DEVRİMCİ SANAT BARIŞ İÇİN SAVAŞIR![*]

DEVRİMCİ SANAT BARIŞ İÇİN SAVAŞIR![*]

 

TEMEL DEMİRER

 

“Sanat,

şiddeti ortadan kaldırmalıdır,

yalnız o yapabilir bunu.”[1]

 

Stefano d’Anna’nın, “Size öğretilen ve anlatılan dünyanın, anlatıldığı gibi olduğunu söyleyenler sadece anlatanlardır. Korkmanız, çekinmeniz, endişe etmeniz gerektiği söylenen her şey, bu betimlemenin pençesindeki insanların fikirleridir. Oysa bunlar olumsuz duygulardır ve hiçbiri dünyaya geldiği hâliyle insanın mayasında olan hisler değillerdir. İnsan korkusuz doğar. Korku, zorla öğretilir,” diye betimlediği korku imparatorluğunun kollarında yabancılaşan insan(lık) tablosu Munc’un resmettiği ‘Çığlık’tan başka bir şey değildir…

Savaşla, yıkımla, yoksullukla, kan ve gözyaşıyla beslenen karanlık ‘Çığlık’ tablosunda insan(lık)ın umudu yine insan(lık)a ait devrimci sanatta ve isyandadır.

Çünkü yaratıcı sanat, savaş yıkıcılığına karşı duran; durmakla kalmayıp iyi, güzel ve doğrunun önünü açan bir dinamiktir. Tıpkı Ingeborg Bachmann’ın ifadesindeki üzere: “Bir gün gelecek, insanların siyah ama altın gibi parlayan gözleri olacak; onlar, güzelliği görecekler, pisliklerden arınmış ve tüm yüklerden kurtulmuş olacaklar, havalara yükselecekler, suların dibine inecekler, sıkıntılarını ve ellerinin nasır bağlamış olduğunu unutacaklar. Bir gün gelecek, insanlar özgür olacaklar, bütün insanlar özgür kalacaklar, kendi özgürlük kavramları karşısında da özgür olacaklar. Bu, daha büyük bir özgürlük olacak, ölçüsüz olacak, bütün bir yaşam boyunca sürecektir…”

Sözü edilen özgürlüğün yaratılmasında barış için savaşan devrimci sanatın rolü büyük olacaktır…

“Nasıl” mı? Gayet basit: Sanat, insan(lık)ı hakikâte ulaştırır. Onunla gerçekleri tanır, tanımlar ve tahayyül ederek, harekete geçeriz.

Onun görevi, kopya etmek değil, ifade ederek, yol açmaktır.

Michel Foucault kaygılarını, “Beni şaşırtan, toplumumuzda sanatın bireylere ya da hayata değil de yalnızca nesnelere ilişkin bir şey durumuna gelmesi,” diye dillendirirken; Louis Aragon da ekler: “Yeni sanat, aynı zamanda hem ağacı hem ormanı gösteren, onları neden gösterdiğini bilen, ‘sanat sanat içindir’den mümkün olduğunca uzak, insana yardımcı olmak, yaşam yolunu aydınlatmak tutkusu içinde olan, yaşam yolunun anlamını da hesaba katan ve bu yolculuğun öncülüğünü yapan kaçınılmaz, zorunlu bir yeni gerçekçiliktir”!

Evet devrimci sanat yalnızca kendisine verilenle değil, verilmiş olanın imgelemiyle de yaratır dünyasını. İmgelem yetisi, dolayısıyla soyutlama edimi olmadan, nitelikli bir geçmiş, bugün ve kendine özgü bir kültür yaratamaz devrimci sanat…

Ancak şu da unutulmamalı: Sanatçı, diğer insanların ne istediğini fark edip, bu talebi karşılamaya çalıştığı anda, sanatçı olmaktan çıkar. Sıkıcı veya eğlenceli bir esnaf, dürüst veya sahtekâr bir ticaret insanı olur…

 

SANAT NEDİR?

 

Öncelikle belirtmek gerek: Sanat insanlık kadar eskiyken; sanatı tanımlayabilmek güçtür. Çünkü sanat, nesnel dünyaya ilişkin estetik çözümlemeler ile yakından ilişkilidir.

En basit olarak tanımlamak gerekirse; sanat, estetik endişeler taşıyan biçim oluşturmaktır.

Üzerinde durulması gereken asıl nokta, sanatın, (sınıfsal bağlamlı) insana özgülüğü, insansı yaratım ve insancıl bir etkinlik olmasıdır.

Sanatın sınıfsallığı gibi, Burak Aksak’ın “İktidarın insanı olup iş yapıyorsan o sanat değildir… Yalaka sanat, sanat değildir,” uyarısı bir an dahi göz ardı edilmemeli, unutulmamalıdır!

Sanatın bir başka özeliliği ise, insanın yaratıcı gücü ile birleşen iradeli bir eylem olmasıdır. Bu yönüyle sanat etkinliktir ve insanlar tarafından, insanlar için oluşturulan, belirli bir nesneyi, özel bir biçimi üretmeyi amaçlayan bir çabadır.

Sanat eserleri kalıcıdır. André Lhote “Sanat, insanların düşüncelerini birbirlerine ulaştırmak için yarattıkları bir araçtır. Öyleyse ortak bir yönü olmalıdır,” demişti.

Bu açıdan bakıldığında sanat, kendi çağındaki insanlar arasında olduğu kadar, tarihi süreçte yaşamları karşılaşamayacak olan insanlar arasında da bir iletişimi gerçekleştirir ve geçmişten geleceğe doğru bir köprü kurar.

Bu yanıyla da sanat eserinde saklı olan şey, bir duyuşu, düşünceyi, ölümlü boyuttan ölümsüzlüğe doğru çabayı aktarmaktır.

