci dünyalarında yaşadıklarından” yakınıp durdu.

Führer olduktan sonra yönetim anlayışının temeline gücün merkezileşmesi ve mutlak yetki kavramlarını koydu. Üniversiteler bu güce yani ona tabi olmalıydılar. Üniversitelerin vereceği eğitimin, üreteceği bilimin ne olması gerektiğine dair çok açık bir düşüncesi vardı. Üniversiteler halkın ihtiyacı olan bilimi üretmeliydiler. Halkın neye ihtiyaç duyduğunu da ancak Parti belirleyebilirdi. Parti de mutlak yetki ve merkezileşmiş güç kuralına uygun olarak Hitler’in görüşlerine uymalıydı. Bu yüzden Hitler, üniversitenin üretmesi gereken bilimi belirleme hakkına ve yetkisine sahipti.

Partinin (Führer’in) ihtiyaçlarını belirleyeceği halk sadece   Alman’lardan oluştuğundan, çünkü halk (volk) Alman olmalıydı, üniversiteler Alman ulusunun ihtiyaç duyduğu bilimi üretmeliydiler. Böylece üniversitenin vereceği eğitim Alman Fiziği, Alman Matematiği, Alman Sosyolojisi gibi olmalıydı. Hâl böyle olunca üniversitelerde Alman olmayan profesörlere yer yoktu.

Nitekim 1933 yılından itibaren Alman olmayan ve Alman olsa da partinin belirlediği halkın ihtiyaçlarının bilimini üretmeyen profesörler üniversitelerden kovuldular. Tarihsel belgelere göre Alman üniversitelerindeki fizik profesörlerinin yüzde 25’i ve diğer doğa bilimi bölümlerindekilerin de yüzde 15’i üniversitelerden atıldılar. Savaş başladığında hâlâ Almanya’da olan Yahudi profesörlerin büyük bölümünün hayatları toplama kamplarında son buldu.

Alman üniversitelerindeki Alman idealine uymayan profesörlerin atılması sürecinin başlarında Hitler’in uygulamayı protesto etmeye yeltenen birkaç profesöre verdiği yanıt tarihsel bir önem taşıyor. Hitler, “Bu insanların atılmasının Almanya’da bilimi yok edeceğini söylüyorsunuz, olsun biz de önümüzdeki yıllarda bilimsiz devam ederiz,” diyordu.[27]

“Bunlar sizde bir şeyler çağrıştırıyor mu?” sorusu eşliğinde ve buraya kadar değindiklerimizden hareketle diyebiliriz ki: Dünden bugüne tek yüzlü olmayan faşizmin, Avrupamerkezci yorumlarına takılmamak yaşamsal önemdeyken; ister merkez, ister çevre ülkelerde olsun, ister “aşağıdan” ister “yukarıdan” gelsin asgari özelliklere sahipse, klasik modelin belirtilerini taşıyorsa faşizm faşizmdir.

 

DÜNDEN BUGÜNE

 

Dünden bugüne tek yüzlü olmayan faşizm hakkında, William I. Robinson, “XXI. yüzyıl faşizmi dönemi”nden[28] söz ederken; Samir Amin de, “Çağdaş kapitalizmin krizi ile faşizmin siyasi sahneye dönüşünü birbirine bağlaması tesadüfi değil,”[29] notunu düşer.

Gerçekten de kapitalizmin III. Büyük Bunalımı’nın ulaştığı koordinatlarda faşizmi yeniden ele almak, zorunlu hâle geliyor. Çünkü karşımızda Komutan Yardımcısı Marcos’un “Neo-liberal faşistler”, ya da Umerto Eco’nun “Ur Faşizm” diye betimlediği; ve çok önceleri François Chatelet’nin, ”Faşizm özüne indirgenmiş liberal devlettir”, dediği bir gerçek var. Bu gerçek Lenin’in, “Mali sermaye çağı gericiliği”nde dikkat çektiği dıştalayıcı-otoriter devletlere (yani dolayısıyla faşizm(ler)e) davetiye çıkartan yeni bir “cinnet kesiti” midir?… sorusuna yanıtlar bulmakla mükellefiz.[30]

Çünkü 1920’lerin genel havası nasıl 1930’ları belirlediyse, 2000’nin ilk on yılında yaşananlar da büyük ölçüde bugünü belirliyor. 11 Eylül sonrasında dünya hızla ikinci dalga faşizm tehdidine doğru sürüklenmeye başladı. Şimdi âlâmetler çok daha belirgin. Doksan yıl önce anti-semitizm, faşist hareketlerin çekirdeğini oluşturuyordu şimdi ise göçmen karşıtlığı. ‘Batı hümanizmasının’ başkentlerinde göçmenlere yönelik nefret politik bir tahkimat unsuru. Aynı zamanda hem yasal hem de fiili saldırılar her geçen gün artıyor. Stockholm saldırısı ve Danimarka’da göçmen yasası örneklerden birkaçı sadece. Sosyal devletin tahribatıyla hak kaybını uğrayan emekçileri göçmen karşıtlığı üzerinden politikleştiren aktörler çoğaldı. Hemen hemen her yerde “güvenlik devleti” uygulamaları gündelik yaşamın akışını kesintiye uğratıyor.[31]

Bu sadece merkezde, batıda, kuzeyde böyle değil; çevrede, doğuda, güneyde de böyle…

Mesela Hindistan’da yaşananların pek çoğu Türkiye’deki gibi… “Hindistan, Türkiye ve ABD, XXI’inci yüzyıl faşizminin kenarındalar. Meseleler Hindistan ve Türkiye’de daha ham, çünkü bu ülkelerin daha az gelişmiş bir özgürlükçü gelenekleri var. Bu zayıf özgürlükçü gelenekleriyle, umutsuzluğun en derin diplerine kayma tehlikesi içindeler. Fakat özgürlükçülük ABD’de de kaybolmakta. Cumhuriyetçi Parti adaylarının söylemleri sert. Dünya görüşleri öfkeli. Sosyal vizyonlarını aile ve ulus idare ediyor. Narendra Modi (Hindistan), Recep Tayyip Erdoğan (Türkiye) ve Ted Cruz/Donald Trump (ABD) birbiriyle yer değiştirebilir. Onlar XXI’inci Yüzyıl Faşizminin yüzleri…

Bugün ekonomik kriz yine had safhada. Hem Erdoğan hem de Modi’nin iktidarı işçi hareketlerini engellemeye uğraşıyor. Soma’daki şiddetin kokusu hâlâ burunlarımızda tazeliğini koruyor. Hindistan’da Modi hükümeti işçi yasalarını zayıflattı. Hem Türkiye hem de Hindistan’da emekçilere ev sahipliği yapan sol, seçimlerde ve sokak protestolarında boy gösterdi. Her iki ülkede de sol 1930’lar Almanya’sı ve İtalya’sındaki kadar güçlü değil. Erdoğan’ın ve Modi’nin Aşırı Sağı, kendileri krizde olan bu hareketlerin kafasını çekiçlemek ihtiyacı hissetmedi. Fakat Aşırı Sağın alışkanlığı şiddete başvurmak. Onlar da solun -örgütsüz dahi olsa- alternatif bir bakışı olduğunu biliyor. Azınlık hakları için savaşan ve işçileri örgütleyen sola ve özgürlükçülere yakıcı bir saldırı gelmeli. Örgütsüz bir toplum içerisindeki korkutulmuş halk Aşırı Sağın rahatı için korkarak sığınmacıları alır. XXI. yüzyılda faşizm budur,”[32] diyor Vijay Prashad…

