“İçinde bir tutam
delilik olmayan hayat
eksik bir hayattır.” [1]
Ataol Behramoğlu’nun, “… insan olmak/ çoğalabilmektir başkalarıyla/ İnsansın, birinin canı yanıyorken/ senin de canın yanıyorsa,” dizelerini anımsatan bir devrimci ruh daha ayrıldı aramızdan… Çocuksu, coşkulu, insan gibi insandı…
Gerçek şudur ki Onun ölümüne inanmak zor, O az sonra kapımızı çalabilir…
Kolay mı? Can Yücel’in, “Bana Bir Varmış de!/ Bir Varmış Bir Yokmuş deme!/ İçime dokunuyor” şiirinin “Bir Varmış de” bölümünü gerçek kılmışlardandır Tuncel Kurtiz…
Ayşe Emel Mesci’nin, “Bilge bir kişiydi. Biraz da çılgın bir adamdı. Hayatı dolu dolu yaşadı,” diye betimlediği O; Yılmaz Güney’in ‘Umut’ filminde, Cabbar’ın (Yılmaz Güney’in) faytonuna atlayıp bir yandan sigara sararken bir yandan da para üzerine, varsıllık ve yoksulluk üzerine konuşan Hasan’dı…
Tunç Okan’ın ‘Otobüs’ filminde, İsveç’e kaçak işçi olarak gitmeye çalışan köylülerden biriydi… Çaresizliği, şaşkınlığı, olanaksızlığı ve yeryüzünün tüm çelişkilerini susarak anlatırdı yüzü…
Yılmaz Güney’in ‘Sürü’ filminin aşiret ağası Kürt beyi Hano’ydu…
* * * * *
77 yaşında hayata veda eden Tuncel Kurtiz, 1 Şubat 1936’da İzmit’in Bahçecik nahiyesinde doğdu. Bürokrat babasının görevi gereği ilkokulu sekiz farklı şehirde bitiren Kurtiz, ilk sahne deneyimini de Edremit’te bir ortaokulda okurken yaşadı.
Farklı şehirlerde devam ettiği lise hayatını Haydarpaşa Lisesi’nde sonlandırdı. İlk önce babası tarafından hukuk fakültesine yazdırılan Kurtiz, 15 gün sonra bu bölümü bıraktı ve İngiliz filolojisi bölümüne geçti, kendi ifadesiyle felsefe ve sanat tarihi bölümlerine “biraz baktı”.
İlk işi, İETT’de ışık kontrolörlüğü olan Kurtiz, İETT’de çalışan ünlülerin hikâyesinin anlatıldığı ‘İlk Durak’ belgeselinde o günleri şöyle anlatıyor:
“Edebiyat Fakültesi`nde okuyordum. Yazı da yazıyordum. Orhan Hançerlioğlu, üniversitelilere part time görevler veriyordu. Gittim iş istedim. O da bana lambalara bakma görevi verdi. Bebek’ten Arnavutköy’e lambalara bakıyordum. Yanmayan lambaları Talimhane`ye bildiriyordum. Ben bu yüzden hep yukarılara bakarak dolaşırım. Benim için de güzel bir dönem olmuştur.”
Profesyonel sahne hayatına 1959’da Dormen Tiyatrosu’nda başlayan Kurtiz, tiyatro kariyerine ABD, İsveç, Danimarka, Hollanda, Almanya gibi ülkelerde devam etti.
Haldun Taner, Özdemir Asaf, Münir Özkul, Can Yücel gibi isimlerle dostluk kuran Kurtiz, aynı zamanda sahne amiri olarak görev aldı, edebiyat matineleri sahneye koydu. ‘Keşanlı Ali Destanı’, ‘Devr-i Süleyman’ gibi oyunlarda rol aldı. Ancak tiyatroda en çok ‘Şeyh Bedrettin Destanı’yla akıllarda kaldı. Tiyatroda bu oyunla en güzel eleştirilerini Viyana’da aldığını söyleyen oyuncu, Bedrettin’in hikâyesini sinemaya da taşımak istiyordu.