Alman düşünürü Johann Wolfgang Goethe’nin “Sanat uzun, hayatımız kısadır,” sözleri, sanatın sonsuzluk boyutundaki, varlık temeli olan gerçekliğini vurgulamaktadır.

Susan Sontag’ın, “Gerçek sanat rahatsız etme yeteneği taşır,” diye tarif ettiği sanat, kişinin içindekileri ruh, zekâ, duygu ile dışarı yansıtmasıyla ideolojilerin estetize edilmiş hâlidir…

Burjuvazi, sanatı sınıflar üstü, sınıflar mücadelesinin dışında ve öyle olması gereken bir olgu gibi sunsa da; gerçek asla bu değildir. Sanatı sınıflardan ve sınıflar mücadelesinden soyutlanamaz.

Sanat insan(lık)a ait bir üründür; toplumların özelliklerini yansıtır. Sanatı, toplumdan (ve gerçeklerinden) soyutlayıp, sınıflar mücadelesi dışında algılamak ve sunmak nafile bir lafazanlıktan başka bir şey değildir.

Sınıf(lar) gerçeğini “es” geçmeyen sanat “gereğinden fazla” gerçektir.

Bunun adı da sosyalist gerçekçiliktir.

Georg Lukács’ın ifadesiyle, “Sosyalist gerçekçiliğin belirgin özelliği de, yeni bir toplum düzenini kurmak için gerekli olan insan niteliklerini bulup çıkarma amacını gütmesidir. Eski düzene başkaldırış eleştirici gerçeklikle toplumcu perspektifin birbirine yakıştığı nokta bu çok daha köklü yönetim içinde ikinci dereceden bir önem taşır.”[2]

Gerçeğe yaslanıp, onu değiştirmekle sonsuzlaşan bir başkaldırı olarak sanat, nihai kertede “kutsal” bir anlam yüklenmemesi gereken insan(lık) uğraşısıdır.

Bu çerçevede insanın özgürlüğe kanat çırpışı olarak da betimlenmesi mümkün olan sanatın temel amacı öğretmek, eğitmek, eleştirmek veya değiştirmek değildir. Ancak sanatın olduğu yerde bütün bunlar kaçınılmaz olarak ortaya çıkar.

Sanat belki insanları topyekûn değiştiremez. Dünyayı da… Ama daha iyisini yapar: Tutar bir insanın dünyasını değiştirir. Dünyayı da sadece, dünyası değişen insanların birlikteliği değiştirebilir.

Heinrich Heine’in, “Sanat, tıpkı dünya gibi… başına buyruktur, ve insanın dünyayı kavrayışı durmaksızın değişirken dünyanın her zaman aynı kalması gibi… Sanatın da insanların geçici kavramlarından bağımsız kalması gerekir. Böylece sanat özellikle ahlâktan bağımsız kalmalıdır. Çünkü ahlâk, dünya üzerinde ne zaman yeni bir din çıkıp eskisini bir yana itse, sürekli olarak değişir”; Leo Tolstoy’un, “Sıkıntı sürecinde olgunlaşan, düşünceyle yoğunlaşan, emekle hazırlanan ve en iyiyi vermeyi amaçlayan faaliyettir”; S. Freud’un, “Uyanık rüya görme hâlidir,” biçiminde tanımladıkları sanat, insanların, doğa karşısındaki duygu ve düşüncelerini çizgi, renk, biçim, ses, söz ve ritim gibi araçlarla güzel ve etkili bir biçimde, kişisel bir üslupla ifade etme çabasıdır.

En kaba anlamıyla, yaratıcılığın ve/veya hayalgücünün ifadesiyken; içinde estetik değerler barındırmayan ürünlerin sanat olarak değerlendirilmesi de yanlış olur.

İnsanı insan yapan değerlerin tümü; hayatın kendisi; yaratıcı aklın şöleni olarak sanat nefes almaktır. Başkasının yapamadığını yapmaktır; var olmanın en güzel şeklidir. Hatta var olma sebebidir. Yaratmak ve dışa vurmak olarak sanat, sosyal çöküşün acısının en açık ve en iyi ifade edildiği yerken; somut kavramlara soyut anlamlar yüklemektir.

“Düzen(sizlik)”in kesintisiz müdahalesine hedef olan sanat Türkiye’deki vasat için Serdar Ortaç, Demet Akalın, düğün orkestraları olabilir! Oysa para için yapılması sanatı öldürür…

Burak Delier’in, “Kapitalizm, sanat ve iş arasındaki bağlar, para, ekonomi”ye dikkat çektiği güzergâhta Filiz Aygündüz, “Çağdaş sanatın modayla diyaloğu”ndan sözederken; sanat, ancak köprü yapılarak geçilecek bir yerde uçmayı hayal etmektir; geleceği içinde barındıran bir silahtır.

Özetin özeti: Sanat, insanın sonlu yaşamından, evrenin sonsuz yaşamına bıraktığı bir gerçekliktir. Burada insan, görülmeyen ve duyulmayanı ifade edebilmek için, diğer insanların algılamaları için gereken, görülen ve duyulan özellikteki biçimlere başvurur. Düşlenen ve hissedileni, düşlettirmek ve hissettirmek için, gerçek olanlar ile bir bağ oluşturur. Bu sayede iletişim, geçmişten geleceğe doğru biteviye sürer.

 

SANATIN İŞLEVİ, “NE”LİĞİ

 

Desmond Morris’in, “Zalim hükümetler sanatsal ifade özgürlüğünü bastırmaya çalışabilirler ama sonunda hep başarısız olurlar. Zalimler er ya da geç mezarlarında çürürler ama insanın sanatsal yaratıcılığı hep devam eder,”[3] diye tanımladığı sanatın gücü hayata/ insan(lık)a mündemiçken; tamamıyla “şeyleşmiş” ve “soyut” hâle gelmiş bir dünyada sanatın işlevi ne olabilir? Böyle bir durumda sanat, hangi anlama sahip çıkabilir?

