SEVAN’IN TASHİH ETTİĞİ YANLIŞLAR MANZUMESİ [1]

TEMEL DEMİRER

“Bir tek kişiye yapılan
haksızlık, bütün topluluğa
yöneltilmiş bir tehdittir.” [2]

 

Kelimenin geniş ve dar anlamında Sevan soykırım mağdurudur.

Kolay mı? 1915 soykırımından kurtulanlardan Sevan, “arazisinde kaçak yapı inşa ettiği gerekçesi”yle(!), 2015’e yani 100’e bir kala enterne edilen bir Ermeni’dir…

Bundan ötürü, Max Weber’in tanımıyla “fiziki şiddet tekelini” elinde tutan devletin mağduru olan ve demir parmaklıklar ardına kapatılan Sevan ile -kimi görüşlerine ve davranışlarına kesinlikle katılmasam da- dayanışma içindeyim…[3]

 

SEVAN’IN “YAPTIĞI”

 

Bilindiği gibi Sevan Nişanyan, kaçak yapı cenneti Türkiye’de; İzmir’in Şirince Köyü’nde, kendi arazisi üzerine 60 metre karelik tek odalı bir taş ev inşa etmesi üzerine, “kaçak yapı” gerekçesiyle 2 yıl hapis cezasına çarptırıldı.

2 Ocak 2014 günü Torbalı Açık Cezaevine kapatılan Nişanyan, “bir gardiyanın hırsızlık yaptığı”nı kamuoyuyla paylaşınca, cezaevi yönetimi soruşturma açarak, 26 Şubat 2014 günü aniden apar topar Buca Kapalı Cezaevi’ne nakledildi.

Buca Kapalı Cezaevi’ne nakledilen Sevan, “yatak yok” gerekçesi ile günlerce beton zeminde yatırıldı. Banyo yapma imkânı da tanınmayan Nişanyan’a uygulanan “taş yatak”ın açık bir işkence olduğu vurgulanmıştı.

Özetle Sevan’a atfedilen “suç”, “kaçak yapı”dır!

İyi de, bu böyleyse; İzmir’in Şirincesindeki matematik köyüne bir oda yaptırdığı için 2 yıl hapiste kalacak olan Sevan Nişanyan’a, İzmir’in Urla’sında birinci derece sit alanındaki villalar için mantıklı bir cevap vermeniz gerekiyor mu?

Hatırlar mısınız, 1995 yılının şubat ayında Kuşadası’nda ortaya çıkan bir çiftlik zamanın Başbakanı Çiller’in kâbusu olmuştu. Bu haber ilk ortaya çıktığında Çillerler çiftliğin kendilerine değil, çocuklarının dadısı (aynı zamanda kâhyaları) Suna Pelister’e ait olduğunu açıklamışlardı. Bir süre unutulan konu, Tansu Çiller’in 11 Temmuz 1997’de çiftlik için yeni imar kararı aldırtmasıyla tekrar alevlenecekti…

Ancak aslî soru(n) bu değildi… Sevan, “kaçak yapı” bahanesiyle cezalandırılmasını gerektiren daha büyük “suç”lar işlemişti.

O; İttihatçı Cumhuriyet’e “Yanlış Cumhuriyet” demişti. İttihatçı Cumhuriyet’in “neresi doğru” diye sormuştu!

Ermeni mallarının üstüne konup “yolunu bulmuş” Tal’ât Paşacıların, “yolsuzluk”la suçlanan şehzadeyi kadı huzurundan kaçırmış Enver Paşacıların “milleti hâkime” geleneği, böyle haddini bilmezlere tahammül edemezdi.

Etmedi de…

 

ASLÎ SORU(N)

 

Duymamış veya bilmiyor olamazsınız![4]

Bütün bakanlıklar 2015’e harıl harıl hazırlanıyor. Kültür Bakanlığı’nın hazırlıklarından bazıları ise şöyle: Yabancı öğrencilere Türkiye gezisi ödülü projesi, tüm Türkiye’deki turist rehberlerine yönelik olarak “1915 Olayları” kitapçığı, vs., vs., vs…

Bunlar yetmezmiş gibi, Azerbaycan dini işlerinden sorumlu Devlet Bakanı Elşad İskenderov, 2015 yılının Ermeni diasporasının son şansı olduğu vurgusuyla, Türkiye ve Azerbaycan’ın bu konuda işbirliğine gitmesi gerektiğini belirtiyor![5]

1915’den 2015’e 1 kala, tam 2 yıllığına içeri alındı Sevan…

24 Nisan 2014’de Ermeni Soykırımının 100. Yıldönümünü anma sürecine girilmişken… Önümüzdeki bir yıl boyunca Ermeni soykırımı diye bir olayın vuku bulmadığını, olsa olsa, Ermenilerin Türkleri soykırıma uğrattığını, politikacılardan, resmi tarihçilerden, Türk ve Türkçü medya yorumcularından bol bol duyacağız.

Başlangıcı Ayşe Kulin yaptı. Enver Aysever’e verdiği TV mülakatında, “Ben Ermenileri çok severim, ama o bir tehcir olayıdır. Savaşta yaşanmış bir olaydır. Savaşta yaşananlara soykırım demek zor… Yahudilerinki gibi gidip durup dururken biz onları kesmeye başlamadık,” dedi.

“Biz onları durup dururken kesmedik” sözüyle hem kesenlerle kendisini özdeşleştiriyor, hem de Ermeni katliamını aklıyor, haklı buluyor ve Türk-Türkçü olarak insanlıktan zerre kadar nasibi olmadığı bir yana, cehaletini de ortaya koyuyor.

1890’larda II. Abdülhamit Devrinde 200.000 kadar Ermeni’nin devlet tarafından Padişahın adını taşıyan Hamidiye Alayları aracılığıyla öldürüldüğünü yok sayıyor. Başka bir muhtevada konuşsa “Kızıl Sultan” diye niteleyeceği II. Abdülhamid’e konu Ermenilere gelince hak vermektedir.

