“Geçmiş asla ölü değildir.Geçmiş, geçmiş bile değildir.”[1]
Postmodern vazgeçiş dört yanımızı kuşatmışken; çürüyen “zamanın ruh(suzluğ)u”na inat İbrahim Kaypakkaya hakkında yazmak, konuşmak çok önemlidir ve gereklidir…
Gereklidir çünkü gerçeklerin “unutuşa”, “suskunluğa” terk edilmek istendiği yalanın egemenliğinde, Mihail Yuryeviç Lermontov’un ‘Düşünce’ başlıklı şiirindeki, “Kaygıyla bakıyorum bizim kuşağa!/ Geleceği ya boş ya karanlık görünüyor…” dizeleri anımsamamak/ anımsatmamak elde değil…
Kolay mı? Bir çoğunun “Elveda” söylencelerini “farklı” makamlarda terennüm ettiği kesitte; “Pêşeroja xwe baş bizanibe ku, saxlem li pêlî paşerojê bikî/ Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın,” diyen Mevlana’nın, “Ji bîr neke ku tu ji ku derê hatî, şaş nebe ji bo tê herê ku derê/ Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini şaşırmayasın!” vurgusuna büyük değer atfedip, bizi biz yapan tarihe, kahramanlara sımsıkı sarılmalı ve onları güncelleyerek yığınlara malederek, siyaseti devrimcileştirmeliyiz.
Çürüyen “zamanın ruh(suzluğ)u”nda bu gerekli ve mümkündür. Örneğin ‘Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’ başlıklı kitabında Joseph Campbell’e göre mitsel anlatılar doğru yorumlanırsa günümüzde etkin birer yaşam rehberine dönüşebilirler. Bu sebeple mitolojinin ne olduğu değil; nasıl işlev gördüğü, insanlığa geçmişte nasıl hizmetlerde bulunduğu önemlidir.[2]
Tam da bu nedenle “Geçmiş asla ölü değildir. Geçmiş, geçmiş bile değildir…”; İbrahim Kaypakkaya örneğindeki üzere…
ÇÜRÜYEN “ZAMANIN RUH(SUZLUĞ)U”
Jorge Luis Borges’in, “Despotlar, baskı, biat ve zulümden beslenirler. Ama daha da korkuncu, budalalılığı besleyip yaymalarıdır,” saptaması; çokça söz edilen “Zamanın Ruhu”nu çok iyi betimler…
Kim ne derse ve nasıl sunarsa sunsun; XXI. yüzyılın başında baskı, biat ve zulüm ile budalalılığı besleyen “Zamanın Ruhu”, “küreselleşme”dir.
Egemenler bizden, o ruha sarılmamız istiyorlar. Son günlerde dillerden düşürülmeyen “Zamanın Zuhu” söylemi böyle bir şey!
Almanca “zeit” ve “geist” sözcüklerinden türetilen “zeitgeist”, Batı dillerinden Türkçeye “Zamanın Ruhu” (aklın fikri, ortak eğilimi, sesi soluğu) olarak aktarılmış. Zihinlerde yarattığımız “zeit” (zaman), “geist” (ruh) ile yan yana gelince, “sanalın sanalı” oluyor. Hesaba kitaba gelmeyen soyut, gerçeküstü bir kavram olarak karşımıza dikiliyor…
Mistik özellikle taşıyan konjonktürel (uygun veya geçerli durum) bir kavram olan “Zamanın Ruhu” söylencesi egemen iktidara biat ve itaati pekiştiren “gönüllü kulluk”un önünü açıyor.
Gerçekten de tarih boyunca geçmişin kralları, imparatorları, sultanları, beyleri, ağaları, günümüzün patronları, siyasal liderleri nasıl oluyor da itaatli bireyleri, sessiz kitleleri yaratabiliyor?
Söz konusu soruyu Frédéric Lordon, ‘Kapitalizm-Arzu ve Kölelik’ başlıklı yapıtında yanıtlıyorken;[3] günümüzde küresel kapitalizmin bireyi karşımıza çıkıyor…
AVM’lere koşuşan insanlar, vitrinlerden ayrılamayan gözler, her yeni ürüne duyulan iştah, neden ve neye yarıştığını bilmeden yarışan insanlar.
Kendinden hoşnut olmayan kadınlar, hırsla koşuşan erkekler, ne yapacağını bilmeyen gençler, doyumsuz çocuklar hep bu amacından sapmış yaşam ekseninin sonuçlarıdır.
Sağlık, güzel olma, genç olma eksenine kaymıştır.
Başarı, başkasından üstün olma eksenine kaymıştır.
Bilinç, yerini inanç eksenine bırakmıştır.
Güven, yerini güvensizliğe terk etmiştir.
Gelecek, geçmişte aranır duruma gelmiştir
Para, günümüzün totemi, tapınma nesnesidir.
Parayı elinde tutanlar günümüzün efendileridir.
Geriye kalanlara yaşamak için “ücretli emek” sığınağı kalmaktadır ki bu da işte bireyin “gönüllü köleliği”dir.
Bireyin “gönüllü köleliği”, toplumun “sessiz itaat”e teslim olmasıdır.
Günümüzün “manzara-i umumiye”si budur.
Hani “Kapitalizmin köleleriyiz. Kapitalizm sarsılınca bizler de sarsılıyoruz. O gelişip yeni zaferler kazandıkça kutlamalar yapıyoruz. Bu canavardan bizi kim kurtaracak? Kendi kendimizi mi özgür kılacağız? Kapitalizmin kime, nasıl yaradığını kesinlikle çözmemiz gerekiyor,” diyen Costa Gavras’ın eklediği üzere:
“Bir Rönesansa gereksinimimiz var… Genç Fransız felsefeciler her şeyi sıfırdan düşünmeye başlamalıyız diyorlar. Toplumdaki her noktayı sıfırdan yapılandırmalıyız. İnsanın mutluluğu için gereken hiçbir şey doğru dürüst işlemiyor. Zenginler aralıksız zenginleşiyorlar, yoksullarsa iyice yoksullaşıyor…”[4]
Evet, insan(lık) onu var eden isyan bilinci, iradesi ve ahlâkından kopartılarak “Zamanın Ruhu” söylenceleriyle sürüleştiriliyor.