Aslında bu, özellikle 1980’li yıllardan bu yana sık sık gündeme çekilen bir soru olarak yeni değil bugüne dek birçok kez farklı açılardan ele alındı. Ne ki hâlâ orta yerde duruyor, yanıtı ise: Gerçekçilik ve estetiktir…

“Yaşamda tutum olarak yalanın egemen kılınması ağırlık kazandıkça, bunu sağlamanın önemli bir parçası olarak sanat alanında da ‘gerçekçilik’ kavramından uzaklaşma, günümüze dek hızlanarak sürdü. (…) Sanat alanındaki bu gerçekçilik düşmanı demogojik süreç, hiç de rastlantı değil…”

“[B]u ‘demogoji’ çağında gerçeğin kendisinin açığa çıkmasından ürkmeksizin tartışabilmek olmalıdır hepimizin amacı.” Bu nedenle “… ‘gerçekçilik’ bir akım değil bir ‘tutum’ olarak her alan için geçerli”…

“…[G]ünümüzde, artık ince falan da değil, düpedüz pervasız ve apaçık kaba yalancılık egemenken, bunun farkına varılmamasını veya en azından üstünde durulmamasını, hele kazara farkına varılmışsa, adının asla konmamasını sağlamak için geliştirilmiş entelektüel baskı ve hatta terör yöntemleri öylesine incelikle uygulanıyor ki, buna karşı, hiç çekinmeksizin ‘gerçekçilik’ olarak adını koyup mücadeleye girmek kaçınılmaz bir zorunluluk olmuştur çoktan beri”…

“Dolayısıyla ‘gerçekçiliğin’ daha etkin ve yaratıcı yöntemler bulması gerekiyor.” “Üstelik yalnızca maske düşürmekle de kalmayıp, bugünün içinde ‘gerçekten’ saklı olan geleceği de görüp gösterebilmelidir ki, insanları kapitalizmin sürüklediği amaçsızlık bunalımından kurtarabilsin.”[4]

Evet bütün sanat alanları için gerçek, gerçeklik, gerçektenlikten başka bir çözüm yoktur…

Neşe Çoğal’ın, “Sanat terapidir insanları iyileştirir”; Mehmet Eroğlu’nun, “Sanat hisseder, hayat kanıtlar” saptamaları eşliğinde sanatın estetik gerekliliklerini asla “es” geçmeden!

Nereden, nasıl, yanlış, doğru bakılırsa bakılsın, estetik mükemmelliğe giden yolun mecburiyetidir. Estetiğin ortaya çıkması, somutlanması bireylerin kendisiyle de ilgilidir. Bir sanat eserinin, bir canlının, bir eşyanın estetik yapısını, saptayacak alt yapı o bireyde yoksa, estetiğin somutluğu orada bir anlam kazanmaz.

 

“ÇAĞDAŞ SANAT”(MIŞ)!

 

“Çağdaş Sanat” olarak nitelenen “şey”in “gerçekçilik ve estetik”e “es” geçerken; Hito Steyerl’in ‘Sanatın Politikası-Çağdaş Sanat ve Postdemokrasiye Geçiş’ başlıklı makalesi de bunu şöyle gerekçelendirir:

“- Çağdaş sanat, gözden ırak, fildişi bir kulede korunan, saf, ruhani bir disiplin değil. Bilakis, neo-liberal dünyanın tam göbeğinde yer alıyor.

– Çağdaş sanatın böyle abartıyla pazarlanmasının, düşüşe geçen ekonomileri hareketlendirmek amacıyla kullanılan şok yöntemlerinden bağımsız olduğunu düşünemeyiz.

– Bu tip abartılı pazarlama anlayışı; saadet zincirleri, kredi bağımlılığı ya da bir zamanların iyimser piyasaları gibi, küresel ekonomilerin duygulanımsal boyutunu somutlaştırır.

– Çağdaş sanat, belirli bir ürünü olmayan bir marka ismi gibidir, hemen hemen her şeye yapıştırılabilecek bir etikettir: Aşırı makyajla kusurlarını kapatmaya muhtaç bölgelerin, artık bir nevi buyruğa dönüşmüş ‘yaratıcılığı’ yücelten hızlı bir güzelleştirme operasyonundan geçirilmesi ya da kumarbazların heyecanlı bekleyişiyle, üst sınıf yatılı okul öğrencilerinin ağırbaşlı zevklerinin bir araya getirilmesidir.

– Çağdaş sanat, ‘Kapitalizm nasıl daha güzel gösterilebilir?’ sorusunun yanıtıdır…

– Çağdaş sanat, diktatörlüğe özenen her oligarkın aynaya baktığında görmek isteyeceği şeyi yansıtır: Yaratıcılığın ve dehanın kılavuzluğunda, öngörülemez, hesap sorulamaz, şaşaalı, değişken, bir ânı diğerine uymayan bir görünüme sahiptir.

– Anlaşılmazdır, yozlaşmıştır ve hiçbir şey için hesap vermez.”[15] ‘The Sanat Çağı’nda Kaya Özsezgin, tam da böylesi bir ahmaklığı yani “gösteriye dönüşen” sanatı bu kapsamda sorgular.