“Sonuç olarak, faşizm Batı’ya, Doğu’ya ve Güney’e geri döndü; ve bu dönüş, yaygınlaşmış, finanse edilmiş ve globalleşmiş tekelci kapitalizmin sistemik krizinin yayılması ile doğal olarak bağlantılıdır. Bu baskı altındaki sisteme egemen olan merkezler aracılığıyla, faşist hareketlerin sunacağı hizmetlere fiili ve hatta potansiyel olarak yapılacak başvurular, bize kendi tarafımızda çok uyanık olmamız gerektiğini haber vermektedir. Kriz daha da kötüleşme yolunda ve sonuç olarak, faşist çözümlere başvurma tehlikesi gerçek bir tehlike hâline gelecek,”[33] vurgusuyla Samir Amin’in altını çizdikleri hiç de haksız değil.

Çünkü ABD’den ırkçı Donald Trump’ın yükselişi devam ediyor. Fransa, Polonya, Macaristan, Danimarka, İsveç, Finlandiya gibi ülkelerde faşist karakterli liderlerin, partilerin, popülaritesi artıyor.

Kapitalizm yine bir yapısal ekonomik kriz yaşıyor, sermaye, egemen birikim rejimini yıkarak, kârları restore edecek yeni teknolojik ve mekânsal arayışlara yöneliyor. Bu yıkım, üretim süreçlerinde, sanayilerde, yaşam alanlarında hızda bir altüst oluş, kültürel karmaşa yaratıyor. Dün, sağ (faşist) ve sol (sosyalist komünist) kanatlarıyla modernizm bu altüst oluşun şokunu, sanattan siyasete temsil ediyordu.

Bugün bu altüst oluşun adı, “neo-liberal” küreselleşme, 35 yıldır sermayeyi her türlü kamu denetiminin, sendikaların, hatta kültürel duyarlılıkların kıskacından kurtarıyor, egemen birikim rejimini yıkıyor, kârları restore edecek yeni teknolojik, kurumsal, Büyük Ortadoğu Projesi gibi mekânsal yapılandırma olanakları arıyor. 2007-2008 mali krizinden bu yana da yıkımın toplumsal sonuçları ortalığa dökülüyor.

PEW’ün 2015 baharında yaptığı bir araştırmaya göre, 6 gelişmiş Avrupa ülkesinde, ailelerin büyük çoğunluğu çocuklarının daha iyi bir dünyada yaşayacağına inanmıyor. Kötümserlerin oranı, Almanya’da yüzde 58, İngiltere’de yüzde 68, Fransa’da yüzde 85.

Bir başka PEW araştırması, çalışanların “Küresel orta sınıf” olarak tanımlanan kesiminin sayısındaki artışın durduğunu, gerilemenin başladığını gösteriyor. Avrupa, ABD’de bu kesimin üst dilimi 1970’lerden bu yana sürekli erimiş, yoksulların, milyonerlerin sayısı artarken toplumsal kutuplaşma derinleşmiş.

Madalyonun öbür yüzünde sermayeye yeni değerlenme mekânları açmak için yapılan finansal, askeri operasyonlarının altüst etiği toplumların, Latin Amerika’da, Doğu Avrupa’da, Afrika’da, Ortadoğu’da kustuğu göçmen, sığınmacı dalgası var.

Post-modernizm, bu resme baktı, bu acılara çare aramaya ilişkin refleksleri, totaliter, toplum mühendisliği, ulusalcı, sınıf indirgemeci, popülist olarak mahkûm etti, “yalnızca bedenler” onların (etnik, cinsel, dini, ırkçılığa ilişkin[34]) sorunları vardı.

Bu sırada toplumu yönetenlerin (egemen sınıfların temsilcilerinin) günlük yaşamın ekonomik, kültürel sorunlarına çözüm üretmekte başarısızlığı dikkat çekiyor, dahası önerdikleri çözümler halkın sorunlarına yabancı, hatta ilgisiz olduklarını düşündürüyordu; bunlar halkın güvenini kaybettiler. “İkinci geliş” (1919) şiirindeki gibi “merkez çökmeye” başladı.

Çalışanlar, gerçek anlamda yoksul değil ama, ev, otomobil, kredi kartı borçlarına, okul, sağlık harcamalarına ilişkin kaygıları gittikçe artıyor. Bu noktada iş, emeklilik güvencesi talebi öne çıkıyor. Alt sınıflarda hızlı yoksullaşmanın körüklediği, küçük suçlardaki artışla, kültürdeki sertleşmeyle de bir güvenlik sorunu yaratıyor.

Batı’nın yıktığı, yıkılmasında rol oynadığı toplumlardan gelen göçmen, sığınmacı dalgası, hem “çokkültürlülük” hem de “asimilasyon” politikalarının birlikte iflas ettiği toplumlara çarpınca, bu kez, “yerlici” (işim, dinim, kültürüm elden gidiyor) korkuları derinleşiyor.

Öncelikle çalışanları etkileyen bu güvensizlik, korku ortamında, sol hareketin bir etkisi yok. Buna karşılık, sağ popülist partiler, sanayiye korumacılık, çalışanlara daha yüksek asgari ücret, daha erken emeklilik, refah devletinin restorasyonu gibi vaatlerle ortaya çıkıyorlar. Bunlar, gerçek korkulara cevap veren vaatler. Ancak aralarına ırkçılık, yabancı düşmanlığı, din girince faşist bir ideolojiye dönüşüyorlar…

Bu durumda Ergin Yıldızoğlu’nun, “Batı ülkelerinde faşizm, bugün, yarın henüz iktidarı ele geçirecek bir düzeyde değil. Ya, öbür gün?”[35] sorusu son derece canlı, güncel ve yerinde değil mi?

 

DİKKAT… DİKKAT!

 

Hatırlayın: “1946’da Nuremberg Mahkemesi yargıçları şöyle diyordu: ‘Saldırgan bir savaşı başlatmak sadece uluslararası bir suç değildir, biriktirilmiş kötülüklerin tamamını içermesinden ötürü kendisini başka savaş suçlarından farklı kılan üst düzeyde bir uluslararası suçtur.’