Abdülhamid de, onun önce kan kusturduğu sonra kendisini devirerek iktidara gelmiş İttihatçılar da Ermeni katilidirler.

Yazarın “soykırım değil tehcir” dediği olay devlet eliyle ve önce askerlerle, jandarmayla yapılmıştır. Yetmeyeceği için, hapishanelerdeki katiller, caniler çıkartılıp devletin Teşkilât-ı Mahsusa adlı gizli teşkilâtının emrine verilmiştir…

Ayşe Kulin alay mı ediyor? Bu kadar iptidai bir laf olur mu? Ermenileri çok severmiş. Lâzım değil, sevme. Senin sevgine ihtiyaçları yok. Sadece onların büyük annelerinin, büyük babalarının kitle hâlinde sürülmelerini ve öldürülmelerini inkâr etme, yani insan ol, bu kadarı yeter.

Yüz binlerce Ermeni’yi (ve Süryani’yi) kadın, erkek, çoluk çocuk yollara dök. Mehmed Talat’ın kendi el yazısıyla tuttuğu notlarda Anadolu’dan 924 bin Ermeni sürülmüş. Defterin altındaki notta bu rakama yüzde 30 daha eklemek gerektiğini yazmış. Bu hesaba göre 1.200.000 kişi tehcir edilmiş. Gayrı resmi tahminler rakamın 1.5 milyon civarında olduğunu söylüyor.

Bunların 800.000 kadarı yolda ölmüş. 1918’de Osmanlı Hükümetince kurulan komisyonda ölen Ermenilerin sayısının 800.000 olduğu belirtiliyor. Ölümler sadece hastalıktan ya da dayanamamaktan olmadı, aylarca süren yolculukta kasabalardan, köylerden yollara çıkan çeteler insanları öldürdüler, kadınlara tecavüz ettiler, kız çocuklarını aldılar. Sayısını bilmediğimiz kadar genç kız, koca koca erkeklerle evlendirildi. Veya pek çok Osmanlı zabiti kız çocuklarını “besleme” olarak aldı.[6]

Kimse, sakın ola inkâra kalkışmasın: Soykırım ve etnik temizlik gibi devasa kitlesel katliamlarda gözlemlenen ortak örüntülerden biri söz konusu sistemli ve organize imha eylemlerine maruz kalan toplulukların aydınlarının tasfiyesi ve imhasıdır. Bu, toplumların direncini ve mücadele gücünü zayıflatmak saikiyle gerçekleştirilir.[7]

Bu süreç hem Holocaust hem de Ermeni Soykırımı’nda görülmüştür. Bilhassa Nazi Almanyası’nda yaşayan Yahudi toplumunun önde gelen aydınları ve siyasetçileri toplama kamplarına sürülmek suretiyle imha edilmişlerdir. Bu sayede Naziler, Yahudi toplumunun haklarını savunacak ve onları direnişe sevkedecek olan önemli bir gücü yok etmiştir.

24 Nisan 1915’te ise aynı gadre Osmanlı vatandaşı Ermeniler maruz kalır. 24 Nisan 1915 aslında şubatta başlamış olan sürgün ve katliam haberlerinin bir devamı olarak okunabilir. 24 Nisan 1915 Osmanlı Ermenilerine uygulanan yakın tarihin en acı verici soykırımını ifade eden sembol bir tarihtir.

Bu tarihte Dahili Nezareti Vekili Talat Paşa’nın emri doğrultusunda, önce İstanbul’da başlayıp daha sonra ülkenin neredeyse bütününe yayılacak bir biçimde birçok Ermeni aydını; yazar, sanatçı, avukat, doktor, mebus evlerinden alınıp götürülmüş ve çoğu bu ölüm yolculuğundan geri dönememiştir. İstanbul’da tutuklanıp Çankırı ve Ayaş’taki toplama merkezlerine gönderilen bu Ermeniler İttihat ve Terakki’nin onlar için biçtiği kaderi yanlarında taşıdı ve bu yolculuk sırasında insan hafsalasının alamayacağı gadre maruz kaldı.

2015’in eşiğinde bastırılmak, susturulmak istenen aslî soru(n) budur!

Sevan’ın “davası” da bunun içindir sadece…

 

“KAÇAK YAPI(LAR)” MESELESİ

 

Sevan, “kaçak yapı”yla mı “suçlanıyor”?!

Çankaya’daki T.“C” Cumhurbaşkanlığı köşkünün “Gerçek sahibi Kasapyan ailesidir”.

Köşk’ün 1915’te tehcir edilen Ermeni Kasapyan ailesinin mülkü olduğunu bilmiyor olmanız mümkün mü? Prof. Dr Baskın Oran da Kasapyan’ların köşkü hiç kimseye satmadığını belirterek şöyle diyor: “Devlet, bütün Ermeni malları gibi bu köşke de el koydu ve zamanı gelince kendileri veya ederleri sahiplerine geri verilecek dendi ama bu hiçbir zaman gerçekleşmedi. 1919’dan itibaren Ermenilerin arkada bıraktığı birçok mal eşraf tarafından fiilen işgal edildi veya açık artırmayla satıldı. Bulgurluzadeler bu şekilde almış olabilirler. Bu el değiştirme ve tapu alma meselesini tespit edemiyoruz çünkü 1983 ve 2001’de çıkarılan iki genelgeyle, 6 Ağustos 1924 tarihinden önceki tapu kayıtlarının gösterilmesi yasaklandı. 2006’da da MGK’da ulusal güvenlik gerekçesiyle yasaklandı.”

