ÖTEKİLEŞTİRİLMENİN TÜRKÇESİ: “AZINLIKLAR”

 

ÖTEKİLEŞTİRİLMENİN TÜRKÇESİ: “AZINLIKLAR”

TEMEL DEMİRER

TEORİK/ KAVRAMSAL PARANTEZ

ÖTEKİ(LEŞTİRME)”NİN TÜRKÇESİ

İNKÂR VE ASİMİLASYON DEĞİRMENİ T.“C”

ÖTEKİ(LEŞTİRME)NİN GENEL DÖKÜMÜ

TAHRİR DEFTERLERİ

1913-1914 RUM KAÇIRTMASI

1915-1916 ERMENİ SOYKIRIMI

1921’DE GİZLİ HIRİSTİYANLAR

1934 TRAKYA OLAYLARI

1934 İSKAN KANUNU

1942 VARLIK VERGİSİ KANUNU

6-7 EYLÜL 1955 YAĞMASI

1978 KAHRAMANMARAŞ VE ÇORUM KATLİAMLARI

12 EYLÜL, 28 ŞUBAT DARBELERİ

ERMENİLERİN SOY KODU: 2

İYİ DE NEDEN” Mİ?

KEMALİST DÖNEM

DERİNLEŞİP, YAYGINLAŞTIRILAN TÜRKLEŞTİRME

VE BUGÜN

ROMAN ÖRNEĞİ

DEVLET TAVRI, CEZASIZLIK

SONUÇ YERİNE”

ÖTEKİ(LEŞTİRİLME)NİN TÜRKÇESİ: “AZINLIKLAR”[1]

TEMEL DEMİRER

Ayrımcılık

insanın kendisine duyduğu tiksintiyi

başkasına yöneltmesinden ibarettir.”[2]

Türkiye’de Öteki Olmak…” konusunda diyeceklerime başlamadan belirtmem gerek: “Türkiye Türklerindir!”, “Ne Mutlu Türküm Diyene!” diyenlerden değilim.

Her daim halkların, etnik grupların kardeşliğinin yanında, “ama”sız, “fakat”sız eşitliğini savunanlardanım.

Tekçilik”ten, “asimilasyon”dan malûl düşünce(sizlik)lere ve “hoşgörü” söylencelerine prim vermeyenlerdenim!

“Neden” mi?

W. Goethe’nin, “Hoş görmek, bir anlamda incitmek, hakaret etmektir”; Jean Rostand’ın, “Hoşgörüde bir katman var ki küfürle sınırdaş”; W. Somerset Maugham’ın, “Hoşgörü, kayıtsızlığın bir başka adından başka bir şey değildir,” saptamalarını çok önemserim de ondan…

Siz bakmayın, “hoşgörü” söylencelerini gerektiğinde “zorunluluk” mazeretleriyle bezeyerek tersine çevirip, resmî ideolojiyi rasyonalize etmeye kalkışanlara!

“Ege ve Trakya bölgelerinden Osmanlı vatandaşı Rumların bir kısmının savaştan önce Yunanistan’a tehcir edildiği doğrudur. Buna bakarak, savaş ortamı yokken bile Osmanlı’nın ırkçılık duygularıyla azınlık düşmanlığı yaptığını söylemek mümkün mü? Resme böyle bakarsanız mümkün… Fakat böyle bakmak yanlıştır,” diyen Taha Akyol da onlardan birisidir!

İnsanları, sırf “Rum” diye vatanlarından koparacaksınız; sonra da bunu “makul” göreceksiniz!

Olmaz böyle şey!

Görmüyor, bilmiyor olamazsınız!

Yaklaşık bir asırlık dönemde Anadolu’nun ve İstanbul’un insan dokusunda inanılmaz bir değişim yaşandı. Geç gelen “ulus-devlet” bilincinin savaşlarla harmanlanması, cumhuriyet Türkiye’sinin kuruluşuna trajik “yok oluşlar”ın eşlik etmesini de beraberinde getirdi. Anadolu’nun zenginliği ortadan kalktı, İstanbul ise tek kelimeyle “çoraklaştı”.

1920’de bile yani 1915 “büyük Ermeni tehciri”nden, soykırımından yıllar sonra bile, Diyarbakır’da Müslümanların toplam nüfusun yüzde 40’ını oluşturduğunu, bunların yarı yarıya kendilerini Türk ve Kürt diye tanımladığını, kent nüfusunun Katolik ve Ortodoks Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, Yezidiler, Keldaniler ve diğerlerini barındırdığını biliyor muydunuz?

Bir imparatorluk başkenti olarak İstanbul’un zenginliğini varın siz değerlendirin… Ama hiç kuşku yok ki, İstanbul’un en büyük kaybı, bu kente ruhunu veren Rumlar olmuştur. Belli bir “zamanaşımı”nın ardından, mekanik bir soğuklukla bahsediyoruz çoğu zaman ama evlerinden, vatanlarından kitleler hâlinde sürülen İstanbul Rumları, hep aynı hasretin sıcaklığıyla yaşadı. Yunanistan ‘da kendilerini hiçbir zaman evlerinde hissetmediler. Her karışında anılar bıraktıkları İstanbul’a özlemle yaşadılar ve çoğu o hasretle yaşama veda etti…

Bu noktada söz “Müsaadenizle şahsi bir anı aktarmak istiyorum” diyen Ayca Yılmaz’a bırakayım:

“Atina’nın bir mahalle tavernasında oturuyorduk. Orada yaşayan dostumuzu ziyarete giderken, yanımızda Türkiye’den rakı götürmüştük. Tavernada şişeyi açtık. Bütün gözler bizim masaya çevrildi. Anladık. Bütün masalara dağıttık şişedekini. Ardından, masamıza konuk olan İstanbullu bir Rum, ‘Siz bilmezsiniz İstanbul’u, bir de ben geldiğimde gezdireyim sizi’ derken gözleri dolu dolu olmuştu…”

Sahi, hiç düşündüğünüz oldu mu? Türk olmayan ya da Türkleştiremediğimiz komşularımız nasıl kayboldu? Anadolu neden böyle çoraklaştı?

Duydunuz mu bilmem? Turizm ve Kültür Bakanı Sayın Ömer Çelik, Türkiye’den kaçırılan, göçe zorlanan Müslüman olmayan azınlıklara bir çağrı yapıp, “Geçmişte yapılan bazı yanlışlıklar yüzünden ülkemizi terk etmiş Hıristiyan ve Yahudiler var. Hepsine ‘Ülkenize geri dönebilirsiniz’ diyoruz,” dedi…

Bu çağrı, 1930’lardan günümüze kadar çeşitli baskılar nedeniyle doğup büyüdükleri, yurttaşı oldukları Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan yüz binlerce Rum, Ermeni, Yahudi, Süryani ve Yezidi’yi ilgilendirmektedir.

Türkiye kamuoyu, 1934 Trakya Olayları, 6/7 Eylül 1955 Olayları, 1942/1943 Varlık Vergisi, Yunan uyruklu Rumlara karşı uygulanan, fakat ailelerinin de etkilendiği Türkiye’yi terk etmelerine ilişkin Bakanlar Kurulu kararı gibi (1964) uygulamalar gibi belli başlı olanlar dışında Türkiye genelinde Müslüman olmayan azınlıklara karşı yapılan baskılardan habersizdir.

Bu baskılara en somut örnek 1964 yılından başlayarak varlıkları Lozan Antlaşması’nın ilgili hükümlerince güvence altına alınmış, tümü Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Gökçeada (İmroz) ve Bozcaada (Tenedos) Rumlarına karşı gerçekleştirilen uygulamalardır.

Bu uygulamalar kapsamında 1964 yılında yaklaşık 6 bin Rum’un yaşadığı Gökçeada’da ve yaklaşık bin Rum’un yaşadığı Bozcaada’da ilkin Rum okulları kapatılmış, okul çağında çocuk sahibi aileler Yunanistan’a göçe zorlanmıştır. Rumlara ait tarım alanları büyük çapta kamulaştırılmış, Gökçeada’da ada dışına hayvan satışıyla Rumların balıkçılık yapmaları yasaklanmıştır. Böylelikle gelir kaynakları kurutulan Rumlar çareyi Yunanistan’a göçte bulmuşlardır. Bunlar da yetmemiş, adada bir açık cezaevi kurulmuş, Türkiye’nin dört bir yanından getirilen, çeşitli adi suçlardan hükümlü binlerce mahkûm adaya salınmış, sayıları giderek azalan Rumlar korkudan evlerinden çıkamaz olmuştur.

Bugün Gökçeada’da 273, Bozcaada’da ise 22 Rum kalmıştır. Giden Rumların geride kalan evleri, tarlaları gasp edilmiş, hukuksuzluklar birbirini kovalamıştır. Bugün haklarını arayan Rumların hukuksal başvuruları ya mahkemelerde ya da bürokraside takılıp kalmakta, yetkililerin elleri çoğu kez Rumların haklarını teslim edecek kararların altına imza atmaya gitmemektedir.

Ne olur bana resmî ideolojinin, “azınlıklara” ya da “ekalliyete” yüzlerce yıllık “hoşgörü” hikâyelerinden söz etmeyin!

O hikâyelerden bugüne uzanan, olsa olsa, Canan Kızılaltun’un aktardıklarıdır:

“Roman’ın yaşam alanını elinden al, evini yık, çocuğunu okula alma, hastasını hastaneye sokma, gencine iş verme, kiralık evine layık görme, bakkalından alışveriş yaptırma, ondan sonra da ‘bunlar hırsız, yankesici yavv’!

Nasıl bir memlekette nefes alıyor, nasıl bir memlekette yaşamaya çalışıyoruz biz! Bu nasıl bir faşizmdir aklım almıyor. Alevîlerden nefret ediyoruz. Ermenilerden nefret ediyoruz. Kürtlerden nefret ediyoruz. Romanlardan nefret ediyoruz. Abhazlardan nefret ediyoruz. Az kaldı yakında Gürcülerden, Lazlardan, Çerkezlerden, hülasa bu memlekette nefes alan her etnik kimlikten nefret edeceğiz. İş öyle bir noktaya geldi ki ‘beyaz’, ‘erkek’, ‘Türk’, ‘Müslüman’, ‘Sünni’ değilsen, hiiiç boşuna yaşama!

Bursa Yıldırım ilçesi Meydancık mahallesi’nde bir beyaz Türkümüz rahatsız olduğu ‘Çingeneler’i bakanlığa şikâyet ediyor. Neymiş; kalabalıklarmış, gürültücülermiş, hırsızlık yapıyorlarmış, uyuşturucu satıyorlarmış, bıkmışlarmış, usanmışlarmış. Mışmışmış… Bir insanı ya da bir yaşam biçimini ya da bir etnik aidiyeti, bir kimliği, bir yönelimi sırf ontolojik nedenlerden dolayı şikâyet etmek nedir?”

“Nedir” mi?

Bir etnik aidiyeti, bir kimliği ötekileştiren ırkçılıktır! (Ancak etnik aidiyetler de, karşıtlığı da “sonsuz” değildir; sınırı vardır.)

TEORİK/ KAVRAMSAL PARANTEZ

Etnik deyimi, eski Yunanca ‘ethnikos’ kelimesinden geliyor ve müşterek kültürel bağlar ve değerleri paylaşan (dinsel, ulusal… vb.) ve bazen de fiziksel karakteristikleri içeren sosyal gruplar anlamında kullanılıyor.

Etnik farklılıklar özünde çelişkili farklılıklar değildir. Ancak, etnik farklılıklar, belli toplumsal koşullarda bir karşıtlığa dönüştüklerinde karşımıza özel bir durum çıkıyor.

Bu özel durum üzerinde düşünürken, önce bir başka toplumsal farklılık/ çelişki türüne, sınıf çelişkisine bakmak yararlı olabilir. Kapitalist toplumda sınıfsal çelişkiye yol açan farklılıklar bireylerin kendilerinden değil, toplumsal yapı içindeki farklı konumlarından kaynaklanır. Birey işçi olduğunda işçi sınıfına aittir. Bu konumdan çıktığında bu özelliğini kaybeder hatta, sermaye sahibi olabilirse kapitalist sınıfa katılabilir.

Emek-sermaye çelişkisi, bir tarafın varlığının öbürüne bağımlı olduğu bir çelişkidir. İşçi kapitaliste, kapitalist işçiye göre tanımlanır. Bu çelişkinin çözümüne ilişkin dinamikleri bu çelişkinin karşıtlık biçimi (üretim araçlarının mülkiyeti, artık değerin üretilmesi, paylaşılması gibi) içerir. Bu çelişki çözüldüğünde, bağ koptuğunda, her iki konum da ortadan kalkacaktır. Bu çelişki aşılarak bir senteze, yeni bir toplumsal yapıya yol açabilir. Bu yüzden bu diyalektik bir çelişkidir.

Buna karşılık, etnik farklılıklar, bireyin istese de terk edemeyeceği kimi “organik” olarak değerlendirilen özelliklerden kaynaklanır. Birey ait olduğu etnik kimliğini (yok saysa bile) yok edemez. Bu nedenle etnik farklılıklar bir etnik karşıtlığa dönüştüğünde karşımıza özgün bir durum çıkıyor. Bu durumu, Zizek’in, Karatani üzerinden gelerek bize, Kant’tan aktardığı “antinomi” kavramının yardımıyla düşünmeyi deneyebiliriz.

“Antinomi”, taraflarından birinin öbürüne indirgenemediği, diyalektik bir senteze ulaşılarak aşılamayan bir çelişki, karşıtlıktır. Bir “antinomi” ile karşı karşıya olduğumuzda, bu karşıtlığı eleştirmeye, başlarken onu oluşturan unsurların özelliklerinden hareketle değil, bir üçüncü noktadan yaklaşmak (“parallax” bakış) gerekecektir. Örneğin, bugün karşımızda, bir taraftan bakınca “Kürt sorunu”, öbür taraftan bakınca “Türk sorunu” olarak görülen bir karşıtlık var. Bu karşıtlığa yönelik radikal bir eleştirinin, tarafların “sorun” algısının dışında üçüncü bir noktadan bakan bir yaklaşımı gerektirdiğini düşünüyorum.

Yoksa, “çözüm” seçenekleri karşımıza, ilişkinin, parçalanması (ayrılma) ya da taraflardan birinin yok olması (asimilasyon) ile sınırlanmış olarak çıkabilir. Üstelik şiddet içeren bu iki “seçenek”, asla “sorunu” ortadan kaldıracak bir kesinliğe ulaşamayacak, en fazla karşıtlığı geçici bir süre, şiddet kullanarak bastıracaktır.

Üçüncü bir noktadan hareketle, dışından, eleştirildiğindeyse, bu “antinomi” yönetilebilir (yapının istikrarını bozmayacak, egemenlik ilişkilerini koruyacak bir düzeyde tutulabilir) ya da tümüyle ortadan kaldırılabilir.

Acaba, etnik olarak farklı grupların birlikte barış ve uyum içinde yaşayabilmesini sağlamak için bu “antinomi”, her iki tarafı da kapsayabilecek bir üçüncü ilişkinin içine gömülerek yönetilebilir mi?

Örneğin bu üçüncü ilişki, “Tanrı önünde eşitlik” vaat eden dini bir kimlik, ya da “yasalar önünde eşitlik” vaat eden “vatandaşlık” olabilir mi? Tarihsel deneyler (Yugoslavya, ÇHC), bir kez antinomi oluştuktan sonra, bir başka, üçüncü kimlik noktasından yapılan yaklaşımın yeterli olmayacağını, ancak geçici çözümler sunabileceğini gösteriyor. Çünkü, dini ya da vatandaşlık kimlikleri çelişkili sınıf konumları üzerinde şekillenmiş toplumsal yapılarda (örneğin, kapitalizm) patlayıcı çelişkileri taşımaya devam ediyorlar. Bu çelişkiler de etnik “antinomiyi” yeniden patlayıcı bir noktaya itebiliyor.

Bu etnik karşıtlığı (antinomiyi), kimi reformlarla da sonsuza kadar biteviye yönetmeye kalkarak Sisifus’un yükünü üstlenmek yerine, reformlara ek olarak ortadan kaldırmayı amaçlamak daha gerçekçi bir seçenek olabilir. “Üçüncü noktayı” bir başka kimlikte değil, etnik kimlikler arası ilişkiyi, karşıtlığa dönüştürerek bir antinomiye yol açan, maddi koşullarda, yapının ekonomi politiğinden kaynaklanan çelişkilerde arayabiliriz.

Eğer bu saptama doğruysa, antinomiye dönüşmüş etnik karşıtlığa, gerek reformlar yoluyla yönetmek, gerekse ortadan kaldırmak için, yaklaşırken, öncelikle kapitalizmi, varsa feodal ilişkileri, bunlar üzerinde yaşayan emperyalist süreçleri eleştirmek gerekecektir.

Aksi takdirde, yasal, kurumsal, ne kadar kapsamlı, ayrıntılı düzenlemelerle (reformlarla) yönetilirse yönetilsin, toplumsal zenginliğin üretiminden, bölüşümünden, bunu sağlayan siyasi yapı içindeki konumlardan (sınıfsal farklılıklara) kaynaklanan çelişkiler, kaynakları anlaşılamadığı takdirde, etnik kökenli eşitsizlikler olarak görülebilecek, gösterilebilecek, böylece etnik gruplar arası ilişkiler, özellikle, gelir dağılımının bozulmaya, ekonomik güvensizliklerin artamaya başladığı dönemlerde, kolaylıkla “antinomiye” dönüşecek, dönüştürülecek, bir kez dönüştükten sonra, yapılmış tüm reformlara karşın, ekonomi politikten gelen maddi belirleyiciler ortadan kalkmadıkça, yok olmayacaktır.[3]

ÖTEKİ(LEŞTİRME)”NİN TÜRKÇESİ

O hâlde ekonomi politikten gelen maddi belirleyicileri ortadan kalkmadıkça, ODTÜ Felsefe Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ahmet İnam’ın, “Hep haklı olmak tehlikelidir… İnsanların ‘benim dilim, benim dinim, benim etnik kimliğim’ demesi çok büyük bir tehlikedir…”

ODTÜ Felsefe Bölümü’nden Prof. Yasin Ceylan’ın, “Öteki insanlığın tarifini daraltır…”

Bilgi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Turgut Tarhanlı’nın, “Kimlikler bakımından, farklı kimliklere mensubiyet bir ayrıcalık olamayacağı gibi aynı zamanda bir mağduriyetin de nedeni olmamak zorundadır,” saptamalarının altını özenle çizip, hatırlatalım…

“Ulus-devletlerin hepsinin karnesi, iş insan haklarına ve adalete geldiğinde, birbirinden zayıf notlarla dolu” vurgusuyla ekler Karin Karakaşlı:

“Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesi sırasında 1924’te iki ülkenin de kendi ülkelerinin yurttaşlarını din esası üzerine zorunlu göçe tabi tutmasına yol açmış, mübadele ile 1 milyon 200 bin Ortodoks Hıristiyan Rum Anadolu’dan Yunanistan’a, 500 bin Müslüman Türk de Yunanistan’dan Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmıştı. Türkiye’de sadece İstanbul kenti ile Gökçeada ve Bozcaada’da oturan Rumlar, Yunanistan’da ise sadece Batı Trakya Türkleri mübadeleden muaf tutuldular. Aradan geçen onyıllar boyunca Varlık Vergisi, 6-7 Eylül, Kıbrıs olayları ile akın akın göç etmeye devam eden İstanbul Rum nüfusu 2 bin kişi kalmışsa, bu da bir şeyler anlatıyor olmalı…”

Haksız da değildir.

Darbecilerin ‘İç Tehditler’ raporunda Ermeniler mutlak düşman olarak nitelendiriliyor. Ayrıca tehcirin de yasal ve haklı bir politika olduğu savunulmaktadır. 12 Eylül darbe davasına Genelkurmay Başkanlığı tarafından gönderilen “Türkiye’ye Yönelik İç Tehdit” raporunda, Hıristiyan azınlıklara ilişkin fişlemeler de yer alıyor. Ermenilerin ağır bir dille eleştirildiği raporda, 1914-1915 olaylarının “yasal ve haklı olduğu” savunuluyor. Raporda, Rumların Ermenilerle işbirliği içinde oldukları savunulurken, ayrıca Süryani ve Yahudilerin de dikkatle izlenmesi tavsiyesinde bulunuluyordu.[4]

Bu kadar da değil!