“Balık sürüsü davranışı,” yaygınlaştırılıyor! Birileri bir şey yaptığı zaman hepsinin onu yapmaya koşuştuğu bir davranış kalıbı bu…
Söz konusu davranışı en iyi keşfedenler pazarlamacılardır. Mesela bir ayakkabı markası; bir kahve; bir cep telefonu; facebook; toplu gidilen bir mekân; bir içecek…
Bunlar “Zamanın Ruhu” söylencelerinin körüklediği tutku oluverir, insan(lar) da “balık sürüsü” etkisiyle oraya koşarlar.
Bu bir sürüleştirmedir…
Böylesi bir sürüleşme “ortak kimlik” kazandırır. Ortak kimlik, kişiyi bireysel sorumluluktan kurtarır.
İnsanî bireysel sorumluluk, taşınması zor bir süreçtir… Sorgulamaya dayanan zorlu bir süreci göze alacaksınız… Soracaksınız… Duraksamadan soracaksınız… Tabularınız olmayacak… Sorularınıza yanıtlar vereceksiniz… Onaylanmamayı göze alacaksınız… Bu yanıtların sorumluluğunu üzerinize alacaksınız… Bu sorumluluğun gereklerini yapacaksınız… Bedeli varsa -ki her zaman vardır- ödeyeceksiniz… Kazancınız “özgürlüğünüz” olacaktır… Özgürlüğün bedeli budur…
Oysa, sürünün özgürlüğü yoktur. Çünkü sürünün kendi başına ödediği bir bedel de yoktur. Elle gelen düğün bayram misali!
İnsanî bireysel özgürlüğünü isteyenler, sürüleşmeye karşı çıkarlar, bedelini de öderler. İnsan olmanın ya da sürüden biri olmanın ayrımı budur.
Eğer sürünün bir parçası olma istemiyorsanız, o zaman bizi biz yapan tarihe, kahramanlara sımsıkı sarılmalıyız…
DEVRİMCİ İSYAN, İRADE VE KAHRAMAN
Evet postmodern vazgeçiş dört yanımızı, çürüyen “zamanın ruh(suzluğ)u”yla kuşattığı bir kesitten geçerken, anımsanması gereken, Adnan Yücel’in, “Ne kırlarda direnen çiçekler,/ Ne kentlerde devleşen öfkeler/ Henüz elveda demediler…” dizelerindeki vazgeçmeyen devrimci isyan, irade ve kahramanlık örneklerinden birisi olan İbrahim Kaypakkaya’dır…
Devrimci, sadece hayallerle yetinmeden, ütopyasını gerçekleştirebilmek için harekete geçendir; Spartaküs, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Che Guevara, İbrahim Kaypakkaya ve adını zikredemediklerim gibi…
Devrimci, karanlığa “Zamanın Ruh(suzluğu)u”na teslim olmadan bir ömür boyu mücadele eden Hikmet Kıvılcımlı’dır, V. İ. Lenin’dir, Marx ile Engels’tir…
Kolay mı? Köklü, radikal dönüşümler gerçekleştirmek için eski(yen) dünyayı topyekûn karşına alabilmektir devrimcilik…
Bu bağlamda devrimciyi devrimci kılan yaptıklarıdır; yaşamıdır…
Yani özenti, laflazanlık, demogogluk değildir devrimcilik…
“Sol memesinin altındaki cevahir”i karartmayan devrimci, “tarafsız” olamaz.
Devrim için savaşan devrimci; çürümüş, çürüyen ve çürüten sistemin karşısında dikilebilendir.
Devrimcinin mücadelesi sadece teori ile yürütemez, çünkü, hiçbir iktidar elindeki gücü altın tepsi içinde halka sunmaz. Yani devrimcilik yürek işidir; bilinçle ilintili olduğu kadar!
Devrimcilik, bilinç ve örgütlülük kadar irade işidir.
Cazip gelen yerine doğru olanı yapabilme gücüdür devrimci irade…
F. Nietzsche’nin, “İnsan korkusuyla birlikte, insan sevgisini de, insan onayını da, insan olma iradesini de yitirdik,” diye betimlediği tabloda insan olma hâlinin temel şartıdır irade; vicdanın da kardeşi…
Öznenin, karar verici olmasıdır; istençtir, özgür iradedir…
Kolay mı? Var olana başkaldırmadır, ayaklanmadır isyan…
Martin Luther King’in, “İsyan işitilmeyenlerin dilidir,” diye tarif ettiği gerçeklik; isyanı isyan yapan şeydir…
İnsanlar açken, kaybedecek hiç bir şeyi olmayanların, gelecek adına haykırışıdır…
1886 yılında August Spies’in, infaz edileceği mahkemede haykırdığı üzere:
“Bizi asarak işçi hareketini, milyonları, yoksulluk içinde çalışan milyonlarca işçiyi kendisine çeken bir hareketi yok edeceğinize inanıyorsanız durmayın, bizi asın! Burada bir kıvılcımı yok edeceksiniz, ama orada, önünüzde ve arkanızda, her yerde başka kıvılcımlar çakacaktır. Bu, içten içe yanan bir ateş. Bu ateşi söndüremezsiniz. Orada da isyan vardı…”
İsyanın doğuşu eskinin ölümüdür, sadece isyankârlar eskiyle bağını koparabilir. İsyanın temelinde geleceğe ümitle bakmak vardır, geçmişin geleceğe yarar sağlayamayacağı düşüncesi ile kahramanlık söz konusudur.
Evet devrimci olmak, hiç istenmese de kahramanca bir edim cesaret ve mücadeleciliktir.
Berthold Brecht’in, “Toplumca ihtiyacımız olan şey, yeni yeni kahramanlar yaratmak değil, kahramanlara ihtiyacı olmayan bir toplum yaratmaktır,” uyarısı asla göz ardı edilmemeli; ama O’nlara ihtiyacımız olduğu sürece cesaret ve ilham veren, yaşam enerjisini tazeleyen, kararlılığı bileyen kahramanlara devasa bir örnektir İbrahim Kaypakkaya…
O hâlde İbrahim Kaypakkaya örneği asla unutturulmamalıdır. Çünkü devrim için mücadele eden devrimci unutmayandır.
