Kasım Koç (18-11-2016) Askeri Süvariler köyü kuşattıklarında gün perdesi aralanmamıştı henüz. Güneş Tavşan Dağı’nın silmesinden renkli ışınlarını bırakmamıştı, vadinin ağzında kurulu Zımeq köyüne. Köylüleri, köy meydanlarında bir araya getirmeleri yarım saat gibi bir zaman almıştı. Daha önce kaçıp dağlara sığınanlara uymayan, kimsenin malına mülküne de dokunmayan, kendi halinde karnını doyurmaya çalışan köylüler o an dağlara kaçıp saklanmadıklarına pişman olmuşlardı. Başlarına nelerin gelebileceği üzerine yükselen homurtular birden bıçak gibi kesildi. Sessizce akan zamanın içerisinde, gökyüzünden renkli ışıklar hücum etti köy meydanına. Kadınlar içten içe dualarını ettilerse de huzur bulamadılar.
“İçinizde Türkçe bilenler bir adım öne çıksın” dedi askerlerin başı.
Askerden yeni terhis olan birkaç kişi öne çıktı. Bunlardan biri de Xıde Mışt’ın babasıydı. Bildikleri Türkçe beş on cümleden ibaretti ve bunları da askerken zorla öğrenmişlerdi. Kendilerini takdim ettiklerinde askerden yeni geldiklerini eklemeyi de ihmal etmediler, “Türkçeyi vatani görevi yaparken öğrendik” dediler.
Uzun bir zamandır çevre köyleri, Hozat, Deşt ve Mameki’den yayılan haberlere göre, devlet ordusunu sürmüş Dersim’de katliamlar gerçekleştirecekti. Bu haberlere kulak asıp ciddiye alanlar silahlarıyla dağlara sığınmıştı. “Koca devlet bizden ne ister ki, biz ne yaptık ki bizi kılıçtan geçirsin” diyenler de olmuş ve bunlar da evlerini terketmemişlerdi. Koca dağların içerisinde kimi kimsesiz kalan Zımek köylüleri birbirlerinin gözlerine bakarak çare aradılar. Tanımadıkları, bilmedikleri bu askerlerin namlularını neden kendilerine çevirdiklerine bir anlam veremediler. ‘Suçumuz ne, suçumuz sadece burada doğmak mı?’ diye sormak isteyenler olduysa da, içlerindeki soruları kendilerinden başka ne duyan ne de anlayan oldu.
“Fotoğraflarınızı çekip sizi yeni cumhuriyetimizin üyesi yapacağız. Mustafa Kemal Atatürk Paşamız sizleri bu zalim ağalardan kurtaracak” dedi askerlerin başında olan rütbeli. Çat pat Türkçe bilenler rahat bir nefes alsalar da konuşmaların yumuşak olmadığını rahatlıkla anlayabiliyorlardı. Askeri zihniyetin ne demek olduğunu askerde iyi tanımışlardı.
“Medeniyetler adı altında böyle işgal ederler başka ulusları ve toplumları böyle yok ederler” dedi köyün en yaşlı bilgesi. Bu yaşlı adama inanmak istemeseler de adam ta Amerika’ya gidip gelmiş, dünyayı gezmiş, şu koca dağların ardında bir başka dünyanın olduğunu görmüş biriydi. Kendi kültürlerini ileri görüp övünen, diğer kültürleri kanla yok ederek ilerleyen bir tarihi medeniyetler silsilesi dediği insanları görmüş tanımıştı yaşlı bilge. Atlar üzerinde kaçıp başka yerler arayanlar şimdi bu topraklara hükümdar olmaya gelmişlerdi.
Dünyanın ne kadar büyük ya da küçük olduğu, düz mü yuvarlak mı olduğu gibi soruları sormadıkları bir devirde yaşıyordu Zımeq köylüleri. Hareketlerinin ya da bileşiminin nasıl olduğunu düşünmeksizin, onlardan aldıkları enerjiden dolayı kutsadıkları güneş, ay, toprak, su ve hava bu insanlar için birer tanrıça ve tanrılardı.