Devlet, Türk ve Müslüman olmayan vatandaşlarını kaydederken, kendi anlayacağı şekilde birer de numara eklemiş. Böylece, 1-2 ve 3 numaralarıyla Rum, Ermeni ve Yahudi vatandaşlar kayıtta ayrıştırılırmış.

Uygulama, Lozan Antlaşması’yla azınlık statüsü ve belli haklar kazanmış Müslüman olmayan azınlıkların bilinmesi şeklinde açıklandı…

Gerekçe olarak Lozan Antlaşması gösterildiği zaman, dönemin koşulları falan diyerek bir takım mazeretler dile getirilebilir. Ve getirildi ama, bunun doğru olmadığı da 4 ve 5 gibi iki numaranın daha kullanılmasıyla ortaya çıktı.

4 sayısı Süryanilerin tasnifinde kullanılıyormuş, 5 ise “diğerleri” içinmiş.[5]

Söz konusu tabloda Türkiye’yi terk eden 1947 İstanbul doğumlu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu Gregory Athanassiadis, “Ben kendimi istediğim kadar Türkiye’ye ait hissetsem de, devlet ve yaşadığım ortam bana yabancı gibi baktı. Öteki, hem de ‘şüpheli bir öteki’ gibi davrandı. Haklarımın sınırlı olduğunu fazlasıyla hissettirdi. 6-7 Eylül olaylarını, o zaman 8 yaşımda olmama rağmen daha dün gibi hatırlıyorum. Yolda Rumca konuşan arkadaşlarımın dövüldüğünü, otobüsten indirildiğini gördüm. 4 sene askerlik yapmış olan babamın, varlık vergisi, amele taburları olaylarını anlatışı hâlâ kulaklarımda. Evet, maalesef bütün ulus devletlerde herkesin bir ötekisi vardır, Almanya’da Yahudi, Amerika’da siyah, İrlanda’da Katolik, Yunanistan (Batı Trakya) ve Bulgaristan’da Türk, İsrail’de Filistinli ‘öteki’dir,” derken İshak Alaton da ekliyor:

“Türkiye bütün gayrimüslimleri ve ötekileri korkuttu ve hapsetti diyebilirim. Öyle ki iki kimlikli, yani kendi içinde şizofren insanlar yarattı. Dışarıya karşı rahat görünmek isteyen ama içinde başıma her an bir şey gelebilir tedirginliği yaşayan insanlar… Aslında bu insanların hepsi hasta oldu. Doğrudur, babam da öyleydi. Kendimi bildim bileli de hep böyle insanlarla karşılaştım. Lefter’in kamerayı kapattırmasını çok iyi anlıyorum çünkü ben açık konuşan bir gayrimüslim olarak istisna olduğumun idrakindeyim. Ama benim istisna olmam bu ülkedeki kuralı teyit ediyor. Mutlu yaşamak istiyorsan, gizli yaşa diye mottomuz var. Daha ne…

Rejim 90 yıl boyunca zenofobik (yabancı düşmanlığı) ve antisemitik (Yahudi düşmanlığı) oldu. Ben böyle deyince bir soru geldi; ‘Araştırmalara göre toplumun yüzde 60’ı Yahudi komşu istemiyor, bu nasıl iş’… Bana göre yüzde 60 hiç Yahudi’yle temas etmediği ve rejim onu gayrimüslimlere karşı endoktrine ettiği için böyle düşünüyor. Koskoca Türkiye’de 21 bin 500 Yahudi kalmışız, 19 bin 500’ü İstanbul’da, 2 bini İzmir’de… Bir zamanlar 300 bindik. Şimdi bizi görmüyor ve tanımıyorlar. Sebep bu bence…”

“Azınlık” ilan edilenlere karşı zenofobiye ilişkin önemli verilerden birisi de, Türkiye tarihinin en önemli yansımalarından Yeşilçam sinemasıdır. Bu görsel tarih içinde de azınlıkların temsili, toplumun belki yüzlerce yıllık önyargısını yansıtıyor. Yaşar Üniversitesi Araştırma Görevlisi Dilara Balcı onlarca filmi araştırarak yazdığı ‘Yeşilçam’da Öteki Olmak’ kitabıyla azınlıkların beyazperdedeki yansımalarını inceledi. Sonuç mu? Ne yazık ki Yeşilçam’ın gayrimüslimlere bakışı da toplumun genelinden pek farklı değil. Önemsenmiyorlar, görmezden geliniyorlar.

Onlara, meyhaneci, kuyumcu ya da seyyar fotoğrafçı olarak rastlayabilirsiniz. O zaman şanslısınız demektir. Genelde, huysuz pansiyoncu, paragöz hayat kadını veya zalim tefeci olarak karşımıza çıkalar. Onlar Yeşilçam’ın ötekileridir…

Dilara Balcı’nın ‘Yeşilçam’da Öteki Olmak-Başlangıcından 1980’lere Türkiye Sinemasında Gayrimüslim Temsilleri’ başlıklı yapıtı, acı gerçeği ortaya koyuyor. İşte kitaptan bazı önemli anekdotlar:[6]

NUBAR TERZİYAN, AYHAN IŞIK’IN AMCASI DEĞİLDİR”

Kitaptaki ilginç notlardan birinin kahramanı ise Nubar Terziyan ve Ayhan Işık. Terziyan Ayhan Işık öldükten sonra bir gazeteye, “Oğlum Ayhan. Dünya fanidir ölüm herkese nasip ama, sen ölmedin zira geride bıraktığın bizlerin ve milyonların kalbinde yaşıyorsun. Ne mutlu sana (…) Amcan: Nubar Terziyan.” şeklinde bir ilan verir. Bu ilanın yayımlanmasının ardından Ayhan Işık’ın gayrimüslim olarak algılanmasından endişe duyan ailesi şöyle bir ilan verir: “Önemli bir düzeltme. ‘Amcan Nubar Terziyan’ imzasıyla çıkan ilanla sevgili varlığımız Ayhan Işık’ın hiçbir ilişkisi yoktur. (…) Görülen lüzum üzerine üzüntüyle duyururuz. Ailesi.” İlandan da anlaşılabildiği gibi Işık’ın ailesi, ünlü oyuncunun ‘Ermeni’ olarak anılabileceğinden büyük endişe duymuştur.

KENAN PARS: “BEN BİR TÜRK’ÜM”

1950 ve 1960’lı yılların ünlü jönü Kenan Pars, bir röportajında Kirkor Cezveciyan kimliğiyle hatırlanmak istemediğini şöyle dile getirir: “Kirkor Cezveciyan, sadece kimliğimdeki adım. Kullanmıyorum. Ben Türkiye vatandaşı Kenan Pars’ım. (…) Türkiye’de doğan, Türkiye Cumhuriyeti nüfus cüzdanını taşıyan, bir Türk gibi yaşayan adama ne denir? Ben bir Türk’üm. Türk olmanın anlamını hissediyorsan sen de Türk’sün.”

TERZİYAN’IN CESARETİ

Ermeni kökenli olan oyuncular -Nubar Terziyan dışında- etnik kimliklerini gizleme ihtiyacı hissetti. Türkiye’de adıyla sanıyla Ermeniliği akla gelen ilk kişi, Yeşilçam’ın tonton adamı Nubar Terziyan. Soğuk ve kötü adam tipinin vazgeçilmez aktörlerinden Kenan Pars ise herkesçe tanınsa da asıl adının Kirkor Cezveciyan olduğu ve seslendirme yapıldığından tipik bir Ermeni aksanıyla konuştuğu dahi bilinmez. Yeşilçam’ın olmazsa olmazlarından Vahi Öz’ün, Sami Hazinses’in, Turgut Özatay’ın, Naşit Özcan’ın çocukları Selim Naşit ve Adile Naşit’in – “Hababam Sınıfı”nın Adile Ana’sının- Ermeni olduğu kimsenin aklına bile gelmez. Ama Toto Karaca aksanıyla ele verir kendisini.

SELDA ALKOR’UN BABASI KİMİ ÖLDÜRDÜ?

İstanbul’un işgal altında olduğu yıllarda yaşamış ve çok sayıda Türk polisi öldürmesiyle nam salmış gerçek bir karakter olan Hrisantos karakteri de Yeşilçam’da kendisine sıkça yer bulur. Gerçek adı Hristo Anastadiyadis olan Hrisantos’un sabıka fişinde doğum tarihi 1898, tabiyetinin Osmanlı, mezhebinin Rum ve mesleğinin terzi çırağı olduğu yazmaktadır. Hrisantos, çocuk denecek bir yaştan itibaren soygunculuğa başlamış ve bir çete kurmuştur. Bir muhallebici dükkânını soyup, dükkân sahibi Recep Usta’yı öldürdükten sonra yakalanan çete üyeleri, kısa süre sonra koğuşlarının altından bir tünel açarak kaçmayı başarmışlardır. Bu tarihten sonra İngiliz istihbarat servisine casusluk yapmaya başlayan Hrisantos, İngilizlerden para ve silah yardımı almaya başlamıştır. Hrisantos ve çetesi, hapisten kaçmalarının ardından çok sayıda polis öldürmüş, İstanbul polis teşkilâtına terör estirmişlerdir. Hrisantos, 7 Eylül 1920 tarihinde, ihbar üzerine bir evde kıstırılmış, Komiser Yardımcısı Muharrem Alkor ve polis memuru Cafer Tayyar tarafından vurulmuştur. Hrisantos’u vuran silah bugün hâlâ polis müzesinde sergilenmektedir. Muharrem Alkor da Hrisantos’la mücadelesini anlatan “Hırisantos’u Ben Öldürdüm” isimli bir kitap yazmıştır. Muharrem Alkor, Yeşilçam’ın ve bugünün ünlü oyuncusu Selda Alkor’un babasıdır. Hrisantos karakteri Kani Kıpçak’ın 1951 yapımı ‘İstanbul Kan Ağlarken’, Lütfi Akad’ın yönettiği 1952 yapımı ‘İngiliz Kemal Lawrens’a Karşı’, Semih Evin’in 1966 yapımı ‘Ay Yıldız Fedaileri’, Remzi Jöntürk’ün 1974 yapımı ‘Sayılı Kabadayılar’ filmlerinde sıkça seyircinin karşısına çıkar. Ancak, 1950’li yılların tarihi filmlerinin maceralı olay öykülerinde bir gerilim öğesiyken, 1960’lı yıllarda Türk’ün üstünlüğünü seyirciye ispat etmek maksadıyla kullanılan bir unsura dönüşmüştür. 

GAZETECİYE KIZ VERMEZLER!

1933 tarihli ‘Cici Berber’ filminde berber dükkânında kasiyerlik yapan Eleni isimli bir Rum kızıyla, gazeteci Selim’in evlilikle sonuçlanan aşkları anlatılır. Ancak Eleni’nin babası Yani ise gazeteci düşmanıdır ve Selim’i kovar. Eleni ve Selim’in izdivacıyla son bulan film din ve millet farkının aşka engel etmediği yapımlardan biri olarak kayıtlara geçer. Kıbrıs krizinin patlak vermesinin ardından 1960’lı ve 1970’li yılların filmleri, seyircide İstanbul’da yaşayan tüm Rum kadınları cinselliğini ön plana çıkarmaktan ve fuhuş yapmaktan imtina etmeyen karakterler olarak resmetmiştir. Orta yaşlı Ermeni kadınların payına ise pansiyonculuk yapan ‘madam’ karakteri düşmüştür.

Yeşilçam’daki anlatım dili, genel olarak toplumun azınlıklara karşı önyargılarını yansıtır.

Bu önyargının yarattığı stereotiplerin kimisi yüzlerce yıllık bir geçmişe sahiptir. Geleneksel Türk tiyatrosundaki Yahudi tiplemesinin cimriliğine, korkaklığına ve para hırsına Shakespeare’de de, günümüze ait popüler eserlerde de rastlanır. Buna karşın Rum kadının hafifmeşrepliği ve Rum erkeklerin güvenilmezliği gibi stereotipler Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında şekillenmeye başlamış; ilk roman ve ilk modern tiyatro eserlerine yansımıştır.

Yeşilçam’ın en sevdiği gayrimüslim tiplemeleri Ermenilerdir. Bu tiplemelerin en popüleri pansiyonculuk yapan, ağzıbozuk, paragöz, orta yaşlı dullardır. Bencil ve cimri olmalarına karşın seyircinin sempatik bulduğu bu tiplemeler filmlerde güldürü unsuru oluşturmaktadır. Ermeni erkek tiplemeleri esnaf olarak karşımıza çıkar. Rum kadınların fettan ve oldukça tehlikeli film kişileri olduğu görülürken; Rum erkekler soyguncu, hırsız ya da çete üyesidir. Yine dönem filmlerinde Rum karakterlerin Milli Mücadele’ye engel oluşturan iç tehditler olarak sunuldukları dikkati çeker. Yahudi tiplemelerle ise belirtmiş olduğum gibi yüzlerce yıllık cimri ve korkak Yahudi imgesi sürdürülür.

Günümüz sinemasında da gayrimüslim imgesinin elli yıl öncesinden farklı değil. Bu kitabı okuyanlar, gayrimüslimlere dair basmakalıp fikirlerin henüz değişmediğini daha iyi anlayacaklardır. Güz Sancısı filminde 6-7 Eylül Olayları anlatılırken başkarakter Elena’nın fahişe olması; Kurtuluş Son Durak filminde eşi ve çocuğu olmayan Vartanuş’un hasta babasıyla birlikte yaşaması; Aşk Geliyorum Demez filminde esnaf Miran Dayı’nın yalnız yaşayıp, yalnız ölüşü güncel örneklerden yalnızca birkaçıdır.

İNKÂR VE ASİMİLASYON DEĞİRMENİ T.“C”

T.“C”, bir inkâr ve asimilasyon değirmenidir.

Kolay mı? Cumhuriyet tarihi boyunca 12 bin 211’i köy ismi olmak üzere 28 bin isim, asimilasyon amaçlı olarak değiştirildi.

Bir sistem asimilasyonu akla koyunca isimleri de değiştirir, isim sahip ve varislerinin dünyasını da. Anadolu, kültürlerin beşiği; dolayısıyla kökleri eskilere dayanan birçok uygarlığın mirasını barındıran bir yer. O mirastan biri de şüphesiz ki isimlerdir. Tarihimizle, kültürümüzle bağlarımızı kopartmak için isimlerimizin çoğunu değiştirdiler. İsim değiştirme uygulamasının gerekçesi “yabancı dil ve köklerden gelen ve kullanılmasında büyük karışıklığa yol açan adların Türkçe adlarla değiştirilmesi” şeklinde gösteriliyor; oysa uygulamalara bakıldığında, buradaki birinci hedefin isimler değil, isimlerin temsil ettiği kültürler olduğu ortadadır.

Nitekim Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri isim tahrifatı ile etnik köken inkâr ve tahribatının birlikte yapıldığını görüyoruz. “Bu memleketin efendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır; o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır”. Bu sözler, beyni ırkçılık virüsüyle hasta edilmiş câhil bir gence değil, 1924’te kabul edilen anayasanın hazırlayıcıları arasında yer alan, birkaç üniversitede hukuk dersleri veren, Cumhuriyet döneminde “adalet bakanlığı” da yapmış Mahmut Esat Bozkurt’a ait.

“Biz açıkça milliyetçiyiz. Ve milliyetçilik bizim yegâne birlik unsurumuzdur. Türk ekseriyetinde diğer unsurların (ırkların) hiçbir nüfûzu (etkisi) yoktur. Vazifemiz Türk vatanı içinde Türk olmayanları behemehâl (mutlaka) Türk yapmaktır. Türkler’e ve Türklük’e muhalefet edecek anasırı (unsurları) kesip atacağız. Ülkeye hizmet edeceklerde her şeyin üstünde aradığımız, Türk olmalarıdır”. Bu sözlerin sahibi de, kemalist Cumhuriyet’in “Tek Adam”ı ve “Ebedî Şef”i Mustafa Kemal’den sonra gelen “İkinci Adam”ı ve “Milli Şef”i İsmet İnönü’dür.

Bozkurt ve İnönü’nün sözleri yanlışlıkla ağızdan kaçan hezeyanlar değil, Cumhuriyet dönemi boyunca kabul görmüş ve uygulanmış resmî söylemin ifadesidir aslında.

Bir yalan ve tezvirat makinesi olan resmî söylemin “ilk” yalan ve “ilk inkâr 1915’tir. Adlandırılışı üzerinden kıvranılan ama esasen özü sahiplenilemeyen büyük utanç. Yumuşak karın olarak dış siyasetin orta yerinde duran, parlamento tasarıları ve 24 Nisan anmaları gibi alerjik tarihlerde yüz yüze gelinen, devlet refleksinden en esaslı biçimde payını alan Ermeni soykırımı…

Gayrimüslim vatandaşlara yabancı muamelesi çekilen 1934 Trakya, 1942 Varlık Vergisi, 6-7 Eylül 1955 olayları, 1964 mübadelesi gibi tarihin kırılma noktaları varsa, Alevîlerin tarihteki sayısız kırımlar bir yana, yürek yakan ve sonraki inkârlarıyla da mağdurları daha kerelerce öldürmeye devam eden Maraş ve Sivas yıkımları var. Dersim zaten bir başına acılar coğrafyası; Kürtlerin tarihi desen, varlığın inkârı üzerinden temellenmiş bir isyan ve zulüm silsilesi. Hayat diye bilinen hep o kökünü kurutma çabası…

Ve bunların hepsinin altın da T.“C” gerçeği yatıyor!

“Nasıl” mı?

Bir araştırmaya göre, Türkiye’de 1940-2000 yıllarında köylerin yüzde 35’inin adı değiştirildi. Kürtçe, Ermenice, Gürcüce, Lazca isimlerin yanı sıra içinde “kızıl”, “çan”, “kilise” gibi “sakıncalı sözcükler” geçen Türkçe adlar da tarihe karıştı

Fırat Üniversitesi Beşeri ve İktisadi Coğrafya Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Harun Tunçel’in araştırmasına göre, 1940-2000 yılları arasında 12 bin 211 köyün, yani tüm ülkedeki köylerin yüzde 35’inin ismi değiştirildi. İsim değiştirme furyasından en çok Doğu Karadeniz, Doğu ve Güneydoğu Anadolu etkilendi. Erzurum’un 653, Mardin’in 647, Diyarbakır’ın 555, Van’ın 415, Sivas’ın 406, Kars’ın ise 398 köyü bir gecede haritadan silindi. Kürtçe, Gürcüce, Lazca ve Ermenice olarak bilinen köy isimleri büyük ölçüde değiştirilirken, içinde “kızıl”, “çan” ve “kilise” sözcüğü geçen “sakıncalı” bazı köylere de yeni isimler verildi. Kürtçe sanılan bir ismin aslında Sümerce, Türkçe sanılan bir köy isminin de Ermenice olabileceğine dikkat çeken Tunçel, “Dilbilimcilerin incelemesi sonucu Sümer, Akad, Urartu gibi uygarlıkların dillerinden izlere de rastlanabilir,” dedi.

Doç. Dr. Harun Tunçel’in 1940-2000 kesitini kapsayan, ‘Türkiye’de İsmi Değiştirilen Köyler’ çalışması, Türkiye’nin yakın tarihinin görmezlikten gelinen bir sayfasına ışık tutuyor. 1940’dan günümüze hem Türkçe olmayan hem de Türkçe köy adlarında geniş çaplı bir isim değiştirme operasyonu yapıldığını belirten Tunçel’in verdiği bilgiye göre köy isimlerine değişiklik tablosu şöyle:

* İsimleri değiştirilen köyler tüm Türkiye’ye yayılmış. Ancak, Doğu Karadeniz ile Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde belirgin bir yoğunlaşma var. Köylerin yeni isimleri henüz, halk tarafından tümüyle benimsenmedi. Özellikle orta yaştakiler ile yaşlılar hâlâ eski isimleri tercih ediyor.

* Türkiye’de yer adlarının değiştirilmesi işlemleri Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri yapılıyor. Örneğin Artvin ilinde büyük kısmı Gürcüce olan yerleşim adları ‘Meclis- i Umûmiyye -i Vilâyet’ (İl Genel Meclisi) kararıyla 1925 yılında tümüyle değiştirildi.