“Gösteriye dönüşen sanat” deyişiyle çizdiği çerçeve; sanat yapıtının, bir yapıttan çok bir metalaşıp, sanatın markalaşmasını, estetik niteliğinden çok parasal değerinin önemsenmesinin altını çizip, “Contemporary Art” adı altında veya güncel sanat adını kullanarak bir tür “seri üretim”e dikkat çekerek ekliyor: “İnsan varlığından uzaklaşmış, spekülatif varsayımlara sığınmış, dolayısıyla varlık nedenini yadsıma yanlışlığına düşmüş olan yapıt, sanat ortamında kalıcı olma şansını da yitirmiş oluyor.”[6]

 

KÜLTÜR ENDÜSTRİSİ

 

Meral Tamer’in, “Sanatın Davos’u Venedik Bienali” tanımladığı gerçek düzleminde “kültür endüstrisi” deyip geçmeyin!

Mesela ABD’de, sanat ve edebiyatın, entelektüel üretimin değerinin milli gelire eklenmesiyle ABD’nin 2012 milli geliri 15 trilyon 470 milyon dolar olarak açıklanırken; 2012 için hesaplanan söz konusu faaliyetlerin katkısı 559 milyar dolar olarak belirlendi.

Öte yandan e-ticaret devi Amazon, kullanıcılarının sanat eserleri satın almasına olanak tanıyan yeni projesiyle site üzerinden sanat eseri satışına el attı. Satışa başlayan Amazon’da, açılışa özel olarak 4 bin 500 farklı sanatçıya ait olan 40 bin parçadan fazla sayıda sanat eseri bulunuyor. Satışta bulunan galeri sayısı ise 150’nin üzerinde… Eserlerin fiyatları 100 dolardan başlıyor, birkaç milyon dolara kadar çıkabiliyor…

Kapitalizmin elinde metalaştırılan satılık sanat iyi para ediyorken ‘Contemporary İstanbul’ ve ‘Türkiye Avrupa Eğitim ve Bilimsel Araştırmalar Vakfı’nın ‘Türkiye’de Kültür (Kreatif) Sektörünün Boyutları Araştırması’na göre, bu ülkede kültür ekonomisinin büyüklüğü 46.1 milyar dolar. Milli gelirin yüzde 6’sını oluşturuyor.

Bunun yanında Türkiye’deki iş insanlarının sanata ilgisi, büyüyen ekonomiyle birlikte artıyor. Sanat piyasasının büyüklüğünün 300 milyon dolara ulaştığı tahmin ediliyor. Müzayedelere ve sanat merkezlerine kayıtlı 3 bin 500 koleksiyoner bulunuyor. Ama bunların içinde adet ve değer bazında ellerindeki sanat eserlerinin toplamına göre 50 isim öne çıkıyor. 2010 yılında Yıldız Holding Yönetim Kurulu Başkanı Murat Ülker’in Burhan Doğançay’ın Mavi Senfoni’sini 2.2 milyon TL gibi rekor bir fiyata satın alması hayli ses getirmişti. En son olarak Demet ve Cengiz Çetindoğan çifti, son halife Abdülmecid Efendi’nin “Avluda Kadınlar” adlı nü tablosuna 1 milyon 600 bin lira verdi… Sanat piyasası, son dönemde buna benzer birçok satışla sık sık gündeme geldi.

Bu çerçevede Türkiye’de koleksiyoner sayısının her geçen gün artmasının önemli olduğunu belirten Rafi Portakal, “Paran var diye her şeyin sahibi değilsin. Paran olmalı ama prestijin de olmalı. En prestijli konu da sanat eseri sahibi olmandır,” diyorken; Yedi yıldır ‘Contemporary İstanbul’un ana sponsoru Akbank Private Banking’den sorumlu genel müdür yardımcısı Saltık Galatalı da ekliyor: “Kredi kartıyla taksitle sanat eseri satın almak mümkün”!

Ne güzel değil mi? Kredi kartlarına taksitlendirilen “sanat”!

Bunun böyle olmasında şaşırtıcı bir şey yok! Koç topluluğu son üç bienaldir İKSV imzasıyla gerçekleştirilen uluslararası İstanbul Bienali’ni destekliyor ya…

Bienalin sponsoru Koç Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç, sanatın özgür düşünmeyi ve farklı bakış açılarını da açık yüreklilikle kabul edebilmeyi ortaya koyduğunu vurgulayıp, “Toplumların özgür düşünmesi için sanatçıların desteklenmesi gereklidir,” diye buyuruyor ya…

Devrimci sanat için de geçerli olan Karl Marx’ın, “Bizim için mesele, özel mülkiyetin şekil değiştirmesi değil, yokedilmesi; sınıf uzlaşmazlıklarının yumuşatılması değil, sınıfların ortadan kaldırılması; varolan toplumun iyileştirilmesi, isteklerin yerine getirilmesi değil, yeni bir toplumun kurulması olabilir ancak!” uyarısını “es” geçenler, sanatı sanat olmaktan çıkarırlarken; holding ve şirketlerin sanata külliyetli yatırımlar yaptıkları bir kesitten geçiyoruz!

Sanatı ve sanatçıyı koruyan eski patronaj sistemi, günümüzde sanatçı ve sanat üzerinden kendini ve parasını korumaya yönelmiş durumda. Artık en iyi zenginler koleksiyonerler! Yatırımın cazip alanları arasında sanat eserleri veya sanat üretimi önemli bir yer işgal ediyor.

Böylelikle de toplumun sanat algısı ya kökünden değiştiriliyor ya da dönüştürülerek bu çarka katılım sağlanıyor…

Bunlar da kültür endüstrisinin dişlileri arasında, sanatı sanat olmaktan çıkarıp, metalaştırarak yabancılaştırıyor.

 

BARIŞÇI SANAT

 

Barış, neo-liberal saldırganlığın “Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i”nde (“YDD”) “savaşın olmadığı” bir savaş hâlidir.

Günümüz dünyasında savaşın silahsız olanı veya iki savaş arasındaki zaman veya savaşa hazırlık süreci olarak “barış”ın tanımı, “savaşın yokluğu/ absence of war”dur.