Askerler etrafını çevirdikleri ve ikişerli sıra haline getirdikleri köylülerin yönlerini Beyaz Dağ’a çevirdiler. Zımeq köylüleri Beyaz Dağ’ın eteklerindeki kutsal saydıkları Kırk Göz ziyaretinin yanına vardıklarında hep bir ağızdan, “ya Xızıre Xozat to esta, ya Çöwres Çımı to bê comerdi” (Sen varsın ey Hozat Xızırı, ey Kırk Göz sen büyüksün, büyüklüğünü göster) duaları yükseldi. Zımeq köylüleri bu ziyarette kurban kesmiş, niyazlarını burada dağıtmışlardı. Burası onların Jârıydı. Adak verdikleri bu Jârın kendilerini koruyacağına inanırlardı. Fakat bu defa iş ciddiydi. Kırk Göz’de su içip bez bağlayıp, mum niyetine yağlı bez yakıp dua etmelerine izin vermedi askerler.
Askerlerin namlularının altında yürüdüler. Beyaz Dağ’ın zirvesine varmalarına yakın bir yerde Xeç, Ko, Kılancık, Aşkışor köylüleriye karşılaştılar. Karşılaştıkları diğer köylülerle biraraya gelmeleri Zımeq köylülerine daha bir güven vermiş, yüzlerce insanı birarada öldürmelerinin imkansız olacağına inanmaya başlamışlardı.
“Gazi Mustafa Kemal Atatürk Paşa bizi ağalardan korumak istiyormuş” dedi Xeç köyünden gelen Türkçe bilenlerden biri.
Beyaz Dağ’ın ormansız tepesi, korunaksız ve kimsesizliğiyle yetim dağları andıran çırılçıplak bir araziydi. Güneşin cılız ışınlarıyla gözlerini yummak üzere olduğu vakitlerdi. Yüzlerce kişiyi ard arda dizip, “bekleyin fotoğrafınızı çekeceğiz” dediler. Derin bir sessizlikten sonra aniden ağır makinalı silahların sesleri ve çığlıklar… Silah sesi düştüğü an Xıdo’nun annesi oğlunu altına alıp kapandı çocuğun üzerine. Cehenneme dönen Beyaz Dağ’dan makinalı tüfeklerin eşliğinde çığlıklar yükseldi gökyüzüne. Güneş ağladı, koşup Kırmızı Dağ’ın ardına saklandı.
Yedikleri kurşunlarla etten bir kale örmek istercesine birbirlerinin üzerine düşen kocaman cüsseli insanlar, cesetten kaleler oluşturdular. Lav savuran, savurdukça da ortalığı cehenneme çeviren silahlar sustuğunda Beyaz Dağ derinden inleyişleri duyuldu.
“Kurşunlara yazık, süngü takın, tek canlı kalmasın” talimatı yankılandı ölüler üzerinde. Talimatın üzerine kadınların rahmindeki bebeler süngü uçlarına takılarak semaya doğru kaldırılıp Beyaz Dağ’ın kayalıklarına savruldu. Süngünün acısı kurşun acısına benzemezdi, süngüye takılanların Beyaz Dağ’ın derinliklerini daha bir sarsan inlemeleri ve çığlıkları gökyüzünde dolanıp durdu.
Gece perdesi henüz dağları örtmeden, yüzeyinden derinliklerine akan insan kanlarıyla kırmızı dağa dönüşmüştü Beyaz Dağ. Korkunç bir sessizlik başladı, ölüm sonrası sessizliğiydi. At kişnemeleri, süvarilerin yavaş yavaş uzaklaştıklarının habercisiydi.
Xıdo kendisine geldiğinde kalkmak istediyse de başaramadı. Uzun bir süre üzerine düşen annesinden kurtulmaya çalıştı. Annesinin altından çıktığında kan deryasının içerisinden doğan çocuklara dönüşmüştü. Kan ve barut kokusu çıldırtıyordu Xıdo’yu. Annesini ölülerin altından çıkarmak için uğraşırken çevresine bakındı yardım edecek birilerini aradıysa da ölüm dağında sadece inleyenler vardı onları da Xıdo artık duymuyordu. Çevresine bakınmaya devam etti, ağlayan birkaç çocuğun dışında kimse ayakta görünmüyordu. Kimsesiz, biçare zavallı bir çocuk olmuştu, kendisini koynuna alacak o koca annesi ve babası artık yoktu.
Ölülerin altından yaralı bir kadın, ağlayarak ordan oraya dolanıp anne ve babalarını arayan çocuklara “kaçın kaçın, yoksa gelir sizi de öldürürler” dedi hırıltılar içerisinde. Konuşmaya gücü yetmediğinde, gitmeleri için el işareti veriyordu. Sonra aniden sesi ve hareketleri kesildi kadının.