1945’ten beri Birleşmiş Milletler üyelerinin üçte birinden fazlası -69 ülke- şu ya da bu şekilde ABD’nin modern faşizminin eline düşmüş hâldedir. İşgal edilmişler, hükümetleri alaşağı edilmiş, halk hareketleri bastırılmış, yapılan seçimlere hile katılmış, insanları bombalanmış ve ekonomileri korumasız kalmış, toplumları ‘yaptırım’ diye bilinen felç edici kuşatmalara maruz bırakılmıştır…

Geçmişte ve günümüzde faşizmin ortak tehdidi kitlesel katliam yapmaktır. Örneğin Vietnam’ı işgali sırasında ABD ‘atış serbest bölgeleri’, ‘sivil kayıplar’, ‘ceset sayıları’ gibi kendi terminolojisini yaratmıştı. Bugün ABD tarafından sürdürülen dünyanın en büyük terör seferberliği, ailelerin tamamının öldürülmesini, düğünlerdeki misafirlerin, cenazelerde yas tutanların katledilmesini gerektiriyor…

Tarihçi Norman Pollock şöyle yazmıştı: ‘Kaz adımlarıyla yürüyenlerin yerine daha masum görünecek şekilde kültürün tamamını militarize edin. Ve gösterişli lider yerine de işinde titiz olmayan, ama suikastları planlayan ve infaz eden ve o sırada sürekli gülümseyen hevesli bir reformcu olsun.’

Eski ve yeni faşizmi birleştiren unsur, üstünlük kültüdür. Obama, ‘Varlığımın her dokusunda Amerikan ayrıcalığına inanıyorum’ derken 1930’lardaki milli fetişizm açıklamalarını akla getiriyordu. Tarihçi Alfred W. McCoy’un işaret ettiği üzere Hitler’in sadık adamlarından Carl Schmitt de ‘Ayrıcalığa karar veren egemen olur’ demişti. Amerikancılığın, dünyanın hâkim ideolojisinin özeti böyledir. Bu ideoloji, örneğin Hollywood aracılığıyla bütün dünyaya egemen kılınıyor”ken;[36] konuyla bağıntılı olarak Michael Mann’ın altını çizdiği bir parantez açmalıyız.[37]

Mann, XX. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’yı saran belli başlı siyasal ve toplumsal dalgalardan biri olan faşizmin aktörlerini incelerken, Almanya’da Nazilerin, İtalya’da faşistlerin düşün dünyalarını, ortaya çıktıkları ve güçlendikleri siyasal ve iktisadi ortamı ve iktidardaki pratiklerini ele alıp, faşizme çok yakınlaşan dönemin diğer otoritarizmlerinden olan Macar, Rumen, İspanyol “otoriter aileleri”ni de inceler.

Böylelikle de, faşizmin prototip örnekleri yanında, faşizmle karşılıklı etkileşim içinde olan diğer otoriter rejimlerin özelliklerini, onları iktidara getiren ve iktidarda tutan dinamikleri karşılaştırırken; neo-faşizm olarak da adlandırılan otoriter sağcı popülizmlerini çözümlemek için gözlemler sunar.

Mann, XX. yüzyıl faşizmlerinin temel niteliklerinden olan devletçilik, milliyetçilik ve paramilitarizmin artık toplu bir paket içinde yer almadığını, ne güçlü bir ilerleme kuramının ne de ütopyacı bir üçüncü yol ve seküler tınılı bir aşkıncılığın ortada olduğunu belirtiyor. Bu nedenle günümüzde faşizm yeniden canlanmaya en çok dini otoriter popülizmler kisvesi altında yaklaşıyor. Bu tür popülizmler, özellikle Hindu ve İslâmi siyasi hareketleri, genelde XX. yüzyıl faşizmlerinden güçlü izler taşıyorlar, anlamlı benzerliklere sahipler.

Bir yandan ahlâki görünümlü veya gerekçeli katliamlara, cinayetlere başvurmaları bakımından faşizme benziyorlar, diğer yandan kurmaya çalıştıkları dünya, yaratmaya çalıştıkları yeni insan ve toplum bu dünyalı değil. Belki bu hareketleri dinci veya “kutsal faşizm” olarak adlandırabiliriz.

Mann, faşizmin önüne yeni sıfatlar ekleyerek, onu XXI. yüzyılda aramaya devam etmek yerine, bunları kendi özellikleri içinde tanımlamayı önerir. Dini temaları stratejik olarak kullanarak, kutsalı yer yer referans göstererek, seküler ahlâka dini dogmaları ikame ederek, XXI. yüzyılın anlam boşluğunu doldurmaya çalışan bu siyasal hareketler, faşizmin baskın bazı özelliklerini sergiler.

Birçok yerde bu sağcı popülist partiler, milliyetçiliği bayrak edinip, etnik temizlik politikalarını ve bunun adı konmamış fiili uygulamalarını destekliyorlar. İktisaden devletçi politikaları benimsemiyorlar ama başka bir devletçiliği, kültürel devletçiliği savunuyorlar. Bu çerçevede kendi devletlerinde çoğunlukta olmakla, ülkenin “gerçek sahipleri” olmakla birlikte temel taleplerinin (dini, iktisadi, siyasi) seçkinler, uluslararası güçler, azınlıktakiler veya göçmenler tarafından bastırıldığına inanan kitleyi harekete geçiriyorlar. Güçlü bir früstrasyonla beslenen bir hıncı siyasal alana kanalize ediyorlar.[38]

Mesela ABD’deki Donald Trump gibi…[39]

 

ABD’DE TRUMP TEMSİLİYETİ

XX. yüzyıl ortasından beri farklı örneklerini bildiğimiz İslâmcı popülizmlerin ortak özelliklerinden bazıları, dindarlık temelinde eşitliği savunmaları, toplumun alt kesimlerinin hıncını ve öfkesini dini değerlere yabancılaşmış elitlere karşı kanalize etmeleri, kutsal savaş idealinden beslenmeleri ve toplumda dinsel inanç temelli doğal çoğunluğun hükmetme hakkını savunmalarıdır. Otoriterizmle karşıtçılığın dinsel bir milliyetçilik temelinde buluşmasıdır.

Bu dinsel temalı popülizmi ABD’de Donald Trump temsil ediyor. Yabancı düşmanlığını elit nefretiyle birleştiren, bunu devlet bürokrasisine tepkiyle besleyen ve piyasacı küreselleşmeden kaybedenleri etrafında toplayan Donald Trump’ın, aynı zamanda piyasacı küreselleşmesinin en büyük kazananlarından biri olması anlamsız değil. Belki işin püf noktası tam burada yatıyor.

Özünde kapitalizmin mutlaklaşmasına, toplumun en ücra katmanlarına kadar girmesine, güçlünün haklı olduğu piyasacı değerlerin sadece iktisadi yaşama değil, kültürden adalete, siyasetten dinî yaşama kadar her yere hâkim olmasına, yani neo-liberalizme içkin bir tepkiyi ifade ediyor bu sağcı popülizmler. Belki XXI. yüzyıl faşizmlerinin öncüsüler.