Yazar İpek Çalışlar da, “Ev zaten Kasapyan bağ evi olarak anılıyordu. Yıllar geçince bu gerçek unutuldu. Çankaya köşkünün Bulgurluzade Rıfat Efendi tarafından satın alındığı yazıldı çizildi. 2007 yılında Kasapyan ailesinin torunu Edward Çuhacı ‘Çankaya köşkünü Kasapyan ailesi hiç kimseye satmamıştır’ dedi. Ağustos 1915 yılında tüm aileyi sürgüne sevk etmişler, aile Ankara’dan İstanbul’a kaçmıştır.”[8]

Sadece bu kadar mı? Elbet değil!

Prof. Dr. Şevket Pamuk’un, “Yolsuzluk düzenin kendisi oldu,” saptamasının altını çizip, hızla birkaçını daha sıralayalım:

i) Atatürk Orman Çiftliği’ne (AOÇ) yapılan ve “Aksaray” olarak adlandırılan yeni Başbakanlık Binası’nın inşaatı durduruldu. Bölgeye inşaat yapılmasının yolunu açan Tabiat Varlıkları Bölge Komisyonu’nun 2 Şubat 2012’de verdiği karar iptal edildi. Kararın ardından inşaatın durdurulması ve mevcut yapının yıkılması gerekiyor. Başbakanlık Konutu kaçak yapıya dönüştü.[9]

ii) Yapılaşmanın tamamen yasak olduğu 1. derece sit alanına yapılan, Başbakan Erdoğan ve ailesinin adıyla anılan İzmir’in Urla ilçesi Zeytineli köyündeki villalardan bazılarının 35 yıl önce değil, son bir iki yıl içerisinde yapıldığı ortaya çıktı.[10]

iii) İstanbul’da Hitit izlerinin bulunduğu Bathonea Antik Kenti’ni bakanlık ören yerine dönüştürmeyi hedeflerken TOKİ konut yapmak için başvurdu. TOKİ, 1. derece SİT olan bölgeyi de istiyor.[11] Küçükçekmece Göl Havzası içinde devam eden ve İstanbul tarihi için büyük şans olarak nitelendirilen Bathonea antik kentine TOKİ tarafından konut yapılmak istenmesine tepkiler çığ gibi büyüyor.[12]

iv) Bursa’daki Myrelia antik kenti, üstünde yapımına izin verilen süpermarketin bodrumuna hapsoldu. Antik kentte 5 katlı yapılaşmaya da izin çıktı. Mudanya ilçesindeki Myrelia antik kentinde bina kat yüksekliğini arttıran ve kentin bir kısmını imara açan yeni imar planı Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından onaylandı. Antik kent üstüne yapılan süpermarketin inşaatı da tamamlandı.[13]

v) Yukarı Ağaçlı köylüleri, 3. havaalanı için alınan acele kamulaştırma kararına karşı iki ayrı dava açtı. İstanbul Barosu dava dilekçesinde “Acele kamulaştırma savaş gibi olağanüstü durumlarda kullanılır,” dedi.[14]

 

“SİT” Mİ DEDİNİZ!

 

Bitmedi, devam ediyorum:

Başbakan Erdoğan’ın yılda 3-5 kez gittiğini belirttiği Urla’daki sit arazisine inşa edilen evlerle ilgili tartışma sürerken dikkat çeken bir gelişme yaşandı. Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1996 tarihli “Tarihi Sitler, Koruma ve Kullanma Koşulları” ilke kararını değiştirdi. Sit alanlarında, koruma amaçlı imar planları, koruma bölge kurulunca uygun görülünceye kadar yapılabilecekler arasına “zorunlu altyapı uygulamalarının” yanı sıra “kamu hizmet yapıları” da eklendi. Bu alanlarda önceden süregelen tarımsal faaliyet ile bağ ve bahçeciliğin yapılabileceği ancak bu amaç dışında kesinlikle kullanılamayacağı hükmü de değiştirildi. Koruma amaçlı imar planları onaylandıktan sonra bu alanların bu amaç dışında kullanılmasına kapı aralandı.[15]

Bir şey daha: Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Türkiye genelinde petrol, doğalgaz, kayagazı veya jeotermal arama projelerine ilişkin, “ÇED gereklidir ya da ÇED gerekli değildir” kararı verme yetkisini valiliklere devretti![16]

Bu çerçevede hatırlatmadan geçmeyelim:

i) Başbakan Erdoğan 2 milyar 800 milyon ağaç diktik demesine rağmen Küresel Orman Takip ve Uyarı Sistemi verilerine göre Türkiye, 12 yılda 164 bin 222 dekar ormanını kaybetti. Bu alan Kayseri büyüklüğünde! En çok orman kaybının olduğu iller Antalya ve İstanbul oldu.[17]

ii) Türkiye’de sulak alanların yarısı 50 yılda kayboldu… Karadeniz’de 55 yılda 26 balık türü tükendi… 60 yıl önce Türkiye’de sadece yerli buğday tohumu ekiliyordu. Şimdi ise bu oran yalnız yüzde 5… Tarım topraklarında üretilen gıdanın yüzde 28’i israf ediliyor.[18]

iii) Nihayet Türkiye AKP iktidarı döneminde doğa koruma alanında da dünyadaki gelişimin tam tersi bir politika izliyor. Ülkemizde doğa koruma politikaları ile ilgili yapılan bir araştırma kamu yararı ve insan yaşamı açısından korunması gereken alanların büyük bir hızla yapılaşmaya açıldığı gerçeğini gözler önüne serdi.[19]

 

“HUKUK(SUZLUK)” PARANTEZİ

 

Sevan’ın “suçlandığı” egemen tablo, Honoré de Balzac’ın, “Kanunlar, büyük sineklerin delip geçtiği, küçüklerin ise takılıp kaldığı örümcek ağıdır,” saptamasıyla betimlenebilir tamı tamına…

Onlar, yani egemenler baştan ayağa suçun kaynağı ve suçlu olacaklar, kendi koydukları yasaları keyiflerince delik deşik edecekler, mazlumlardan da “yasaları”na biat etmelerini isteyecekler!

Yok, böyle bir şey!