* Ad değiştirme işlemleri İçişleri Bakanlığı’nın 1940 yılı sonlarında hazırladığı 8589 sayılı genelgeyle resmileşti ve ‘yabancı dil ve köklerden gelen ve kullanılmasında büyük karışıklığa yol açan yerleşme yerleri ile tabii yer adlarının Türkçe adlarla degiştirilmesi’ başlatıldı. Genelgenin ardından valilikler tarafından yabancı dil ve köklerden gelen yer adlarına ilişkin dosyalar hazırlanarak bakanlığa gönderildi. Ancak bu çalışmalar 2. Dünya Savaşı nedeniyle uzun süre aksadı. 1949 yılında 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu’yla isim değiştirme işlemleri yasal bir dayanağa kavuştu. 1957’de ‘Ad Değiştirme İhtisas Kurulu’ kuruldu. Bu kurulun çalışmaları, çeşitli kesintiler olmakla birlikte 1978 yılında ‘tarihi değeri olan yer adlarının da’ değiştirildiği gerekçesiyle işlemlere son verilinceye kadar sürdü.

* Türkiye’de ismi değiştirilen köylerin sayısı 12 binden fazla. Bir başka ifadeyle köylerin yaklaşık yüzde 35’inin ismi değiştirildi. İsim değiştirme işlemlerinde en çok dikkat edilen özellik Türkçe olmayan veya olmadığı düşünülenler ile karışıklığa sebep olan isimlerin öncelikle ele alınması.

* Aptaldam, Atkafası, Cadı, Çürük, Deliler, Domuzağı, Dönek, Hırsızpınar, Hıyar, Kaltaklı, Keçi, Kıllı, Komik, Kötüköy, Kuduzlar, Sinir, gibi anlamları güzel çağrışımlar uyandırmayan isimler ile içinde ‘kızıl’, ‘çan’, ‘kilise’ kelimesi olan köylerin isimleri de değiştirildi. Kürt, Gürcü, Tatar, Çerkez, Laz, Arap, muhacir gibi kelimeler içeren köy isimleri de ‘bulundukları ortamda bölücülüğe meydan vermemek’ için tarihe gömüldü.

* Karadeniz bölgesinde en çok dikkati çeken özellik Trabzon ile Rize arasındaki yoğunlaşma. Trabzon ve Rize’de toplam 495 köyün ismi değiştirildi. 20’si Türkçe’yken, diğerleri Rumca, Lazca, Ermenice, Gürcüce oldukları için silindi. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da da yok olan isimler çoğunlukla Ermenice, Kürtçe veya Arapça kökenliydi.

Doç. Dr. Harun Tunçel, isimleri değiştirilen köylerin eski isimlerinin kökenini ortaya koyan bir çalışma olmadığını söyledi. Bu konu üzerinde dil bilimcilerin çalışması gerektiğinin altını çizen Tunçel, “Bu iş için de Türkçe, Farsça, Arapça, Ermenice, Zazaca, Kurmanca, Süryanice-Aramca, Sümerce, Akadca, Urartuca gibi pek çok dil ve lehçesi ile ilgili derinlemesine bilgi sahibi olunması gerekir” dedi.

Köy isimlerinin zaman içinde değiştiğini, Kürtçe sanılan bir ismin aslında Sümerce, Türkçe, Aramca olabileceğini, aynı şekilde Türkçe sanılan bir ismin Arapça, Ermenice veya Akadca olabileceğini anlatan Tunçel, “Hatta dilbilimcilerin incelemesi sonucunda şu anda yaşamayan Sümer, Akad, Urartu gibi uygarlıkların dillerinin izlerine de rastlanabilir. Yer adlarının değiştirilmesi konusunda da kanuni bir sıkıntı yoktur, prosedür uygulanırsa bu mümkündür” diye konuştu.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın memleketi Rize’nin Güneysu ilçesinin eski ve hâlen halk arasında yaygın olan ismi ise ‘Potomya’. Doç. Dr. Tunçel’in araştırmasına göre 2000 yılı itibarıyla ismi değiştirilen köylerin illere göre dağılımı şöyle:

Adana (169), Adıyaman (224), Afyonkarahisar (88), Ağrı (374), Amasya (99), Ankara (193), Antalya (168), Artvin (101), Aydın (69), Balıkesir (110), Bilecik (32), Bingöl (247), Bitlis (236), Bolu (182), Burdur (49), Bursa (136), Çanakkale (53), Çankırı (76), Çorum (103), Denizli (53), Diyarbakır (555), Edirne (20), Elazığ (383), Erzincan (366), Erzurum (653), Eskişehir (70), Gaziantep (279), Giresun (167), Gümüşhane (343), Hakkâri (128), Hatay (117), Isparta (46), İçel (112), İstanbul (21), İzmir (68), Kars (398), Kastamonu (295), Kayseri (86), Kırklareli (35), Kırşehir (39), Kocaeli (26), Konya (236), Kütahya (93), Malatya (217), Manisa (83), Kahramanmaraş (105), Muğla (70), Muş (297), Nevşehir (24), Niğde (48), Ordu (134), Rize (105), Sakarya (117), Samsun (185), Siirt (392), Sinop (59), Sivas (406), Tekirdağ (19), Tokat (245), Trabzon (390), Tunceli (273), Şanlıurfa (389), Uşak (47), Van (415), Yozgat (90), Zonguldak (156)![7]

Burada inkâr ve asimilasyonun, “Bir Kararla Değişen Mahalle ve Köylerin İsimleri Şimdi Artık Destan Oldu” başlıklı dizelere nasıl yansıdığını da aktarmadan geçmeyelim:

“Bir kararla değişen/ Mahalle ve Köylerin eski ismini öğren,/ Menfaatin icabı değişikliği yapan,/ Ecdadını unutma istikbale bakarken.

Trabzon’un kazası, ‘Atina’, ‘ Viçe’, ‘Rize’/ Bunları yazışımız garip gelmesin size,/ Telaffuzu dahi zor asırlık karyeleri,/ Yeni isimleriyle gerek var bilmemize.

Rize bir kaza idi, vardı üç nahiyesi,/ Kura-ı seba idi ikizdere ilçesi,/ Kalkandere bilinir ‘Karadere’ namıyla,/ Elzemdir Çayeli’nin ‘Mapavri’ bilinmesi.

‘Viçe’ oldu Fındıklı, ‘Atina’ oldu Pazar,/ Pazar’ın nahiyesi sadece tek Hemşin var,/ Ardeşen bir beldeydi, Pazar’ın içersinde,/ Çamlıhemşin beldeydi, büyüktü Hemşin kadar.

Yeni isim verilmiş karye olan her yere,/ Önce sıra verelim mahalle ve köylere,/ Sonradan ilçe olan Derepazarı gibi,/ Önceden belde idi Güneysu, İyidere.

Bağdatlı, Portakallık biliniyordu ‘Haldoz’,/ Balsu’nun ismi ‘Canco’, Değirmendere ‘Pindoz’,/ Pilavdağı, Kambursırt ikisiydi ‘İksenit’,/ Kaplıca ‘Büyük Samrı’, Dağsu idi ‘Carıhoz’.

Kavaklı’ydı ‘Kamenit’, Çorapçılar ‘Sırahoz’,/ Paşakuyu ‘Kaluhten’, Yağlıtaş ‘Kangalınoz’,/ ‘Kale, Müftü, Yeniköy’ aynı adla anılır,/ Şimdi Hamzabey olmuş ‘Humrik’ ile ‘Ramanoz.’

Atmeydanı ‘Vonit’‘ti Çamlıbel’di ‘Haçenoz’,/ Pehlivan’ Peripoli’, Fener’in ismi ‘Hurtoz’,/ ‘Piriçelebi’ ile ‘Eminettin’ aynıdır,/ Mermerdelen’in ismi bilinir ‘Kamaşinoz’.

Tophane ‘Pabik’ idi, Gülbahar’dı ‘Kuvaroz’,/ Ekmekçiler’in ismi bilinir ‘Arkılıkoz’/ Reşadiye ‘Roşi’‘ydı, İslâmpaşa’ydı ‘Humrik’,/ Camiönü ‘Arkotıl’, Halatçılar ‘Filiboz’.

Mahallelerden sonra Köylerden edelim söz,/ Küçükköy ‘Küçük Samrı’, Gölgeli idi ‘Setroz’,/ ‘Karasu, Karayemiş, Anbarlık’ değişmemiş,/ Kırklartepe ‘Kandava’, Camidağı ‘Mağaloz’.

Kasarcılar ismi ‘Salaruha Atyanoz’,/ Güneşli Köyü ‘Kapnes’, Yemişlik ‘Serandenoz’,/ Üçkaya ‘Uma Tohlı’, Ortapazar’dı ‘Uma’,/ Beştepe Köyü ‘Kofin’, Kendirli idi ‘Ğoloz’.

Köprülü Köyü ‘Fosa’, Kokulukaya ‘Lıkoz’,/ Azaklıhoca ‘Sıkrık’, Selimiye ‘Ğılıçoz’,/ Çiftekavak bilinir, ‘Ağalınoz-u İslâm’,/ Bildircin Köyü ‘Hanis’, Müderrisler ‘İvaroz’.

‘Sinekli’ Düzköy,’Sağur’,’Kışlak’ Küçükköy ‘Konyat’,/ Güzelköy Köyü ‘Harvel’, Yolüstü Köyü ‘Tarkat’,/ Sütlüce Köyü ‘Aron’, Pazarköy’dü ‘Mişona’,/ Pehlivantaşı Köyü eskidendi ‘Canbolat’.

Soğukçeşme’ydi ‘Hohol’, Taşköprü’ydü ‘Lestengoz’,/ Muğlalı ‘Mahanca’‘ydı, Uzunköy Köyü ‘Rados’,/ Elmalı’ydı ‘Kaçaran’, Kireçhane’ydi ‘Fatla’,/ Topkaya ‘Filargoz’‘du, Alipaşa ‘Savalos’.

Küçükçayır’dı ‘Andon’, Taşlıdere ‘Askoroz’,/ Kömürcüler’di ‘Singaz’, Üzümlü’ydü ‘Holitoz’,/ Zincirliköprü Köyü eskindendi ‘Kaçeran’,/ Muradiye ‘Ruspa’ydı, Yiğitler’di ‘Ahincoz’.

Akarsu’yla Pekmezli biliniyordu ‘Ğutoz’,/ Kocatepe, Çiftekavak ‘Ağraloz’,/ Ketenli’ydi ‘Ayancos’, Dağınıksu’ydu ‘Godri’,/ Gündoğdu-Hamidiye, ikisi ‘Mirakaloz’.

Veliköy idi ‘Vela’, Akpınar’dı ‘Kalamoz’,/ Söğütlü Köyü ‘Raşot’, Balıkçılar ‘Hamalyoz’,/ ‘Aytonos Çıkara’‘ydı Bozukkale’nin ismi,/ Taşpınar ‘Concik’ idi, Taşlık’tı ‘Kuzandonoz’.

Adacami Köyüyle Yenicami ‘Kuriloz’,/ Taşcami’yle beraber Selamet Köyü ‘Kanboz’,/ ‘Gürgen’ Köyünün ismi kayıtlarda aynıdır./ Tepecik ‘Vonit-i Rum’, İslâhiye ‘Kasatoz’.

Kiremitköy ‘Kalharaf’, Dumankaya ‘Puluhoz’,/ Ulucami ‘Hazavit’, Küçükcami’ydi ‘Veroz’,/ ‘Singaz’ diye anılır Tepebaşı, Yeşilyurt,/ Ortaköy, Kibledağı, ikisi birden ‘Setoz’.

Şimdi Derepazarı, eski ismi ‘Filandoz’,/ Bahattinpaşa ‘Hama’, Tersane ‘Mağalaroz’,/ Çeşmeköy idi ‘Muskas’, Eriklimanı ‘Malpet’,/ Uzunkaya’ydı ‘Ruspa’, Bürücek’ti ‘Akatoz’,

Sandıktaş Köyü ‘Hancı’, Yanıktaş’tı ‘Argaloz’,/ Kirazdağı Köyünün ismiydi ‘Şimadiyoz’,/ Maltepe’nin ismi ‘Hos’, Çukurlu Köyü ‘Çaklı’,/ Çalışkanlar olmuştur eski ‘Lazkozderalkoz’.

Çiftlik Köyü ‘Zavendik’, Yaylacılar ‘Kalikoz’,/ Sariyer ‘Masen’ idi, Taşhane’ydi ‘Salandoz’,/ Üstüpiler ‘Liparit’, Subaşı’ydı ‘Kolica’,/ Fethiye ‘Aspet’ idi, Hazar idi ‘Mashandoz’.

Köşklü iki bölgeydi, ‘Lazlar’ ile ‘Varatlar’,/ Kalecik ‘Mavrant’ idi Sarayköy’dü ‘Çiklenar’,/ Denizgören Köyünün ismiydi ‘Ğuncivanoz’,/ Fıçıtaşı ‘Botrozkom’, Çanakçeşme ‘Kaluklar’.

‘İnci’ Köyünü aynen bildirmek uygun düşer,/ Geçitli’ydi ‘Tavranoz’, Dülgerli idi ‘Maşer’,/ Ormanlı Köyü ‘Patır’, Çağlayan Köyü ‘Vandrı’,/ Yumurtatepe ‘Arev’, Kuruköy idi ‘Çiller’

‘Andıra’ şimdi oldu Kayabaşı, Hurmalık,/ Çayırlı Köyü ‘Silyan’, Kızıltoprak’tı ‘Tonik’/ Hüseyinhoca Köyü eskidendi ‘Suvarma’,/ Fındıklı ‘Apancene’, Dilsizdağı ‘Taserik’,

‘Basalet’ denen yerde, Aksu ve Tatlısu var,/ ‘Kapnes’ olmuş Dağdibi, ‘Tulon’ olmuş Taşçılar,/ ‘Toğli’nin yeni ismi Medrese Mahallesi,/ Soğuksu ‘Andıra’ydı, Yolbaşı ise ‘Seftar’.

‘Kura-i Seba’ dağlık, uzak kalır denize,/ Güneyce idi ‘Varda’, Rüzgârlı idi ‘Mize’,/ Kirazlık Köyü ‘Manle’, Şimşirli Köyü ‘Komes’,/ Ilıca Köyü ‘Vane’, Demirkapı ‘Homeze’.

‘Veliköy’‘dü eskiden, Dereköy’le Yağcılar,/ ‘Çohçer’ bilinen yerde Sivrikaya, Çamlık var,/ Gökyayla ‘Kabahor’‘du Çağrankaya ‘Kafkame’,/ Cevizlik ‘Plakorum’, aynıdır ‘Tulumpınar’.

Dünyada balı ile ‘Anzer’ meşhurdur, inan,/ ‘Kapse’ ihlamur ile ibaret Ayvalıktan,/ Bakırköy ‘Kalyav’ idi, Tozköy ise ‘Mahura’,/ Yerelma’ydı ‘Cevatoz’, Meşeköy idi ‘Petran’.

Yetimhoca Ortaköy, Başköy ‘Cimil’‘e gider,/ ‘Haya’‘ydı Eskice ve Çataltepe olan yer,/ Gürdere’ydi ‘Ethone’, Diktaş Köyü ‘İksenit’,/ Ballıköy, Çiçekli Köy, Köseli Köyü ‘Anzer’.

Çayeli ‘Mapavrı’ydı, Rize’nin nahiyesi,/ Aynı adları taşır ‘Yaka’ ve ‘Sırt’ Karyesi,/ Gürgenli Köyü ‘Haytef’, Çukurluhoca ‘Babik’,/ ‘Komika Zancel’ olmuş Taşhane Mahallesi.

Değişen isimleri saymak gerekiyor tam,/ Armutlu’ydu ‘Ahıyoz’, Demirhisar’dı ‘Perkam’,/ Buzlupınar ‘Kominos’, Çataldere ‘Hahunç’tu,/ Büyükköy Leroz ‘Mervan’, İncesu ‘Mağribudam’.

Madenköy ‘Latom’ idi, Yenipazar ‘Murseva’,/ Yanıkdağ idi ‘Havya’, Caferpaşa ‘Canceva’,/ Ormanlık Köyü ‘Çutins’, Uzundere ‘Berastan’,/ ‘Raşot’tu Karaağaç, Şairler’di ‘Maryeva’.

Kaptanpaşa ‘Mesahor’, Yeşiltepe’ydi ‘Tulnos’,/ Musadağı ‘Aprık’tı, Aşıklar’dı ‘Asrifos’,/ Eskipazar geçmişte bilinir ‘Halotena’,/ Yenice ‘Bilahor’du, İncesırt’ti ‘Aytoros’.

Büyük Taşhane ‘Zancel’, Sabuncular ‘Kuvaroz’,/ Limanköy’dü ‘Arkotil’, Sefalıköy’du ‘Miloz’,/ Başköy ‘Hemşinbaş’ idi, Haremtepe ‘Çaçeva’,/ Çataklıhoca Köyü bilinirdi ‘Kavalyoz’.

Bunları öğrenmeye elbet gerekmez okul,/ ‘Galata Kuvalyoz’u git Yalı’da ara bul,/ Sarısu ‘Musavrı’ydı, Beyazsu’da ‘Bodolya’,/ Yamaç Köyü ‘Çikaron’, Kesmetaş idi ‘Mamul’.

‘Ardişen’, Düz Mahalle, bağlıydı ‘Atina’ya’,/ ‘Ğere’ Işıklı oldu, ‘Dutxe’ dönmüş Tunca’ya,/ ‘Ortaköy’ aynı kalmış, ‘Zgami’ Durakköy’e,/ ‘Salınköy’ Armağanköy, ‘Okurdile’ Yayla’ya.

Yeniyol ‘Oce’ idi, Akkaya ‘Pelergivat’,/ Cami Mahallesiyle Kahveciler’di ‘Siyat’,/ Pirinçlik Köyü olmuş ‘Sifat’ bilinen karye,/ Yamaçdere’ydi ‘Bakoz’, Bayırcık’tı ‘Yanivat’.

‘Cibistanı’ Kavaklı, ‘Ağvan’dı Seslikaya,/ ‘Zgami’ ayrılıyor, ‘Ulya’ ile ‘Suflaya’,/ Duygulu’ydu ‘Tolikçet’, Elmalık’tı ‘Kuvancar’,/ ‘Mutafi’ Gündoğan’a ‘Şangul’se Doğanay’a.

Pazar idi ‘Atina’, Hısarlı’ydı ‘Kukulat’,/ Balıkçı Köyü ‘Zelek’, Sivrikale ‘Tordovat’,/ ‘Noğadixa’ Karyesi, şimdiki Cumhuriyet,/ Örnek Köyü’ydü ‘Venek’, Kuzeyca’ydı ‘Sürmenat’.

Yemişli Köy ‘İlastaş’, Irmakköy ‘Mamacivat’,/ Derebaşı ‘Çukita’, Akmescit’ti ‘Cacivat’,/ Elmalı Köy ‘Kuzika’, Darılı’ydı ‘Aranaş’,/ Dernekköy ‘Koskanivat’, Derinsu Köyü ‘Zağnat’.

Dağdibi Köyü ‘Sület’, Akbucak’tı ‘Mermanat’,/ Uğrak Köyü’ydü ‘Çingit’, Merdivenli’ydi ‘Melyat’,/ Boğazlı ‘Cigeture’, Şehitlik idi ‘Haku’,/ Kesikköprü ‘Hudisa’, Tütüncüler’di ‘Talvat’.

Yavuzköy’dü ‘Noxlapsu’, Subaşı’ydı ‘Xacabit’,/ Bucak Köyü ‘Açaba’, Güneyköy’dü ‘Avramit’,/ Zafer Mahallesiyle Kirazlık idi ‘Bulep’,/ Ortayol’du ‘Meleskur’, Soğuksu’ydu ‘Şileyit’.

Şimdi Handağı olan ‘Dadivat’ Karyesi var,/ Kocaköprü’ydü ‘Hotri’, Aktaş Köyü’ydü ‘Xunar’,/ ‘Kemer’ aynen kalmıştır, ‘Hançkun’ olmuş Alçılı,/ ‘Apso’ olmuş Suçatı, ‘Lamgo’da Yücehisar.

Fındıklı idi Viçe, ‘Merkez’ idi ‘Filora’,/ Yeni Mahalle ‘Baçva’, değişmemişti ‘Hara’,/ Sulak’la Ihlamurlu biliniyordu ‘Zogo’,/ Meyvalı idi ‘Canpet’, Kıyıcık’tı ‘Mashora’.