XX. yüzyılın ilk yarısındaki iktisadi ve siyasal ortamla içinde bulunduğumuz dönemin arasındaki farklar, önümüzdeki dönemde olgunlaşabilecek yeni faşizmlerle tarihsel faşizmler arasındaki benzerlikleri unutturmamalı. Bu benzerlikler arasında, hınç ve nefretin bir güç tapınmasına kanalize edilmesi, devlet ve millet temalı mutlakçılık, seçimle çoğunlukçuluğun özdeşleştirilmesi sayılabilir. Milli olanın özelliği olarak öne çıkarılan dinci popülizm, kapitalist küreselleşmeye hem tepkiyi hem de ona eklemlenme arzusunu birleştirerek, geçen yüzyıldaki faşizmlerin kapitalizm karşısında yaptığının benzerini yapıyor. Aradaki fark, ki elbette son derece önemli, geçen yüzyılda faşizmler temellerini “nasyonal” ve korporatizm anlamında “sosyalist” olarak tanımlıyorlardı. XXI. yüzyıldaki tezahürleri ve adlandırmaları farklı olacak elbet.[40]

Bu bağlamda Trump’ı klasik anlamda, parti, hareket bağlamında faşist olarak nitelemek kolay değil. Ancak, ABD’de yapının durumuna bakınca, Almanya’da 1930’larda faşizmi hazırlayan konjonktürün hemen tüm bileşenlerini bulmak olanaklı.[41]

ABD egemen ideolojisinin temel direğini, “dünyanın en önemli, en güçlü, en büyük, en zengin, en müreffeh, teknolojide en ileri, tanrının, özel misyon verdiği ülke” inancı oluşturuyor. Ancak, insanların içinde yaşadıkları realite bu inancı desteklemekten giderek uzaklaşıyor.

‘The Financial Times’a göre, ABD ekonomisi on yıldır durgunlukla resesyon sınırında sürünüyor. Üretkenlik artmıyor, verilere göre 30 yıldır ilk kez düşüyor. Ekonominin istihdam yaratma kapasitesi 2010’dan bu yana en düşük düzeye gerilemiş. ‘Der Spiegel’e göreyse, hane başına ortalama yıllık gelir 1990’dan bu yana 5000 dolar, varlıkların ise yüzde otuzu düşmüş, hane halkının, hanelerin yüzde 75’i aşırı borçlanmış durumda. İşsizlik oranındaki düşüşler, büyük oranda, umudunu keserek iş aramaktan vazgeçenlerden kaynaklandığından kimseyi sevindiremiyor. Borç yükü ve güvencesizlik ise gerginlik ve umutsuzluk kaynağı oluyor.

‘The Time’ın belirttiğine göre, S&P 500 şirketlerinin, net gelirlerinin yüzde 95’ini, yıllık 1 trilyon doları yatırım yapmakta değil kendi hisselerini almakta, temettü dağıtmaya harcaması, sermayenin de Amerikan ekonomisine güvenini kaybettiğini gösteriyor. Bu kriz resmini, gelir dağılımı hızla bozulurken Stiglitz’in dikkat çektiği gibi, tekelleşme eğiliminin hızlanması dolayısıyla, kapitalist sınıfın en tepesinin iyice daralması olgusu tamamlıyor.

ABD’nin en güçlü ülke olma inancı 11 Eylül’de sarsılmıştı, Afganistan ve Irak savaşlarındaki başarısızlıklar, bu sarsıntıyı destekledi. Şimdilerde The National Interest gibi dergilerde yoğun biçimde tartışılan diğer gelişme de bu sarsıntıyı derinleştiriyor: Rusya ve Çin askeri açıdan artık ABD’nin gerisinden gelmiyor, amiral Mike Darrah’in deyimiyle bazı alanlarda öne geçmeye başlıyor. Çin, kalkınma kredileri alanında birinci ülke oluyor, Ar&Ge alanında Batı ile arasındaki farkı hızla kapatıyor.

Tüm bunlar, Amerikan işçi sınıfında ama özellikle “orta sınıfı”nda, bir kayıp duygusu, geleceğe ilişkin kötümserlik, geçmişe özlem ve melankoli yaratıyor.

Trump da tam bu psikolojiye hitap ediyor; söylevlerinde, konuşmalarında “Amerika’yı yeniden en büyük yapacağım” diyor. Böylece, geride kaldığı kabul edilen kaybedilmiş bir büyüklüğü yeniden kazanmayı vaat ediyor. Trump’ın konuşmalarında, bunu nasıl yapacağına ilişkin, somut bir önerilye, tutarlı bir söyleme rastlanmıyor. Trump, biteviye mesajını tekrarlıyor, “büyüklüğü” kaybetmenin sorumlusu olarak, içeriği sürekli değişen bir “ötekini” (göçmen, sığınmacı, seçkinler vb.) öfkeli, lümpen, maço bir dil kullanarak suçluyor.

Trump’ın her toplantısında taraftarlarına sağ ellerini kaldırarak kendisine sadakat yemini ettiriyor olması da Nazi partisinin lidere sadakat yeminlerini anımsatıyor. Bu toplantılarda giderek artan oranda gündeme, kendisiyle aynı görüşte olmayanlara yönelik hakaretler ve fiziki şiddet tehditlerinin gelmesi de ayrıca dikkat çekiyor. Tüm bunlar zamanın koridorlarında, faşizmin ayak sesleri olarak yankılanıyor.[42]

Kolay mı? Trump’ın Orlando katliamı konuşması Hitler gibi, katıksız “korku” faktörü ve “Amerika’nın güç kaybı” üzerine kurdu.

“Tek Müslümanın bile ne kadar tehlikeli olabildiğini gördük,” dedi Trump. “Onlar içimizdeki Truva Atı” diye ekledi. ABD’nin Müslümanlarını Orlando saldırısının suç ortakları olmakla suçladı. “Müslümanlara kapıları kapatmak” çıkışını yeniledi.  “Ben demedim mi” dedi: “Katilin babası vaktiyle Amerika’ya girmeseydi katliam yaşanmayacaktı. Bu bir başlangıç. Müslümanların ABD’ye girişini engellemezsek durum daha da kötüleşecek.”

Trump, Orlando’nun ardından Müslümanların burnundan fitil fitil getirilmesi gerektiğini öneriyor. “Dışarıdakiler içeri sokulmamalı, içeridekilere demir yumruk uygulanmalı,” diyor.

Trump’ın söyledikleri ‘The Washington Post’taki Robert Kagan’ın, “Amerika’ya Faşizm Böyle Gelir” yazısını hatırlatıyor:

Kagan, Trump’ı başkanlık yarışına yükselten ivmenin sağcı adayın somut çözüm önerileri değil “kaba güç ve maço hava” olduğunu söylüyor.

“Trump söylemlerinin ortak noktası insanların korku, nefret, öfke duygularıyla karışık küçümseme ve hınç alma duygularına tercüman olmak,” diye ekliyor: “Trump’a, kendisini bile şaşırtan popülaritesini sağlayan biricik unsur bu: ‘ötekileri’ tepeleme yaklaşımı. Halkın güvensizliklerinden yararlanan Trump’ın yarattığı bu olgu giderek çığ gibi büyüyor. Amerika’ya faşizm böyle geliyor!”