Kurtiz’in ilk sinema filmi ise 1964’te Orhan Günşıray’ın yönettiği ‘Şeytanın Uşakları’ydı. Sonrasında sinemadan hiç kopmayan Kurtiz, röportajlarında buna Yılmaz Güney’in vesile olduğunu söyler. Üniversiteden beri arkadaşı olan Güney, Kurtiz’e film çevirmeye devam etmesinde ısrarcı olur. 1967’ye kadar 30 filmde rol alan Kurtiz, Yılmaz Güney’in senaryosunu yazıp başrolünü oynadığı ‘Konyakçı’, ‘Krallar Kralı’ gibi filmlerde rol alır. Vedat Türkali’nin yazıp yönettiği ‘Sokakta Kan Vardı’da da yine Yılmaz Güney’le beraber kamera karşısına geçer.
1966’da Lütfi Akad’ın ‘Hudutların Kanunu’nda rol almadan önce durumunu şöyle tarif eder: “Bana asla yapabileceğimin ötesinde bir iş vermediler. Ben hep ikinci adamdım. Bir yerde tamamlıyordum bir şeyi. Bir türlü uçmama fırsat gelmedi aslında. Uçmak istiyorum, uçamıyorum. O rol gelmiyor bir kere. Hep arada duruyorum”
1966 yapımı ‘At, Avrat, Silah’ta ilk kez Yılmaz Güney tarafından yönetilen Kurtiz, efsane sinemacıyla beraber 1970’te ‘Umut’u çeker ve Türk sinema tarihinin köşetaşlarından biri ortaya çıkar.
Kurtiz, 2008’de Pınar Aydın’a filmin olaylı çekim hikâyesini anlatır: “Yılmaz bana ‘Umut’u yapıyoruz gel’ dedi. Yedek subayım o zaman. ‘Umut’u çekebilmek için çok samimi bir doktor arkadaşım, sen zaten delisin diyerek bana rapor aldı. 15 gün yattım ve 15 gün boyunca beni tedavi etti. Filmi bitirdik ve tayinimi Kuştepe’ye yaptılar. Terhis olduğumda filmi de bitirdik. Umut, babasının hikâyesiydi. Babası evlerinin temellerine kadar kazmış define arıyor.”
Yurtdışına çıkması yasaklanan film, ‘Çiçek’ Arif ve Tuncel Kurtiz tarafından bavulla Fransa’ya götürülür, Cannes’da gösterilip büyük ilgi görür. Kurtiz “İyi ki gitmişim. Çünkü ben gitmeseydim film gösterilemeyecekti. Bobinler karmakarışık sarılıp bavula konulmuştu. Filmi bilen tek insan bendim orada. Doğru sıralamayı yapana kadar canımız çıktı. Ama yetiştirdik filmi. Yılmaz, o sırada filmi kaçırmaktan içeri alındı. Ben dönmedim, nereye dönüyorsun. Ne diyeceğim ben kaçırmadım mı diyeceğim. Arif mi kaçırdı diyeceğim filmi” der.
Türkiye sinema tarihinin diğer klasiklerinden Tunç Okan filmi ‘Otobüs’, Erden Kıral imzalı ‘Kanal’ gibi filmlerde rol alır. 1978’de ise ‘Sürü’ gelir. Yılmaz Güney’in senaryosundan Zeki Ökten’in çektiği ve Berlin’de Protestan Film Jürisi ödülünü alan, SİYAD tarafından yılın filmi seçilen, Locarno’da en iyi film ödülünü kazanan filmi ‘Sürü’, Tuncel Kurtiz’in kariyerinde de önemli bir yere oturur. ‘Sürü’yü izleyen tiyatro yönetmeni Peter Brook, o sırada New York’ta olan Kurtiz’in peşine düşer. Ve ikili, 2.5 sene boyunca dünyayı dolaşır. Yine ‘Sürü’yü 1986’da İsrail’de seyreden Shimon Dotan, Kurtiz’e ‘Kuzunun Gülümseyişi’ filminde rol teklif eder. Kurtiz, hiç bilmediği bir dil olan Arapça oynadığı bu rolle Berlin Film Festivali’nden erkek oyuncu ödülü kazanır. Erden Kıral’ın 28 yıl sonra Türkiye’de gösterim izni alabilen ve senaryosu da Orhan Kemal’in hikâyesinden Tuncel Kurtiz tarafından uyarlanan ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’si, Yılmaz Güney’in son filmi ‘Duvar’, oyuncunun filmografisindeki diğer klasiklerden bazıları.