Bu nedenle Marx’ın şu uyarısı devrimcinin yaşamında kalıcı bir yer edinir: “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir.”
Tıpkı Ernesto Che Guevara’nın, “En önemlisi, dünyanın neresinde olursa olsun her haksızlığı kendinize karşı yapılmış gibi hissetme kaabiliyetinizi koruyabilmenizdir. Bu bir devrimcinin en önemli özelliğidir,” sözlerinde olduğu üzere…
İBRAHİM KAYPAKKAYA
“Türkiye’nin geleceği çelikten yoğruluyor. Belki biz olmayacağız ama bu çelik aldığı suyu unutmayacak,” diyen ve 1949’da Çorum’da doğup; 18 Mayıs 1973’de Diyarbakır’da, işkence tezgâhında katledilen İbrahim Kaypakkaya, devrimin insan bedenine girmiş hâlidir.
Dersimli Ali Haydar’ın yoldaşıydı ve dahi Deniz Gezmiş’in, Hüseyin İnan’ın, Yusuf Aslan’ın, Sinan Cemgil’in, Ömer Ayna’nın, Mahir Çayan’ın, Ulaş Bardakçı’nın, Hüseyin Cevahir’in ve ötekilerin de…
Ser verip sır vermeyendi. Sıkı devrimciydi; kızıl bir güldü…
Direncin, direnişin, umudun ve onurun simgesiydi…
Sungurlu doğumlu devrim insanı, TKP/MLK’nin kurucularından olup, kasketin en çok yakıştığı bir dava insanıydı…
Cesaret, irade ve bilincin en olgun ve çarpıcı örneğiydi…
Kemalizm ve Kürt Sorunu’nunda örnek bir duruştu.
İbrahim Kaypakkaya’nın Kürt sorunundaki gelişkin çizgisi, M. Suphi’lerin TKP’sine sahip çıkarken Şefik Hüsnü TKP’sini oportünist, Kemalizm kuyrukçusu olarak mahkûm etmesi ve Kemalizm konusundaki kopuşu devrimci hareketin tarihinde özel, temel, yaşamsal bir değer taşımaktaydı. O, bu tavırlarıyla 71 devrimci hareketinin önderlerinin çok ama çok ilerisinde durmaktaydı.
Teorik ve pratik yanıyla devrimciliği iyi bilen, uygulayan bir önderdi.
Popüler kültürün pazarlama konusu yapamayacağı sağlamlıkta politik söylemi ve pratiği mevcuttu.
İşkencelere karşı direnmiş bir yiğit olmasının yanı sıra, onu karakterize eden temel özellik, Kemalizm ve ulusal sorun konusunda sergilediği keskin kopuştu.
Ulusların kaderini tayin haklarını savunmuş; Komünist Manifesto’yu kuruluş tüzüğü kabul edip, Kürtlerin bağımsızlığı ve Türkiye’deki işçi-emekçi sınıfının iktidarı için mücadele etmişti…
Çorum ilinde sınıfların tahlilini yazandı…
Resmi ideolojiyi eleştirirken kendisine yandaş olarak liberalleri almamıştı…
Düşü de ve düşüncesi de sınıfsız, sömürüsüz bir dünyaydı…
Bu nitelikleriyle de egemenlerin korkulu rüyasıydı, zayıf karakterlerin hiç sevmediği ve hep yirmili yaşlarda kalan, kararlılığın, direnmenin simgesiydi; onurunu kaybetmiş devrim neferiydi…
Devrimin, devrimciliğin, devrime bağlanmanın, cüretin, cesaretin, dürüstlüğün, onurun en anlamlı örneklerindendi.
Ahmed Arif’in, “beni yiğitler götürür/ katlarına sevda ile varılan…” dizelerindekilerdendi. Ölümü göze alan, ölüme eyvallah etmeyen, titremeyen bir kararlılıktı. 4 ay boyunca işkencede kalmasına rağmen en ufak bir bilgi vermemişti…
Sorgusunda “Konuşmayacağım, konuşturulmayacağım!” dedi; konuşmadı, konuşturulmadı. Çünkü O; Ümit İlter’in şiirinde “Onlar bana işkence yaparken/ benim Dersim’de halay çektiğimi bilemezler!” diyendi…
Ataol Behramoğlu’nun, “ve cellat uyandı yatağında bir gece/ tanrım dedi bu ne zor bilmece/ öldükçe çoğalıyor adamlar/ ben tükenmekteyim öldürdükçe,” dizeleri eşliğinde geçerken aktarayım: Babası Ali Kaypakkaya, İbrahim’i morgdan almaya gittiğinde; İbo’yu morgdan çıkardılar. Ali Kaypakkaya’ya “İşte oğlun hazır!” dediler. Kafadan kesikti. Karnı, kolları, bacakları, kaba etleri yarılmıştı. Parça parça edilmişti İbo. Gövdesi delik deşikti. “Otopsi” diye mırıldandı onu buzdolabından çıkaran adam. “Peki ya bu delikler ne?” diye söylendi Ali Kaypakkaya. Ses etmediler.
Oğlunun karşısında, sanki kanı kurumuştu Ali Kaypakkaya’nın. Karşısında o yiğit, o dal gibi oğlu yerine kesilmiş, delik deşik edilmiş insan parçaları duruyordu. Boğazı ve gırtlağı tamamen çürümüş ve simsiyahtı. Sanki çembere alınmış da sıkılmış gibiydi. Daha sonra da kesilip parçalanmıştı boğazı. Omuzlarında, göğsünde sürüyle delik vardı.
Görüntüler karşısında Ali Kaypakkaya’nın önceden oğlunun tabutunu taşıması için tuttuğu hammal ağlamaya başlamıştı. Ali Kaypakkaya ona parasını vermek istemiş, adam almamıştı. “Bu bizim insanlık görevimiz” demişti.