İzleyicilerin yoğun tezahüratıyla karşılanan Trump’ın “Orlando konuşması”, “faşizm nasıl gelir”in bir modern zamanlar takdimi gibiydi.[43]

 

AVRUPA HÂLİ

 

Ya Avrupa mı?

1930’larda faşist hareketin iktidara yürümesine olanak veren koşulların hemen hepsini bugünlerde ABD ve Avrupa’da görebiliyoruz

Tarih bize faşizmin aşılamayan bir ekonomik krizin içinde ortaya çıktığını gösteriyor. Bir taraftan işsizlik, yoksullaşma, güvensizlik (ekonomik, kültürel ayrıcalıklarını kaybetme korkusu), diğer taraftan finans sermayesinin, gelir dağılımı piramidinin en üst diliminin asalak yapısının gözler önüne serilmesi, toplumsal dokuyu çözmeye başlıyor. Bu çözülme, 1930’larda öncelikle “orta- küçük burjuva” olarak tanımlayabileceğimiz işletme sahiplerinin yaşam dünyalarını etkiliyor, örgütlü işçi hareketinden korkmalarına yol açıyordu.

Düzenin seçkinlerini, ulusal ahengi bozan “yabancı” unsurları hedef alan, güvensizliğe çare, güçlü bir lider, organik bir toplum öneren faşist hareket bu kesimin içinden doğdu. Faşist hareket, ırkçı, şoven milliyetçi, otoriter- eril, duygulara hitap eden eklektik demagojik bir söylemle orta sınıfları etkisi altına aldı. O noktada, büyük sermayenin toplumsal çözülmeyi önlemek, emek disiplinini, emperyalist genişleme politikalarını dayatmak üzere faşizmi desteklemeye başladığını görüyoruz.

Kapitalizm uzun bir yapısal kriz içinde. İngiltere’de, İşçi Partisi’nin kadın milletvekili Jo Cox, Brexit’e (çıkmaya) karşı kampanya sırasında, “Önce Britanya” sloganı atan yarım akıllı bir faşist tarafından öldürüldü. Fransa’da yeni çalışma yasasına karşı yaygın, şiddetli işçi direnişi var. İngiltere, Alman, Amerikan medyası Fransız hükümetine “sakın bunlara teslim olma” mesajları veriyorlar. Bu sırada çeşitli ulusal futbol takımlarının taraftarları -esas olarak işçi sınıflarından gençler- Fransa’da kupa maçlarında farklı ülkelerin orduları gibi çatışıyorlar.

Almanya’da iki yılda bir tekrarlanan bir araştırmanın ‘Deutsche Welle’ de yayınlanan sonuçları, Nazi dönemine yönelik bir nostaljinin canlandığını; ankete katılanların yüzde 40’ının Müslümanları istemediğini, yüzde 40’ının eşcinsellerin öpüşmesini iğrenç bulduğunu, yüzde 60’ının sığınmacıların şiddetten kaçarak geldiğine inanmadığını, aşırı sağın şiddet kullanma eğiliminin, şoven milliyetçi akımların toplumsal desteği artığını gösteriyordu.

Dün ekonomik durumu bozulduğu, sosyal statüsünü kaybetmeye başladığı için, faşist demagogların ırkçı otoriter çağrılarına cevap veren orta küçük mülk sahibi sınıfların yanına bugün işçi sınıfının önemli bir kesimi de ekleniyor.

Geleneksel, diğer bir deyişle krizdeki sermaye birikim rejiminin işçi sınıfı, 1980’lerden bu yana gelişen yeni teknolojiler, emek biçimleri üzerinde şekillenmeye başlayan kesimlerden farklı olarak, bir çözülme yaşıyor, elindekini koruma çabası içinde. Bu eskiye yönelik bir nostalji, olana sarılan, muhafazakâr bir refleks, bu duruma yol açan egemen sınıf seçkinlerine, düzen partilerine karşı büyük bir güvensizlik üretiyor.

Örneğin İngiltere’de bu kesim, AB’de kalmayı savunan kesimin savlarını destekleyen ekonomik mali araştırmaların sonuçlarını dinlemiyor, “uzmanlara” kulaklarını kapatıyor; öfkesinin, değişim arzusunun peşinden gidiyor. Böylece de aşırı sağın, faşist akımların demagoglarının cazibesine kapılıyor. Buna karşılık, işçi sınıfının yeni şekillenen kesimi, bu kesime katılmak üzere olanlar, örneğin Manchester Üniversitesi öğrencilerinin yüzde 95’i, AB’den çıkmak istemiyor.

Yine bir kriz! Yine, bir kapitalizm ölüyor, yeni bir kapitalizm ya da başka bir şey henüz doğamıyor. Bu aralıkta yine sınıflı toplumların en çirkin canavarları, sahneye çıkıyor… [44]

Burada bir parantez açıp Michael Löwy’nin 6 Ağustos 2015 tarihli “Avrupa Aşırı Sağı Üzerine On Tez”ini ana öğelerini özetleyerek, aktarıyorum.

Löwy yazısına, Avrupa’da aşırı sağ partilerin son Avrupa Parlamentosu seçimlerindeki başarılarını hatırlatarak başlıyor. Bu partiler birçok ülkede yüzde 10-20 aralığında oy topladı; Danimarka, Britanya ve Fransa’da yüzde 25-30 eşiğine ulaşarak ilk sıraya yerleşti. Etkileri, geleneksel sağ, hatta ılımlı sol partilerin saflarında da yaygınlaşıyor.

Aşırı sağ partilerin görüşlerinde ülkelere özgü çeşitlilik vardır. Irkçılığa uzanan şoven milliyetçilik; yabancı (özellikle İslâm ve göçmen) düşmanlığı; eşcinsellere, AB’ye karşıtlık; otorite, disiplin tutkusu ortak öğelerdir. Neo-liberalizm ve laiklik konularında ise fikir birliği yoktur.

Bunlara “faşist” denebilir mi? İtalya ve Almanya’daki tarihsel faşizmlerden doğrudan ilham alan sadece birkaç parti (Yunanistan, Macaristan ve Ukrayna’da) vardır. Avusturya, Belçika ve Fransa’da daha dolaylı akrabalıklar söz konusudur. Diğerlerinde ise geleneksel faşizm ile ideolojik paralellikler önem taşımaktadır. Löwy, parlamenter demokrasiden türeyen faşist rejimleri de okurlara hatırlatıyor.