Senaryosunu yazıp yönettiği ve oynadığı ‘Gül Hasan’la En İyi Senaryo Altın Portakalı’nı da ödülleri arasına katar. Kurtiz, Türkiye sinemasında üretimin yavaşladığı 90’larda da çalışmayı sürdürür. Tunca Yönder’in ‘Ağrı’ya Dönüş’ü, Reis Çelik’in ‘Işıklar Sönmesin’i, Derviş Zaim filmi ‘Tabutta Rövaşata’ ve Barış Pirhasan filmi ‘Usta Beni Öldürsene’de oynar. Fatih Akın’ın ‘Yaşamın Kıyısı’nda filmiyle övgüler almaya devam eder.
Son yıllarında ‘Ezel’deki Ramiz karakteri ve ‘Muhteşem Yüzyıl’daki Ebu Suud karakterleriyle televizyon izleyicisi tarafından da tanındı. Televizyonlar için programlar yaptı. 2011’de de Altın Portakal’da Yaşam Boyu Başarı Ödülü aldı.
Kurtiz, yaşamının son yıllarında TV programcılığına da girişecekti. 2010 yaz döneminde Edremit’in Çamlıbel kasabasında işlettiği Zeytinbağı adlı butik otelde dostlarını ağırlayarak ‘Tuncel Kurtiz ve Dostları’ adlı bir program yapmıştı. Kurtiz, aynı yıl BBC’nin Hayat (Life) belgeselini seslendirdi.
“Tuncel Kurtiz’in az bilinen bir de İsveç serüveni var… 12 Mart 1971 darbesinden sonra geldiği İsveç’te kimi siyasi sığınmacılar gibi günlük, bireysel sorunların tutsağı olmadı. Sonu çürümeye, yozlaşmaya varan yalıtılmış bir yaşamı seçmedi.”[2]
Ayrıca Gezi Parkı’nda başlayan Haziran İsyanı’nı da destekleyen Kurtiz’in oynadığı bazı tiyatro oyunları şunlardı: ‘Şahane Züğürtler’ (Dormen Tiyatrosu-1962), ‘Çok Tuhaf Soruşturma’ (Ferhan Şensoy-Orta Oyuncular-1998), ‘Yolcu’ (Nâzım Hikmet-Genar Tiyatrosu-1967) ‘Keşanlı Ali Destanı’ (Haldun Taner-Berlin Schaubühne Tiyatrosu-1984), ‘Mahabaratta’ (Hint Destanı-Peter Brook-1985).
Rol aldığı bazı sinema filmlerini bir kez daha sıralayacak olursak: ‘At Avrat Silah’ (1966), ‘Umut’ (1970), ‘Sürü’ (1978), ‘Silahların Kanunu’ (1966), ‘Kıran Kırana’ (1966), ‘Krallar Ölmez’ (1967) ‘Hudutların Kanunu’ (1966), ‘Çirkin Kral’ (1966), ‘Otobüs’ (1974), ‘Zeit der Rache’ (1990), ‘Täcknamn Coq Rouge’ (1989), ‘Yaşamın Kıyısında’ (2007).
* * * * *
Erden Kıral’ın, “Çok yönlü bir insandı. Sadece sinema değil, tiyatro, şiir ve edebiyatla da çok yakınen ilgilenirdi. Klişe bir laf vardır ya; ‘Yeri kolay kolay doldurulmaz’, işte öyle biriydi; Reis Çelik’in, “Tuncel Abi için bir şey söylemek ne ki, yetmez, milyon şey söylemek gerek”; Sungu Çapan’ın, “Sahnede ya da kamera karşısında olsun her zaman oyunculuğun kitabını yazmış, hak ettiği ilgiyi ancak son yıllarında çekildiği Kaz Dağları’nda bulabilmiş büyük bir aktör,” diye betimledikleri “Onun oynadığı bir sahne muhakkak bir farklılık kazanırdı. Sadece perdede ya da sahnede değil, hayatta da Kurtiz’in varlığı bulunduğu ortamı değiştirir, canlandırırdı. O sanki dünyanın bütün pozitif enerjisini yansıtan biriydi.”[3]
Gelin isterseniz Mehmet Açar’ın ‘Büyük Oyuncu, Gerçek Sanatçı’ yazısından bir bölümü okuyalım:
“Şimdi düşünüyorum da Tuncel Kurtiz’le olmak her zaman unutulmaz deneyimlere hazır olmak anlamına geliyordu. Gezici Festival’le birlikte Türkiye’nin birçok şehrine gider, orada gençlerle, insanlarla çabucak kaynaşırdı. Açılış törenlerinde herkes Tuncel Kurtiz’in sahneye çıkacağı anı dört gözle beklerdi. Sohbetine doyum olmaz, sahneye çıktığında ise tek kelimeyle hipnotize edici olurdu. 50’li yılların sonundan 60’ların sonlarına dek Dormen Tiyatrosu, Kent Oyuncuları ve Genar Tiyatrosu’nda sahneye çıkan Kurtiz, ünlü tiyatro kuramcısı ve yönetmen Bertolt Brecht’in koyduğu ayrımla hem dramatik hem de epik oyunculuktan örnekler vermiş, politik tiyatro hareketi içinde yer almıştı. Son yıllarda sinemaya ağırlık verse de, tiyatrodan vazgeçemiyordu. Özellikle Gezici Festival’in Anadolu’nun çeşitli açılış törenlerinde Sema Moritz ile birlikte sergilediği sahne performansları gerçekten etkileyiciydi.”