Yani Nietzsche’nin “Hiç bir zaman barış yoktur, çünkü barış zamanı canavar kendi kendine saldırır,” tanımlamasını yaptığı hâldir.

Savaş egzersizleri yapan taraflar arasında, karşılıklı olarak uzlaşma ve çatışmadan uzak durma kararına denk düşen geçici ve suni bir evredir.

Karl Marx’ın, “Özgürlükler ile birlikte el ele yürümediği sürece barış bir cinayet demektir,” diye vurguladığı barış; eski düşmanların birleşip başka düşman bulana kadar geçirdikleri hazırlık dönemi, düşman arama sürecidir; iki savaş arasındaki ateşkesten hâllice durumdur; savaşmama hâli, çatışmasızlıktır…

Noam Chomsky’nin, “Barış savaşa tercih edilir. (…) Fakat nasıl bir barış? Eğer Hitler dünyayı fethetmiş olsaydı barış olurdu, ama bu bizim görmek istediğimiz türden bir barış olmazdı”; Stefan Zweig’ın, “Savaşa hazırlanan bütün diktatörler, hazırlıklarını bütünüyle tamamlayıncaya kadar sürekli barıştan söz eder,”[7] uyarıları eşliğinde barış uğruna savaşılması gereken; mumla aranılır hâle gelen kavramdır; Hiç bitmeyecek bir özlemin, bir hasretin kavramlaştırılmış hâlidir…

Araştırmalara göre geçen 3.500 kusur yılın sadece 230 yılı “barış” içinde geçmişken anımsanması gereken Bernard Shaw’ın, “Barışı sağlamak isterseniz politikacıları öldürün yeter, halklar birbirleriyle anlaşır,” sözüdür.

Barış, sözcük itibariyle savaşan taraflar arasında savaşı sona erdirme anlamına gelir. Savaşların nedeni ve karakteri tekelci kapitalizm dönemiyle birlikte köklü bir değişim geçirdiği için hiçbir barış, savaş öncesi duruma dönüşü sağlayamaz.

Durum böyleyken eğer içi boşaltılmış kavram değilse barış, yabancılaşmaktan kurtulmak; özgürleşerek özgürlüğü tarihe gömmektir.

Belki en güzel hâli Yannis Ritsos tarafından anlatılmıştır:

“…evrenin yüzündeki yara izleri kapandığı zaman/ ağaçlar dikildiğinde top mermilerinin açtığı çukurlara,/ yangının eritip tükettiği yüreklerde/ ilk tomurcukları belirdiği zaman umudun,/ ölüler rahatça uyuyabildiklerinde, kaygı duymaksızın artık,/ boşa akmadığını bilerek, kanlarının,/ barış budur işte…”

Yani Benedictus de Spinoza’nın, “Barış, savaşın olmaması demek değildir. O, bir erdem, bir ruh hâli, iyilikseverlilik eğilimi, güven ve asalettir,” vurgusu eşliğinde bir diğer deyişle kölelerin efendilerine isyan edemedikleri hâldir “barış”!

Özetin özeti: Roosevelt ve Truman’ın bakanlarından H. A. Wallace’ın, “Atom bombası yapıyor, savaş uçakları tasarlıyor, dünyayı üslerimizle donatıyoruz. Ama iş lafa gelince de ‘barış’ sözcüğü ağzımızdan düşmüyor”; D. Day’ın, “Emperyalist savaşlara karşıyız. Kamudan aktarılan paralar savaşlarda yok oluyor. Onun yerine barış hazırlığı yapalım. Şiddet cesaret değildir”; Thomas Mann’ın, “Savaş, barışın sorunlarından korkakça bir kaçıştan başka bir şey değildir”; George Herbert’in, “Savaş hırsızlar yaratır, barış da onları asar,” notunu düştüğü bugünde ezilenlerin sanatı ezenlere karşı savaşan barış ve enternasyonalist kardeşlik mücadelesini derinleştirerek/ yaygınlaştırmalıdır…

Tıpkı yaratıcı sanatın, savaş yıkıcılığına karşı durmasına örnek teşkil eden Albert Camus’ü Alman Nazilerinin Fransa’yı işgal ettiği dönemde kaleme aldığı ‘Bir Alman Dosta Mektuplar’ında savaş kışkırtıcılığına karşın halkların dostluğunu yüceltmesi gibi…[8]

Sürdürülemez kapitalist vahşetin emperyalist talan ve saldırganlık dünyasında şimdi toplumların barış ve özgürlüğe en fazla ihtiyaç duyduğu bir süreçten geçiyoruz…

Kolay mı? Milyonlarca insana ölüm, vahşet, ıstırap, kan ve dinmeyen bir gözyaşı sunan savaş, insanlık tarihinin kadim yazgısı, onulmaz ağrısı… İnsanın insana kıydığı amansız, nihayetsiz bir mücadele… Cinai etnik temizlikler de antik çağlardan bu yana süregelen bir başka dram, bir başka utanç… Cicero’nun dediği gibi “En kötü barış, en haklı savaştan daha iyidir.” O hâlde barış için savaş vermek, sonsuz çaba harcamak insanlığın en büyük görevi olmalı bana kalırsa. Peki barışı sağlamak adına neler yapılabilir? Toplu ölümlere, büyük yıkımlara neden olan kanlı savaşlara dur demek, kalıcı barışı temin etmek adına bazı tavizler vererek bir uzlaşmaya varmak mümkün müdür?

Uzlaşmak elbette mümkün, ancak bu noktada daha başka sorular sormak şart oluyor. Siyasal uzlaşma ne zaman, hangi şartlar altında kabul edilebilir? Barışın tesisi için adaletten ödün vermek olası mıdır? Kabul edilebilir bir uzlaşmanın ahlâki sınırları nelerdir? Barış uğruna bile olsa kokuşmuş bir anlaşmaya imza atılabilir mi? Bu son sorunun cevabı gayet net: “Barış uğruna olsa bile kokuşmuş uzlaşmalara geçit yok”.