Yeri geldi hatırlatalım: Babası oğlunu görmeye giderken iki subayla konuşur. Subaylar oğlunun, İbrahim Kaypakkaya olduğunu öğrendiklerinde, ona oğlunun sağ kalamayacağını söylemişler. (Bunu bizzat babası anlatır).
Çünkü devlet ele geçirdiği Kaypakkaya’nın ne denli tehlikeli olduğunun farkındadır.
O dönemde kaleme alınmış bir milli istihbarat raporunda kendisi için aynen şöyle deniliyor: “Türkiye’deki komünist mücadelede, şimdiki hâlde, en tehlikeli olan İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için, hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.”
Niye saklayalım? O isyancı bir asiydi.
Onu betimleyen boyun eğmezliği, başkaldırısı, teslim alınamayan itiraz ve itaatsizliğiydi…
Devrimci değişimine önayak olma cüretiydi…
Malcolm X’in, “Bir taş at, bir taş daha at/ bir şiir ateşle./ bir yumruk yükselt./ sesini yükselt,” deyişindeki üzere yaşayan O; başkaldıran bir insandı…
“Hayır” diyen, itiraz etmeyi, karşı çıkmayı bilendi…
XX. yüzyıl isyankârlığının has evlatlarındandı…
Bir çığlıktı O, sesin kısılamayan… Avaz, avaz haykıran… Zincirlenemeyen…
“Genel”e, “dayatmalar”a uymayan, mahkûmiyetleri reddeden…
Sinan Cemgil, Alparslan Özdoğan ve Kadir Manga’nın Nurhak Dağları’nda katledilmesi ardından Malatya, Akçadağ kazası, Kürecik bucağı Kâhyalı köyü muhtarı ihbarcı Mustafa Mordeniz’i sorguya çekerek cezasını verendir…
İsyan, ezilenin en doğal hakkıdır… diyendir!
Ölüme karşı hayatı ayaklandıran, can katandır isyan…
Bir tankın karşısına eli havada zafer işareti yaparak dikilen Filistin’li çocuktur…
Evet, evet başkaldırıdır, isyandır, kıyamdır… Ayağa kalkmaktır O…
Çorum’ludur, Alevi’dir, ama ille de Dersimli’dir; 24 yaşına dek 5 bin sayfa teorik metin üreten; sözde değil, özde devrimcidir; Partizan’dır; reformizmden kopuştur…
“Ben, devrimciyim. Biz devrimci olarak siyasi konularda hiçbir şeyi prensip olarak gizlemeyiz. Ve fikirlerimizi açıkça söyleriz. Ancak örgütsel yönden faaliyetlerimizi ve örgüt içindeki bize inanan, arkadaşlarımızı ve örgüt içinde olmayıp bize yardımcı olan şahısları ve grupları açığa vurmaktan katiyen kaçınırız ve söylemeyiz” diyendi…
Egemenler ondan hep korktular; haksız da değillerdi hani…
Kolay mı, Onun için “Gökteki aydır dağdaki kayadır o İbrahim Kaypakkaya’dır” derlerdi…
Esaslı devrimcilerdendi; isyan ateşiydi.
Hakkında konuşmanın “övmek” diye yasaklanıp “suç” ilan edildiği; adını ağzına alanların soluğu mahkeme koridorlarında aldığı bir liderdi O…
Devlet korkudan köyü Karakaya’ya (Çorum/Alaca) jandarma karakolu kurdurtmuştur; hâlen de oradadır.
Evet, evet İbrahim Kaypakkaya’nın mezarı bile korkutuyor! Annesi mezarı başına gittiği ve arkadaşları onu andığı için davalık oluyor…
İbrahim Kaypakkaya’nın annesi, oğlunun mezar anmasına katıldığı gerekçesiyle şüpheli sıfatıyla ifade verdi. Anne Kaypakkaya ifadesinde çocuğunun mezarına gittiğini, mezarı suladığını ve çiçek koyduğunu belirterek “bunun neresi suç” diye sordu.
18 Mayıs 2012 tarihinde Karakaya köyündeki mezarı başında düzenlenen törene annesi Şükran Kaypakkaya ve kardeşleri de katıldı. TMK 10. madde ile görevli Samsun Cumhuriyet Başsavcılığı anmaya katılan 131 kişi hakkında “terör örgütü propagandası yapmak ve suçu ve suçluyu övmek” suçlamasıyla soruşturma başlattı.
Anne Şükran Kaypakkaya, ifadesini TMK 10. maddesi görevli Ankara Cumhuriyet Savcısı Mustafa Başer’e “Siz mezarliğa gitmiyor musunuz?” diye sordu…
Savcının, “Köye giderek mezar anmasına katıldınız mı” sorusuna, “Çocuğumun mezarına giderek su koydum… Sizinde anneniz vardır, ölüleriniz vardır. Siz gitmiyor musunuz yakınlarınızın mezarlarını ziyaret etmeye. Bu yaşta çocuğumun mezarına gittiğim için mahkeme kapılarında dolanmak zorunda kalıyorum. Bu bana çok ağır geliyor. Çocuğumun mezarına gitmeye devam edeceğim,” yanıtını verdi.
O şimdi bir rüzgârdır, dağlardan esen…
O şimdi Ahmed Arif’in dizelerindeki üzere, “kalbim dinamit kuyusu/ şafakları;/ taaa şafakları/ nice bir/ yangınları düşer alın çatıma/ gencecik ölüme gitmenin/ / biz ki, yarınıyız halkın/ umudu, yüzakıyız/ hıncı, namusu…/ şafakları,/ taaa şafakları/ hey canım,/ kalbim, dinamit kuyusu…” diye haykırandır…
“Bitmedi o kavga sürüyor, sürecek, yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek…” diyendir…
Çünkü O komünist gerilladır; halk savaşçısıdır; özgürlük köhnemiş zindan(lar)ı yıkana; yeni bir dünya kurana dek; direniyor, direniyor, direniyor, direnecek… bilincinin simgesidir…
Bu özelliklerinden ötürü İnce Memed’e benzeyen; gülüşüyle içimizi ısıtan; devrim mücadelesinin saf ve temiz yüzünü temsil eden; canını verip, yoldaşını koruyan, davasına hâlel getirmeyendir; hepimize “de te fabula narratur/ anlatılan senin hikâyendir” gerçeğini anımsatandır; “akın var/ güneşe akın!/ güneşi zaptedeceğiz/ güneşin zaptı yakın!” bilinciyle dövüşerek düşüp, güneşe gömülenlerdendir…
Nihayet her daim düşlerin(in) peşinde koşan devrimci cüretkâr bir sabırsızlıktır İbrahim Kaypakkaya!