İnsanın adil yasalara itaat etme gibi bir yasal sorumluluğunun ötesinde ahlâki sorumluluğu bulunmaktadır. Aynı şekilde, insanın adil olmayan yasalara da karşı gelme ve itaat etmeme gibi bir sorumluluğu da olmalıdır.

Özellikle Ertuğrul Özkök’ün, “Artık bu rejimin adını koyalım. Türkiye… fiilen bir hukuk devleti olmaktan çıkmıştır. Anayasa’nın ‘kuvvetler ayrılığı’ prensibi fiilen askıya alınmıştır”; Levent Köker’in, “Peşinen belirteyim: ‘Hukukun üstünlüğü’ yoksa demokratik siyâset de yoktur”; Emre Kongar’ın, “Adaletin olmadığı yerde demokrasi hiç yürümez… Adaletin olmadığı yerdeki yaşam, bir cehennem azabına dönüşür,” diye haykırdıkları günümüzde “Adalet hiç olmadığı için yaratılması gereken şeylerden biridir,” Bülent Şık’ın ifade ettiği gibi…

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM), 2013 yılında 118 karar üzerinden toplam 182 ihlâle hükmettiği; AİHM’nin iş yükünün çoğunu oluşturun Türkiye’den, yani AİHM’in 54 yılda ifade özgürlüğüne ilişkin verdiği 544 mahkûmiyetin 244’ünün coğrafyamızla ilgili olduğu bir hâlden söz ediyoruz…

Şimdi burada durup soralım: “Gerçekten nedir bu adalet? Hukuk önünde herkes eşit mi, yoksa bazıları daha mı eşit!

Aslında burjuva düzende ‘hukukun önünde eşitlik’ söylemi, toplumsal eşitsizliğin üstünü örterek görünmez hâle getiren bir araçtan başka bir şey değildir.

Söylediklerimizi abartılı bulanlar varsa, mahkeme salonlarına baksınlar.”[20] Yeter de artar bile…

Aslı sorulursa hemen her şey, ‘Hukuk Devleti: Kökenleri ve Küreselleşme Çağındaki İşlevi’[21] başlıklı yapıtında, hukukun maddi içeriğinin, onu üretenlerden ve uygulayanlardan bağımsız olarak düşünülemeyeceğini gözler önüne bir kere daha seren Berke Özenç’in dediği gibi:

“Devlet dediğimiz şey hep şiddetini kullanıyordu ama o şiddeti hukuk kılıfıyla sarıp yumuşatıyordu. Bu hukuk kılıfını çektiğiniz anda, ki şu anda çekiliyor, geriye kaba ve çıplak şiddet kalıyor! İnsanların bu çıplak şiddete rıza göstermesi çok zor! Şu anda bunu yaşıyoruz. Olağanüstü hâl bu ülkede 90’larda kaldı sanıyorduk ama şimdi…”

Olağanüstünü olağanlaştıran zorbalık yani “Onlar’ın hukuku, asla adalet olmuyor.”[22]

Çünkü ‘Demokrat Yargı’dan Muzaffer Şakar ile Kemal Şahin’in işaret ettikleri üzere, “Egemen karar verendir… Alman siyaset bilimcisi Carl Schmitt ‘Egemen, istisna hâline karar verendir’ der. Bu sözü, ‘Egemen, kimin terörist olduğuna karar verendir’ şeklinde günümüze uyarlayabiliriz. Çünkü, istisna hâli birisine terörist denmesiyle başlıyor ve kimin terörist olduğuna karar vermenin en kestirme yolu da yargıdan geçiyor.

‘İktidarın ihtiyaç duyduğu hakikâtin en verimli kaynaklarından biri entelektüeller ise diğeri de yargıdır.’ İşte bu yüzden, yargı, siyasal alanın en önemli aktörü hâline geldi. Ne var ki, kendi özerk ve özgün şeklini bir türlü elde edemeyen Türkiye yargısı, değişen yargı iktidarına göre operasyonel bir araç olarak varlığını sürdürüyor.”

“Hukukun üstünlüğü”nden söz eden egemenlerin çifte standartlılığına örnek mi?

Mesela… “Kamuoyunda ‘7 Şubat Krizi’ olarak bilinen ve 2012’de MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile 4 MİT mensubunun KCK soruşturması kapsamında ifadeye çağırıldığında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ‘İfade vermeye kesinlikle gitme’ dedi”![23]

“Yargı, devletten ve ona egemen olan siyasetten soyutlanamayacak bir organ”ken;[24] kim ne derse desin: “T.C hukuk devleti değil, kanun devletidir. Kanun devleti, yöneticilerin toplum üzerindeki keyfi yönetimine dayanan bir modeldir. Kanun devleti duruma göre değiştirilen yasalara dayalı, bu anlamda keyfi bir modeldir. Kanun devleti, bireyin çıkarlarını değil, devletin bekasını ön planda tutmaktadır.”[25]

O hâlde asla unutmayalım: Adalet dağıtmakla görevli olanların bile “önce adalet” diyemediği, “önce devlet” dediği bir “garip” hukuk içindeyiz. Büyük Soygun’u gizlemek için kurgulanmış bir garabettir bugün “adalet” dediğimiz yapı

İttihatçı suçlarının hesabı yüz yıldır sorulmadı. Bu suçları işleyenler hep kuyruklarını “dik” hem de iktidarı ellerinde tuttular, eğilmediler.

Doksan yıllık İttihatçı Cumhuriyet saltanatında, “önce adalet” diyen seçilmiş ya da “atanmış” pek görülmedi. Kanunu mıncıklamak adalet arayışı gibi yutturuldu. Dünyevi ya da ilâhi adalet arayıcısı mağdur, iktidar koltuğuyla beraber İttihatçı çizgiye oturdu.