* * * * *
Muhsin Ertuğrul Sahnesi’ndeki anma töreninde, “Çapulcular seni unutmayacak” sloganları eşliğinde yolcu edilen Tuncel Kurtiz, “Son nefesine kadar “komünistim” diyen, her fırsatta barıştan söz eden, Emek Sineması’nın yıkılmasından üçüncü köprü katliamına yaşamı savunan her yerde bulunan, Gezi’nin en genç direnişçisiydi,” Çağdaş Günerbüyük’in ifadesiyle…
Kolay mı? Onun hakkında “Tuncel Ağabey sadece siyasi duruşuyla değil, varoluşuyla devrimciydi, içinde yanan ateş nedeniyle devrimciydi, o sonu gelmez araştırma dürtüsüyle devrimciydi,”[4] diye ekli Ayşe Emel Mesci de…
Gezi’de başlayan Haziran İsyanı’na destek veren Tuncel Kurtiz, gençlere seslendiği bir konuşmasında, “Apolitik diye bilinen gençlerimizin demokratik haklarına sahip çıkmak için verdikleri mücadeleyi yürekten destekliyorum. Onların üzerindeki ölü toprağının kalkması ile artık bir şeylerin daha güzel olacağı umudunu taşıyorum. Diren Gezi Parkı diren. Çok güzelsiniz, çok güzelsiniz çocuklar,” diye haykırırken; yine bir röportajında, “Siz nasıl hatırlanmak istersiniz?” sorusuna şu yanıtı vermişti:
“Hiç umrumda değil, ne derlerse desinler… Bakın en çabuk Türkiye’de gömerler ölüyü. Ben ölüme inanmıyorum. Belki bahar ülkesine açılan kapıdır ölüm. Hepimiz bu kapıdan geçeceğiz. Nedir ki bu dünya? Daha bunu yanıtlayamıyoruz ki, ölümün yok oluş olduğunu nereden bileceğiz? Şamanların yaptığı gibi ölünce mezarıma iki şişe şarap, sevdiğim filmlerimi ve bitiremediğim kitaplarımı koysunlar. O yolculukta onları bitireyim.”
* * * * *
Şimdi burada bir parantez açıp, vurgulamalı: Onu ‘Ezel’deki “Ramiz Dayı”, ‘Muhteşem Yüzyıl’daki “Ebu Suud” karakterleriyle “özdeşleştirme”ye kalkışanlara gelince; söylenmesi gereken ilk şey “Saçmalamayın” olmalıdır!
Bu konuda Aziz Şah, “Ölçek küçüldükçe anlamlar da küçülür, yok olur. ‘Ramiz Dayı öldü’ dediler. Tuncel Kurtiz’e yapılabilecek en büyük hakaret ona ‘Ramiz Dayı’ demektir. Sizin ‘Ramiz Dayı’ diye bildiğiniz, Türk dizi sektörünün çiğneyip tükürdüğü bir karakterdir. İçinde Tuncel Kurtiz olmasaydı satmayacak bir ‘kabadayı’ karakteri. Tuncel Kurtiz’in dediği gibi, ‘Bu sempatiler çok çabuk unutulur, bel kemiğimiz yok çünkü. Yeni bir dizi gelir, o kaybolur, öteki başlar. Ama sinema, kitap kalır.’