1930’lu yılların ekonomik bunalım koşullarında faşist sağ ve anti-faşist sol partiler birlikte yükselmişti. 2008 sonrası Avrupa koşulları ise, (İspanya, Portekiz ve Yunanistan dışında) her ülkede aşırı sağın lehine sonuç vermektedir. Löwy, kriz ortamında yeşeren faşizan ve sosyalizan tepkileri, “sağ/sol popülizm” başlığı altında aynı sepette toplayan yaklaşımı eleştiriyor. Popülizmi “seçkinlere karşı halkı tutmak” diye tanımlayanlar, benzer söylemlerin bütün partilerde yer aldığını unutuyorlar. Daha da kötüsü bu kavram-bozuntusu, aşırı sağ partileri meşrulaştırıyor; neo-liberal ideologların sol ve sağ arasındaki derin karşıtlıkları bulandırmasını mümkün kılıyor.

Löwy’ye göre, Avrupa solu, yükselen faşizmi öncelikle bunalıma bağlamış; krizin nedenlerine karşı mücadeleye öncülük vermiş; tehlikenin özünü anlayamamıştır. Faşizmi, işçi hareketini ve devrim tehlikesini ezmek amacıyla büyük sermayenin oluşturduğu bir araç olarak gören geleneksel sol görüş de şimdi geçersizdir; zira günümüz sermayesi bu tür tehditler karşısında değildir. Büyük sermaye, bizzat desteklemediği faşist hareketler iktidara gelirse, gerekli uyumu sağlayacak güçte ve kapasitededir. Bu ortamda doğrudan anti-faşist bir ideolojik ve politik mücadele platformunun oluşması hayatidir; zira, aşırı sağ akımlar, artık küçük burjuvazi dışındaki sosyal gruplara, işçi sınıfına, gençlere de nüfuz etmektedir. Bir anlamda, onların da hareketi olmaktadır…

Löwy’nin çizdiği Avrupa tablosu, bir anlamda, bunalıma başkaldıran emekçi sınıflara hangi siyasetin, hangi ideolojinin nüfuz edeceği kavgasıdır: Faşizm mi; sosyalizm mi? AB sermayesi aşırı sağı yaratmamış olabilir; ancak, er veya geç, onunla uzlaşacaktır. Sermayenin gerçek kâbusu ise, uzlaşmayı reddeden bir sınıf hareketidir.[45]

Konuya ilişkin olarak bir şeyi daha eklemeden geçmeyelim: Berlusconi’nin gazetesi ‘Giornale’ İtalya’da Hitler’in ‘Mein Kampf’ını (‘Kavgam’) hafta sonu eki olarak verdi.

‘Mein Kampf’ın yıllardır satıldığı Türkiye’de bu şaşırtıcı olmayabilir. Ama “faşizmin” doğduğu topraklar olan İtalya’da “yasak” kitabın sağ popülizmlerin ivme kazandığı bir çağda, bir gazete eki olarak piyasaya sürülmesi şok yarattı.

Alman gazeteleri hâliyle konuya yakın ilgi gösterdiler. ‘The Washington Post’, “Hitler’in kitabı yeniden popüler oldu,” dedi. ‘Le Monde’, “Sağcı Giornale Mein Kampf’ı sunuyor,” diye yazdı. ‘The Guardian’; “İtalyan gazetesi Mein Kampf eki için ateş hattında” saptamasında bulundu.

İtalya’da gerçekten büyük polemik yaşanıyor. Pek çok yazar ‘Mein Kampf’ın yeraltından çıkarılmasını lanetlerken; söz konusu kitabın 6 aydır anavatanında tekrar satışa sunulduğunu ve bir “best-seller” hâline geldiğini hatırlatan yorumcular tarihi belgenin artık “tabu”laştırılmaması gerektiğini söylüyorlar.

Tartışılan kitap için en ilgi çekici yorumlardan biri ‘Corriere della Sera’da yer aldı.  Eleştirilerin aksine “Mein Kampf okunmalıdır!” diyen ‘Corriere della Sera’ yazarı Carlo Rovelli, tavsiyesini şöyle gerekçelendiriyor:

“Mein Kampf’ı okumak, benim hep kavramakta zorlandığım sağın zihniyetini çözümlememe yardımcı oldu. Sağı besleyen duygunun güçlü olmak değil, aslında güç kaybetmek korkusu olduğunu anladım. Mein Kampf’ta bu korku ve tehdit altında olmak hissi çok belirgin. Hitler düşmanın her yerde olduğu vahşi bir dünya çiziyor. O vahşi dünyada yem olmamak için çarenin tek kimlik etrafında kenetlenmek olduğu mesajını işliyor. Birinci Dünya Savaşı’ndan diz çökerek çıkan Almanya kendisini bu korku ile tüketti, Avrupa’yı mahveden bir savaşa yol açtı. Yıkımı karşılıklı korkular yarattı. Bugün benzer şekilde karşılıklı korkuların arttığı bir ortamda yaşıyoruz. Kendisini zayıf hissedenler korkuyor, ‘öteki’ne kuşku duyuyor, ortak kimlik varsayımıyla kavmiyle saflarını sıklaştırıyor. Şiddetin bu mahrem mantığını dünyada az kitap Mein Kampf netliğiyle ortaya koyuyor.”[46]

 

“SON” MU? DEĞİL ELBETTE!

 

Faşizme karşı mücadele açısından, merkezi görevin kapitalizmi yıkmak olduğuna ilişkin “olmazsa olmaz”ı bir an dahi göz ardı etmeden ve “Barışı inşa etmek faşizmin gündeminden sıyrılarak, ona ‘karşı’ değil ‘başka’, Gramsci’nin tanımlamasıyla ‘alter hegemonya’ inşa ederek gerçekleşebilir. Bu toplumsal mücadele alanlarının ‘bugün zamanı değil’ klasik şablonundan kurtarıp, özellikle yerelde ekolojik, kolektif ve dayanışmacı farklı yapıların yaşama geçirilmesidir,”[47] türünden iktidarsız fantezilere prim vermeden; faşizmin, sürdürülemez kapitalizm tarafından sıradanlaştı(rıldı)ğının da altını özenle çizmeliyiz.

Bu noktada Ian Buruma’nın, “Faşizmin doğan yeni bir şafağın arifesinde miyiz, acaba? Birçok insan böyle düşünmeye başladı… 1930’ların faşistleri ve Nazileri başka gezegenlerden gelmediler, yine aramızdan çıktılar,”[48] saptamasını hatırlatarak ekleyelim: Her faşist tedbir ordularla, silahlarla, sıkıyönetimlerle gelmez. Sıradan(laştırılmış) insan(lar)ın zorbalığa dayalı vasatı yani haksız, kasıtlı hareketleri de faşizmdir.

Amerika’da yaşanan Ku-Klux-Klan hareketi böyle bir harekettir. Bir kasabada gündelik hayatlarını yaşayan berber, kasap, terzi, ayakkabıcı gibi sıradan insanlar birbirini kışkırtır, siyahî avına çıkarlar, yakaladıkları siyahîyi asarlar. Sonra da beyaz kukuletalı giysilerini çıkarır, gündelik hayatlarına dönerler.