Sevan’ı, “yargıladığını zanneden” tam da böylesi bir yanlışlar manzumesidir…

İşte buna ilişkin birkaç somut veri:

i) 70.000 nüfuslu Kırklareli’de yaşayan her 54 kişiden 1’ine sadece “Yürüdü” diye dava açıldı.[26]

ii) Başbakan Erdoğan’ın 28 Aralık 2013 tarihindeki Manisa mitingi öncesi gözaltına alınan üniversite öğrencisi Hüseyin Tavas, çantasında bulunan “Dikkat Manisa’da hırsız var” yazılı afişin “Başbakan’ı hedef aldığı” savıyla hâkim karşısına çıkarıldı.[27]

iii) Evinde ayakkabı kutuları içinde 4.5 milyon avro bulunan eski Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan’ı tahliye eden hâkim Hulusi Pur, Fazıl Say’a da “halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama” suçlamasıyla 10 ay hapis cezası vermişti.[28]

iv) Adana Valisi Hüseyin Avni Coş’un “gavat” diyerek tepki gösterdiği vatandaşlar arasında bulunan bir kişiye “hakaret suçu”ndan 2 yıl, bir kişiye hem “hakaret” ve hem “tehdit suçu”ndan 4 yıl hapis istemiyle dava açıldı.[29]

v) AİHM, Mardin’in Kızıltepe ilçesinde 2004 yılında babası Ahmet Kaymaz’la birlikte öldürülen 12 yaşındaki Uğur Kaymaz davasında Türkiye’yi, “yaşam hakkını ihlâl etmesi” nedeniyle yaklaşık 140 bin euro maddi tazminata mahkûm etti.[30]

vi) Ankara Başsavcılığı, 21 Ekim 2013’te ODTÜ’deki ağaçların sökülerek, içinden yol geçirilmesini protesto eden göstericilere dava açtı. Şüpheliler “belediyenin açtığı yola yeniden ağaç dikmek için zincir oluşturmak ve fidanları elden ele vererek kamyonların geçişini engellemekle” suçlandığı iddianamede 3 şüpheli için ayrı ayrı olarak, 2 yıl 6 aydan 14 yıl 6 aya kadar hapis cezası talep edildi.[31]

vii) Savcı, Clara Zetkin ve Rosa Luxemburg’u PKK üyesi yaptı! Diyarbakır’da 2013 yılında kutlanan 8 Mart etkinlikleri için billboardlara asılan ve sonra mahkeme kararı ile toplatılan afişe ilişkin yürütülen soruşturmada verilen takipsizlik kararında, Alman komünist kadınlar Rosa Luxemburg ve Clara Zetkin için “PKK terör örgütü üyeleri” yazıldı.[32]

Alın size “Ben Ermeni’yim. İyi bir Ermeni’yimdir. İyi de Solcu’yumdur. İkisi bir arada olunca belasındır sen bu ülkede,” diyen Hrant(’lar)’ı, Sevan(’lar)’ı, ve nihayet biz(’ler)’i “yargılayan hukuk(suzluk)”!

 

YA ZİNDAN MI?

 

Söz konusu hukuk(suzluk)un zindanı da, marifetlerinden muaf olabilir mi?

Hayır “yatak yok” gerekçesiyle Sevan’ın günlerce beton zeminde yatırılması tesadüf değil; ceza içinde cezadır!

Cezaevlerinde yatan mahkûm sayısının 150 bine dayandığı; bu sayının Gümüşhane, Bayburt, Kilis, Ardahan ve Dersim’in nüfusunu geçtiği; içeride yatanların yüzde 5’inin siyasi tutuklu olduğu coğrafyamızda Adalet Bakanlığı’na göre, 2017 yılının sonuna kadar inşaatı tamamlanacak 64 yeni cezaevi kampüsüyle cezaevi kapasitesi 3 yıl içinde neredeyse 2 kat artacak. Yapılacak yeni kampüslerle 148 bin 200 kişi olan kapasite 255 bine ulaşacak!

Enver Sezgin’in, “Türkiye’nin değişik cezaevlerinde kalan çocuk mahpuslara yönelik insanlık dışı davranış haberlerini gazetelerden sıkça okuyoruz. Pozantı, Sincan, Maltepe ve diğer hapishanelerdeki çocuklara sistematik ve ağır işkenceler yapıldığı gerçeği uluslararası kuruluşların raporlarında da yer almaya başladı. Devletin koruması altında olması gereken çocuk mahkûmlar, ne yazık ki cezaevi yöneticilerinin ve gardiyanların insafına terkedilmiş durumdadır,” diye betimlediği “zindan gerçeği” konusunda İHD İstanbul Şubesi Başkanı Ümit Efe, ağır hasta tutsakların sayısının 162 iken şimdi 200’ü aştığına dikkat çekiyor.

Ayrıca İHD de, cezaevlerinde insanlık dışı uygulamaların sürdüğünü, 412 hasta tutuklu ve hükümlünün yaşamla ölüm arasındaki ince çizgide bulunduğunu belirtirken; 2012 yılına ilişkin insan hakları ihlâlleri raporuna göre, cezaevlerinde bulunan 411 hasta mahpustan 124’ü derhâl tahliye edilmesi gereken ölümcül hastalıkları olan mahpuslar olup, bunların dışında 121’i çok ciddi tedavi görmeleri gereken ağır hasta mahpuslardır. 245 mahpus ağır hastalıkları nedeniyle tahliye edilmeyi beklemekte, ancak tahliye edilmemektedir.