Görkemli “uzun” bir yürüyüştür onun yaşamı; sadece hazım saatlerini değil; bütün bir ömrünü devrime veren türden…
Bir örneği anımsatalım: Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun Çapa Yüksek Öğretmen Okulu şubesi kurucu üyesi olarak 6. Filo’ya karşı yayımladığı bir bağımsızlık bildirisinden dolayı okulundan ihraç edilmişti.
Zamanında Çapa’da okurken yurttan ve okuldan düşüncelerinden dolayı kovulduktan sonra okul müdürü Ali Kaypakkaya’ya, “Oğluna söyle fikirlerinden vazgeçsin tekrar okula geri alalım,” der.
Baba Kaypakkaya İbrahim’in yanına gidip durumu anlatır. İbrahim “Baba silahın yanındaysa çek beni vur ama bana bu fikirlerden vazgeç deme,” der…
Bu özelliklerinden ötürü teoride ve pratikte devrimci gelenekler yaratan Kaypakkaya’yı unutturmaya çalışıyorlar!
Ama bu mümkün değildir; çünkü O halkın evladıdır; halktandır, azmin örneğidir…
Egemenler ne İbo’yu, ne Deniz’i, ne de Mahir’i “zararsız birer aziz” olarak gösterebilir, yapabilecekleri tek şey unutturmaktır, unutmayacağız.
PROMETHUS’UN, KAWA’NIN, SPARTAKÜS’ÜN YOLDAŞIDIR
J. J Rousseau’nun, “İnsanlar özgür doğar, oysa her yandan zincire vurulmuş durumda. Kendilerini başkalarının efendisi sayanlar bile onlardan daha az köle değil,”[5] diye betimlediği bir tabloda İbrahim Kaypakka’ya Promethus’un, Kawa’nın, Spartaküs’ün yoldaşıdır…
Karl Marx’ın, “İnsanlık tarihinin ilk azizi, ilk kahramanıdır,” diye betimlediği Prometheus, Onun en sevdiği kahramandır.
Yunan mitolojisinin Che Guevera’sı, Mahir Çayan’ı, Deniz Gezmiş’i, İbrahim Kaypakaya’sıdır…
“Zeus tahtından düşmedikçe benim işkencemin sonu yoktur,” diyen Prometheus, yerleşik düzene başkaldırır…
Tanrı değil; tanrılara karşı savaşan titan olan Prometheus, ilk insanı yaratmıştır. Titan İapetos ve deniz perisi Asie’nin oğludur.
Dünyada ateş sadece Olimpos’un tepesinde yanmakta ve insanlar soğuktan ve vebadan kırılırken tanrılar ateşi sadece kendilerine saklamaktadırlar. Prometheus, buna “Evet” demeyip, ateşi bir gece Olimpos’tan çalıp insanlara verir. Cezası çok büyük olur. Zeus tarafından kayalara bağlanıp ciğerlerinin kargalar tarafından yenmesine mahkûm edilir. Ölümsüz olduğundan bu işkence sonsuza kadar hep tekrarlanacaktır.
İlk devrimcidir kendisi… “Tanrılardan bile üstün zekâya sahip” titandır.
Zeus’un zorbalığına karşı duran, insanı savunan ve bu uğurda en ağır cezaya çarptırılıp; insan(lar)a özgürlük bilinci aşılayarak, “köleliğe son” çağrısı yapandır…
Prometheus, İbrahim Kaypakkaya’nın yoldaşıdır.
Tıpkı Roma varoşlarında “Zincirlerinizden başka kaybedeceğiniz hiçbir şey yok, ama kazanacağınız yeni bir dünya var,” diye haykıran Spartaküs gibi…
Hani ‘Grup Dinmeyen’in ‘Sisler Bulvarı’ albümündeki (ilk kez AST’nin bir oyunu için bestelenen) ‘Kavganın Ortasında’ki üzere:
“Spartaküs’ün köle ordusunda neferdin/ Paris barikatında umut oldun, direndin/ Afrika’da zenciydin, Panço Villa’yla köylü/ Ernesto’yla Castro’nun bağımsız Küba düşü…”
Bu kadar da değil! İbrahim Kaypakka’ya, Kürtlerin Diriliş Destanı’nda zalim kral Dehak’a karşı başkaldıran Demirci Kawa’dır…
Hani Adnan Yücel’in, “yak artık canlarla yakılan ateşleri/ yak ki açılsın dünyanın körelmiş gözleri/ yak ki yırtılsın geceler ışığınla/ yak ki tarihi yeniden başlatsın/ Kawa’nın üç kibritin ve dörtlerin sözleri/ yak ki yayılsın dünyaya/ ateşin ve güneşin ölümsüz sesi,” dizelerindeki üzere…
Evet O, zalim kralın zulmüne baş kaldıran emekçinin yoldaşıdır, mirasçısı ve sürdürücüsüdür; Ahmet Telli’nin “Dün bir demirciydin oysa, ufku eritirdin/ bugün ateşler altındasın” dizeleriyle şiirlerine konu ettiğidir…
HALLAC-I MANSUR, BRUNO, MAZDEK, MÜNZER VE CELALİ’LERİN YOLUNDADIR
“Enel hak” (bu söz bilinenin aksine ben “tanrıyım” değil “ben hakk’ım” demektir), diyen ve recm edilen müthiş cesarete sahibi şair, düşünürdür Hallac-ı Mansur…
“Bir şey ancak anlamı kendinden daha ince olan bir şeyle açıklanabilir. Anlamı aşktan daha ince olan bir şey de yoktur; o hâlde aşk nasıl açıklanabilir,” diye soran Hallac-ı Mansur, asrında anlaşılamayan ama asırlara meydan okuyan bir itirazdır…
Karmatî ve Zenc isyanlarına destek vermekten tutuklanıp mahkûm edilen Hallac-ı Mansur, bir kıvılcımdır, yangın(lar) çıkarandır.