Nazilerin kışkırtmalarıyla harekete geçen sıradan Almanlar, düne kadar komşuları olan Yahudileri döver, dükkânlarını yıkar, onlara yapılan her türlü zulme hak verirler. Günlük hayatlarında da suçluluk duymamak için her türlü bahaneyi bulurlar.

Çetin Altan’ın “Büyük Gözaltı”sı, George Orwell’in “Büyük Birader”i, Michel Foucault’nun “Panopticon”unda somutlanan “sürekli gözetim”de sıradanlaştırma olağanlaştırılırken ve Ingeborg Bachmann’ın dediği gibi, “Faşizm, asıl iki insan arasındaki ilişkide başlıyor”ken; kapitalist ortalamaların dünyası olarak sıradan faşizm, vasatlığa teslim olmaktır; vasatın egemenliğidir.

Evet faşizm, kapitalizmin günlük hayatın içinde eritilmiş hâlidir. Mesela “mahalle baskısı” ya da Gilles Deleuze- Felix Guattari’nin “mikro faşizm” analizleri gibi…

İktidarın mikro-gündelik-sıradan hâli olarak faşizmin sıradanlaşmasına ilişkin olarak, Umberto Eco’nun, “İnsanlar İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra faşizmin yine nazi üniformasıyla geleceğini zannettiler; ama öyle olmadı,” sözü unutulmamalıdır.

Sözün özü, faşizm, sermayenin başı sıkıştığı, kapitalizmin bunalıma girdiği her an, her yerde, onun yardımına koşmaya hazır ve nazır bekleyen, çürümenin örgütlenmesidir. Ya da şöyle mi demeli; kapitalizmin çürüttüklerini faşizm örgütleyerek sisteme yeni bir dinamizm, yeni bir güç kazandırır. Sahte (pseudo) anti-kapitalist söylemlerinin ardında, kapitalizmin mantığını tabana yayma, ezilmiş kitlelerde bir “muteberlik”, bir güçlülük, bir “merkezde”lik yanılsaması yaratarak onları sistemin vurucu gücü kılma dürtüsü vardır. Faşizm popülizmi (ve ona mündemiç olan tüm değersizlikleri: anti-entelektüalizm, vasatlık, kaba güç, eril-merkezcilik, öteki düşmanlığı, fanatizm…) tabana yayarken, sıkışan sermaye birikim modelinin önünü açar.

Bu nedenledir ki panzehri her zaman, makrosundan, mikrosuna (onu var eden zeminle) ezmek için emek ekseninde ayaklanmadır.

 

21 Haziran 2016 , Ankara.

 

N O T L A R

[1] Lev Troçki.

[2] “Hitler yenildikten sonra faşizm, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika devletleri yapısına asimile olmuştur; Hitler ile birlikte faşizm, kapitalizmin siyasal formasyonu içine giriyor ve bunu değiştiriyor,” der Yalçın Küçük…

[3] Karşılaştırmalı Faşizm Çalışmaları, Derleyen: Constantin Iordachi, Çeviri: İsmail Ilgar, İletişim Yay., 2015.

[4] Şu iki uyarıyı hiç unutmayın: i) “En büyük felaket yöneticilerin ilahlaşmasıdır ki, ilahların kavgası, herkesi ifsad eder.” (Îbn-î Haldun.); ii) “Kesinliklerimiz ve pratiğimize göre, isyan liderlere ya da kişiliklere, mesih ya da kurtarıcılara ihtiyaç duymaz. Kavga etmek için ihtiyaç duyacağınız şeyler, utanma duyusu, belirli miktarda onur ve bir sürü örgütlenmedir…” (Komutan Yardımcısı Marcos.)

[5] Yaşar Ayaşlı, “Faşizmi Tanımak ya da Tanıyamamak”, 23 Ocak 2016… http://sendika8.org/2016/01/fasizmi-tanimak-ya-da-taniyamamak-yasar-ayasli/

[6] Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, çev: Ahmet İnsal, Birikim Yay., 1980, s.74-75.

[7] Erol Anar, “Faşizmin Lanetleme Ayinleri”, 22 Şubat 2016… http://ozguruniversite.org/2016/02/13/fasizmin-lanetleme-ayinleri-erol-anar/

[8] Ergin Yıldızoğlu, “Faşizm ve Yerde Sürüklenen Çıplak Kadın Bedeni”, Cumhuriyet, 18 Şubat 2016, s.7.

[9] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Kral/ Sultan/ Yüce Lider’ Filan…”, Cumhuriyet, 7 Mart 2016, s.9.

[10] “Adolf Hitler Sözleri”… http://www.tilqi.com/ozlu-sozler/adolf-hitler/adolf-hitler-ozlu-sozleri

[11] Paulo Coelho, Işığın Savaşçısının El Kitabı, Çev: İlknur Özdemir, Can Yay., 2016.

[12] Oktar Türel, ‘Uzun’ XIX. Yüzyılda Orta Avrupa, Yordam Kitap, 2015.

[13] Michael Mann, Faşistler, çev: Ulaş Bayraktar, İletişim Yay., 2015.

[14] Mark Mazower, Karanlık Kıta Avrupa’nın XX. Yüzyılı, Çev: Mehmet Moral, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., 2008.

[15] Erdal Atabek, “Hitler Nasıl Führer Yapıldı?”, Cumhuriyet, 11 Ocak 2016, s.4.

[16] Hitler, “Kavgam”ı, 1923’te Birahane Darbesi diye bilinen girişiminden dolayı tutuklandıktan sonra, Landsberg Cezaevi’nde rahat koşullarda geçen hapislik döneminde yazmıştı. Yarı cahil biri tarafından yazıldığı anlaşılmasın diye sonradan elden geçirilen kitapta, ırklar ve bireyler arasındaki eşitsizliğin doğal düzenin değişmez özelliği olduğu vurgulanıyor, insanlığın öncüsü olarak nitelenen “Âri ırk” göklere çıkartılıyordu…

Hitler’e bakılırsa, demokratik yönetimlerin en büyük yanlışı, bireylerin eşit olduğu ve halkın kendi çıkarlarını koruyabileceği varsayımına dayanmasıydı. Mutlak otoriteye sahip olan Führer, halkın birliğini sağlayabilecek tek güçtü. Nasyonal Sosyalizmin en büyük düşmanı, enternasyonalizmi savunan Marksizmdi. Marksizmden sonraki en büyük tehlike ise, Âri ırkı kirleten Yahudilerdi…

Hitler’in yalanlar ve ahmaklıklarla dolu bu kitaba ilk başta verdiği ad “Yalanlara, Ahmaklığa ve Korkaklığa Karşı Dört Buçuk Yıllık Kavga” idi. Ama kitabı basacak olan Franz Eher Verlag’ın başında Max Amann, bu adı çok uzun bulmuş; Hitler’i, kitabın “Kavgam” adıyla yayımlanması konusunda ikna etmişti. (Celâl Üster, “Hitler’in Lanetli Kitabı: ‘Kavgam’…”, Cumhuriyet Kitap, No: 1307, 5 Mart 2015, s.6.)