BDP Genel Başkan Yardımcısı Meral Danış Beştaş’ın, cezaevlerinin birer tabutluğa dönüştüğü vurgusuyla, “Hasta tutuklular ölüme terk edilmiş durumda” diye tarif ettiği hâl giderek ağırlaşan bir trajedi özelliği kazanırken; karşımıza şöyle bir somut görüngüler dikiliyor:

i) Bolu F Tipi’nde kalan hükümlülerin ‘Radikal’ yazarlarına yazdıkları mektuplar “sakıncalı” bulundu. Cezaevi yönetimi mektuplara el koydu. Cüneyt Özdemir ve Oral Çalışlar suç örgütü üyesi sayıldı.[33]

ii) Bakırköy Kadın Cezaevi’nde tutuklu bulunan Sultan Işıklı’ya, arkadaşları tarafından gönderilen bir kâğıt maske, Che Guevara afişi, Yılmaz Güney ve şair Hasan Hüseyin Korkmazgil’in fotoğraflarının bulunduğu kartpostallar sakıncalı bulundu. Cezaevi idaresi, ipçikle kulağa geçirilen kağıt maskeyi “Hükümlü kimliğini gizlemek için ya da değişik kimliğe bürünmek için kullanılabilir” diye yasaklarken, Che’nin afişine ve bir konser fotoğrafına ise “Ancak aile fertlerine ait olanlar içeri sokulabilir” diye el koydu.[34]

iii) 18 yıldır cezaevinde olan Siirt E Tipi Cezaevi’ndeki Salih Tuğrul geçirdiği rahatsızlıklar nedeniyle felç geçirdi, konuşma ve yürüme yeteneğini kaybetti. Adli Tıp’ın “cezaevinde kalamaz” raporuna karşın, mahkeme Emniyet’in görüşünü esas alarak Tuğrul’un toplum için tehlikeli olacağına hükmetti ve tahliye talebini geri çevirdi.[35]

iv) Kocaeli 2 No’lu F Tipi Cezaevi’nde bulunan 46 yaşındaki hasta hükümlü Abdullah Kalay’ın sağlık gerekçesiyle tahliye talebinde iki kamu kurumu çelişti. Üniversite hastanesi kalbi yüzde 30 oranında çalışan Kalay için “Cezaevinde kalamaz” raporu verirken, İstanbul Adli Tıp Kurumu (ATK) ise “tedavisi cezaevinde sürebilir” dedi. Kalay, ATK’nın raporu üzerine tahliye edilmedi. Öte yandan Kalay’ı muayene eden heyette kardiyolog bulunmaması dikkat çekti.[36]

v) Sincan Cezaevinde sayım yapılacağı sırada çıkan olaylarda gardiyanlar tarafından dövüldükleri ve işkence gördüklerini iddia eden 11 çocuk hakkında soruşturma açıldı. 11 çocuk 40 gardiyanı dövmüş.[37]

Elbette iş bunlarla sınırlı değil; bir de madalyonun öteki yüzü var!

Mesela… TMK 10. Madde’yle Yetkili Cumhuriyet Savcılığı, rüşvet karşılığında tutukluların dışarıya çıkmalarını sağlayan, Kartal, Silivri ve Metris cezaevlerinde görevli altı müdür ve müdür yardımcısı ile dokuz infaz koruma memuru hakkında hazırladığı iddianamede, Ahmet Düzyer adlı mahkûmun, rüşvet karşılığı cezaevinden rahatlıkla giriş çıkış yapabildiği, geceleri kumar oynamaya ve gazinoya eğlenmeye gittiği tespitine yer verildi![38]

Mesela… Tutukluların emanet para faiz gelirlerinin nereye harcandığı sorusuna Adalet Bakanlığı, “Para miktarları kayıt altına alınmıyor” yanıtını verirken; ‘Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği’ (CİSST) Koordinatörü Mustafa Eren, “Her veri kayıt altına alınıyor. Devlet, parayı işletip faiz geliri elde ediyor,” notunu düşüyor![39]

Mesela… 17 Aralık soruşturmasında tutuklanan Reza Zarrab’ı eşi şarkıcı Ebru Gündeş’in görüş günleri dışında sık sık ziyaret etmesi ve her gün 45 dakika görüşme izni aldığı yönündeki iddialar, tutuklu ve hükümlü yakınlarının tepkisini çekip, isyan ettirirken; Ece Saygun, “Hasta babamı göremedim”; Doğan Yurdakul, “Eşime veda bile edemedim,” diyor![40]

Mesela… Eski İçişleri Bakanı Muammer Güler’in, 17 Aralık Operasyonu’nda tutuklanan oğlu Barış Güler’i Metris Cezaevi’nde ziyaretinde ilk olarak 12.00 sıralarında, lüks bir otomobil ve minibüsle, kadın ve erkeklerden oluşan kalabalık ziyaretçi grubu cezaevine girip, yaklaşık 2 saat içeride kaldıktan sonra, yine lojmanların bulunduğu taraftan dışarı çıkması gibi![41]

Sevan’ı beton zemine yatıranların marifetlerinin sadece bir kısmıdır bunlar!

 

İNSAN (VE AYDIN) OLMAK

 

Şimdi Hrant’ı katledip, Sevan’ı hapsederek Ermeni Soykırımı konusunda hepimize gözdağı verdiğini sanan bu kokuşmuşluğa karşı “Hayır” deme zamanıdır!

Alnımıza sürülen soykırım lekesinden, içine düşürüldüğümüz durumdan utanmalıyız!

Utanma duygusu yararlıdır.

Unutmayın, bir Latin sözü, “Utanmasını bilmemek, utanç verici bir şeydir,” der!

Sürdürülemez kapitalist vahşetin biçimlendirdiği yaşa(tıl)dığımız zaman, üzerimize çıkışı olmayan bir karabasan gibi çökerken; çığlıklarımız daha gür çıkmalıdır!

Karabasan, aynı zamanda umudun yaratıldığı zemindir. Geçmiş deneyimler hep bunu kanıtlıyor.