‘Manastır’dı eskiden Hürriyet Mahallesi,/ ‘Ab-i Hemşin’ anılır, şimdi Aslandere’si,/ Çağlayan Köyü ise bilinir ‘Ab-i Ulya’,/ ‘Ab-i Sufla’ okunur Aksu’nun şeceresi.

‘Demilor’, ‘Yeniköy’ün adları aynı kalmış,/ ‘Sumle’ bilinen karye Sümer adını almış,/ Çınarlı Köyü olmuş, ‘Çurçeve’ denilen yer,/ ‘Bisxala’ysa Arılı Köyü diye ün salmış.

‘Zuğa Hemşin’ bilinen beldede birkaç köy var,/ Ortaköy, Ortayayla, Sıraköy ve Ortaklar,/ ‘Nefsi Zugo’ karyesi olmuştur Çamlıtepe,/ Hemşin’in hudutları uzar Başköy’e kadar.

‘Tezina’ Akyamaç’a, ‘Sanova’ Nurluca’ya,/ ‘Tepan’ Bilenköy olmuş, ‘Ğomlo’ olmuş Yaltkaya,/ ‘Sağırlı’ dönüşmüştür Hilal Mahallesine,/ ‘Bodullu’ Mutlu olmuş, isim yok ‘Badara’ya.

Çamlıhemşin’in ismi bilinir ‘Viçe’ diye,/ ‘Canadobra’ dönüşmüş Aşağı Şimşirliye,/ ‘Kolona’ Zilkale’ye, ‘Hemşin Baş’ Ortaklar’a,/ ‘Vareş’ yazlık Köyüne, ‘Elevit’ Yaylaköy’e.

‘Guvant’ Çayırdüzü’ne, ‘Sanu’ysa Topluca’ya,/ ‘Komilo’ Muratköy’e, ‘Çinçiva’ Şenyuva’ya,/ ‘Livikçakıslı’ olmuş şimdi Güroluk Köyü,/ Eski ‘Mekaliskirit’ şimdi olmuş Dikkaya.

‘Apişxo’ Köprübaşı, ‘Sirdenkadan’da Kavak,/ Hısarcık Köyü olan ‘Kale-i Bala’ya bak,/ ‘Kısmanmaliver’ denir Yukarı Şimşirli’ye,/ ‘Holco’ olmuş kaplıca, ‘Makrevis’ olmuş Konak.

Ey Rizeli Kardaşum iyi öğren bunları,/ Ecdadın mekân tutmuş bu mübarek diyarı,/ Tarihini bilmenin elbet büyüktür kârı,/ Geçmişi unutanın iyi olmaz sonları.”[8]

ÖTEKİ(LEŞTİRME)NİN GENEL DÖKÜMÜ

Yeri gelmişken devletin kadim fişleme/ etiketleme/ damgalama/ işaretleme politikalarının tarihsel örnekleriyle genel dökümünü sıralarsak:

TAHRİR DEFTERLERİ

Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet halkını XV-XVI. yüzyıllardan itibaren tahrir defterleri (genel nüfus kayıtları), XVII-XIX. yüzyıllardan itibaren avarız (olağanüstü vergi) ve Cizye (gayrimüslimlerden alınan vergi) defterleri ve XIX. yüzyıldan itaberen temettüat (gelir) defterleri aracılığıyla kayıt altına almıştı. Bu kayıtların esas işlevi elbette, vergi ve asker toplamaktı. Bunlardan en çok bilgi verenler tahrir defterleriydi. Devletin arşivlerinde 3.422 tahrir defteri olduğu biliniyor. 1881 yılına kadar, bu defterlerde kayıtlar, istisnalar hariç, ‘Müslim’ ve ‘reaya’ (devlete itaat eden ve vergi veren halk) olarak tutuluyordu. Osmanlı kayıtlarında ‘reaya-yı millet-i selase’ denilen ‘üç millet’ genel olarak Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler olmakla birlikte, Anadolu sayımlarında ‘reaya’ denildiğinde, eğer Ermenilerle ilgili özel bir kayıt yoksa Ortodoks Ermeniler ve Rumlar kastedilirdi.

İstisnalara örnek vermek gerekirse, 1831’de başlayıp 1838’de sona eren nispeten modern tipteki sayımda yerleşik Müslümanlar tek bir grup altında toplanırken, göçebe Müslümanlar, Arap, Kürt, Tatar, Türkmen, Yörük, Abdal gibi alt başlıklara ayrılmıştı. 1844’teki ikinci sayımda hem Müslüman, Rum Ortodoks, Katolik, Musevi ayrımı yapılmış, hem de 18 ayrı etnik-dilsel grup (Türk-Osmanlı, Arap, Ermeni, Arnavut, Dürzi, Rum, Yahudi, Kürt, Romen, Slav, Süryani-Keldani, Tatar, Türkmen ve Çingene) belirlenmişti. Bu arada 1881 yılına kadarki sayımlarda, sadece erkek nüfus sayılmış, buna kadın nüfus yuvarlanarak eklenmişti.

1881-1893 nüfus sayımında (sayım aralıklarla 12 yıl sürmüştü) halk Müslüman, Rum Ortodoks, Ermeni, Bulgar, Katolik, Yahudi, Protestan, Latin, Monofizit, gayrimüslim Çingene, yabancı ve diğer olmak üzere 12 ayrı başlıkta toplandı. 1906-1907 tarihli son nüfus sayımında bunlara sekiz yeni grup (Kazak Ulah, Maroni, Süryani, Samiriyeli, Yakubi, Yezidi, Ermeni Katolik) eklendi. Bu sayımlarda Müslümanlar tek grupta sayılırken, gayrimüslimler alt gruplara ayrılıyordu. Böylece Müslüman nüfus büyük, diğer gruplar ise küçük gösteriliyordu.

Bu bölümü bağlarken belirtmeliyim ki, ne tahrir defterleri ne de modernleşme dönemlerindeki nüfus sayımları hiç bir zaman resmen ve bütün olarak yayımlanmadı. Bilgiler hep bölük pörçük ve devletin uygun bulduğu şekilde verildi. İlk resmi yayın 1919 yılında yapılmış olan 1914 yılındaki nüfus sayımının sonuçlarıydı. Bu yayının amacı da Sevr görüşmelerinde Müslüman nüfusun büyüklüğünü göstermekti. Aslında 1914’te sayım yapılmamış, 1906-1907 rakamlarına dayalı bir projeksiyonla, imparatorluğun tahmini nüfus bileşimi verilmişti.

Gerek sayımların yapılış şekli gerekse sonuçların usulüne uygun açıklanmaması yüzünden devletin rakamlarıyla cemaatlerin rakamları (Patrikhanelerin veya hahambaşılığın rakamları) arasında büyük farklar olmuştu. Müslümanlar dışındaki grupların ayrıntılı şekilde ele alınmasından anlıyoruz ki devlet bu grupları Müslümanlardan daha çok merak ediyordu(!), ancak bunun iyi niyetli bir merak olmadığı ileriki yıllardaki tecrübelerle sabit oldu.

1913-1914 RUM KAÇIRTMASI

Bu kötü tecrübelerden ilki 1913-1914’de, Ege bölgesinde yaşayan Rum tebaaya yönelik kaçırtma harekâtı. Hezimetle sonuçlanan Balkan Savaşlarından sonra iktidardaki İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) ‘dahili tümörler’ olarak görülen gayrimüslimleri ülkeden sürmeyi kararlaştırdığında ilk hedef Ayvalık’taki 120 bin, Çanakkale’deki 90 bin, İzmir’deki 190 bin, Urla ve Çeşme’deki 130 bin Rum’un kaçırtılmasıydı. İttihat ve Terakki’nin yeraltı kolu Teşkilât-ı Mahsusa’nın liderlerinden Kuşçubaşı Eşref’in belirttiğine göre: “Ege havalisindeki temizleme işini, Ordu olarak Pertev Paşa’nın (Demirhan) kumandasında olan Dördüncü Kolordu’nun Erkânı Harbiye Reisi Cafer Tayyar Bey (Eğilmez), mülkî amir olarak İzmir Valisi Rahmi Bey, İttihat ve Terakki Fırkası namına da mes’ul murahhas Mahmut Celâl Bey (Bayar) ifa edeceklerdi. Devletin bütün kuvvetleri, bu plânın tatbiki için Harbiye Nezareti’nin ve Başkumandanlığın verdiği emirlere göre hareket edeceklerdi.”

Plan uyarınca Kuşçubaşı Eşref’in yönetimindeki çeteler Rum köylerine baskınlar yapıyorlar, eli silah tutan Rum gençleri, Amele Taburlarına sevk ediliyor, bunlar yol, orman ve yapı işlerinde çalıştırılıyorlardı. Kaçışı hızlandırmak için ‘Gavur’ İzmir’in camilerinde hocalar gayrimüslimlerden mal alınmasını boykot için vaaz vermeye başlamışlardı. Geceleri Rum dükkânları renkli boyalarla işaretleniyor, yerli-yabancı tüm kurumlara Rum çalışanları işten çıkarma emri veriliyordu. Lafı uzatmayalım ekonomik boykot ve çete baskınlarıyla Edremit, Ayvalık, Bergama, Foça, Menemen, Karaburun ve İzmir’in Rumları kaçırtıldı. Rum kaçırtmasının başındaki isimlerden, Galip Hoca namlı Celal Bayar, 1967’de yayımlanan hatıratında Birinci Dünya Savaşı öncesi sadece İzmir ve civarından 130.000 dolayında Rum’un zorla Yunanistan’a göç ettirilmiş olduğunu övünerek açıklamıştı.

1915-1916 ERMENİ SOYKIRIMI

Devletin kendi tebaasını ‘Müslüman-gayrimüslim’, ‘vatanperver-vatan haini’ diye ayırmasının en vahim sonucu 1915 Ermeni Tehciri/ Kırımı/ Soykırımı oldu. 24 Nisan 1915 tarihinde, İstanbul’daki evlerinden tek tek toplanan bir grup Ermeni aydını, toplum lideri, sanatçısı, siyasetçisinin Ayaş ve Çankırı’ya sevkiyle gayriresmi biçimde başlayan kırım, 27 Mayıs 1915’te çıkarılan geçici kanunla resmîleşti. Tehcirin, fiilen sona erdiği 4 Ekim 1916 tarihine kadar, devlet, elindeki kayıtlar sayesinde ufak tefek fireler (!) dışında Ermeni tebaasını Suriye çöllerine doğru bir ölüm yolculuğuna çıkarılmıştı. Yakın tarihe kadar kaç Ermeni’nin tehcir edildiğini de bilmiyorduk. Sayılar 2,5 milyon (Ermeni Patrikhanesi’ne göre) ile 413.067 (ATASE’ye göre) arasında değişiyordu. Murat Bardakçı’nın 2008 yılında yayımladığı Talat Paşa’nın Evrak-ı Metrukesi adlı kitapta 924.158 Ermeni’nin tehcir edildiği yazılıydı.

Taner Akçam, Talat Paşa’nın defterinde 18 vilayet ve kasabanın adının olduğunu, buna karşılık Ermenilerinin sürgün edildiğini başka kaynaklardan bildiğimiz İstanbul, Edirne, Aydın, Kastamonu, Suriye, Antalya, Biga, Eskişehir, İçel, Kütahya, Menteşe, Çatalca ve Urfa gibi merkezlerden sürülenleri de ekleyince 1 milyondan fazla kişinin tehcir edildiğini ileri sürdü. Nitekim Talat Paşa’nın defterindeki listenin altındaki notta, sayıların yüzde 30 arttırılması gerektiği yazılı. Böylece en az 1.2 milyon Ermeni’nin tehcir edildiği ortaya çıkıyordu.

Ermeni kaynakları 1.5 ila 2.5 Ermeni’nin öldüğünü iddia ederken, 1918’de savaş suçlarını soruşturmak üzere Mustafa Arif (Deymer) başkanlığında kurulan Osmanlı Dahiliye Nezareti Komisyonu’nun raporuna göre Birinci Cihan Harbi’nde ölen Ermeni sayısı 800.000’di. 1928’de Genelkurmay Başkanlığı’nın bir belgesinde “Anadolu, bu maada, Vilâyat-ı Şarkiye Müslümanlarından savaş işlemleri yüzünden veya mülteci olarak 500.000’ini kaybetmiştir. 800.000 Ermeni ve 200.000 Rum da katl ve tehcir yüzünden veya amele taburlarında ölmüştür” deniyordu. 1983 yılında ‘Resmî tarihçi’ Kâmuran Gürün “Binaenaleyh hangi hesabı yaparsak yapalım Türkiye Ermenilerinin Birinci Cihan Harbi içinde her türlü sebepten zaiyat (harp hâlinde bir toplum olduğu için bu tabiri kullanıyoruz) miktarı 300 bini geçmez,” diyerek ciddi bir iskonto yapmış ama ortada büyük bir katliam olduğunu inkâr edememişti.

1921’DE GİZLİ HIRİSTİYANLAR

1913-1915 arasında canlarını kurtarmak için pek çok Ermeni’nin, Rum’un ihtida ettiğini (Müslümanlığa geçtiğini ya da geçmiş göründüğünü) ve bunların devletin gizli kayıtlarında olduğunu Müdafaa-i Milliye Vekili Fevzi (Çakmak) Paşa’nın ağzından öğrendik. Paşa, Meclis’in 22 Ocak 1921 tarihli gizli oturumundaki konuşmasında 300-400 bini Karadeniz sahillerindeki vilayetlerde, 100-150 bini Niğde, Kayseri, Akdağmağdeni gibi Orta Anadolu vilayetlerinde olmak üzere tüm ülkede toplam 800 bin Hıristiyan bulunduğunu, bunların ekonomik hayattaki yerlerini korumasından duyduğu rahatsızlığı belirtmişti. Generale göre ya bunların imalathanelerde, nafıa işlerinde yani yol, köprü, tünel gibi bayındırlık işlerinde çalıştırılması ya da orta hâllilerinden senelik 500, zenginlerinden 1000 lira ‘askerlik bedeli’ alınması gerekmekteydi. Bu tedbirler (!) o yıl alınmadı ama ileriki yıllarda sık sık gündeme geldi.

Aradan 4 yıl geçmişti ki, 1925 tarihli Şeyh Said İsyanı’ndan sonra hazırlanan Şark Islahat Planı’nın bir parçası olarak 1927’de çıkarılan bir sürgün kanunu ile Diyarbakır ve Bayazit (Ağrı) Vilayeti’nden 1.400 kişi Batı illerine sürüldü, bunların yerine Dobruca’dan, Bulgaristan’dan, Kıbrıs’tan, Kafkasya’dan gelen Müslümanlar yerleştirildi.

1934 TRAKYA OLAYLARI

Aradan 7 yıl geçti. 1934 yılı yazında devlet yine elindeki listeleri karıştırdı ve hem Trakya’daki Yahudilere hem de Doğu’daki Kürtlere karşı bir tasfiye harekâtına girişti. Önce Yahudilerin başına gelenleri özetleyeyim. Yaklaşan savaşın da yarattığı gerginlik ortamında devletin bazı unsurları ve yerel faşistler, tarihsel olarak Trakya’da yoğunlaşmış olan yerleşik Yahudi halkını, mandıracılık ve ticaretteki başarıları yüzünden kıskanıyorlar, tefecilik yaptıkları için öfkeleniyorlar, Türkçe konuşmadıkları için sadakatlerini sorguluyorlardı. Bu duyguların merkezi yönetimin Trakya’daki uzantıları tarafından yönlendirilmesi zor olmadı. Önce, Edirne, Kırklareli, Keşan, Çanakkale gibi merkezler olmak üzere Trakya’nın çeşitli bölgelerinde yaşayan Yahudi cemaatinin önde gelen üyelerine ölüm tehditleri içeren mektuplar gelmeye, halkı Yahudi tüccarları boykot etmeye davet eden bildiriler boy göstermeye başladı.

İlk fiziki saldırılar 21 Haziran 1934’te, yaklaşık 1.500 Yahudi’nin yaşadığı Çanakkale’de başladı. Militanlar, alışveriş edilmesini önlemek için Yahudilerin dükkânlarının önünde nöbet tutuyor, bazı evlere, şehri terk etmedikleri takdirde öldürüleceklerine dair tehdit mektupları yolluyorlardı. Durumun her geçen gün kötüye gittiğini gören Yahudiler 25 Haziran 1934 tarihinden itibaren Çanakkale ve Gelibolu’yu terk etmeye başladılar. Alelacele gitmek zorunda kaldıkları için mal ve mülklerini değerinin çok altında fiyatlarda elden çıkarmak zorunda kalmışlardı.

2 Temmuz 1934 günü bir grup saldırgan “Yahudilere ölüm!” haykırışlarıyla Edirne’deki Yahudi mahallesini bastılar, dükkânları ve evleri yağmaladılar, Yahudileri dövdüler ve İstanbul’a gitmelerini emrettiler. Panik içindeki Yahudilerden varlıklı olanlar buldukları ilk araçla İstanbul’a doğru yola çıkarken, yoksullar ve araç bulamayanlar, yaya olarak Yunanistan ve Bulgaristan sınırına yönelmişlerdi. Geride kalan bir avuç ürkmüş yoksul Yahudi’ye ise, fırınlar ekmek satmıyor, bakkallar yiyecek vermiyor, sakalar su dağıtmıyordu. Görevleri etnik kökeni ne olursa olsun vatandaşı korumak olan idari makamlar, görevlerini yapmak yerine, kalanlara 3 Temmuz günü bir tebligat ile 48 saat içinde şehri terk etmelerini emrettiler.

Ama en acı olaylar Kırklareli’nde yaşandı. Sadece o yıla mahsus olmak üzere, her yıl Edirne’de düzenlenen Kırkpınar güreşleri, Kırklareli’nin Loryalo Parkı’na alınmış, böylece aslında küçük bir kasaba olan Kırklareli’nde büyük bir kalabalığın toplanması sağlanmıştı. Ardından Yahudilere karşı sözlü sataşmalar başlamış, Kırkpınar güreşlerinin son günü kalabalık dağılırken, bazı insanlar bu grupların arasına sızarak, Yahudilerin evlerine, dükkânlarına girmeye, onlara karşı kaba ve saldırgan bir tavır takınmaya, kadınlarına ve çocuklarına sataşmaya başlamışlardı. Bir grup lise öğrencisinin Yahudi mahallesindeki evleri taşlamasıyla tırmanan olaylar taşlamaya silahsız askerlerin ve halkın da katılmasıyla çığırından çıkmış ve 65 ev yağmalanmıştı. Olaylar çarşıya sirayet etmeden bastırılmıştı ancak çapulcular Kırklareli hahamı Moşe Fintz’i evinde yakalayıp çırılçıplak soymuşlar ve usturayla sakalını kesmişler, biriktirdiği paralarını almışlar, sokaklarda birkaç genç kızın yüzüklerini çalmak için parmaklarını kesmişler, bir genç kıza da tecavüze yeltenmişlerdi. Gün ağarırken, Kırklareli’nde yaşayan 400 Yahudi dehşet içinde gara koşmuş, trenlere atlayıp İstanbul’a kaçmıştı. İşin ilginç yanı, Kırklareli tren istasyonunda her zaman en fazla üç vagon olurken, o sabah tam 16 vagonun hazır beklemesiydi.

Yahudilerin diliyle ‘La Vaka’ (olay, vak’a), ‘Barunda’ (gürültü, karışıklık, kıyamet) veya ‘La Furtuna’ (fırtına), Yahudi cemaatinin önde gelenlerinden Gad Franko ve Mişon Ventura’nın 4 Temmuz 1934 günü Atatürk’le yaptığı gizli görüşme sayesinde sona erecekti. Olayların ardından CHF’nin hazırladığı bir rapora göre Trakya’da yaşayan 13 bin Yahudi’den 3 bini (bazı kaynaklara göre 7-8 bini) İstanbul’a göçmüş, pek çok kişi mal ve mülklerini kaybetmişti. Bu tarihten sonra Türkiye’deki Yahudiler hiçbir zaman kendilerini güvende hissetmediler. Ve fırsatını buldukça başka ülkelere göç ettiler.