Tıpkı “Tanrı içimizdedir” dediği, özgürlüğü savunup kilisenin buyruklarına karşı geldiği için 17 Şubat 1600’de yakılarak katledilen Giordano Bruno gibi…
“Evren sonsuzdur” diyen Giordano Bruno, Kopernikusçu görüşlerinden dolayı önce hapislerde çürütülmüş, ardından da yakılmıştır…
“Ne gördüğüm hakikâti gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım,” diyen ve düşüncelerini açıkça söylemekten çekinmeyen Onun kilise tarafından yakılmadan önceki son sözü, “Maiori forsan cum timore sententiam in me fertis quam ego accipiam/ Belki de siz bu kararı söylerken benim kararı duyarken korktuğumdan daha çok korkuyorsunuz,” olan Bruno’nun, hakikâti söylediği için dili kopartıldı, öldürüldü…
Tıpkı Diyarbakır zindanındaki İbrahim Kaypakkaya gibi…
Doğum tarihi bilinmeyen, 524 ya da 528’de öldüğü belirtilen eşitlikçi eylemci (kamulaştırma ve sosyal refahı geliştirmeyi savunan) Mazdek’in yabancısı olmayan İbrahim Kaypakkaya, Thomas Münzer ile omuz omuza Avrupa’daki köylü isyanlarının en ön safındaydı…
Protestanlığın ortaya çıkması ile paralel Almanya’yı sarmış bir isyan dalgasına denk düzen köylü isyanları başlarda Martin Luther’in Katolikliğin/ kilisenin/ papalığın yozluğuna karşı bir reform hareketi olarak ortaya çıksa da, Luther’in öngöremeyeceği şekilde köylüler tarafından benimsenip, feodal beylere, imparatora, yerel prensliklere ve aristokrasiye karşı mücadeleye dönüşmüştü.
Luther, bu hareketin düzeni tehdit etmeye başlamasından ve kilisenin sadece devlete ve imparatora bağlı olmasını savunmakla kalan görüşlerine tamamen ters olmasından dolayı, açıkça taraf değiştirmiş ve isyanların karşısında yer almıştır. İsyanları açıkça destekleyen Thomas Münzer’dir.
“Yoksullarının prenslere düşman kesilmelerinden, prenslerin kendileri sorumludurlar. İsyan sebebini ortadan kaldırmak istemeyenler, ne yüzle isyanı ortadan kaldırmak isterler? Ah aziz senyörlerim, tanrı elindeki demir çubuk ile köhne çanak çömleklere ne güzel de vuruyor. Eğer bundan ötürü bana asi diyorsanız, peki, kabul, ben bir asiyim,” diye haykıran Thomas Münzer, 1490 yılında Stolberg’de doğan Protestan reformcusu idi…
Katolik kilisesine baş kaldırıp, köylüleri örgütleyen ve Almanya’daki ilk köylü savaşlarını başlatan, bunun üzerine genç yaşta iken kafası kesilerek idam edilen Alman devrimci liderdi…
1524’de Almanya’da yükselen köylü savaşlarının lideri oldu. 1525 yılında Frankenhausen’da arkasına aldığı 8000 köylüyle politik ve dini baskıya karşı savaş başlattı.
Köylü isyanı prensler, aristokratlar, kilise, feodal beyler ve yeni palazlanan burjuva ittifakıyla bastırılmış, Münzer ve isyankâr köylüler yok edildi. Çatışmalar sonrası 50 bin kadar köylü öldü. Münzer yakalandı, hapsedildi ve işkence gördü. 1525’de Mühlhausen’da başı kesilerek öldürüldü.
Nihayet O yani İbrahim Kaypakkaya, Osmanlı zulmüne karşı başkaldıran Torlak Kemal’in (1420), Şeyh Bedrettin’in (1421), Karabıyıkoğlu Hasan’ın (1511), Baba Nurali’nin (1512), Bozoğlu Şeyh Celal’in (1519), Baba Zünnun’un (1527), Kalender’in (1527)[6] Pir Sultan Abdal’ın, Yavuz Sultan Selim’e, Kanuni Sultan Süleyman’a, Şeyhülislâmı Ebusuud Efendi’ye, Kuyucu Murat Paşa’ya karşı isyandır…[7]
O; BOGOMİLLERİN, KARMATİLERİN, TUPAC AMARU’NUN, GERONİMO’NUN, OTURAN BOĞA’NIN, PANÇO VİLLA’NIN, EMİLİANO ZAPATA’NIN YABANCISI DEĞİLDİR
İbrahim Kaypakkaya, tarihte “İslâm Komüncüleri” olarak anılan ve Hallac-ı Mansur’u pir kabul eden Karmatîlerin yabancısı değildir…
“Malik-i Mülk” kavramına karşı ayaklanıp, Bahreyn’i kendilerine merkez edinip; X. ve XI. yüzyılda etkili olup; Mekke’deki “Hacer-ül Esved”i yok etmeleri yanında; dönemin bir başka kolonici hareketi olan Haçlı Seferleri’ne karşı direnen Karmatîlerin öğretileri veya manifestoları, mülkiyetçiliğin, halka yayılması ile alâkâlıdır.
Karmatîler, Anadolu’da “Fetret Devri”nde önem kazanan Şeyh Bedrettin hareketinin de atalarıyken; zenginden alıp yoksula vermek, genel uygulamalarıydı… Bu açıdan Robin Hood’un da atalarıydılar…
Zenc isyanının devamı olarak gelişen, adaleti amaçlayan bir hareket olarak yayıldı ve İslâmî tarihinin ilk kadın komutanı Karmatîlerden çıkmıştır. Komünler kurarak yaşamışlardır. Mülkiyet kavramı yoktur. Birbirlerine “refik” (yoldaş) diye hitap ederler. Bayrakları kırmızıdır.