Alphonso Lingis, umudun beklentinin kırılmasıyla ortaya çıktığını, umudun kanıta rağmen var olabildiğini söylüyor hepimize: “Umut hakkında düşündüğüm ilk şey, umudun kanıta karşı umut olduğudur. Umut, geçmişten kopuşla ortaya çıkar. Bir tür kırılma olur ve geçmiş bizden uzaklaşır gider. Basit beklenti ile umut arasında fark vardır. Mesela, ‘olayların şöyle geliştiğini ve bu yönde ilerleyeceğini düşündüğüm içindir ki, şunun olmasını bekliyorum’ denir; yani beklenti, geçmişte gördüğümüz belirli şablonlara dayanır. Fakat bence umut, her zaman kanıta karşı umuttur… Zamanda bir tür devamsızlık söz konusudur; bir kırılma gerçekleşir ve hiç yoktan bir şeyler başlar.”[42]

Karabasanın en kara olduğu bir anda bir kırılma olacağı ve hiç yoktan bir şeylerin başlayacağı ümididir. Bu noktada Robert Bresson’un sinemacılara önerisi hatırlayalım: “Beklenmedik şeylerin hepsini, sen gizlice bekliyor olmalısın”![43]

Karabasanın en karanlık anında umudun yeşereceği yerde dururuz hep…

“Harlot”[44] özellikler taşımayan entelektüelin görevi de, tamı tamına bu değil midir?

Entelektüel, din, dil, ırk, cinsiyet, devlet farkı gözetmeksizin haklının sesi olup kopuş felsefesini hayata geçiren ve iktidarın zorbalığına karşı mücadele eden kişidir. Entelektüelin ödün vermeden savunduğu temel fikir, düşünce özgürlüğü için verilen mücadele geleneğinde yatmaktadır. Çünkü entelektüelin düşünce özgürlüğü konusunda en ufak şüphesi, evrensel kimliğini bertaraf etmekle eşdeğer nitelikte olacaktır. Entelektüel, hak, hukuk ve özgürlük için mücadele ederken, devletin veya herhangi özel bir çıkar grubunun güdümlü sözcüsü veya kölesi olarak hareket etmez. Evrenin nadide seslerinden olan zamanın gerçek aydınları, iktidara karşı ezilenin, horlananın, yok sayılanın, kısacası sessiz yığınların sesi olan öteki zencilerdir.

Entelektüelin güçlü sesi, ahlâk cehenneminde yaşayan iktidara karşı bir tehdit unsuru olarak gözükmüştür. Bu durumdan rahatsızlık duyan iktidar aygıtı da, entelektüeli cebir ve şiddet yoluyla korkutmak için “tımarhane” ve “hapishaneyi” koz olarak kullanmıştır. Hâliyle düşünüp sorgulayan, düşündüğünü pratiğe aktaran entelektüelin felsefesi karşısında, şiddet içerikli iktidar sopası tarih boyunca sallanıp durmuştur.

Bununla yetinmeyen iktidar, entelektüelin muhalif sesini tehdit unsuru olarak görmekle kalmamış, radyoaktif serpinti gibi yayılan muhalif sesi ortadan kaldırmak için Lady Macbeth gibi elini kana da bulaştırmıştır. Fakat tüm olumsuzluklara rağmen entelektüel, iktidarın tehdit ve şantajlarına karşı dik durmasını da bilmiştir. Tarihte bunun örnekleri de mevcuttur.

Julian Benda’nın, “Kazığa bağlanıp yakılma, sürgün edilme, hapse atılma, hatta çarmıha gerilme riskini bile göze almak” mücadeleci retoriğiyle iktidarın yüzüne doğruları söyleyen biri; hiçbir dünyevî gücü eleştirilemeyecek ve sorgusuz sualsiz itaat edilecek denli büyük ve nüfuzlu görmeyen haşin, uzdilli, olağanüstü cesur, öfkeli entelektüel figürüne şimdi her zamankinden daha çok muhtacız.

Hem de, Semih Gümüş’ün bile, “Entelektüellerin 90’lardan sonra çekildikleri evlerinden, üniversitelerinden dışarı çıkmaları gerekiyor. Yoksa onları yanlarına çağıran yeni kuşakların yeni beklentileriyle kesişen dünyaları olmayacak,” notunu düşmek zorunda olduğu kesitte Ermeni Soykırımı’nın da, Sevan’ın da ihtiyacı olan Benda’nın tarif ettiği, Nâzım Hikmet’in, “Yürümek iyiye, haklıya, doğruya/ Dövüşmek yolunda iyinin, haklının, doğrunun/ Zaptetmek iyiyi, haklıyı, doğruyu,” dizelerindeki entelektüel cüretin praksisidir…

 

17 Mart 2014 16:49:39, Ankara.

 

N O T L A R

[1] 18 Mart 2014 tarihinde ‘Sevan Nişanyan’a Özgürlük ve Adalet Komitesi’ tarafından İstanbul’da düzenlenen ‘Sevan Buluşması’nda yapılan konuşma… Kaldıraç, No:154, Nisan 2014…

[2] Montesquieu

[3] Kanımca iki şeyi bir biriyle karıştırmamak gerek: Eleştiri ile zorunlu dayanışmanın karşı karşıya konulup, “ya o ya bu” ikilemine mahkûm edilmemesi gibi… Egemen baskıya karşı birisi ile dayanışma, ona yönelik eleştirilerden muaf değildir elbet.

[4] Bkz: Sarkis Hatspanian, “2015’e 1 Yıl Kala, Yalana Karşı Mücadele Bir İnsanlık Görevidir!”, http://yalansz.wordpress.com/2014/01/27/2015e-1-yil-kala-yalana-karsi-mucadele-bir-insanlik-gorevidir/#more-1402

[5] Kamil Arlı, “Ermeni Diasporasına Karşı İşbirliği Yapalım”, Zaman, 6 Şubat 2014, s.17.

[6] Yalçın Yusufoğlu, “Soykırım Yapmadık Sendromu”, baris_icin_vicdani_red, 10 Şubat 2014.

[7] Nesim Ovadya İzrail, 24 Nisan 1915: İstanbul, Çankırı, Ayaş, Ankara, İletişim Yay., 2013.