Annesinin altında süngü yarası alan çocuklardan Emoş da ölülerin altından, kan gölünün içinden çıktığında kadının el işaretini görmüş ve söylediklerini duymuştu. Çevresine bakındı güveneceği, sığınacağı birisini bulmuş gibi gelip Xıdo’nun elini tuttu. “Gidelim” dedi Emoş. Xıdo’ya birkaç defa gidelim dediyse de karşılığını almayınca eliyle Xıdo’yu ardından sürüklercesine çekti, “gidelim” dedi tekrar. Xıdoysa son bir umutla annesine, “urcı urcı şimi” (kalk kalk gidelim) diyerek feryat ediyordu. Bu acımasız dağın başında ağlayarak birbirlerine sarıldı iki çocuk. Askerler, koca dağlar gibi asi duruşları olan pos bıyıklı amcalarını ve dedelerinin hepsini öldürüp üst üste atmışlardı.
Bu topraklara yabancı olanlar, bir ordu ile bu toprakların sahiplerin üzerine gittiler, kimisinin kellesini kesip gövde üzerinde baş bırakmamışlar, kimilerini süngülere takmış, diğerlerininse üzerine kurşun yağdırmışlardı.
Çıplak bir dağın zirvesinde yorgansız uykuya dalmışlardı, üşüyeceklerdi. Oysa insanların sonsuz uykuya yatacakları yer toprağın altı olmalıydı, üstü değil. Toprak ile insan hikayesi, devri daim aşkıydı, insanın aşkı, yorganı topraktı. Gece olmak üzereyken, gökyüzünün mavi boşluğu Beyaz Dağ’ı bir yorgan gibi kanatlarının arasına alıp kapandı üzerine.
Öldürülen bu kadar insanı çıplak ve savunmasız Beyaz Dağ’da bırakarak aşağıya doğru koştular. Kurtulanalar aşağı Zımeq’e oradan da dağlara doğru kaçıyordu. Xıdo ile Emoş da onların arkalarından el ele tutuşarak aşağılara doğru ağlaya ağlaya koştular.
Beyaz Dağ’da Türk ordusu tarafından kurulan ağır silahlı makinalar sonucunda sağır olan Xıdo, duyma yetisini yitirmeden önce o cehennemi çığlıkları duymuş ve insanların nasıl acı çekerek can verdiklerini görmüştü. Silahlar çalışmaya başladığında yükselen korkunç çığlıklar, sel gibi üzerine kapanan kan ve bütün bunları bıçak gibi kesen kan kokusu… Annesi Xıdo’yu öyle bir altına almıştı ki kıpırdayamıyordu. Şimdiyse o cehennemden kurtulmuş, ancak ölülerin çığlıkları hâla beyninde dolanıp duruyordu. Kan kokusu ile ceset kokusu iç içe geçmiş Zımek semalarında dolanıyordu. Semalarda asılı kalan çığlıklar beyninde zonklayan Xıdo koşuyor, koştukça koku ve çığlıklar da onunla birlikte koşuyordu. Kafatası ortadan yarılmak üzereydi, çığlıklar ok gibi saplanmıştı beynine.
Ölmek mi? Yaşamak mı? İkisinden hangisi şanslı olmakla eşdeğer sayılacaktı bu dünyada. Çocukluğunu çamurla oyun oynamakla geçiren Xıdo ilk defa büyükler gibi kendisine sorular sormaya başlamıştı.
Zımeq deresine vardıklarında çığlıklar ve ölü kokusu da koca vadinin asi kayalıklarına saklandı. Vadiye sığınan Xıdo, kendisiyle birlikte çığlıkların da gelip oradaki asi kayalıklarda saklandığını biliyordu. Duyma yetisini yitirdiğini farkettiğinde pek aldırış etmedi, hatta sevinmeye bile başladı. Zımek deresinden daha da derinlere Dere Gomiye doğru gittiler. Onlar yürüyüp derinliğe doğru gittikçe Beyaz Dağ’daki silah takırtıları, çığlıklar, kan kokusu ve süngü uçlarına takılan bebeklerin feryatları da onlarla birlikte Dere Gomiye geldi.