Bahreyn civarında, zamanın Abbasi halifelerinin zulmüne karşı gelişen bir isyanla doğan, ortak mülkiyet temeline dayalı heteredoks İslâm devleti Karmatîler, yaklaşık ikiyüzyıl yaşamış, Abbasi halifelerinin korkulu rüyası olmuşlardı.
X. yüzyıldan başlayarak Bulgaristan’da ortaya çıkan ve toprak ağalarına karşı gelişen Bogomiller hareketi sonradan İtalya ve güney Fransa’da etkili olan; “Katharos” (bu sözcük eski Yunanca’da “saf, temiz” anlamına gelir!) ayaklanmalarını da tetikleyecekti. Bogomil’ler ve Katharlar da İbrahim Kaypakkaya’nın yabancı değildir. Yine Onu gerçek adı “José Gabriel Condorcanqui” olan Tupac Amaru’nun (İnka dilinde “parlayan yılan” demektir) I. ve II. İsyanlarında görürsünüz…
İspanyol işgalcilerine karşı başkaldırır Tupac Amaru I. ve 1572 sonbaharında bir eylül sabahı Cuzco’daki büyük katedralin önünde üzerinde siyah infaz giysileri ile idam sehpasında boynuna ipi geçirildiğinde elini kaldırıp, kalabalığı susturarak haykırır:
“Ccollanan pachacamac ricuy auccacunac yahuarniy hichascancuta/ Toprak ana, düşmanlarımın kanımı nasıl akıttığına şahit ol.”
Tupac Amaru II. İnkalar’ın en önemli figürlerinden olan akrabası Tupac Amaru gibi İspanyol sömürgecilerine karşı direnip, 1780’de isyan eder ve 1781’de yakalanıp, bedeni parçalanarak idam edilir. İlk önce gözleri önünde tüm ailesini ve silah arkadaşlarını öldüren sömürgeciler, sonra da ona işkence etmişlerdir.
Yine İbrahim Kaypakkaya, “Beyaz Adam”a karşı bir mücadele çığlığı olan Oturan Boğa’ya (yerli dilinde: tatanka iyotake), Sioux kabilesinin cesareti ve bilgeliğiyle nam salmış, 1860’larda Birleşik Devletler’in Batı’ya yayılmasına karşı mücadele verip, 1876 yılında Little Big Horn savaşında General Custer ile 400 askerini yenen Siouxların reisine de yabancı değildir…
Gençliğinden itibaren beyazların yerli halk üzerindeki baskısını izleyen Oturan Boğa, Beyazlarla anlaşma yapmaya sonuna kadar karşı çıktı…
“Sahip olma isteği onlarda bir hastalık olmuş. Bu insanlar, zenginlerin bozabileceği ama fakirlerin bozamayacağı birçok kural koymuşlar. Yönetici olan zenginleri güçlendirmek için fakirlerle güçsüzlerden vergiler alıyorlar. Bizim annemizin, toprağın, kendilerinin olduğunu söylüyor, komşularını çitler yaparak kendilerinden uzaklaştırıyorlar; toprağı binalarıyla ve diğer süprüntüleriyle çirkinleştiriyorlar. Bu ulus, baharda yatağından taşarak, yoluna çıkan her şeyi yok eden bir ırmağa benziyor,” diyen Oturan Boğa sonuna kadar haklıydı da!
“Beyaz adamla yaptığımız anlaşmalar arasında, bizim bozduğumuz herhangi bir anlaşma var mı? Bir tane bile yok.
Beyaz adamın, bizimle yaptığı anlaşmalar arasında, hiç sadık kaldığı bir anlaşma var mı? Bir tane bile yok.
Ben küçük bir çocukken Sioux’lar dünyaya hâkimdi, güneş onların toprakları üzerinde doğar, onların toprakları üzerinden batardı.
Savaşa onbin savaşçı gönderirlerdi. Şimdi nerde bu savaşçılar?
Onları kimler katletti?
Topraklarımız şimdi kimlerin ellerinde?” sorusuyla ABD’nin yerli kıyımını özetleyen Lakota’lı yerli şefinin işaret ettiği gibi…
Yerliler arasındaki otoritesi kırılamadığı için 1890 yılında hayalet dansı bahanesiyle rezervasyon polislerince öldürülen Oturan Boğa gibi, toprakları ve onuru için bitmeyen bir mücadele yürüten efsanevi Apaçi lideri Geronimo da İbrahim Kaypakkaya’nın yabancısı değildi…
“Her şeyi açıkça bildikleri hâlde şimdi diyorlar ki, ben kötü biriymişim. Hatta oradakilerin en kötüsüymüşüm. Ben ne yaptım ki? Ağaçların gölgesinde ailemle birlikte yaşayıp gidiyordum,” diyen Onun gerçek adı Goyahkla’dır.
1851 kışında Meksikalı bir askeri birlik köyüne saldırır. Ve Geronimo’nun ailesi dahil olmak üzere herkesi öldürür. Bunun üzerine 1852 Ocak’ında karşı atağa geçen Apacheler yüz kadar Meksikalı askeri öldürür.
Arizona, Meksika, Sierra Madre ve Mogollan dağlarında mücadele etti. Binlerce askere yıllarca kafa tutan, Forrest Carter’ın ‘Dağlardan Sorun Beni’ başlıklı yapıtında anlatılan büyük Apaçi savaşçısıydı…
Sadece bu kadar değil; Panço Villa’ya da, devriminde Emiliano Zapata’ya da aşinaydı İbrahim Kaypakkaya…
Meksikalı devrimci Panço Villa, 1913 devriminde Emiliano Zapata ile birlikte Huerta’ya karşı savaşmıştı.
5 Haziran 1878’de doğdu. Francisko Villa olarak bilinirse de, asıl adı Doreteo Arango’ydu. Yoksul bir köylü çocuğuydu. Babasının ölümünden sonra ailesini geçindirmek zorunda kaldı. Eşkiyalığa başlamasıyla ilgili yaygın öykü bir gün tarladan döndüğünde kızkardeşine çalıştığı çiftlik sahibinin oğlunun tecavüz ettiğini görmesiyle başlar.