Bazı karakterler vardır hayatta, insana ölümsüzmüş gibi gelir. Hiç ölmeyecekmiş gibi. Tuncel Kurtiz’in ölümü de öyle işte. Bu güne kadar röportajlarıyla en çok karşılaştığım sanatçı belki. O da komünist olduğu içindir. ‘500 senedir kapitalizmle dünyanın nereye geldiği ortada. Bir milyar insan açlıktan ölüyor. Yalnız Irak’ta bir milyondan fazla insan öldürüldü. Devlet anamızın sütü hep bir tarafa akıyor’ dediği içindir. Yılmaz Güney’den yadigâr kaldığı içindir,”[5] derken; Şiar Rişvanoğlu da ekler:
“Şimdilerde herkes, özellikle burjuva basını, medyası, hatta hayatını karşısında mücadele etmeye adadığı burjuva siyasi şahsiyetleri (bakınız Ömer Çelik) bile onun ne büyük bir oyuncu olduğundan bahsediyor, özellikle de son dönemlerde bilinen ‘Ramiz Dayı’ karakterine gönderme yaparak övgüler düzüyor. Hayatın ironisi işte, bütün ömrünü kapitalizmi yıkmaya adamış, adıyla sanıyla ‘komünist’ Nâzım’a yapılanlar, -mezarı başında işadamlarının anma yapması, şiirlerinin Erdoğan’dan MHP’li vekillere kadar bir sürü düzen tetikçisi tarafından okunuyor olması gibi- şimdi de Tuncel Kurtiz’e yapılmaya çalışılıyor.
Ama ne yaparlarsa yapsınlar, o bütün bunlara cevabını neyse ki yaşarken hem de dolu dolu vermişti. Kurtiz yıllar önce, bir söyleşide aynen şöyle demişti: ‘Komünistim evet. İnsanlık için komünizmden başka yol var mı?’ O önce Nâzım’ın, sonra Yılmaz Güney’in yol arkadaşıydı, yoldaşıydı. Adı ‘komünizm’ olur, aradaki terminolojik farkla da birlikte ‘sosyalizm’ olur, ‘başka bir dünya’ olur, her ne ise savaşsız, sömürüsüz, özgür bir dünya için yaşadı, oynadı, söyledi. Siyasi kimliği ve tercihlerinin bedelini de sürgünle, baskıyla, çileyle bir bir ödedi.
Öyle etkileyici bir kimlikti ki, Hürriyet gibi bir düzen gazetesi bile şu sembolik sözlerini (bir fotoğrafla birlikte) vermek zorunda kaldı: ‘Gündelik hayatta halk otobüsü kullanıyorum. Bu da benim ‘Maserati’m, ama halkımla birlikte kullanıyorum.’ Anlayana bir dünya! Onu ısrarla TV karakterleriyle anmak isteyen dönsün ve Tekel işçilerine gönderdiği mesajları, Gezi İsyancılarına, cezaevindeki devrimcilere, Cumartesi Anneleri’ne, Kürt kadınlarına, Grup Yorum üyelerine gösterdiği dayanışmayı uzun uzun gözden geçirsin. O zaman Kurtiz’in ölümüne üzülmeleri (zaten üzülmüyorlar da!) değil, ‘sevinmeleri’ gerektiğini anlayacaklar. Çünkü o bir sanatçı olarak, çok sevdiği Marx’ın deyişiyle ‘kapitalizmin mezar kazıcılarından’dı. Tıpkı Umut filminde, ‘Hasan’ olarak, Arabacı Cabbar’la (Yılmaz Güney) Ceyhan nehrinin kıyısında yaptıkları o muhteşem kazı sahnelerindeki gibi! Mezun olamadığı ama çok çok iyi öğrendiği felsefeyi, filolojiyi, psikolojiyi, sanat tarihini ve hukuku hayatı boyunca işçi sınıfı için, emekçiler için, ezilen halklar için, bilcümle direnen ve isyan edenler için eşsiz bir estetikle kullanmıştır. Son nefesine kadar! ‘Sonsuza dek’, işçi sınıfının sanatçısı, hayat oyununun güzel ‘usta’sı, büyük aktör, halk adamı, her fırsatta gururla söylediği gibi: ‘komünist’!”[6]
* * * * *
Özetin özeti: “Sevdalıydı… Sevdalımızdı yani bizim… Ve bir kez daha, sevdalımız komünistti bizim… Tuncel Kurtiz, güçlüydü, kuvvetliydi, kavga etti mi ederdi, dövdü mü döverdi… Gümbür gümbür sesiyle sahneyi de mahalleyi de inletirdi. Müziğin her dalını seviyordu”…[7]
Üniversitede hukuk fakültesi, filoloji, felsefe, psikoloji ve sanat tarihi bölümlerinde okur. Okuduğu okulların hiçbirinden mezun olmaz. Sevdiği bir iki hocanın dersleri hariç, çoğu zaman okula bile gitmez, elinde kitap dolu bir bavulla dolaşır, daha çok kantinde otururdu. Bavulunda ise James Joyce, Faulkner, Sait Faik, Cahit Sıtkı, Orhan Veli, James Hilton, Rabindranath Tagore’un kitapları olurdu…
Can Yücel’in dediği gibi “Onların uşakları, bizim dostlarımız var”. Parası olmadığı zaman böyle der. Parası olduğu zaman da cüzdanı yoktur; ne bankada bir hesabı, ne de başka bir şey. Kazandığı parayı ya mutfakta bir kavanoza ya da arabasının bagajında bir kese kâğıdına koyardı.