Ölümün çemberinden kurtulup buraya sığınan insanlar gelen sesleri duyduklarında saklandılar. Vadi derin bir sessizliğe gömülmüştü. Kurşundan, süngü uçlarından kurtulan bu insanlar çocukları tehlike olarak görüyorlardı. Kimse saklandığı yerde bir çocuğun olmasını istemiyordu, çocukların ağlamaları saklananların da can güvenliğinin tehlikeye girmesine neden oluyordu çünkü. Sadece korkudan değildi çocukları istememeleri, kendileri dayanabilirdi fakat o çocuklar ne yiyeceklerdi? O minnacık yürekleri tedavi etmeye kimin gücü yetecekti.
Xıdo ile Emoş o gece vadinin içerisinde buldukları küçük bir mağaraya sığındılar. Bir müddet birbirlerine sarılarak ağlamayı sürdürdüler, ancak sabaha karşı bitkin bedenleri yorgunluğun karşısında yenik düştü ve birkaç saat kabuslarla dolu derin bir uyku çektiler. Uyandığında tüm yaşananların bir kabustan ibaret olmasını istiyordu. Gözlerini açmadan önce annesinin kokusunu almaya çalıştı. Gözkapaklarını araladığında annesini yanıbaşında uyuyor görmek, ona sarılmak doyasıya öpmek istiyordu. Fakat gözlerini açtığı an tüm hayal dünyası uçtu gitti. Annesini o kanlı Beyaz Dağ’da nasıl bıraktığını anımsadı.
Sonra, Emoş’un keçe gibi kurumuş kanlı elbiseleriyle nasıl da iki büklüm olup koynuna sığındığını farkedince kendi derdini unuttu, Emoş’un haline acıdı.
Korkarak, ürkek gözlerle mağaradan dışarı çıktı, çevresini kontrol etti. Güneş ışınları Veroc’dan doğduğunda Xıdo ilk ışığın düştüğü toprağa kafasını gömdü öylece ağladı, toprağın üzerine düşen ışınları doyasıya öptü, öptü. Kafasını ve ellerini vadinin üzerindeki semanın boşluğuna kaldırdı duaya durdu sonra tekrar kapandı güneş ışınlarının düştüğü yere. Öptüğü yerden bir avuç toprak alıp ağzına attı. Bu çocuk yaşta güneşi tanrı olarak görmeyi nasıl idrak ettiğine Emoş da anlam veremedi. Annesi ve babasından gördüklerini, Beyaz Dağ’da yaşadıkları sonrasında taklid eden Xıdo kocaman bir adam gibi davranmaya başlamıştı. Ayakta kalabilmenin başka da şansı yoktu.
Kanlı Zımeq’ın ikinci gününde ayakta duracak takatları kalmayan Xıdo ile Emoş, kanlı elbiselerini ve kırmızıya boyanmış saçlarını yıkamak ve kan kokusundan kurtulmak için dereden akan suyun başına indiler.
Büyük dere kan kırmızı akıyordu. Yukarılarda bir yerlerde ölülerin bir kısmını dereye attıkları anlaşılıyordu.
Akan kan deresi ağlıyor, yukarıdan aldığı çığlıkları ile Rebet Vadisi’ne oradan Munzur Suyu’nun içine doğru ağlaya ağlaya aktı…Açlığa dayanamayıp avuç avuç toprak yiyen bu çocukları, saklandıkları kayalıkların arasından gören insanlar saklandıkları yerlerinden çıkıp onları yanlarına aldılar.
İkinci gün, akşam gölgelikleri henüz Zımeq köyüne düşmeden gökyüzünde alevler yükseldi. Alevler öyle kocamandı ki, gökyüzüne doğru uzanan Barık Dağı’nın silme zirvesini geçmişti.
O güne kadar ısınmış, yıkanmış, beslenerek faydalanmış oldukları ateş ilk defa yükselen alevleriyle Zımeq köylüleri için düşmana dönmüştü. Alevler içerisinde kalan köydeki evlerle birlikte bütün anılar da uçup gitmişti. Gerçi bunun da bir değeri kalmamıştı artık. Kimsesiz kalmış, ölüleri ortada kalan bir çocuk anıların peşine düşemezdi. Önce Beyaz Dağ, sonra silah takırtıları, süngüler sonra ateş tüm anılarının ve gelecek hayallerini küle çevirip öldürdü. Geçmişi silinip gitti alevler içerisinde.