[8] Belma Akçura, “Müze Köşk’ün Tarihiyle Yüzleşmek”, Milliyet, 26 Kasım 2012… http://www.milliyet.com.tr/muze-kosk-un-tarihiyle-yuzlesmek/ombudsman/haberdetay/26.11.2012/1632896/default.htm

[9] “Aksaray’a İptal Var”, Cumhuriyet, 5 Mart 2014, s.3.

[10] Özdemir Özkan-Hasan Çilingir, “Urla’daki Bazı Villalar 35 Yıl Önce Değil, İki Yıl İçinde İnşa Edilmiş”, Zaman, 23 Şubat 2014, s.3.

[11] Ömer Erbil, “Bathonea Antik Kenti’ne TOKİ Evleri!”, Radikal, 7 Mart 2014, s.10.

[12] Ömer Erbil, “Bathonea Değil Antik Köy!”, Radikal, 9 Mart 2014, s.28.

[13] İdris Emen, “Süpermarket Bodrumunda Antik Kent”, Radikal, 15 Mart 2014, s.3.

[14] Elif İnce, “3. Havalimanı İçin ‘Savaş Hâli’ Kamulaştırmasına Çifte Dava”, Radikal, 23 Şubat 2014, s.4.

[15] Mustafa Çakır, “Yeni İlke Koruma Kullan”, Cumhuriyet, 19 Şubat 2014, s.3.

[16] Erdinç Çelikkan, “Maden ve Petrol Aramada ÇED Kararını Vali Verecek”, Radikal, 7 Mart 2014, s.5.

[17] “Kayseri Büyüklüğünde Ormanı 12 Yılda Kaybettik”, Cumhuriyet, 27 Şubat 2014, s.20.

[18] Serkan Ocak, “İnsanların Doğaya Karşı İşlediği Yedi Günah”, Radikal, 1 Mart 2014, s.4-5.

[19] Özer Akdemir, “İşte AKP’nin Doğası!”, Evrensel, 11 Şubat 2014, s.2.

[20] Yusuf Karataş, “Yaşasın Adalet!”, Evrensel, 3 Mart 2014, s.8.

[21] Berke Özenç, Hukuk Devleti, İletişim Yay., 2014.

[22] Nazan Özcan, “Beyefendinin Hukuk Devletine Doğru”, Radikal Kitap, Yıl:13, No:678, 14 Mart 2014, s.20-21.

[23] “Çankaya’ya ‘Gitme’ Dedi”, Yeni Şafak, 22 Şubat 2014, s.12.

[24] Ali Rıza Aydın, “Yargıya Kuşbakışı”, Sol, 9 Ocak 2014, s.6.

[25] “Keser Döner Sap Döner, Gün Gelir Hesap Döner”, Çağrı Dergisi, No:167, Ocak/ Şubat 2014, s.20.

[26] Yalçın Bayer, “Türkiye’nin En Büyük Gezi Davası Başlıyor”, Hürriyet, 21 Şubat 2014, s.20.

[27] “Savcı, Erdoğan’ı Hırsız İlan Etti”, Cumhuriyet, 23 Şubat 2014, s.9.

[28] “Fazıl Say’a 10 Ay Hapis, Halkbank Müdürüne Tahliye”, Cumhuriyet, 17 Şubat 2014, s.8.

[29] “Vali’nin ‘Gavat’ Dediği Vatandaşın Başı Dertten Kurtulmuyor!”, Radikal, 11 Şubat 2014, s.7.

[30] “AİHM Kaymaz’da Türkiye’yi Haksız Buldu”, Milliyet, 26 Şubat 2014, s.26.

[31] Mesut Hasan Benli, “ODTÜ’de Fidanlar Kamyonu Engellemiş”, Radikal, 11 Şubat 2014, s.10-11.

[32] “Savcı, Clara Zetkin ve Rosa Luxemburg’u PKK Üyesi Yaptı!”, Evrensel, 1 Şubat 2014, s.8.

[33] Mesut Hasan Benli, “Cüneyt Özdemir ve Oral Çalışlar Suç Örgütü Üyesi Sayıldı”, Radikal, 10 Mart 2014, s.7.

[34] İsmail Saymaz, “Che Guevara Neyiniz Olur ki?”, Radikal, 5 Mart 2014, s.6-7.

[35] Murat İnceoğlu, “Toplum İçin Tehlike Olabilir”, Cumhuriyet, 7 Şubat 2014, s.9.

[36] Burcu Ünal, “Hasta Hükümlüye Adli Tıp Engeli”, Milliyet, 26 Şubat 2014, s.26.

[37] Alican Uludağ, “Önce Dayak Sonra Soruşturma!”, Cumhuriyet, 9 Ocak 2014, s.9.

[38] Aysun Yazıcı, “Her Gece Âlemlere Aktı Haberi”, Taraf, 21 Şubat 2014, s.4.

[39] Çağla Ağırgöl, “Cezaevindeki Emanet Paraları İşletip Faiz Geliri Elde Ediyorlar”, Birgün, 27 Şubat 2014, s.6.

[40] Esra Alus, “Biz Babamızı Neden Göremedik?”, Milliyet, 1 Ocak 2014, s.18.

[41] Mehmet Aktaran-Uğur Can, “Oğula 1 Saat Ziyaret”, Hürriyet, 2 Ocak 2014, s.11.

[42] Mary Zournazi, Umut, Değişim için Yeni Felsefeler, çev: Uygar Abacı, Literatür Yay., 2004.

[43] Robert Bresson, Sinematograf Üzerine Notlar, Çev: Nilüfer Güngörmüş, Küre Yay., 2012.

[44] “Harlot” sözcüğünün İngilizce’de karşılığı; tercihlerinde ilkesiz, hiçbir ahlâki ilkesi olmayan, aldatan, dönek, namussuz, dürüst olmayan, aklına estiği gibi başıboş gezip dolaşan, haz, çıkar ve yarar peşinde koşan ve bunun için de kendini satan kadın ve erkek anlamlarına gelir. Eski Fransızca’da daha çok erkek için kullanılır (harlot, herlot).