[17] Erdal Atabek, “Reichtag Yanıyor…”, Cumhuriyet, 3 Ağustos 2015, s.4

[18] “Hitler kitleler hakkında şu vaazda bulunuyordu: Kim ki kitleleri elde etmek ister, kitlelerin kalbini açacak anahtarın ne olduğunu nerde olduğunu da bilmek zorundadır. Bütün tarih boyunca, en şiddetli devrimleri harekete geçiren güç, kitleleri kendine bağlayan bir bilimsel düşüncenin yayılmasından çok, kışkırtıcı bir fanatizmde ve kitleleri çılgına çeviren gerçek bir histeride saklıdır… Akıl ve mantık size, bana yönelmemenizi salık verebilirdi: sizi bana getiren sadece imanınız oldu!” (Daniel Guerin, Faşizm ve Büyük Sermaye, çev: Orhan Suda, Suda Yay., 1975, s. 93.)

[19] Colin Storer, Weimar Cumhuriyeti’nin Kısa Tarihi, Çev: Sedef Özge, İletişim Yay., 2. baskı, 2015.

[20] Ahmet İnsel, “Hitler’in İktidara Gelişini Doğru Hatırlamak”, Cumhuriyet, 10 Eylül 2015, s.13.

[21] Şaban İba, “Hitler Nasıl Führer Oldu?”, Gündem, 19 Mart 2016, s.6.

[22] Oktay Ekşi, “Söz Hitler’den Açılmışken…”, Cumhuriyet, 9 Ocak 2016, s.16.

[23] Hitler Kitabı, Henrik Eberle/ Mahtias Uhl (ed.), çev: Mustafa Tüzel, Çev: Mustafa Tüzel, NTV Yay., 2010, s.3.

[24] yage, s.4.

[25] yage, s.42-43.

[26] Ahmet Cemal, “Gestapo 2015”, Cumhuriyet, 1 Haziran 2015, s.19.

[27] Selçuk Candansayar, “Hitler’in Profesörleri”, Birgün, 18 Ocak 2016, s.8.

[28] William I. Robinson, “Küresel Kapitalizm: İnsanlık Krizi ve XXI. Yüzyıl Faşizmi Hayaleti”, Toplumsol, 21 Ekim 2014… http://www.toplumsol.org/kuresel-kapitalizm-insanlik-krizi-ve-21-yuzyil-fasizmi-hayaleti-william-i-robinson/

[29] Umberto Eco, Samir Amin, Bertolt Brecht, Pierre Milza, William I. Robinson, Faşizm Irkçılık Ayrımcılık Yazıları, Derleyen: Sibel Özbudun-Temel Demirer, Ütopya Yayınevi, 2016.

[30] Temel Demirer-Joan Goytisolo-Günter Grass-Şeref Işıldak-Komutan Yardımcısı Marcos-Pierre Milza, Özgür Orhangazi-Sibel Özbudun-Gökçer Özgür-M. Erdem Sakınç-Cahide Sarı-Peter Worsley, Gericilik Küreselleşirken Faşizm!.. Yeniden mi?.., Ütopya Yay., 2000.

[31] Güven Gürkan Öztan, “İkinci Dalga Faşizm”, Birgün, 8 Şubat 2016, s.3.

[32] Vijay Prashad, “XXI. Yüzyıl Faşizminin Eşiğinde”, 21 Şubat 2016… http://www.birgun.net/haber-detay/21-yuzyil-fasizminin-esiginde-104350.html

[33] Samir Amin, “Kapitalizmde Faşizmin Dönüşü”, Birgün, 9 Mayıs 2016, s.5.

[34] “Bir ırkın başka bir ırkı sömürmesini öngören sistemlerin kurbanı durumundaki insanların sorunudur yabancılaşma, daha üstün olduğunu ileri süren bir uygarlığın başka bir dünyaya bakış, dünyayı yorumlayış formu üzerindeki hoşgörüsüne hedef olan insanların sorunudur yabancılaşma. Entelektüel yabancılaşma burjuva toplumunun bir ürünüdür.

İnsan, insana özgü bir dünyanın ideal var olma şartlarını yaratmak imkânını ancak benliğin yeniden ele geçirilmesi ve arındırılması yönünde göstereceği çaba ve özgürlüğün sürdürülmesi için taşıyacağı hassasiyet sayesinde bulacaktır.” (Frantz Fanon, Siyah Deri Beyaz Maske, çev: Cahit Koytak, Versus Yay., 2014.)

[35] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Zamanın Gürültüsü’ Faşizmin Ayak Sesleri”, Cumhuriyet, 14 Aralık 2015, s.9.

[36] John Pilger, “Faşizmin Yükselişi Niçin Yine Gündemde?”, Birgün, 9 Mart 2015, s.10.

[37] Michael Mann, Faşistler, çev: Ulaş Bayraktar, İletişim Yay., 2015.

[38] Ahmet İnsel, “Sağcı Otoriter Popülizmler ve İslâmcı Faşizm”, Cumhuriyet, 7 Haziran 2016, s.11.

[39] “Birleşik Devletler’de beyaz insanlarla siyahi insanlar arasında bir ayrımcılık söz konusu. Ama bu ayrımcılık siyahi insanların değil, beyazların yarattığı bir hastalık. Bu konuda sessiz kalamam,” demişti Albert Einstein…

[40] Ahmet İnsel, “Faşizm, Diktatörlük ve Geçiş Dönemi”, Cumhuriyet, 31 Mayıs 2016, s.13.

[41] “Amerikan liberalizmi totaliter siyasal bir dindir,” (Jonah Goldberg, Liberal Faşizm: Mussolini’den Anlam Politikalarına Solun Gizli Tarihi, Çev: Enver Günsel, Pegasus Yayınevi, 2010.) der Jonah Goldberg…

[42] Ergin Yıldızoğlu, “Amerika’da Faşizmin Ayak Sesleri”, Cumhuriyet, 6 Haziran 2016, s.9.

[43] Nilgün Cerrahoğlu, “Mein Kampf ve Trump”, Cumhuriyet, 16 Haziran 2016, s.7.

[44] Ergin Yıldızoğlu, “Faşist Vakitlerin Kıyısındayız Artık!”, Cumhuriyet, 20 Haziran 2016, s.9.

[45] Korkut Boratav, “Avrupa’nın Faşizmleri ve Türkiye”, Birgün Pazar, Yıl: 11, No: 409, 11 Ocak 2015, s.22.

[46] Nilgün Cerrahoğlu, “Mein Kampf ve Trump”, Cumhuriyet, 16 Haziran 2016, s.7.

[47] Metin Yeğin, “Faşizmin Gündemi”, Gündem, 2 Haziran 2016, s.13.

[48] Ian Buruma, “Faşizmin Baharı mı?”… http://ozguruniversite.org/2016/06/17/fasizmin-bahari-mi-ian-buruma/