Vadideki çeşmeden su içerek, geceleri de saklananların içinde en atik ve cesurlarının çıkıp dere yataklarında buldukları üzüm, üzüm yaprakları, meyve ve ot çeşitleriyle açlıklarını gidermeye çalıştılar. Kurşun ve süngü yaralarının acılarını yüreklerine bastılar, taştan bir koca yüreğe döndüler tek “ah” diyen olmadı. Yaralarına kurt girdi, iltihaplar bağladı, ateşler içerisinde yandılar, her şeye kendi iradeleriyle ve doğadan derman arayıp bulup tedavi oldular. Xıdo ile Emoş da bu yaralı, yetim kalan çocukların aralarındaydı. Kim yetim değildi ki, Koca bir Dersim yetim kalmıştı ve dünya olan bitene sırtını çevirmiş bir sağır sultan misaliydi.
Askerlerin bölgeden çekip gittiğine emin olana dek birkaç ay dağda ve vadide saklanarak hayatta kalmaya çalışan Zımeq köylüleri, devletin askerleri köylerden ve dağlardan çekildikten sonra yanmış köylerine geri gelmeye başladılar. Bazı aileler tamamen yok olmuşlardı, bazılarındansa ancak birkaç kişi kalmıştı. Geride kalanlar birbirlerinin yaralarına derman olurken, insani ihtiyaçlarını gidermek için birlikte yaşayarak ayakta kalmayı başarabilmişlerdi. Bir yıl sonra yeniden toprağı işlemeye başlayarak yaşamlarını idame etmeye çalıştılar.
Ölülerin altından birlikte çıkıp kurtulduktan sonra birbirine sığınan Xıdo ile Emoş hayatın zorluklarını birlikte karşılamaya başlamışlardı. Köylülerin yardımıyla tek gözlü bir ev yapılıp oraya yerleştirildiler. Önceleri minnacık yürekleriyle birbirine sokulmuş kardeş gibiyken, sonraları birer can dost ve arkadaş olup birbirlerine aşık oldular ve evlendiler.
Xıdo büyüdükçe diyaloğa girme, muhabbet etme gibi şeylerden uzak durdu, bütün bunlar kendisi için anlamsızlaşmıştı. Duymayan kulakları ile belki de köyün en mutlu insanıydı. Kimsenin feryatlarını duymadı, çığlık atanlara kulakları kapalıydı. O, yüreğini bu dünyaya kulakları aracılığıyla kapamıştı sanki. Çocukları oldu, sonra torunları. Xıdo zorunlu kalmadıkça hiç kimseye soru sormadı, konuşmadı. Soru soranları da kestirmeden cevaplar vererek geçiştiriyordu. Hiç kimsenin evine gidip misafir olmadı, yatıya kalmadı. Yıllar yılı küs yaşadı bu dünyaya. Azraili o kadar çok bekledi ki, 82 yıl Beyaz Dağ’ın acılarıyla yaşadı. Son yıllarında torunu Devrim’i kucağına alarak saklıyor, korumaya çalışıyordu, “dışarı çıkma seni öldürecekler. 38 gibi katledecekler hepimizi, sen dayanamazsın o çığlıklara, kimsesizliğe dayanamazsın, yetimliğe göğüs gelemezsin Devrimim” derdi. Beyaz Dağ katliamının yıl dönümünde Azrail’in yolunu gözledi, bekledi, içten içe yalvarırcasına arzuladı gelmesini.
Azrail Xıde Mışt’dan önce onun hayat arkadaşı Emoş’u ondan koparıp aldı. Bu da ayrı bir acıydı Xıdo için. Kapandı dünyasına bekledi zalim Azraili. 2015’te Azrail Zımeq’e inerek, “seni Beyaz Dağ acılarından kurtarmaya geldim” diyerek Xıdo’nun huzuruna çıktı. Gecikmiş bir kurtuluştu, cevap vermedi Azrail’e, gözlerini yumdu. Xıdo gözlerini bu dünyaya ebediyen kapattığı an kurtuldu, Beyaz Dağ’da dolanan çığlıklardan, gökyüzünde süngü uçlarında damla damla kanayan bebeklerin asılı kanlı yüreklerinden…
Xıdo ve Emoş şahsında 1938 Dersim soykırımı yaşayanların anısına saygıyla…
15 Kasım ‘16
Kasım Koç