1934 İSKAN KANUNU

Bu olaylardan kısa süre önce devlet Kürt vatandaşlarına karşı da bazı ‘tedbirler’ (!) almıştı. 1927-1930 arasında kademeli olarak gelişen Ağrı İsyanı’nı kanlı biçimde bastırıldıktan sonra hem ‘Kürt Meselesi’ni hâlletmek hem de Türkiye’ye dalgalar hâlinde gelen Müslüman muhacirlerin iskân sorunlarını çözmek için hazırlandığı anlaşılan İskân Kanunu 15 Haziran 1934 tarihinde kabul edildi. Kanuna göre halk üçe ayrıldı: 1) Türk kültüründen olanlar ve Türkçe konuşanlar (Anadolu’nun etnik olarak Türk olduğu düşünülen ve Türkçe konuşan ahalisi ile Türkçe konuşan göçmenler), 2) Türk kültürüne bağlı olanlar ama Türkçe konuşmayanlar (Kürtler), 3) Türk kültürüne bağlı olmayanlar ve Türkçe konuşmayanlar (Araplar, Müslüman olmayan azınlıklar, anarşistler, casuslar, göçebe çingeneler.) Bundan sonra sıra, Türk kültürüne bağlı olanların belli yerlerde yoğunlaştırılmasına, Türk kültüründen olmayanların Türkler arasında dağıtılmasına geldi. Kanun uyarınca kaç kişinin sürüldüğünü bilmiyoruz ama 1947 yılında çıkarılan 5098 Sayılı Kanun ile sürgünlerin iskân edildikleri yerde oturma zorunluluğu kaldırıldığında, Türkiye’nin değişik bölgelerine serpiştirilmiş 4.128 hanede yaşayan 22.516 kişi Şark vilayetlerindeki eski yurtlarına dönmüşlerdi. 1948 yılında çıkarılan 5227 Sayılı Kanun ile 917 hanede 4.607 kişi daha Doğu Anadolu’ya döndü.

1942 VARLIK VERGİSİ KANUNU

Bu olaydan 8 yıl sonra listeler yeniden masa üstüne çıkarıldı. Bu sefer kaçırtma için fiziksel şiddet değil, ekonomik şiddet seçilmişti Başbakan Refik Saydam’ın beklenmeyen ölümünün ardından Temmuz 1942’de Başbakan olan ve Türkçü fikirleriyle tanınan Şükrü Saraçoğlu dönemine damgasını vuracak olan Varlık Vergisi Kanunu, 11 Kasım 1942 tarihinde TBMM’de oturumda hazır bulunan 350 milletvekilinin oybirliğiyle kabul edildi. Varlık Vergisi Kanunu’na göre güya II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte yaşanan ekonomik sıkıntılara çare olmak üzere bazı varlıklı kesimlerden bir defalık olağanüstü servet vergisi alınacaktı.

Kanun metninde gayrimüslim, Müslüman gibi ayrımlar yoktu ama uygulamada yükümlüler, Maliye Bakanlığının belirlediği dört gruptan birine göre vergilendirildiler: M grubu (Müslümanlar) takdir edilen matrahın (vergiye esas alınan miktarın) yüzde 12.5’ini, G grubu (gayrimüslimler) yüzde 50’sini, D grubu (dönmeler) yüzde 25’ini, E grubu (ecnebiler) yüzde 12,5’sini ödemekle yükümlüydü; çiftçiler de yüzde 5 ödeyeceklerdi.

18 Kasım 1942’de vergi listeleri yayımlandığında görüldü ki, Varlık Vergisi’nin yüzde 70’i İstanbul’daki mükelleflere tahakkuk ettirilmişti. Bunların da yüzde 87’si gayrimüslimdi. Gayrimüslimlere uygulanan vergi oranları Müslümanlara uygulananlara göre yüzlerce kez daha ağırdı. Gayrimüslimler arasında da Ermenilerin vergisi en yüksek orandaydı.

Bu yüksek vergileri ödeme süresi 20 Ocak 1943 günü bitti, ertesi gün hacizler başladı. Haraç mezat satılan mallarının bedeli vergilerini karşılamayan bini aşkın mükellef 27 Ocak 1943 tarihinden itibaren çalışma kamplarına gönderilmek üzere bazı merkezlerde toplandılar. Aşkale’ye gönderilen 1.229 mükelleften 21’i (bir kaynağa göre 25’i) kötü hayat koşulları ve yetersiz tıbbi bakım yüzünden kampta hayatını kaybetti.

Avrupa’da savaş cephesindeki gelişmeler ve İsmet İnönü’nün Roosevelt ve Churchill’le görüşmek üzere Kahire’ye gitmesinin arifesinde, 17 Aralık 1943’te evlerine dönebildiler. Varlık Vergisi, Yahudilerin ABD nezdinde yaptıkları lobi faaliyetleri sonucu ABD’nin Türkiye’ye baskıları ve Nazilerin yenileceğinin anlaşılması sayesinde 15 Mart 1944’te kaldırıldı. Verginin kaldırıldığı oturumda konuşan Emin Sazak “Bu kanun onları affederse bu gibi insanlar bu milletin içinden çıkıp gitmelidirler. (…) Hükümet tedbir almadı fakat millet intikamını alır. Linç mi eder ne eder bilemem,” diyerek 1955’teki 6-7 Eylül olaylarının ilk sinyalini vermişti.

6-7 EYLÜL 1955 YAĞMASI

Kıbrıs’ın kaderinin belirleneceği Londra Konferansı’nın toplandığı günlerdi. Bazı Rumların Türk komşuları tarafından yarım ağızla da olsa ‘o gün pek dışarı çıkmamaları, çocuklarına ve karılarına göz kulak olmaları’ yolunda uyarıldıkları o meşum 6 Eylül 1955 günü, saat 13.00’de radyolar, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bombalı saldırı yapıldığı haberini vermişti. Öğleden sonra o güne kadar tirajı 20-30 bini geçmeyen İstanbul Ekspres adlı gazete, haberi 300 bin adetlik iki ayrı baskıyla kamuoyuna duyurdu.

Öğleden sonra, İstiklal Caddesi’nde toplanan güruh, gayrimüslimlere ait işyerlerini taşlamaya başladı. Olaylar kısa sürede Beyoğlu, Kurtuluş, Şişli, Nişantaşı gibi gayrimüslimlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere yayıldı, ardından Eminönü, Fatih, Eyüp, Bakırköy, Yeşilköy, Ortaköy, Arnavutköy, Bebek, Kadıköy, Moda, Kuzguncuk, Çengelköy gibi uzak bölgelere sıçradı. Saldırganlar halkı tahrik etmek için “Makarios’a ölüm’, “Kıbrıs Türk’tür” diye haykırıyor, ellerindeki Atatürk ve Bayar resimlerini, KTC rozetlerini karşılaştıkları Türklerin ellerine tutuşturuyorlardı. Daha sonra pek çok tanık, hemen her semtte yağmacıların kullandığı sopaların aynı tornadan çıkmışçasına eşit büyüklükte ve kalınlıkta olduğunu, Rumlara ait ev ve iş yerlerinin önceden tespit edildiğini, hatta kimi yerlerde bu ev ve işyerlerinin bir gece önce tebeşirle ya da soba boyası ile işaretlendiğini, polislerin ise saldırganları izlemekle yetindiğini anlatacaklardı. Olaylar sırasında, resmî rakamlara göre 5.300’ü aşkın, gayri resmî rakamlara göre 7 bine yakın bina saldırıya uğramıştı. Değişik kaynaklara göre 4 ila 15 arasında ölüm, 200’ü aşkın tecavüz olayı yaşanmıştı. Yıllar sonra Özel Harp Dairesi (ÖHD) başkanlığı, Genelkurmay İstihbarat başkanlığı ve MGK’da üst düzey görevlerde bulunmuş Sabri Yirmibeşoğlu gazeteci Fatih Güllapoğlu’na 6-7 Eylül’ün ‘devletin muhteşem bir örgütlenmesi’ olduğunu söyleyecekti.

1978 KAHRAMANMARAŞ VE ÇORUM KATLİAMLARI

Aradan 23 yıl geçmişti ki, derin devletin eli tekrar kaşınmaya başladı. 1978 yılı yazında görevli olduklarını söyleyen bir takım kişiler, Alevîlerin ve solcuların oturdukları semtlerde, bir tür nüfus sayımı yaptıklarını söyleyerek konutları dolaşmışlar, yeni numaralar verdikleri kapıları kırmızı boyayla işaretlemişlerdi. Bazı bölgelerde ise PTT görevlisi olduklarını söyleyen kişiler kapılara işaret koymuşlardı. Müftü de resmî araçla şehri dolaşıp kışkırtıcı konuşmalar yapmıştı.

19 Aralık 1978 gecesi, ‘Esir Türkler Haftası’ vesilesiyle Ülkücü Gençlik Derneği (ÜGD) tarafından tüm Türkiye’de eş zamanlı gösterilen Sovyetler Birliği aleyhtarı ‘Güneş Ne Zaman Doğacak?’ adlı filmin gösterimi sırasında Kahramanmaraş’taki Çiçek Sineması’na düşük tesirli bir bomba atıldı. Bir grup faşist ‘Müslüman Türkiye!’ sloganlarıyla CHP İl binasına saldırdı. 20 Aralık’ta Yenimahalle’de Alevîlerin gittiği Akın Kıraathanesi’ne bomba atıldı. 21 Aralık’ta öldürülen iki solcu öğretmenin cenaze töreninden sonra cenaze törenine katılanlarla 10 bin kişilik faşist grup arasında çatışmalar oldu. 23-24 Aralık 1978 günleri, baltalı, palalı saldırganlar işaretli evlere, binalara saldırıya geçtiler. Resmî rakamlara göre ölü sayısı 111, gayri resmî kaynaklara göre bunun en az iki katı insan, doğranarak, işkence edilerek, yakılarak katledildi. Çok sayıda kadına tecavüz edildi, göğüsleri kesildi. 552 ev ve 289 işyeri tahrip edildi.. Olaylardan sonra Ecevit Hükümeti’nin tek yaptığı 13 ilde sıkıyönetim ilan etmek oldu. Daha sonra olaylara karışan bazı kişilerin adına 1996’daki Susurluk Skandalı’nda rastladık.

Aradan 2 yıl geçmişti ama devletin fişlerle işi bitmemişti. Tedavi gördüğü kanser hastalığı yüzünden ölmesi an meselesi olan MHP Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak’ın bilinmeyen kişilerce 27 Mayıs 1980 günü Ankara’da öldürülmesiyle doğan gerilimin ‘meyveleri’ Çorum’da toplandı. Bu sefer iktidarda Süleyman Demirel’in çoğunluk hükümeti vardı. Haziran ayı boyunca Çorum kent merkezinde ve çevre köylerde gerginlik tırmandırıldı. 4 Temmuz 1980 Cuma günü ‘Komünistler Alaaddin Camii’ne bomba attılar’ söylentisinin yayılması ve bunun TRT’nin 19.00 bülteninde yer almasıyla başlayan saldırıda saldırganlar ‘Kanımız aksa da zafer İslâm’ın’, ‘Kana kan, intikam’, ‘Müslüman Türkiye’ sloganları atıyorlardı. Bilânço, çoğu Alevî 50’den fazla ölü 100 civarında yaralıydı. 100’den fazla işyeri de tahrip edilmişti.

12 EYLÜL, 28 ŞUBAT DARBELERİ

Aradan 2 ay geçti. Yıllardır itinayla örgütlenen 12 Eylül 1980 darbesi gerçekleşti. Devlet yıllardır solcular ve ülkücüler hakkında topladığı fişleri masaya dizdi ve operasyona başladı. 650 bin kişi gözaltına alındı. 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Binlerce kişi ülkeden kaçtı, kaçırtıldı. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı. 7 bin kişi için idam cezası istendi. 517 kişiye idam cezası verildi. O günlerde ocağı söndürülen pek çok kişinin hayatı bir daha iflah olmadı.

Aradan 17 yıl geçti. 28 Şubat 1997 ‘post modern’ darbesiyle devletin dindar vatandaşlarını fişlediğini öğrendik. Aslında bu fişleme işi tüm Cumhuriyet tarihi boyunca düzenli olarak yapılmıştı, ancak 1950 sonrasında ağırlıklı olarak sağ-İslâmcı muhafazakâr partiler iktidarda olduğu için (CHP Türkiye’yi 1923-50 arasında 27 yıl,1961-1979 arasında kesintili 2189 gün/6 yıl yönetti. 1979’dan beri de iktidar yüzü görmedi) fişleme işini esas olarak Kemalist yönelimli TSK içindeki oluşumlar yapmıştı. Bunlardan Batı Çalışma Grubu’nun 6 milyona yakın kişiyi fişlediği iddia edildi. Bu fişlenenlerden kaçının işten atıldığını, kaçının ocağının söndürüldüğünü henüz hükümet açıklamadı ama bilançonun en azından psikolojik açıdan büyük travmalara yol açtığı, 28 Şubatçılara yönelik bitmeyen öfkeden anlaşılıyor.

28 Şubat’ın üstünden 7 yıl geçmişti ki yeni bir fişleme skandalı patlak verdi. Tuğgeneral Mehmet Kaya Varol’un komuta ettiği İstanbul Maltepe’deki İkinci Zırhlı Tugay Komutanlığından 26 Ocak 2004 tarihinde Kadıköy, Maltepe, Kartal ve Sultanbeyli kaymakamlıklarıyla 1 Numaralı Dikimevi Müdürlüğü, Jandarma İkmal Merkezi Komutanlığı’na gönderdiği yazıyla, “AB ve ABD yanlısı kişilerin organize bir grup olup olmadığı, söz konusu devletlerle ilişkilerinin mahiyetinin ne olduğu araştırılırken biyografik bilgilerin de toplanması istenmişti. Yazının dayanağı olan Haber Toplama Planı’yla haklarında bilgi toplananlar AB ve ABD yanlılarıyla sınırlı değildi. İstihbarat formunda yer aldığı şekliyle ‘Azınlıklar ve kendini azınlık olarak görme eğiliminde olan (Çerkez, Roman, Abaza, Arnavut ve Boşnak vb) gruplar’, yüksek sosyete grupları, sanatçıların mensup olduğu gruplar, zengin ailelerin çocuklarının oluşturduğu gruplar, tarikatlar, Satanistler, Klu Klaxcılar, Masonlar, internet grupları, cinsellik, uyuşturucu, meditasyon, ruh çağırma vb. grupları’ da istihbarat hedefleri arasındaydı.

ERMENİLERİN SOY KODU: 2

Bundan sonrakiler hepimizin gözü önünde olduğu için kısa hatırlatmalarla yetineceğim. 2007 yılında (o zaman) Türk Tarih Kurumu Başkanı, (şimdi MHP Milletvekili) Yusuf Halaçoğlu’nun, devletin 1936-1937 yıllarında Müslümanlığa ihtida eden Ermenileri ev ev tespit ettiğini ve bu dönmelerin listelerinin elinde olduğunu açıklaması, 2012 yılında, devletin 1937-1938 yıllarında Tunceli Hozat’ta yürüttüğü fişleme faaliyetlerini üstlenmesi istendiği için Hozat’ın çiçeği burnunda Emniyet Müdürü Çağlar Şan’ın intihar etmesi, İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü’nün 27 Haziran 2013 tarihinde Şişli Milli Eğitim Müdürlüğü’ne yazdığı yazıyla bir Ermeni anaokuluna çocuğunu kaydetmek isteyen veliyle ilgili olarak 1923 yılından bu yana ‘vukuatlı’ nüfus kayıtlarında gizli soy kodunun yer aldığının, bu bağlamda Ermeni vatandaşların soy kodunun 2 olduğunun itirafı…[9]

İYİ DE NEDEN” Mİ?

Gayet basit: Türkleştiren milliyetçilikten!

“O da ne” mi?

Taha Akyol’un da itirafındaki üzere, “Türkiye 1850’lerden itibaren bir Türkleşme ve İslâmlaşma sürecine girdi, toprak kayıpları, tehcir ve göçlerle Hıristiyan vatandaşların oranı bugün yüzde bire indi. Bu ‘homojenleşme’ İttihatçı ve Kemalist rejimlerde zirveye ulaştı.”

Bilindiği gibi “millet sistemi” Osmanlı Devleti’ndeki dinsel toplulukların yönetim biçiminin adıydı. Osmanlı’da “millet” sözcüğü aynı dinsel inanca sahip topluluklar için kullanılıyordu. Ortodokslar “Rum”, Gregoryenler “Ermeni”, Museviler “Yahudi”, Müslümanlar ise dil, ırk, kültür ayrımı gözetilmeksizin “Müslüman” milleti olarak adlandırılıyordu. Her milletin başında doğrudan padişaha bağlı, devletin de tek muhatap kabul ettiği bir din adamı bulunuyordu.

Osmanlı’da devlet kendi yetkilerini yönetim, maliye ve askerlik alanları ile sınırlamıştı. Bunların dışında kalan tüm alanlar yargı dahil o milletlerin kendi kurumlarına bırakılmıştı. Bu uygulama her şeyden önce farklı dinsel topluluklar arasında olası çatışmaları önleyen güçlü bir merkezi devlet koşuluna bağlıydı.

Devletin egemen unsuru olan Müslüman milleti ve İslâm hukukuna göre “zımmi” sayılan Müslüman olmayan milletler XIX. yüzyılın sonlarına kadar birbirleriyle çatışmadan yaşadılar. Deniz Kavukcuoglu’nun deyişiyle, “1789 Fransız Devrimi ile tetiklenen uluslaşma sürecinde Yunanların Osmanlı’ya başkaldırarak bir ulus devlet kurmalarıyla Rumların yüzlerini Yunanistan’a dönmeleri; Ermenilerin Rusya, İngiltere ve Almanya’nın desteğiyle bir ulus devlet kurmak için harekete geçmeleri Osmanlı’daki milletler arasındaki barışı bozmuş, dış baskıların da artmasıyla birlikte Yahudiler dışındaki Müslüman olmayan milletler ‘ekalliyet’ olarak dışlanmışlardı. Özetle söylemek gerekirse Osmanlı Devleti’nin tebaadan ‘Osmanlı vatandaşı’ yaratma projesi Osmanlı-Rus Savaşı ve Balkan Savaşları sonunda çökmüş, bu projenin yerini ‘Türkçülük’ ve ‘İslâmcılık’ almıştı.”

Çünkü XIX. yüzyıl sonu ve XX. yüzyıl başlarının iç-dış düşmanlara karşı (onlardan daha) “büyük nüfus” arayışı, geç dönem Osmanlı elitleri ile yeni gelişen Türkçülüğün (Türk milliyetçiliğinin) de önemli bir meselesiydi.

Ermeni Soykırımı da bunun bir verisiydi.

Siz bakmayın Orhan Koloğlu’nun, “Teşkilâtı Mahsusa Ermenilere karşı kuruldu” tezine karşı çıkmasına;[10] Teşkilât-ı Mahsusa’nın, “en başarılı işi”(!) 1915 Ermeni Kırımı idi. Arşivlerde ve hatıratlarda, Teşkilâtın adamlarının özellikle hapishanelerden salıverilen suçlulardan müteşekkil çeteleri ve yerel aşiretlerin oluşturduğu çeteleri tehcirde ve kırımda istihdam ettiklerine dair pek çok ipucu var. Örneğin Mondros Mütarekesi’nden hemen sonra 2 Aralık 1918’de Meclis-i Mebusan’da bir konuşma yapan Meclis-i Ayan Reisi Çürüksulu Mahmud Paşa, sadeleştirilmiş dille şöyle demişti: “Gerek Ermeni, Rum gibi gayri Müslim ve gerek Müslim unsurlar hakkında yürütülen zulüm ve cinayet… bir takım araçlar ile çeteler denilen Teşkilât-ı Mahsusa vasıtasıyla icra edilmiştir.”

Evet Mehmet Emin Yurdakul’un, “Ben bir Türküm dinim cinsim uludur/ Sinem, özüm ateş ile doludur” ya da Ziya Gökalp’in, “Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,/ Köylü anlar manasını namazdaki duânın…/ Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’ân okunur./ Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüdâ’nın./ Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!” dizeleriyle betimlenen Kemalist dönem böyle çıkageldi…

KEMALİST DÖNEM

Türkiye Türkçülüğü”ne denk düşen Kemalist döneme gelince…

Ekim 1922’de bir grup öğretmene, “Üç buçuk yıl öncesine kadar dini bir cemaat olarak yaşıyorduk… O zamandan beri Türk milleti olarak yaşıyoruz,” diyen Mustafa Kemal çok şeyi özetliyordu.