İsrailli felsefeci ve siyaset bilimci Avishai Margalit, ‘Uzlaşma ve Kokuşmuş Uzlaşmalar’ başlıklı yapıtında[9] kokuşmuş uzlaşmalardan sonuna kadar kaçınmak, sakınmak gerektiğinin altını kalınca çiziyorken; böylesine, barış içinde bir yaşamı hazırlamada devrimci sanata büyük görev(ler) düşüyor. İnsanların savaştan, açlıktan, zorbalıktan ve yokluktan kırıldığı bir dünyaya kimse kayıtsız kalamaz. Hele sanat ve edebiyat insanının bu duruma karşı tutumu ve tavrı çok daha net olmalıdır.

Hayat bir bütündür, sanatçı da yaşadığı toplumsal sürecin bir parçasıdır. Toplumun yaşadığı ekonomik, siyasal ve sosyal gerçekleri bir birey olarak her insan gibi yaşayandır. Yaşanan bu gerçekliği yeniden üreten biri olarak hayatın her alanında, her türlü sömürüye, baskı, zulüm ve adaletsizliğe karşı olmak ve bu anlamda bir duruş sergilemek ve mücadele etmek durumundadır.

Sanat ve barış kavramları insanın, insanlaşma sürecinin ayrılmaz parçaları durumundadır. Bu anlamıyla barıştan yana olmak, sanatçının sanatçı kimliğinden gelen sorumluluğunu da belirler. Bu sorumluluk, insan bilincinin barışın gerçekleşmesine engel olabilecek her türlü önyargı ve koşullandırmanın karşısında bir kalkan görevi üstlenmesiyle anlam kazanabilir, bunun yolu da barış için mücadele etmekten geçer ve bu mücadele tarih boyunca ezilen halkların ve sınıfların ezenlere karşı yürüttüğü tüm mücadelelerin de ifadesidir. Çünkü “modern” toplumun efendileri, barbar toplumların Dehak’larından daha az zalim değildir. Değişen şey mızrakların ve kılıçların yerini, tankların, topların, bombaların, nükleer silahların almasıdır.

Genel olarak bakıldığında sanat ve edebiyatın bize bıraktığı miras ve birikim, sanatçının ve yazarın baskıya zulme ve savaşa karşı tavrını çok net olarak ortaya koyan örneklerle doludur. Sanatsal duyarlılık, gelecek adına yaşamsal olan her şeyin korunmasını savaşa karşı barıştan yana olunmasında görür ve değerlendirir. Artık anlaşılmıştır ki barışı savunmak, yarını ve insanın geleceğini savunmaktır. Sanat daha iyi yaşama tutkusunun da kurgulandığı bir alan. Bu yüzden “barış” düşüncesi çağdaş sanatın ve sanatçının kafa yorması gereken bir olgu olarak gündemden hiç düşmemiştir.

Edebiyat tarihi, roman, şiir ve hikâyenin yanı sıra azımsanamayacak sayıda politik metin de kaleme alınmıştır. Bu anlamda Dostoyevski’den Hugo’ya, Tolstoy’dan Camus’ya savaş karşıtlığını içeren metinlere rastlarız. Bunlar savaşa, sömürüye, militarist aygıtlara, bunların uygulama ve politikalarına karşı çıkan birer politik duruştur.

Şairin dediği gibi “Dünyayı tek şey değiştiremez. Ne politika, ne ekonomi, ne sanat, ne spor.” Parçalar birleşir, bir bütün olur. O bütün yaratır dünyayı ve o bütün değiştirir. O bütünü oluşturan öğeler yepyeni bir uyum yaratır. O uyumun sağlanmasında minicik bir vidanın bile önemi vardır.

Ancak bu sayede savaşı kışkırtan politikaların önüne geçilebilir. Evet. ‘İnsan ve onun geleceğine dair kalbimizi sıkıştıran endişeye rağmen, korku ve umutsuzluk doğmamalı. Korku değil cesaretle savaşın karşısına dikilmek zorundayız![10]

Hem de Herodotos’un, “Barış zamanı çocuklar anababalarını gömerler; savaş ise doğanın düzenini altüst eder, anababalar çocuklarını gömerler”; Jeremy Paxman’ın, “Nobel Barış Ödülü’nü alırken kendinizi bir sahtekâr gibi hissetmediniz mi?” sözlerini unutmadan…

 

“SONUÇ YERİNE”: BARIŞ İÇİN

 

“Sanata kimin gücü yetebilir ki?”[11] sorusunu asla unutmadan; büyük dönüşüm ve değişimlerin eşiğindeki coğrafyamızda ve yerküremizde; Taksim’den Lice’ye, Tahrir’den Sao Paulo’ya uzanan halk hareketleri bir kez daha dünyayı değiştirmeye taraf olmaktadır; daha da olacaktır.

Sanatı da, geleceği de, dünyayı da biçimlendirecek olan biricik güç budur.

İşte tam da bunun için verili koordinatlarda, insan(lık)ı hakikâte ulaştıran devrimci sanat, egemenlerin yalanını yerle yeksan edecek önemli güç ve mevzidir. Çünkü gerçekleri tanımamıza yardımcı olan sanat, özü gereği bir başkaldırıyken; o, büyük dönüşümlerle biçimlenir ve hayatı estetize eden güzellikleri yaratır. Ve Tolstoy’un ifadesiyle ede, “şiddeti ortadan kaldırır”.

Kolay mı? Sanat-edebiyat insanının “kötü”ye karşı tavrını, tüm açıklığıyla kavramsallaştırılmış olarak ilk Homeros’un kaleminden okumuş olsak da, bu tavır çok daha eskilere uzanıyor olmalı.