“Ölümü gömdüm, geliyorum Bir sonbahar günüydü, geliyorum Güneşler buz gibiydi, geliyorum Ve bütün kötülükler Ölümün armaları gibiydi. Size anlatırım, geliyorum.”
Bir ölüm sahnesinde okumuştu bu dizeleri O…
Edip Cansever’in şiirinde geçtiği gibi oldu bir sonbahar günü henüz daha akşam olmamışken geldi haberi: “Sinemacı Tuncel Kurtiz hayatını kaybetti.”
“İnsana yakışır olduğundan hâlâ komünistim,” demişti Devrim Büyükacaroğlu ile yaptığı söyleşisinde; “Başka bir çare göremiyorum ki. Kapitalizmin ve emperyalizmin dünyaya yaptığı kötülük, iğrençtir. Komünizm beklenmedik bir şekilde Rusya’da ortaya çıktı, çok geri bir toplumun atağıydı. 100 sene bile sürmeyen bir macera yaşandı. Çocuktu, bebekti daha sosyalizm… Adımını yeni attı ve her taraftan baltaladılar. Şili’de adımını attı, sarayı bombalayıp Allende’yi öldürdüler. Bizde bir adım atıldı; bir, iki, üç darbe… Hepsi de Amerika’nın oyunuyla olmuştur. Ben komünizmle dünyanın bir bahçe hâline gelebileceğine inanıyorum. İnsana yakışır bir şey olduğundan hâlâ komünistim diyorum. Marşımızda dediğimiz gibi, “Biz bu karanlık yolun sonunda doğacak güneşi görüyoruz” çünkü…” derken bu sözler Onun manifestosuydu sanki…
Hasılı denilebilir ki, “Bunca donanıma/ birikime ve emeğe, toplumdan devşirdiği bunca sevgiye karşın, ‘Herkes kendisi kadardır’ diyebilen bir ölümlü, yaşamdan başka ne beklesin ki… O boşa geçmemiş yaşama imza attı…”[8]
13 Ocak 2014 18:43:55, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[*] Kaldıraç, No:152, Şubat 2014…
[1] Paulo Coelho.
[2] Ali Haydar Nergis, “Tuncel Kurtiz’in İsveç Serüveni…”, Cumhuriyet, 6 Ekim 2013, s.9.
[3] Cüneyt Cebenoyan, “Türkiye Tuncel Kurtiz’i Sevenler Kadardır”, Birgün, 30 Kasım 2013, s.13.
[4] Ayşe Emel Mesci, “Külün Altındaki Ateşi Arayan Adam”, Cumhuriyet, 7 Ekim 2013, s.15.
[5] Aziz Şah, “Yılmaz Güney Sinemasının Son Anti-Kahramanı: Tuncel Kurtiz”, Gerçek, 29 Eylül 2013… http://gercekgazetesi.net/kultur-sanat/yilmaz-guney-sinemasinin-son-anti-kahramani-tuncel-kurtiz
[6] Şiar Rişvanoğlu, “Hasta Siempre, İşçi Sınıfının Sanatçısı, Hayatın ‘Usta’sı!”, Gerçek, 28 Eylül 2013… http://gercekgazetesi.net/siar-risvanoglu/hasta-siempre-isci-sinifinin-sanatcisi-hayatin-ustasi
[7] Evin İlyasoğlu, “Özgürlüğün Simgesiydi”, Cumhuriyet, 2 Ekim 2013, s.17.
[8] Ayşegül Yüksel, “Gökyüzünde Parlasınlar”, Cumhuriyet, 1 Ekim 2013, s.14.