Birinci Dünya Savaşı sırasında Şevket Süreyya’nın “Türk değil miyiz?” sorusuna “Estağfurullah!” diye cevap veren Kafkas Cephesi’ndeki Müslüman Osmanlı askerlerini “Ne mutlu Türküm diyene!” diye haykırtmak çok zaman almamıştı. Bu kısa ve radikal yolun mühendisi Mustafa Kemal’di.

Bu dönüşümü üç aşamada sağlamıştı. İlk aşama olan “Milli Mücadele” yıllarında (1919-1922) Anadolu’nun ve Rumeli’nin Müslüman ahalisini “Düvel-i Muazzama”ya karşı seferber etmek için ‘dini’ tanımlar kullanılmıştı. Örneğin Mustafa Kemal 1 Mayıs 1920’de BMM’ye hitap ederken şöyle demişti: “Efendiler, meselenin bir daha tekerrür etmemesi ricasıyla bir iki noktayı arz etmek isterim: Burada maksud olan ve Meclis-i âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürd değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslâmiyedir, samimi bir mecmuadır…”

İkinci evrede, “dini” tanım yerini yavaş yavaş “siyasi” tanıma bırakacaktı. Önce 8 Şubat 1921’de Büyük Millet Meclisi’nin başına ‘Türkiye’ kelimesi kondu. Mustafa Kemal “siyasi” bir terim olarak “Türk”ü ilk kez 21 Eylül 1922’de Büyük Zafer’e ilişkin beyannamesinde kullandı. Ve Mustafa Kemal, Ekim 1922’de bir grup öğretmene şöyle dedi: “Üç buçuk yıl öncesine kadar dini bir cemaat olarak yaşıyorduk… O zamandan beri Türk milleti olarak yaşıyoruz.”

Türk milletinin hangi unsurları kapsamadığının bir ipucunu Mustafa Kemal 16 Mart 1923’te Adana Türk Ocağı Esnaf Cemiyeti’nin çayında yaptığı konuşmada vermişti: “Arkadaşlarımız söylevlerinde demişlerdir ki, Adana’mıza hâkim olan diğer unsurlar, şunlar, bunlar, Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir durum almışlardır. Şüphesiz haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu verimli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleket sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk’tü, o hâlde Türk’tür ve sonsuza kadar Türk olarak yaşayacaktır…”

Bu ırkçı yaklaşım, 8 Nisan 1923 tarihinde Halk Fırkası’nın kuruluşunu müjdeleyen Dokuz Umde’deki ‘Türkiye Halkı’ ile dengelenmeye çalışıldıysa da, 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasından sonra, Milli Mücadele ittifaklarına ihtiyaç kalmadığını düşündüren adımlar atılmaya başlamıştı.

Örneğin 1924 Anayasası görüşmelerinde Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Türkiye’nin harsını (dilini ve kültürünü) benimseyene kadar Ermenilerin, Rumların ve Yahudilerin ‘Türk milletinin parçası’ sayılmaması gerektiğini belirtmişti. Sonunda, vatandaşlık tanımını yapan 88. Madde “Türkiye’de din ve ırk ayırdedilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese ‘Türk’ denir” şeklinde formüle edilirken, 12. Madde ile “Türkçe okuyup yazmak bilmeyenler milletvekili seçilemezler” denilerek, Kürtler ve gayrimüslim azınlıkların yolu kesiliyordu.

Muhtemelen bu dışlamaya bir tepki olan Şeyh Said İsyanı’nın bastırılmasından sonra Başvekil İsmet Paşa, 27 Nisan 1925 tarihli Vakit gazetesinde yayımlanan beyanatında rejimin ırkçılıkta ısrarlı olacağını ilan ediyordu: “Milliyet tek birleştiricimizdir. Diğer unsurlar Türk çoğunluğu karşısında etkileme gücüne sahip değildir. Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları derhâl Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek unsurları kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız nitelikler her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır…”

Özetle Türkiye’yi yaratan uluslaşma sürecinin motoru olan milliyetçilik, Cumhuriyeti kuran kadrolar tarafından “Türkleştirme” olarak anlaşılmış, anlaşıldığı gibi de uygulanmıştır.

1924 Anayasası’nın 88. maddesinin ilk fıkrasında yer alan “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk denir” ve 1937 Anayasası’nın yine 88. maddesinde yer alan, “Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese Türk denir” hükümleri yer almıştır. Fakat 1930’lu yıllarla birlikte Türkiye’deki Türk uyruklu gayrimüslimler üzerinde çeşitli baskılar uygulanmaya başlamıştır.

Yürürlükteki anayasalara göre “Türk” kabul edilmeleri, bu yurttaşlarımızı devlet eliyle ya da devletin göz yumduğu güçler tarafından uygulanan çeşitli baskılar karşısında korumamıştır. Yahudi, Ermeni, Rum, Süryani, Yezidi yurttaşlarımızın yasalar karşısındaki eşitliği kâğıt üzerinde kalmıştır.

Bir ucu ırkçılığa, faşizme açılan milliyetçi rüzgârlardan Atatürk’ün yakın çevresinde yer alan ve karar verici konumlarda bulunan Mahmut Esat Bozkurt, Recep Peker, Şükrü Saraçoğlu gibi devlet adamlarının etkilendikleri bir gerçektir.

Mahmut Esat Bozkurt ilk TBMM’ye milletvekili olarak girmiş, ölümüne kadar (21 Aralık 1943) her dönem milletvekili seçilmiş, 23 Kasım 1924 – 27 Eylül 1930 tarihleri arasında Adalet Bakanı olarak görev yapmıştır. 19.9.1930 tarihli Cumhuriyet’te yayımlanan şu sözler onundur: “Biz Türkiye denen, dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Türk, bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir! Dost ve düşman, hatta dağlar, bu hakikâti böyle bilsinler! Türk’ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir! Türk devletinin işlerini Türklerden başkalarına vermeyelim! Türk devleti işlerinin başına öz Türklerden başkası geçmemelidir. Yeni Türk Cumhuriyeti’nin devlet işlerinin başında mutlaka Türkler bulunacaktır!”

1930’larda filizlenen bu anlayış devlete bugün de egemendir. Örneğin, gayrimüslim Türk vatandaşları üniversiteler ve hastaneler dışında asker, sivil bürokraside istihdam edilmemektedir. TBMM’ye milletvekili olarak girebilen bir gayrimüslim aynı Meclis’te odacılık bile yapamamaktadır.

Ayrıca 1924 yılından itibaren sırasıyla İçişleri, Milli Savunma, Milli Eğitim, yeniden İçişleri Bakanı ve 1946-1947 yıllarında başbakan olarak görev yapan Recep Peker, 1931-1936 yılları arasında CHP Genel Sekreterliği görevinde bulunmuştu. 1932 yılında faşizmi incelemek üzere İtalya’ya gitmiş, dönüşünde yazdığı ve Başvekil İsmet İnönü tarafından da onaylanarak imzalanan, TBMM üzerinde bir “Faşist Konsey” kurulmasını öngören rapor kaleme almıştı.

Recep Peker’e göre, tüm “hukuki ve siyasi haklar tüm ulus fertleri için geçerliydi”. Ancak farklı bir “etnik kökene sahip olanlar ya da olduklarını düşünenler ulusal topluluğa katılamazlar. Çünkü ulusal topluluğun tek bir etnik kökeni vardır; o da Türklüktür” diyordu. Dönemin anayasasındaki Türk ulusu kavramına da aykırı düşen bu “ırkçı” yaklaşım, “etno-kültürel çeşitliliğin” reddini de beraberinde getiriyor, farklı etnik aidiyetlerin meşruiyeti ve gerçekliği kabul edilmiyordu.

“Nihayet insanlık tarihi XX. yüzyıla açılırken yeryüzünü kaplayan geniş Türk yığınlarının batı parçası, her yönden güçlü, zayıf ve karmakarışık hâle gelmiş olan ve kendisini terkip eden cüzler arasında bir bağlılığı kalmayan Osmanlı İmparatorluğu’nun durgunluğu içinde uyuyordu. Bereket versin ki, en büyük imha vasıtaları ve en ezici hadiselerle bile bozulması mümkün olmayan tek bir şey, bütün gürültüler içinde temiz kalmıştı. Batı Türkleri bu çöküntü içinde, kanının arılığını korudu ve sakladı. Dünyaya kahramanlık örneği gösteren Osmanlı ordusunun yüksekliği, devlet idaresinin kötülüğüne rağmen, bu orduları yaratan asil Türk ulusunun kanındaki yücelikten ileri geliyordu.”[11]

Devletin karar verici konumundaki en güçlü üç kişisinden biri olan Recep Peker’in bu ırkçı anlayışının dönemin siyasal ve toplumsal yaşamına yansımaması düşünülemezdi.

Mustafa Kemal önderliğindeki kurucu çekirdek kadro, Türkiye Cumhuriyeti topraklarında yaşayan farklı etnik kökenlerden Müslümanlar ile Müslüman olmayan halk topluluklarını Türk ulusal kimliği potasında eritmeyi amaçlıyordu. Bunun için herkesin Türk “dilini”, “ülküsünü”, “kültürünü” benimsemesi gerekiyordu. Bunun için Cumhuriyet Müslüman olmayan azınlıklara karşı baskılara başladı. İlk baskı uygulaması kendini 13 Ocak 1928 günü yapılan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti yıllık kongresinde alınan “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyasıyla birlikte gösterdi.

CHP’nin bir yan kuruluşu olarak çalışan ve Türkiye genelinde örgütlenen Türk Ocakları’nın 1926 yılında yapılan üçüncü kongresinde ilk kez “Türkçe konuşmayan azınlıklar” konusu gündeme gelmiş ve 1927 yılındaki kongrede de devam eden tartışmalar sonucunda 1928’de devletçe desteklenen “Vatandaş Türkçe Konuş!” kampanyası başlatılmıştı. Bu ilkel bir uygulamaydı; sokakta aralarında kendi dillerinde konuşan Yahudi, Ermeni, Rum yurttaşlar kabaca uyarılıyor, itiraz edenler aşağılanıyor, hakarete uğruyor, dövülüyordu, kimi zaman herhangi bir yabancı da bu kampanyadan nasibini alıyordu.[12] Olaylar bu kampanya ile sınırlı kalmadı. Derinleşip, yaygınlaşarak sürdü…

Burada bir parantez açıp, bir kere daha hatırlatalım:

“Türkiye’de işçi sınıfı yok, çünkü gelişmiş bir sanayi yok. Ticaretimiz çok cılız, çünkü sermayemiz yok. Amacım milli ticareti kalkındırmak, fabrikalar açmak, yeraltı zenginliklerini meydana çıkarmak, Anadolu tüccarına yardım etmektir,”[13] diyen Mustafa Kemal hayranlığıyla, “Biz Atatürk milliyetçisiyiz!” diyenlere, “Atatürk milliyetçiliği”nin ne olduğunu belgeleriyle aktaralım:[14]

ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN ŞECERESİ

Yıl 1925

Kürtçe konuşmak yasak!

Şark Islahat Planı (Kanunu):

Vilayet ve kaza merkezlerinde, hükümet ve belediye dairelerinde ve diğer kuruluşlarda, okullarda, çarşı ve pazarlarda Türkçe’den başka dil kullananlar cezalandırılacaktır.”

Yıl 1925

Kürtleri Türk yapmak!

Meclis Başkanı Abdülhalik Renda’nın Doğu Raporu’ndan:

Türkçeyi hâkim dil hâline getirmek… Fırat’ın batısındaki vilayetlerin bir kısmında dağınık vaziyette yerleşmiş olan Kürtleri Türk yapmak…”

Yıl 1926

Dersim bir çıban!

Mülkiye müfettişi Hamdi Bey’in raporundan:

Dersim gittikçe Kürtleşiyor. Tehlike büyüyor. Dersim, Cumhuriyet için bir çıbandır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliyat yaparak acı sonuç ihtimali önlenmelidir.”

Yıl 1930

Irksal haklar…

Başvekil İsmet Paşa’nın 31 Ağustos 1930 tarihli Milliyet’e demeci:

Bu ülkede sadece Türk ulusu ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.”

Yıl 1930

Türk olmayan hizmetçi olur!

Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt:

Benim fikrim ve kanaatim şudur ki, memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır. O da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır.”

Yıl 1931

Kürtlük eritilmeli!

Genelkurmay Başkanı Çakmak’ın raporundan:

Dersim cahildir. Zorunlu iskan uygulanmalıdır. Yüksek memurlara koloni (sömürge) yönetimlerindeki yetkiler verilmeli. Türklük telkini yapılmalı. Kürt kökenli yerli memurlar tümüyle bölgeden çıkarılmalı. Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Türk toplumu içinde Kürtlük eritilmelidir.”

Yıl 1932

Kürt memur casustur!

İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın raporundan:

Kuzey Dersim halkı batıya göç ettirilmelidir. Askeri harekât başlamadan önce tüm silahlar toplanmalıdır. Yerli memurlar, (yani Kürtler) casustur. Dersimlilere kendilerinin aslen Türk olduklarını öğretmek lazımdır.”

Yıl 1935

Erzincan Kürtleşmesin!

İsmet İnönü raporundan:

Elazığ, Erzincan, Erzurum gibi büyük merkezlerin Türkleştirilmesi önem arz etmektedir. Bitlis’i bir Türk yuvası ve kalesi hâlinde tutmalıyız. Erzincan Kürtleşirse, Kürdistan kurulabilir.”

Yıl 1940

Kürtler Türkleştirilmeli:

CHP raporundan:

Kürtler Türkleştirilmelidir! Kürt meselesi Türkiye’nin en mühim meselesidir. Asimilasyonun ilk şartı dil öğretmektir.”

Yıl 1961

Kendilerini Kürt sananlar…

27 Mayıs Darbesi’nin raporu:

Kendilerini Kürt sananların kökenlerinin Türk olduğu ispatlanarak yayımlanmalıdır. Bölgede asimilasyon politikalarına hız verilmelidir. Dünya entelektüel muhitine Türkiye’de bir Kürt meselesi olmadığı anlatılmalıdır.”

Yıl 1961

Kürt yoktur

27 Mayıs Darbesi’nin lideri Orgeneral Cemal Gürsel 1961’de Diyarbakır’da der ki:

Bu memlekette Kürt yoktur. Kürdüm diyenin yüzüne tükürürüm.”[15]

DERİNLEŞİP, YAYGINLAŞTIRILAN TÜRKLEŞTİRME

1938’den 1946’ya kadar uzanan dönemde asimilasyon aygıtları resmî ideolojinin temel kurumları hâlini almış, Varlık Vergisi ile gayri-Müslimlerin “zenginlikleri” güvensizleştirilmiştir. Özellikle Türk Ocakları ile paralel minvalde açılan Halkevleri’nde Türk milletinin tarihi, Türk dili ve edebiyatı, kültürü gibi çeşitli Türkçü konular işlenmiştir.

Örneğin İkinci Dünya Savaşı arifesinde ırkçı Türkçülüğün en önemli figürü Hüseyin Nihal Atsız (1905-1975) 1941’de yazdığı ama etkileri günümüze kadar süren ünlü vasiyetinde şunları demişti:

“Yağmur Oğlum! Bugün tam birbuçuk yaşındasın. Vasiyetnameyi bitirdim, kapatıyorum. Sana bir resmimi yadigâr olarak bırakıyorum. Öğütlerimi iyi tut, iyi bir Türk ol. Komünizm bize düşman bir meslektir. Bunu iyi belle. Yahudiler bütün milletlerin gizli düşmanıdır. Ruslar, Çinliler, Acemler, Yunanlılar tarihi düşmanlarımızdır. Bulgarlar, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, Fransızlar, Araplar, Sırplar, Hırvatlar, İspanyollar, Portekizliler, Rumenler yeni düşmanlarımızdır. Japonlar, Afganlılar ve Amerikalılar yarınki düşmanlarımızdır. Ermeniler, Kürtler, Çerkezler, Abazalar, Boşnaklar, Arnavutlar, Pomaklar, Lazlar, Lezgiler, Gürcüler, Çeçenler içerideki düşmanlarımızdır. Bu kadar çok düşmanla çarpışmak için iyi hazırlanmalı. Tanrı yardımcın olsun!”

Böylesi bir siyasal iklimde 40’lı yıllarda çıkarılan Varlık Vergisi ise Kasım 1942’de kanunlaşan, İkinci Dünya Savaşı yıllarının ekonomik güçlüklerini aşmayı hedefleyen ve edinilmiş servetlere ve karlara yönelik çıkarılan bir defalık vergi olarak tarihe geçmiştir.[16]

Daha önce de vurguladığım gibi, Varlık Vergisi’nin önemi, gayrimüslim azınlık, tüccar ve işadamlarına büyük darbe indirmesi ve çoğunun izleyen yıllarda ülkeyi terk etmesine yol açmasıdır. 17 maddeden oluşan yasaya göre; büyük çiftçiler yanında, büyük gayrimenkul sahipleri ve şirket ortakları bu kapsamda değerlendirilmiştir. Kimin ne kadar vergi vereceği ilin veya ilçenin en yüksek mülki amirinin başında olduğu bir komisyon tarafından belirleniyordu. Saptanan oran ve vergi miktarına karşı itiraz olanağı yoktu. 15 gün içinde belirtilen miktar ödenmeliydi. Bunu izleyen 15 gün içinde eğer ödeme yapılmıyorsa çalışma kamplarına gönderiliyorlardı. Verginin tahsili için yakın akrabaların servetlerine de el konuluyordu. Müslümanların ve yabancıların servetlerinin 1/8’inin, dönmelerin servetlerinin 1/4’ünün, gayrimüslimlerin servetlerinin de yarısının vergi olarak alınması isteniyordu. Bu vergi Türkiye çapında 114 bin 368 kişiye uygulanmıştır. Çalışma kamplarına gönderilmek üzere toplanan 2057 kişinin 1229’u İstanbul’dandı. Bunlardan 21 kişi kamplarda ölmüştür (öldürülmüştür).[17]

Tek parti devrinin sona ermesiyle, halktan olan gerçek demokrat bir parti iddiasındaki Demokrat Parti iktidara gelmiştir. Adnan Menderes döneminde de, geleneksel devlet yapısı tek devlet, tek millet ve tek bayraktan çıkmamış, buna bir de tek din söylemi eklenmiştir. Aynı dönem komünist yetiştirdiği gerekçesiyle Köy Enstitüleri kapatılmıştır. Tarih 6 Eylül 1955’i gösterdiğinde, tarihe 6 -7 Eylül Olayları olarak geçecek olan hadise başlamıştı.[18]

O günler, İstanbul’da özellikle Beyoğlu ve büyük adada yaşayan azınlıklara yönelik katliam ve yağma hareketinin olduğu günlerdi. Adnan Menderes’in Kıbrıs konusundaki gerilimlere karşı koz olarak planladığı, çevre illerden bile çapulcuların ellerinde kazma, kürek ve bayraklarla, kamyonlarla taşındığı ve emniyet güçlerinin çıkan arbedeye uzun süre müdahale ettirilmediği elim bir olaydı. Mustafa Kemal’in evinin bombalanması asparagasının ise o dönem İstanbul Ekspres gazetesinin yazı işleri müdürü olan Gökşin Sipahioğlu tarafından hazırlandığı söylenir.

Olayların seyri esansında Celal Bayar “Biraz fazla ileri gittik,” demiştir.

6-7 Eylül’de 11 gayrimüslim öldürüldü. 300’ü yaralandı. Sadece resmi rakamlara göre bile 60 kadının ırzına geçildi. O zamanın parasıyla 150 milyon liralık tahribat yapıldı.

E. Org. Sabri Yirmibeşoğlu gazeteci Fatih Güllapoğlu’yla konuşurken, kurduğu ve iki yıl yönettiği kontrgerilla örgütü Özel Harp Dairesi’ni (o zamanki adı: Seferberlik Tetkik Kurulu) şöyle methetmişti: “6-7 Eylül de bir Özel Harp işiydi. Amacına da ulaştı. Sorarım size, muhteşem bir örgütlenme değil miydi?”[19]

VE BUGÜN

Nihayet bugün: Mesela Alevîler… Mesela Kürtler… Mesela Hrant’ın katli…

Bilindiği gibi: Ulusal spor sahnesinde de ırkçılığın nesnesi Ermeniler olagelmiştir. Örneğin, 2007 yılında Trabzonspor- Malatyaspor arasında oynanan futbol maçında, Trabzonsporlu taraftarların “Ayağa kalkmayan Ermeni olsun” şeklinde tezahüratlarda bulunmaları gibi. Türkiye 2009 Süper Ligi’nde Diyarbakırspor’un gittiği yerlerde ırkçı sloganlara maruz kalmasını protesto eden Diyarbakırspor başkanının bir televizyon programında verdiği “Biz ne Uganda takımıyız ne de Ermeni, bize neden bunları yapıyorlar” demeci gibi.