Sanatın kendindeki gücü savaşı yazmaya yetti. Bu izlekte yazılmış yapıtlar dünya klasikleri arasında yerini aldı. Bu yapıtlarda izlek savaş gibi görünse de; içten içe barış imgesini vurguluyorlardı. Epiklere dayanan eski ürünlerde savaş; çarpıcı, büyüleyici bir nitelik taşısa da bu yaklaşım insanlığın gelişimine paralel olarak yerini barıştan yana bir imgeye bırakmıştır. Bu noktada sanatın ve sanatçının sorunsalı barıştan yana bir duruş göstermek olmuştur ve artık hangi dilde yapılırsa yapılsın sanat, özü gereği barışçıdır. Her türlü fetişizmin karşısına insan’ı ve insanî olan’ı koymaktadır.[12]

O hâlde şimdi, başka bir dünyanın mümkün olduğunu asla unutmadan; Cemal Süreya’nın, “Tarihin altın şafağından/ Biz kırıldık daha da kırılırız/ Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza”… Enver Gökçe’nin, “Sana selam olsun/ Zincirin, zulmün kâr etmediği,/ Kırbacın kâr etmediği/ Büyük tahammül!”… Ece Ayhan’ın, “Aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler”… dizelerini terennüm ederek Marx’ın “11 Tez”ini anımsama ve anımsatma zamanıdır…

Çünkü Eduardo Galeano’nun, “Günümüzün tepetaklak olmuş, tersine dünyasında evrensel barışı en çok gözeten ülkeler en çok silah üreten ve diğer ülkelere en çok silah satan ülkelerdir; en itibarlı bankalar en çok uyuşturucu parası aklayan ve en çok çalıntı para saklayan bankalardır; en başarılı endüstriler gezegeni en çok zehirleyenlerdir; çevrenin korunması onu yok eden şirketlerin en parlak işidir; en kısa zamanda en çok insanı öldürenler, en az işle en çok parayı kazananlar (kapitalizmin altın kuralları) ve doğayı en ucuza en fazla yok edenler dokunulmazlık ve kutlamayı hak ederler,”[13] diye tarif ettiği vahşetin orta yerinde kapitalizme karşı çıkmayan insanı insan olarak nitelemek mümkün değildir.

Bu tutum sanat ve sanatçı için de geçerlidir.

Gerçekten de Bertell Olman’ın, “Rosa Luxembourg en güzel yanıtı vermiş; ‘Ya Sosyalizm ya Barbarlık’. Barbarlığı ilk başta faşizm olarak algıladım, ancak faşizmde bile trenler vaktinde çalışır. Barbarlık modern uygarlığın bitişi, günlük hayatımızdaki her şeyin yok olması demek. En iyi örneği çevrede yaratılan tahribatta görülüyor; kirlilik, çeşitliliğin yok olması… Sistem, kâr için hayatlarımızı yok etme hakkını kendinde görüyor!” dediği koşullarda Ronald Wright de, “Kapitalizm, ekonominin sonsuz olduğunu ve bu yüzden paylaşmanın gereksiz olduğunu iddia ederek bizi, mekanik yaban tavşanlarının ardından koşan birer tazı gibi daima ileriye doğru yönlendirmektedir. Yalnızca belli sayıda tazı gerçek bir tavşan yakalayabilir, geri kalanlarsa düşene kadar koşmaya devam eder. Geçmişte oyunu kaybedenler sadece yoksul olanlardı, ama bugün kaybeden gezegenin kendisidir,”[14] notunu düşmekte sonuna kadar haklıdır.

Çünkü bugün dünya halklarının, kapitalist uygarlığın doğum yeri, merkezi Batı’da egemen ruh hâli, “Batmış bu dünya”, “Bir çıkış yok” biçimindedir. İnsanın sosyal bilincini sosyal varlığı belirlediğine göre, bu umutsuzluğun kaynağını da toplumsal varlığın egemen biçiminde aramak gerekiyor.

Karşımızda iki yol var. Biri kolay, ama umutsuzluğa yol açıyor. İkincisi biraz karmaşık, uzun ama bir umuda açılıyor. Birincisi, “10 Milyar” (Dünya nüfusu yakında on milyara çıkacak) başlıklı kitapta olduğu gibi nüfus artışı sorunundan geçiyor: Gezegenin kaynaklarını, ekosistemini hızla bozuyoruz, nüfusumuz hızla artıyor. The Economist’in vurguladığı gibi “herkes bu çelişkiden yararlanarak kâr yapmak istiyor, ama sorumluluk almak isteyen yok!” Öyleyse çözüm de yok, Dan Brown’ın “Inferno” kitabındaki senaryoyu saymazsak… Bu durumda karşımıza, sorunu daha da ağırlaştıran, “Kapitalist gerçekçilik” içinde kâr, haz yapma, bugüne odaklanma eğilimi ile, sorunu çözmekten çok “öbür dünyaya” giderek kurtulma önerisini birleştiren dinci yaklaşımlar çıkıyor. Siyasal İslâm da bu zeminde güçlenmedi mi?

Bir yol daha var. ‘10 Milyar’ başlıklı kitaptaki, “Nüfus artışı, atmosferde CO2 oranı, küresel ısınma, deniz sularının ısınması, canlı türlerinin, ormanların yok olma hızı, içme suyu kullanımı, deniz canlılarının tüketimi, kitlesel taşımacılık, büyük su baskınları, büyük yangınlar”la ilgili krizin derinliğini gösteren grafiklere bakınca iki şey dikkatimizi çekiyor. Birincisi, bu grafikler yüzyıllar boyu belli belirsiz bir artış sergilerken XIX. yüzyılla birlikte hızla yükselmeye başlıyorlar. İkincisi biraz daha yakından bakınca, bu yükselişin 1970’lerden sonra baş döndürücü bir hıza ulaştığı görülüyor.