Bazı taraftarların siyahi futbolculara ırkçı davranışlarda bulunduğu Galatasaraylı Drogba ve Fenerbahçeli Webo ile Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç’ın bir araya gelmesi, bir gazetede “Türkiye’de ırkçılık olmaz” başlığı ile haber edildi. Bir başka gazetenin haberine göre ise Suat Kılıç “Türkiye’de ırkçılık tutmaz. Hem inancımız hem de geleneklerimiz buna karşı” dedi, demesine de…

Ahmet İnsel’in, “Baştan ayaklara ırkçılık manzaraları” diye betimlediği toplumsal koordinatlarda “azınlık” denen öteki(leştirilen)lerin hâli konusunda birkaç somut veri sıralarsak:

i) Tarih Vakfı için Yrd. Doç. Dr. Selçuk Akşin Somel ve Nurcan Kaya tarafından hazırlanan 3 ciltlik ‘Geçmişten Günümüze Azınlık Okulları’ raporuna göre, azınlık okulları 90 yılda eridi. 1894’te 6437 olan okul sayısı 22’ye düştü.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde Musevilerin, Ermenilerin, Rumların, Bulgarların, Keldanilerin, Süryanilerin, Marunilerin ve başka toplulukların anadilde eğitim yapan okullarının bulunduğuna dikkat çeken rapora göre, 1894’le 2013 arasında 6415 azınlık okulu kapatıldı. Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde 6437 okul varken İstanbul’da 302 gayrimüslim okulu bulunuyordu, bu okullarda toplam 29.850 öğrenci eğitim görüyordu.

Şimdi yalnızca İstanbul’da bulunan 22 okul var. Bunların 16’sı Ermenilere, 5’i Rumlara, 1’i de Musevilere ait. Okullar Anadolu’da kapatıldı, İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada dışındaki yerlerde okul kalmadı.[20]

ii) Vakıflar Genel Müdürü Adnan Ertem, cemaat vakıflarının iki yılda bin 560 mülkün kendi vakıflarına iadesi için başvuruda bulunduğunu söyledi. Şimdilik 250’si iade edilen mülklerden 500 kadarının ise Vakıflar Genel Müdürlüğü (VGM) tarafından değerlendirme çalışmalarının devam ettiğini ifade eden Adnan Ertem, iadesi talep edilen ancak herhangi bir belgesi bulunmayan 600 civarında mülkün ise nerede olduğunun bilinmediğini söyledi.

‘Yeni Şafak’a konuşan Ertem, “Bize başvuran bazı vakıfların talep listesinde ‘Edirne’de bir dükkân’ yazıyor, onlar da o dükkânı talep ediyor. Biz o dükkânı nereden bulup da iade edelim? Bizi gereksiz uğraştırıyorlar. O dükkânın tapusu yoksa bile bir kişi gelip eliyle gösterse ‘Burası bizim’ dese biz onun kayıtlarını bulup iade ederiz. Gerekirse yer tayini için yanlarına bölge müdürlüklerimizde çalışan bir görevli bile veririz,” şeklinde konuştu.

Son zamanlarda tartışmalara konu olan Eminönü’ndeki Sansaryan Han ile ilgili açıklamada bulunan Ertem ‘1936 Beyannamesi hazırlanırken cemaatlerden kontrollerinde olan bütün vakıf mallarını beyan etmeleri istendi. Onlar da mülkiyeti kendilerinde olmayan ancak kendi tasarruflarında olan mülkleri bile vakıf malı olarak kaydettirdi,” dedi.

O dönemde kaydedilenler arasında Hz. İsa adına, Hz. Meryem adına kayıtlı olanların da bulunduğunu belirten Ertem, “O zaman Mıgırdiç Ağa Sansaryan Hanı kimse sahiplenmeyince Vakıflar Genel Müdürlüğü idaresine geçti ve ‘Mazbut Vakıf’ statüsü kazandı. Kanunlar mazbut vakıfların iadesini mümkün kılmıyor. Ermeni cemaati de şimdi ‘Mıgırdiç Ağa bizim cemaatimizdendir. Onun vakfettiği mallar bizim olmalı’ diyor ama 1936’da sahiplenmedikleri için mazbut vakıf oldu,” diye konuştu.[21]

iii) Gökçeada ve Bozcaada’da Rumca’nın 1927’den beri yasak olduğu ortaya çıktı. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Gökçeada’da açılmasına izin verilen Rum İlkokulu’nun, adanın özel statüsü sebebiyle Rumca eğitim vermesinin kanunen yasak olduğu ortaya çıktı. Adaya özel statü tanıyan 1151 sayılı “Bozcaada ve İmroz kazalarının mahalli idareleri hakkındaki kanun”un 14. Maddesi’ne göre adada Rumca tedrisat yasak. Kanuna göre Rumca yalnızca dil dersi olarak, ücreti veliler tarafından karşılanan bir öğretmen tarafından ders saatleri dışındaki belli zamanlarda öğretilebilir, okuldaki eğitim dili ise Türkçe.[22]

iv) Bir Ermeni öğrencinin okula kaydı sırasında ortaya çıkan “soy kodu” skandalının bir benzerinin Rum okulunda da yaşandığı ortaya çıktı. 2013 yılında Fener Özel Rum İlköğretim Okulu’na kaydı yapılan 2 kız öğrencinin “soy kodu” numarasına göre etnik olarak Rum olmadıkları ortaya çıkınca kaydı silindi. Biri Bulgar diğeri Rumen kökenli, dini bakımdan Fener Rum Patrikhanesi’ne bağlı olan 2 öğrenci daha sonra bir başka okula geçmek zorunda kaldı.[23]

v) Eğitim döneminde çocuklara dağıtılan 10. sınıf tarih ders kitaplarında Süryanilere “hain” ve “işbirlikçi” gözüyle bakılmakta. Hatta yeni kitapta Süryanileri suçlayıcı ifadelerin çokluğu dikkat çekiyor.[24]

vi) Rum Cemaat Vakıfları, Ustura Kemal dizisini örnek göstererek RTÜK’e isyan mektubu yazdı: “Dizilerde, filmlerde hep fahişe ve vatan haini gösteriliyoruz.”

Vakıfları Destekleme Derneği, RTÜK Başkanı Davut Dursun’a gönderdiği mektupta, dizilerde Rum vatandaşlarının, “Fahişe, düşman işbirlikçisi, vatan haini” olarak gösterilmelerinden yakındı. Dernek, bir süre önce yayından kaldırılan Ustura Kemal dizisinden de şikâyetçi oldu.

Dernek Başkanı Laki Vingas ve Genel Sekreter Katerina Proku Türker imzasıyla RTÜK’e gönderilen 14 Aralık 2012 tarihli mektupta özetle şunlar vurgulandı:

“Show TV’de haftada birkaç kez tekrar edilerek ulusal boyutta ve prime time kuşağında yayınlanmakta olan ‘Ustura Kemal’ adlı dizi mütareke ve işgal yıllarını (1918-1923) konu almaktadır. Bu dizide ön plana çıkarılan bazı karakterler Rum toplumunu başından beri rahatsız etmektedir. Dizide tüm ‘fahişe, randevucu, vatan haini, düşman işbirlikçisi’ gibi tiplemeler Rum toplumuna mal edilmektedir.”

“1950 ve 1960’lı yıllarda politik nedenlerle ülkemizde bir kısım gazetecilerin, Rum toplumu aleyhinde yaptığı yayınlar ve bazı sorumsuz Yeşilçam filmlerinin yarattığı hava ülke çapında Rum toplumunu çok rahatsız etmiştir. Türkiye’de yaşayamaz hâle gelen onbinlerce Rum, göç etmek zorunda kalmıştır.”[25]

vii) Pendik’te Milli Eğitim Vakfı İlköğretim Okulu’nda görsel sanatlar öğretmeni Ahmet Sarıtaş, okulda Rum asıllı olduğunu dile getirdikten sonra “gelişmiş ülkelerle Türkiye’yi kıyasladığı konuşmalarla milli manevi değerlerin aşağılandığı algısının oluşmasına sebebiyet verdiği” gerekçesiyle uyarı cezası aldı.[26]

viii) Uludağ Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Dergisi’nde yayımlanan ve Yrd. Doç. Dr. Süleyman Sayar tarafından yazılmış, “Yahudi Karakteri (Tarihi ve Sosyo-Psikolojik Bir Yaklaşım)” başlıklı makalede bakın, yazar Yahudi milli karakteri için neler diyor:

“Yahudilerin yabancı hâkimiyeti altında alabildiğine ezilmiş, horlanmış ve aşağılanmış olmaları büyük ölçüde kendi isyankâr, uyumsuz, bozguncu ve entrikacı karakterlerine de bağlı kalmıştır. Gerek Mısır, gerek Babil, Yunan, Roma ve hatta İslâm hâkimiyeti dönemlerinde hep düşmanla işbirliği yaparak yaşadıkları ülkeyi çökertmeye çalışmışlar, ama her seferinde başarısızlığa uğramışlardır. İslâm’ın hoşgörüye dayalı yönetiminde bile eski alışkanlıkla çevirdikleri entrika ve düşmanlıklardan ötürü Hicaz’dan sürülmüşlerdir.

Araştırmamıza göre, Kur’an terminolojisi bakımından… Yahudi karakterinin belirleyici kavramları şu şekilde sıralanabilir: 1. İnkâr (küfr), 2. Allah’a eş koşma (şirk), 3. Yalanlama ve yalancılık (tekzîb ve kezib), 4. Üstünlük taslama (istikbâr), 5. Cinayet (katl), 6. Döneklik (tevellî ve i’râd), 7. Aşağılık duygusu ve korkaklık (zillet ve meskenet); 8. Hâinlik ve ikiyüzlülük (hıyânet ve nifak), 9. Bozgunculuk (fesâd), 10. Haksızlık (zulüm), 11. İsyan ve serkeşlik (isyân, i’tidâ, tuğyân, isrâf, fısk, dalâlet, hevâ), 12. İhtilâf ve tartışmacılık (ihtilâf ve muhâcce), 13. Kıskançlık (hased), 14. Katı yüreklilik (kasvet), 15. Dünya hayatına düşkünlük (hırs), 16. Cehâlet ve beyinsizlik (cehl ve sefeh), 17. Sözü değiştirme (tebdîl ve tahrîf), 18. Hakkı gizleme (ketm), 19. Gazap ve lânet (ğadab ve lâ’net).

Bu kavramlarla tasvir edilen karakter yapısına Yahudi milli karakteri olarak bakılamaz mı? Bize göre, bu soruya müsbet cevap vermek gerekir. Yahudi karakter tasvirlerinde, öteden beri üzerinde durulan bazı karakter özellikleri vardır. Bu özellikler şöyle sıralanabilir: Yahudi ketumdur, sır vermez. Kurnaz ve hilekârdır. Dayanıklı ve sabırlıdır. Gürültücü, yaygaracı ve telâşlıdır. Adsız kalmaya, sinsi davranmaya özen gösterir. Çıkarlarına, kazancına ve maddeye düşkündür. Avareliği ve geziciliği sever. Bu yüzden adı ‘Serseri Yahudi’ye çıkmıştır. Dinine ve din adamlarına çok bağlıdır. Onların sözü kanun yerindedir.

Millî ülküsüne bağlıdır. Belli etmez görünse de, kinci ve intikamcıdır. Bu, tarih boyunca onun en önemli gücünü teşkil etmiştir. Tutumludur, cimridir. Başkalarına (Yahudi olmayanlara) ikiyüzlü davranmayı, yalan söylemeyi doğal görür. Ahlâk ilkeleri millîdir, kendi aralarında geçerlidir. Yabancılara karşı farklı ilkeler oluşturmuştur. Yahudi, Yahudi ırkçısıdır…”[27]

ix) Rıfat Bali de, ‘Gayrimüslim Mehmetçikler: Hatıralar – Tanıklıklar’da azınlıkların asker olma hâllerini şöyle aktarıyor…

Çelebon Yaeş: “1934’te Askeri Mızıka Okulu seçmelerine gittiklerinde ‘Yahudilikle, Ermenilikle alâkâları olmayacak’ öğrencileri seçmeleri için talimatları olduklarını, binbaşı iken de kendisi için ‘Herkes Yahudileri öldürüyor, bizde ise subay yapıyorlar’ dendiğini duyduğunu aktaracaktı.”

Süryani, 26 yaşında: “Askerde bir gün herkesi toplayıp çırılçıplak soydular. Ben soyunmadım. Sonra ‘Sünnet olmayanlar ayrılsın’ dediler. Biz ayrıldık. ‘Sizi sünnet edeceğiz’ dediler. Ben ‘Olmam’ dedim. Beni ikna etmek için ‘Sünnet sağlıklıdır. Olman sağlığın açısından iyi’ dediler. Ben yine ‘Ben Hıristiyanım ve olmayacağım’ dedim. Bir Ermeni arkadaşa da aynı şeyi söylediler. O ‘Köprüyü geçene kadar ayıya dayı diyeceksin’ diyerek sünnet olacağını söyledi. Sonra sünnet olup olmadığını hatırlamıyorum.”

Hrant Dink: “Denizli 12. Piyade Alayı’na sekiz aylık kısa dönem askerlik için gittiğimde, devremdeki tüm arkadaşlarıma yemin töreninden sonra erbaş rütbesi taktılar ve bir tek beni er olarak bıraktılar. İki çocuk sahibi koca adamdım, umursamamam gerekiyordu belki. Amma velâkin fena koymuştu bu ayrımcılık. Tören sonrasında herkes ailesiyle mutluluğunu paylaşırken, teneke barakanın arkasında tek başıma saatlerce ağladım.”

Yosi Kastoryano: “Muhtelif görevler için yapılacak seçmelerde yaklaşık 500-800 kişi içinde ‘Aranızda cahiller, sabıkalılar ve gayrimüslimler kenara ayrılsın’ dediklerinde o anda düşündüğüm ilk şey, ‘Ben niye sabıkalı ve cahillerle aynı kefeye kondum’ idi.”

Arsen Yarman/1972: “Yüksek rütbeli bir subay geldi. Elinde liste. ‘Okuduğum isimler bir adım ileri’ dedi. Birinci ismi okudu; ‘Garo Halepli’. Bir daha okudu, ‘Agop Yeşil’. Bir daha okudu ‘Ardaş Altınay’, bir daha okudu ‘Agop Yeşil’. Dokuz kişi yan yana çıktık, dokuzu da Ermeni. Dedi ki, ‘Diğerleri dağılsın, tüfek, teçhizatınızı, sırt çantalarınızı alın gelin.’ Ermeninin biri bana bakar, bir ben Ermeniye bakarım. Dokuzumuz da birbirimize bakar, dokuzumuz da Ermeni. Dedim ne oluyor, tekrar mı götürüyorlar bizi kesmeye? Sonra anladık ki bizi çavuş yapmaya götürüyorlar. Ama biz tabii ‘Tehcire gidiyoruz’ diye donumuza yaptık o ayrı.”[28]

x) Liselere geçişte SBS’nin yerine getirilen 6 dersten 12 sınav yapılmasını öngören Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş Sistemi’nin (TEOG) ilk dönem sonuçları 20 Ocak 2014’de açıklandı. Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinden muaf gayrimüslim öğrenciler e-okul sistemine ‘G’ yani “Sınava girmedi” diye kodlanıp sıfır almış gibi işlem gördüler ve 33.34’e varan puan kaybı yaşadılar.[29]

xi) Samatya’da 2012’nin aralık ayında 84 yaşındaki Ermeni Maritsa Küçük, evinde bıçaklanarak öldürüldü. 6 Ocak 2013’deyse Surp Dzınunt ayinine giden bir kadın kaçırılmak istendi. 23 Ocak 2013 günü yine Ermeni 86 yaşındaki Sultan Aykır evinin önünde saldırıya uğradı. Ermenilere yönelik dikkat çekici bu saldırılar, semtte tedirginlik yarattı.

Bazı kişilerin evlere gelip “Ne zamandır buradasınız, hep burada mıydınız?” diye sormasının tedirginliği arttığını söylüyorlar. Samatyalı D.A. “Önceleri ben de saldırıyı münferit buldum. Böyle bir şeyin artık olmayacağına inanmak istiyoruz. Yıllardır sakin bir yaşam var. Bozulacağına inanmak güç” derken, G.V ise çocuklarına “Din dersinde ne okuyorsunuz, Türkçe’yi nerede öğrendin?” gibi sorular sorulduğunu dile getiriyor. P.G. ise şöyle diyor: “… ‘Hrant Ahparig’ öldürüldükten sonra çok insan için iyice tatsızlaştı olanlar. Zaten sürekli dışlandığın, vatandaş sayılmadığın bir yerde parmak kaldırıp kaldırıp ‘Ben de ben de’ diyorsun. Bir parmak da daha ne kadar kırılır? Yurtdışında akrabası olan gitmeye bakar. Ama insanın bu yüzden toprağından vazgeçmesi ne kadar içine dokunuyor…”

Yaklaşan 2015’le beraber saldırıların artacağı endişesi de dile getiriliyor. Yaşlılar sokağa çıkmıyor, yabancılara kapı açılmıyor, çocuklar okula giderken sıkı sıkı tembihleniyor.[30]

ROMAN ÖRNEĞİ

Türkiye’de yıllardır Romanlar diğer halklar gibi “öteki” olarak algılandı ve dışlandı. Teninin renginden dolayı iktidar tarafından “Esmer vatandaş” olarak tanımlanan Romanların hâl-i pür melaline gelince; ‘İzmir Roman Kültürü Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’ Başkanı Yakup Çardak, AKP iktidarının “Roman Açılım”ında sınıfta kaldığı vurgusuyla, bugün Türkiye’de milyonlarca Roman yurttaşın yaşadığını söyledi.

‘Avrupa Komisyonu’nun 2012’nin Ekim ayında açıkladığı ‘Türkiye 2011 yılı İlerleme Raporu’nda “Roman vatandaşların… sosyal dışlanma, nüfus cüzdanlarının olmaması nedeniyle eğitime ve sağlık hizmetlerine erişimde marjinalleşme ve ayrımcılığın yanı sıra konut, istihdam ve kamu hayatına katılım gibi sorunlarla karşı karşı kaldığı” vurgulanırken; yine ‘Avrupa Roman Hakları Merkezi’nden Türkiye İnsan Hakları Gözlemcisi Hacer Foggo’nun verdiği bilgilere göre, Türkiye’deki Roman nüfusunun 4.5-5 milyon olduğu tahmin ediliyor. 2010’daki araştırmaya göre 71 milyon 892 binlik Türkiye nüfusunun yüzde 3.83’ü Roman.

Sadece 2006-2013 yılları arasında 10 bini aşkın Roman vatandaş yerinden edilmiş durumda. Kentsel dönüşüm, kentsel yenileme ve gecekondu dönüşüm projeleri kapsamında İstanbul’da 2006 yılında Sulukule’de 650 Roman aile, Küçükbakkalköy’de (Ataşehir) 140 Roman aile, Kâğıthane ilçesinde yaklaşık 60 Roman aile, 2013 yılında Gaziosmanpaşa Sarıgöl’de 600’ü aşkın aile, 2006 yılından beri Bursa Kamberler’de 200’ü aşkın aile, İzmir Örnekköy Roman mahallesinde 20 aile yerinden edildi. 2013 yılında Sakarya’nın Sapanca ilçesi Gazipaşa Mahallesi’nde oturan 400’ü aşkın Roman ailenin evi çok cüzi paralarla kamulaştırıldı.

Samsun’da TOKİ’ye yaptırılan 200 Evler Mahallesi’ndeki konutlarda oturan 314 Roman aile ise icralık oldu. Konutların taksitlerini ödeyemedikleri için icra ve tahliye ihbarnamesi gönderilen aileler, evlerinin ellerinden alınmasından korkuyor.

Foggo, “Yoksul Romanların yaşamlarını yeniden kurmak için gerekli olanaklardan yoksun bırakılmaları; sosyal hayatlarını, kültürlerini, kullandıkları dili, her seferinde başka bir yerde yeniden ortaya çıkarmaya çalışmaları onları sosyal, kültürel çözümsüzlüğe itmektedir. Yerinden edilen Romanlar daha da derin bir yoksulluk ve çözümsüzlükle karşı karşıya bırakılmışlardır” diye konuştu.

Örneğin AKP iktidarının uygulamaya koyduğu “Kentsel Dönüşüm”, yüzyıllardır İstanbul Sulukule’de yaşayan Romanlara yıkım ve felaket getirdi. Bölge halkı, hukukçular ve uluslararası insan hakları örgütlerinin karşı çıkmalarına rağmen Romanlar topraklarından zorla sürgün edildi.

Bu tür uygulamalarla evleri yıkılınca Sancaktepe’ye sığınan yaklaşık 60 hane, ne eğitim ne de sağlık hizmeti alabiliyor.

İstanbul Küçükbakkalköy’de tapu tahsis belgeli evlerini sattıktan sonra evsiz kalan Romanlar, kendilerine Sancaktepe’nin dışında jandarma bölgesinde bir hayat kurdu. Çadırlarda sürdürdükleri hayatta elektrik yok, su kuyudan çekiliyor. Çocuklar okula kayıt olamıyor, sağlık hizmetlerinden faydalanamıyor.

Sancaktepe’deki yeni hayatında Romanların elektrik ve suyu yok. Günlüğü 3-5 liraya hurda topluyorlar. Çocuklar okula gitmek istiyor.

Ve çok önemli bir şey daha: Bursa Valiliği Romanlarla ilgili bir şikâyet üzerine Romanları kategorik olarak resmen aşağılıyor; hem de Meclis’e yazdığı bir yazıyla.

Tarık Işık’ın haberinden aktarıyorum: “Ebu İshak ve Selimzade mahallelerinde yaşayan Roman vatandaşların genelinin yasal gelir getirici herhangi bir sanat ve mesleği yok. Bu nedenle Romanlar, gerek uyuşturucu ticareti ve gerekse kendilerine kazanç sağlayıcı olarak gördükleri hırsızlık, yankesicilik, kapkaç, gasp gibi suçları işleyerek hayatlarını sürdürüyor.”[31]

İşte devletin Romanlara bakış açısı bu!

DEVLET TAVRI, CEZASIZLIK

Hakkındaki yolsuzluktan ötürü istifa eden eski Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın, “Bunları bize bir Yahudi, bir ateist, bir Zerdüşt yapsa anlarım,” diyebildiği coğrafyamızda, resmî ideoloji mamûlatı nefret söylemi “vaka-ı adiye”dendir…

Nasıl olmasın?

Türkolog akademisyen tarihçi Corry Guttstadt’ın, Türkiye’de anti-Semitizmin yaygın olduğunu vurgularken, “Asıl endişe verici olgu, pek kimsenin bu sorunu fark etmemesi ve karşı çıkmamasıdır,” demek zorunda kaldığı coğrafyamızda Patrik Bartholomeo Ruhban Okulu konusunda, “40 yıldır din adamı yetiştiremiyoruz. Yunanistan’dan mı getirelim?” diye isyan ederken; 166 azınlık cemaat vakfının temsilcisi Laki Vingas’ın aktardıkları meselenin ne kadar vahim olduğunun da bir başka kanıtıdır:

Geçenlerde bir devlet kurumundan randevu istedim. ‘Yabancılar şubemizin müdürüyle görüşün’ dediler bana. Bir şey söyleyemedim. Bıktım. Bugün bir Rus geliyor, bir Fransız geliyor burada iş yapıyor. Normal, yabancılar şubesine gidecek. Peki ben? 300 senedir, 400 senedir buradayım; malım, mülküm, ticaretim, askerliğim, hüviyetim, kaderim, mezarım, okulum, her şeyim burada. Ben de yabancıyım… Bugün Avustralya’dan gelen adamla hiç farkım olmayacak mı?”[32]

Devlet tavrının “rehin yabancı” uygulamalarında ifadesini bulduğu Türkiye’de demokratikleşme paketi içerisinde izine rastlanmayan Heybeliada Ruhban Okulu konusunda Başbakan Erdoğan,[33] bir televizyon konuşmasında tarihi okulun bitmeyen çilesini, Atina’da hizmete girmeyen iki caminin kaderiyle bağlantılı hâle getirdi.

Başbakan doğrudan “mütekabiliyet” kavramını kullanmadı ama ifadelerden çıkan meal bu yönde. Bir anımsayalım hep birlikte: “Bizim için Ruhban Okulu meselesi anlık meseledir. Ama biz bir şeyin iadesini yaparken, bir şeylerin de iadesini bekleme hakkına sahibiz. Nedir o? Şu anda bizim Atina’da iki tane camimiz var. Dedik ki ‘Gelin bunu bize iade edin, biz bunun restorasyonunu yapalım.’ Maalesef hâlâ oyalanıyoruz. İkinci bir sorun, bunların bir yetimhanesi vardır Büyükada’da. Muhteşem bir yer… Biz hemen dava görüldü ve yetimhaneyi kendilerine teslim ettik. Hiç tereddüdümüz yok. O günden bugüne daha da inşasına başlamadılar. Üçüncü bir sorun, Sen Sinod Meclisi üyelerinin tamamıyla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olması lazım. Yani Bartholomeos gibi… Ben Sayın Bartholomeos’a şunu söyledim: ‘Sen dışarıdan papaz getir, biz bunları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yapalım ve Sen Sinod Meclisi de Lozan’a uygun bir şekilde teşekkül etsin. Şu ana kadar 17 tane gelip Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına aldığımız papaz vardır. Biz bunu da yaptık. Gel gör ki Batı Trakya’da benim 150 bin soydaşım var. Ama Batı Trakya’da benim 150 bin soydaşımın başmüftüsünü Yunan hükümeti kendi memuru gibi atıyor. Bartholomeos’u ben kendi memurum gibi atıyor muyum? Ben nasıl Sayın Bartholomeos’u atayamıyorsam, bu hak nasıl ki Rum Ortodokslara aitse, sen de benim oradaki başmüftümü atayamazsın. Onu da oradaki benim Müslüman kardeşlerimin seçmesi lazım. Onlar da gelsinler bu konuda ‘evet’ desinler, eşzamanlı adımları atalım. Biz buna varız.”

Rehin”ler konusunda bir diğer gerçek de “cezasızlık”tır.

‘Kafesteki Türkiye- Hıristiyanlar Neden Öldürüldü?’ başlıklı yapıtı kaleme alan gazeteci Sibel Hürtaş,[34] “Türkiye’de gayrimüslim cinayetlerinin cezalandırılmadığı” vurgusuyla ekliyor:

“Bugüne kadar ne kiliselere yönelik ne de Hıristiyanlara yönelik saldırı ve tehditler doğru düzgün bir adli incelemeden geçti. Aynı zihniyet Ergenekon davasına da damgasını vurdu. Ergenekon savcılarının özellikle anti-Hıristiyan kampanyayı inceleme konusunda bir çekince yaşadıklarına şahit olduk. Eğer Ergenekon davasında bu zihniyet kodlamaları aşılabilseydi dava bugün olduğu yerden çok farklı bir yerde olabilirdi. Aynı kodlamaların Yargıtay’da da var olduğunu biliyoruz. En azından Hrant Dink cinayetinin ardından ortaya çıkan bazı gerçekler bize bunu gösteriyor. Dink’in ‘Türklüğe hakaret’ iddiasıyla yargılandığı davanın Yargıtay Ceza Genel Kurulu görüşmelerinde, sadece Dink’in Ermeni olması nedeniyle, mahkûmiyetine karar verilebilmesi için üyeler üzerinde büyük bir baskının oluşturulduğunu öğreniyoruz. Böyle olunca da Yargıtay aşamasında Ergenekon davasının Hıristiyanlar açısından değerlendirilmesi beklenemez.”

Bunlara ek olarak ‘Protestan Kiliseler Derneği’ tarafından hazırlanan ‘2013 Hak İhlâlleri İzleme Raporu’nda, “Hıristiyanlara yönelik nefret suçları 2013’te de devam etmiş, Protestanlara ve kiliselerine yönelik fiziksel saldırılar görülmüştür. İbadet yeri kurma ve ibadet için kullanılan mekânların kullanımını sürdürme konusunda sorunlar devam etmektedir,” denildi.

Dernek tarafından hazırlanan “2013 Hak İhlâlleri İzleme Raporu”nda, Protestan toplumuna yönelik hak ihlâllerine yer verildi. Raporda, Hıristiyanlara yönelik nefret suçlarının devam ettiği, geçen sene Protestanlara ve kiliselerine yönelik fiziksel saldırılar yaşandığı vurgulandı. Rapordan bazı başlıklar şöyle:[35]

MALATYA DAVASI

2007’de Malatya’da üç Hıristiyanın acımasızca katledilişinin üzerinden neredeyse 7 yıl, davanın başlamasının üzerinden 6 yıl geçmiştir. 2012 yılında mahkemeye sunulan yeni iddianame ve süren dava, olayı azmettirmekle suçlanan kişiler, gayrimüslimlere karşı nefret ortamının nasıl oluşturulduğunu, bu süreçte kamu görevlilerinin, medyanın ve sivil toplumun rolünün ortaya çıkarılması açısından detaylı bilgiler vermektedir. Süren davanın maddi gerçeği ortaya çıkararak kısa sürede sonuçlanmasını, gerek aileler gerekse Protestan toplumu beklemektedir.

KIŞKIRTICI HABERLERDE ARTIŞ

Ulusal medyada Hıristiyanlara yönelik karalayıcı ve yanlış bilgiler içeren, objektiflikten uzak yayınların 2013’te yaygın olmaması olumlu karşılanmaktadır. Ancak 2013’te yerel medyada ve internet haberlerinde kışkırtıcı ve karalayıcı haberlerde artış gözlemlenmekte ve endişe ile takip edilmektedir.

AYRIMCILIK DEVAM EDİYOR

Hıristiyanlara yönelik ayrımcılık devam etmektedir. Kimliklerde bulunan din hanesi, gündelik yaşamda ayrımcılık riskini artıran bir unsur olmaya devam etmektedir. 2013’te de Türkiye’deki birçok yabancı uyruklu Protestan toplumu üyesi birey ve aile, oturum vizesini yenilememe veya sınır dışı etme yöntemiyle ülkeden çıkmaya zorlanmıştır. Birçoğunun çocukları eğitim hayatlarına devam ederken bu uygulamalara maruz kalmışlardır. Bu durumdaki bazı ailelerin, din görevlisi vizesi başvurularının ve vatandaşlık başvurularının reddedilmesi ve sebep gösterilmeksizin oturum izinlerinin yenilenmemesi düşünüldüğünde, bu uygulamaya sadece inançlarından dolayı maruz kaldıkları sonucu ortaya çıkmaktadır.

BAZI NEFRET SUÇLARI, SÖZLÜ VE FİZİKSEL SALDIRILAR

27 Nisan’da Kurtuluş Kiliseleri Derneği’nin İstanbul Ataşehir temsilciliğine 30-40 kişilik bir grup taşlar ve yumurtalar ile saldırmıştır. İçeriye girmeye çalışmalarına rağmen kapı kapalı olduğu için içeri giremeyen grup, kilise tabelası, cam ve temsilcilik girişine zarar vererek uzaklaşmıştır. Koruma tahsis edilmemiştir.

29 Aralık’ta Mardin’de Hıristiyanlığı seçen bir genç erkek, akrabaları ve Suriye uyruklu bir kişi tarafından kaçırılarak ıssız bir yere götürülmüştür. Burada darp edilmiş ve boğazına bıçak dayanarak kelime-i şahadet getirip Müslümanlığa dönmemesi durumunda öldürüleceği belirtilmiştir. Bir linç ortamı oluşturulmak istenmiştir. Kilise önderi tehditler üzerine koruma talebinde bulunmuştur. Ancak henüz bir cevap verilmemiştir.

SONUÇ YERİNE”

Tüm bunlar “ne”yi mi gösteriyor?

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kuruluşundan bu yana, gayrımüslimlerden başlamak üzere Kürtlere, Alevîlere, Romanlara doğru uzanan bir “ötekileştirme”, “ayrımcılık” ve “ırkçılık”ı önceli İttihat-Terakki’den devralmış, içselleştirmiş ve uygulamaktadır. İşin vahim yanı, bu konuda devlet, “millet”iyle duygudaşlık ve işbirliği içinde gözükmektedir. Bir başka deyişle, “devlet aklı” olarak “nefret söylemi” toplumun iliklerine işlemiş durumdadır!

Bunda hiç kuşkusuz, bu ülkede “Sünni-Müslüman-Türk” olmanın sağladığı avantajların payı büyüktür: pek çok “Türk” ailesinin varidatında ülkeyi alelacele terk etmek zorunda kalmış Rumlardan ucuza kapatılmış bir ev ya da dükkân; soykırım sırasında katledilen bir Ermeni’den gasp edilmiş altınlar; 6-7 Eylül’de yağmalanan dükkânlardan kaldırılan eşyalar… kayıtlıdır. Bunun adına “sermayenin Türkleştirilmesi” deniliyor; Türk(iye) kapitalizmi, neredeyse bütünüyle gayrımüslim ticaret erbabından gasp edilmiş menkul ve gayrımenkule dayanır; toplumun “suçortaklığı”nı devşirmek için bu gasp, tabana yayılmıştır.

Hatırlayacaksınız, Hrant’in katline ferman, Ermeni’nin kurtuluşunun “Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan”da olduğundan söz ettiğinde verilmişti. Hrant haklıydı… Onun yarım kalan cümlesini bizim tamamlamamız gerek. O halde hep birlikte haykıralım:

“Sünni-Türk’ün kanını zehirleyen Ermeni-Rum-Yahudi-Kürt-Alevi-Keldani-Nusayri… düşmanlığından kurtulması, bu içselleştirilmiş ırkçılığıyla yüzleşmesi, hesaplaşmasıyla mümkün olacaktır!”

13 Nisan 2014 12:07:27, Ankara.

N O T L A R

[1] Hacettepe Ekonomi Topluluğu’nun 15-16-17 Nisan 2014 tarihlerinde düzenlediği “VI. Ulusal Ekonomi, Siyaset ve Dış İlişkiler Sempozyumu”nun 17 Nisan 2014’deki “Türkiye’de Öteki Olmak…” oturumunda yapılan konuşma… Kaldıraç, No:158, Ağustos 2014…

[2] Robert Sabatier.

[3] Ergin Yıldızoğlu, “Etnik Farklılık, Etnik ‘Çelişki’ Üzerine”, Cumhuriyet, 7 Ekim 2009, s.4.

[4] Mesut Hasan Benli, “Ermeni Tehciri Haklı, Süryanilere Dikkat!”, Radikal, 12 Temmuz 2013, s.12-13.

[5] Okay Gönensin, “Numaralı İnsanlar”, Vatan, 3 Ağustos 2013, s.6.

[6] Şenay Aydemir, “Rumlar Fahişe, Ermeniler Pansiyoncu, Yahudiler Tüccar!”, Radikal, 7 Eylül 2013, s.24.

[7] Tarık Işık, “12 Bin 211 Köyün Adı Değiştirilmiş”, Radikal, 13 Mayıs 2009… http://bageroguzoktayarsiv.blogspot.com.tr/2014/02/12-bin-211-koyun-ad-degistirilmis.html

[8] Kâmil Hoşoğlu, “Köylerin Eski İsimleri”, kolkhoba@googlegroups.com, 15 Mart 2001.

[9] Ayşe Hür, “En Uzun Yüzyılımız: ‘Asr-ı Fişleme’…”, Radikal, 1 Aralık 2013, s.24-25.

[10] Orhan Koloğlu, Curnalcilikten Teşkilâtı Mahsusa’ya, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2013.

[11] Recep Peker, İnkılap Dersleri, İletişim Yay., 1984, s.16.

[12] Cihad Baban, Ulus Gazetesi, 4 Eylül 1960.

[13] Ayşe Hür, “Hem Millici, Hem Beynelmilelci Olmak Kolay mı?”, Radikal, 2 Şubat 2014, s.22-23.

[14] Hasan Cemal, “Erdoğan, Kılıçdaroğlu, Milliyetçilik Derken Atatürk Milliyetçiliği Üzerine!”, Milliyet, 21 Şubat 2013, s.21.

[15] Hasan Cemal; Barışa Emanet Olun, Kürt Sorununa Yeni Bakış; Everest Yay., 2011, s. 33-36.

[16] Siyasi Anılar 1939-1954, Faik Ahmet Barutçu, Milliyet Yayınları, s.263, (Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları, Ayhan Aktar, İletişim Yay.)

[17] Rıdvan Akar, Aşkale Yolcuları Varlık Vergisi ve Çalışma Kampları, Mephisto Yay., 2006.

[18] Rum Azınlığa Yönelik 6-7 Eylül Terörü, Cumhuriyetin 75. Yılı, Cilt 2, 1954-1978, Yapı Kredi Kültür Sanat Yay., 1998, s.392.

[19] Tempo Dergisi, s. 24, 9-15 Haziran 1991, s.24; Tanksız Topsuz Harekât, Tekin Yayınevi, 1991, s.104.

[20] Ayça Örer, “Azınlık Okulları 90 Yılda Eridi”, Radikal, 20 Eylül 2013, s.4.

[21] Behlül Çetinkaya, “Azınlık Vakıfları Belgesi Olmayan 600 Mülk İçin de Başvurdu”, Yeni Şafak, 26 Eylül 2013, s.19.

[22] “Adalarda Rumca Yasakmış”, Taraf, 31 Mart 2013, s.13.

[23] İsmail Saymaz, “Rum Okulundan ‘Soy Kodu’ Sürgünü”, Radikal, 29 Ocak 2014, s.9.

[24] “Süryaniler ‘İhanet’e Devam Ediyor!”, 29 Ekim 2012… http://www.demokrathaber.net/genclik/suryaniler-ihanete-devam-ediyor-h12743.html

[25] Meltem Özgenç, “… ‘Biz Fahişe miyiz’ İsyanı”, Hürriyet, 4 Ocak 2013, s.6.

[26] Umay Aktaş Salman, “… ‘Rum Asıllıyım’ Diyen Öğretmene Uyarı Cezası Geldi”, Radikal, 3 Ocak 2013, s.13.

[27] E. Fuat Keyman, “Türkiye’nin Nefret Söylemi Sorunu”, Radikal İki, 2 Eylül 2012, s.12.

[28] Rıfat Bali, Gayrimüslim Mehmetçikler: Hatıralar -Tanıklıklar, Libra Yay., 2011.

[29] “SBS’de Gayrimüslimlere Puan Şoku”, Milliyet, 21 Ocak 2014… http://gundem.milliyet.com.tr/sbs-de-gayrimuslumlere-puan-soku/gundem/detay/1824970/default.htm

[30] Ayça Örer – İsmail Sağıroğlu, “Samatya’da Ne Oluyor?”, Radikal, 25 Ocak 2013, s.6.

[31] Eyüp Can, “Damgalanan Romanlar ve Cono Ahmet”, Radikal, 25 Eylül 2013, s.4.

[32] Zeynep Miraç, “Devlet Beni Hâlâ Yabancı Görüyor”, Milliyet, 9 Eylül 2013, s.16.

[33] Bakın bir belge ne der: “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan/ Genelge 13 Mayıs 2010 tarihli Resmî Gazete/ Başbakanlıktan: GENELGE-2010/13:

Anayasamızın eşitlik ilkesi çerçevesinde; ülkemizde yaşayan gayrimüslim azınlıklara mensup Türk vatandaşları, bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları gibi, ayrılmaz parçası oldukları ulusal kültür ve kimlik yanında, kendi kimlik ve kültürlerini yaşama ve yaşatma imkânına sahip bulunmaktadırlar.

Bu vatandaşlarımızın Devlet önündeki iş ve işlemlerinde kendilerine güçlük çıkarılmaması, haklarına halel getirilmemesi, ilgili mevzuat gereği olduğu gibi, Devletimizin ve Türk ulusunun bir parçası olduklarının kendilerine hissettirilmesi açısından da büyük önem taşımaktadır.”

[34] Sibel Hürtaş, Kafesteki Türkiye- Hıristiyanlar Neden Öldürüldü?, İletişim Yay., 2013.

[35] Burcu Karakaş, “Hıristiyanlara Yönelik ‘Nefret’ Devam Ediyor”, Milliyet, 28 Ocak 2014, s.23.