Kısacası, sanayi kapitalizmiyle birlikte gezegenin geleceğini tehdit eden gelişmeler başlıyor, giderek hızlanıyor. Bu hızlanma, kapitalizmin yapısal krizi ve “küreselleşme” döneminde baş döndürücü bir hıza ulaşıyor. İnsanlık bu durumun ayırdında, bu da yukarıda değindiğim “bu iş bitti” ruh hâline yol açıyor.

Bu durumdan, “asrısaadet” özlemiyle geriye doğru bir çıkış yok. Tek yol ileriye doğru: Süreçleri, kapitalizmin ekonomik önceliklerinden kurtaracak biçimde siyasallaştırmaktan, kapitalizmi aşmaya çalışmaktan geçiyor.[15]

Özetle barışçı sanatın da yapması gereken bundan yani kapitalizmi aşmaya hizmetten başka bir şey değildir ve olamaz da…

O hâlde şimdi barış için Komutan Yardımcısı Marcos’un, “Yeni bir politik ilişki öneriyoruz, ters yüz edilmiş bir politik ilişki. Hükümet görevlilerinin kumanda değil, itaat ettiği, insanların itaat etmedikleri ama yönettikleri bir biçim,” uyarısının altını çizerek; Karl Marx’ın “Egemen sınıf zenginliğini ve erkini zor altında kalmadıkça vermez; işçi sınıfı da yüzyılların birikmiş pisliğinden devrim olmaksızın kurtulmaz…”

“İnsan düşüncesinin objektif gerçekliğe ulaşması ya da ulaşamaması sorunsalı kuramsal değil pratik bir sorundur.

İnsan doğruyu, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya ait olduğunu pratikte kanıtlamalıdır. Pratikten soyutlanmış bir düşüncenin gerçekliği/gerçek dışılığı tartışması skolastik bir sorundur,” sözlerini anımsamalıyız; Alman yazar Wolfgang Borchert’in 1947 yılında ilk kez radyodan yayımlanan ‘Kapıların Dışında’ başlıklı oyunundaki “Hayır de” çığlığıyla:

“Sen. Makine başındaki adam ve atölyedeki. Sana yarın su boruları ve vanalar yerine çelik miğferler ve makineli tüfekler yapmanı emrederlerse, yapılacak bir tek şey var: HAYIR de!

Sen. Tezgâhı ardındaki kız ve bürodaki kız. Sana yarın bomba doldurmanı ve keskin nişancı tüfekler için hedef dürbünleri monte etmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen. Laboratuardaki araştırmacı. Sana yarın eski yaşama karşı yeni bir ölüm icat etmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen. Odasındaki ozan. Sana yarın aşk şarkıları yerine nefret şarkıları söylemeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen. Hastası başındaki doktor. Sana yarın savaşa adam yazmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen. Kürsüdeki din adamı. Sana yarın savaşa dair kutsal sözler söylemeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen. Vapurdaki kaptan. Sana yarın buğday yerine top ve tank taşımanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen. Havaalanındaki pilot. Sana yarın kentler üzerine bomba ve fosfor yağdırmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen. Dikiş masası başındaki terzi. Sana yarın üniformalar dikmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen. Cübbesi içindeki yargıç. Sana yarın savaş mahkemesine gitmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen. İstasyondaki adam. Sana yarın cephane treni ve kıt’a nakli için kalkış sinyali vermeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!

Sen. Kentin varoşlarındaki adam. Sana yarın gelir de siper kazmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var: HAYIR de!”

 

26 Kasım 2013 13:56:22, Ankara.

 

N O T L A R

[*] Kaldıraç, No:158, Ağustos 2014…

[1] Tolstoy.

[2] Georg Lukács, Çağdaş Gerçekçiliğin Anlamı, Çev: C. Çapan., 2. Basım, 1975.

[3] Hande Eagle, “Zalim Geçici, Sanat Kalıcı Cumhuriyet, 3 Kasım 2013, s.19.

[4] Yılmaz Onay, Gerçekçilik, Yeniden!, Yordam Yay., 2012, s. 12-13, 17-18, 23-24, 29-30.

[5] http://www.e-skop.com/skopbulten/sanatin-politikasi-cagdas-sanat-ve-post-demokrasiye-gecis/1433i

[6] Kaya Özsezgin, The Sanat Çağı, Kaynak Yay., 2013.

[7] Stefan Zweig, İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar – On İki Tarihsel Minyatür, Çev: Kasım Eğit, Can Yay., 2000, s.38.

[8] Albert Camus, Düğün ve Bir Alman Dosta Mektuplar, çev: Tahsin Yücel, Can Yay., 1997.

[9] Avishai Margalit, Uzlaşma ve Kokuşmuş Uzlaşmalar, Çev: Nedim Çatlı, İthaki Yay., 2013.

[10] A. Hicri İzgören, “Barış Herkes İçin”, Gündem, 29 Ağustos 2013, s.15.

[11] Esra Açıkgöz, “Sanata Kimin Gücü Yetebilir ki?”, Cumhuriyet Pazar, No:1430, 18 Ağustos 2013, s.3.

[12] A. Hicri İzgören, “Yazmaktır Bazen Hayat”, Gündem, 5 Eylül 2013, s.15.

[13] Eduardo Galeano, Tepetaklak, çev: Bülent Kale, Çitlembik Yay., 2004.

[14] Ronald Wright, İlerlemenin Kısa Tarihi, çev: Ebru Kılıç, Aylak Yay., 2012.

[15] Ergin Yıldızoğlu, “Önemlinin Anlamı!”, Cumhuriyet, 2 Eylül 2013, s.10.