1909 yılında Pofirio Diaz’a karşı savaşan Madero güçlerine katıldı. Kısa zamanda albaylığa yükseldi. 1912’deki ayaklanmada Huerta tarafından tutuklandı. Ölüme mahkûm edildi. Ancak hapisten kaçtı ve ABD’ye gitti. 1913’te Huerta, Madero’yu öldürdükten sonra Meksika’ya geri döndü ve Zapata ile birlikte Huerta’ya karşı savaşmaya devam etti.
Bu sefer yanlarına Carranza’yı da almışlardı. Huerta’ya karşı birçok askeri başarı kazandılar. 1914’te Carranza ile birlikte Zacates savaşında Huerta’yı kesin olarak yendiler. Bundan sonra Caranza ile aralarındaki birlik bozuldu. Yine 1914’te Zapata ile başkent Meksiko’ya girdiler. 1915’te Carranza ve Obregon’a yenildi.
Meksika’nın kuzeyindeki dağlara çekildi. 1915 ve 1916 yıllarında ABD ile arası açıldı ve kuzey bölgelerde iki yıl gerilla savaşı yaptı. 1920’de Carranza’nın Álvaro Obregón tarafından devrilmesinin ardından affa uğradı. Kalan yaşamını bir çiftlikte geçirdi. 23 Temmuz 1923’te arabasıyla partiden evine dönerken bir suikaste kurban gitti…
Panço Villa gibi Emiliano Zapata da 1910’da başlayan devriminin lideridir…
“Toprak ve özgürlük” sloganını dile getiren Zapata, “Es mejor morir a pie que vivir arrodillado/ Ayakların üzerinde ölmek dizlerin üzerinde yaşamaktan yeğdir” sözlerinin sahibiydi…
“Güçlü bir halk lidere ihtiyaç duymaz” deyip eklemişti:
“Zayıf bir halk lidere, güçlü bir lidere ihtiyaç duyar. Fakat bu güçlü liderler halkını kurtardıktan sonra bozulabilir. Değişebilir. Uğrunda savaştığı değerleri kaybedip düşmanlardan birine dönüşebilir. Siz artık nasıl hayatta kalacağınızı biliyorsunuz. Sizin lidere ihtiyacınız yok. Lider halktır…”
Zapata, reformcu lider Francisco Madero köylülere toprak dağıtana kadar, silahlarını bırakmadı. Ancak Madero’nun yaptığı reformları beğenmeyen Zapata, toprak reformu belgesi yayınladı.
1913 yılında Madero’yu deviren Huerta’nın otoritesini tanımayan Zapata, Pancho Villa ile birleşerek, Mexico’yu işgal etti. 1919’da katledildi…
NİHAYET O DEVRİMCİ BİR ETİK, VİCDAN VE KOMÜNİST AHLÂKTIR
Nâzım Hikmet’in, “Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer/ ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak/ kabahat senin,/ -demeğe de dilim varmıyor ama-/ kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!” dizeleriyle de betimlenmesi mümkün olan çürüyen “zamanın ruh(suzluğ)u” tablosunda İbrahim Kaypakkaya’yı (ve elbette diğer devrimci değerleri) döne döne anımsatmak “olmazsa olmaz”dır…
Çünkü İbrahim Kaypakkaya herkesin öğrenmesi gereken bir devrimci etik, yani komünist ahlâkın felsefesidir.
Ahlâki davranış kurallarının, ahlâk prensiplerinin sistemleştirilmiş hâli olarak etik ile ahlâk aynı şey değildir.
Ahlâk (moralite)’ın, “Bir toplumda uyulması gereken kurallar bütünü” olduğu söylenir ve eklenir:
“Toplumdan topluma, kültürden kültüre, zamandan zamana değişiklikler gösterir. Göreceli ve özneldir.
Bu anlamda’ ahlâk’değil ‘ahlâklar’ vardır.
Ahlâk kuralları ‘iyi’ ve ‘kötü’ nün ne olduğunu bildiğini savlar ve buna göre iyinin yapılmasını kötünün yapılmamasını emreder. Yani kural koyucu (normatif) bir özellik gösterirler.
Uyulmadığında yaptırımlara sahiptirler ve bireyleri kendisine uymaya zorlarlar.”
Etik (ethic)’in de “Varolan ahlâk (moralite) üzerine düşünme, varolan ahlâkı sorgulama etkinliği” olduğuna işaret edilerek denir ki:
“İnsanın ahlâka ilişkin davranışlarının doğurduğu sorunları ele alan felsefe dalıdır.
Etik her zaman, her yerde ve her koşul altında geçerli olabilecek ahlâk kuralları olup olmadığını sorgular.
‘İyi’ ve ‘kötü’nün ne olduğunu bir problem olarak ele alır ve dolayısıyla ‘şunu yap’,’ bunu yapma’ biçiminde kurallar koymaz.
Yani normatif değildir. Ayrıca yaptırımlara da sahip değildirler.
Kısacası ‘ahlâk’ bir toplumda kendisine uymaya zorlayan kurallar bütününü ifade ederken,
‘Etik’ varolan bu kuralları sorgulama etkinliğini ifade etmektedir.”
Ahlâksal pratiğin kuramı olan etik, “Ne yapmalı, neye göre yaşamalı” sorularını soran ahlâk felsefesiyken; hareketlerimizi yönlendiren kurallara da etik denir.
O hâlde devrimci bir etikten söz ederken İbrahim Kaypakkaya asla görmezden gelinemez…
Tam da bu bağlamda eyleme geçmiş devrimci/ insanî bir vicdandır İbrahim Kaypakkaya…
Kolay mı? Etik ve ahlâk gibi kavramlarla ilintili adalet ölçüsüdür vicdan…
Aktiftir, bilinci uyarır; adalet, dürüstlük, doğruluk, eşitlik yargıcıdır veya böyle olması gerekir.
Doğaya, tarihe, geçmişe, geleceğe hasılı insan(lık)a duyulan eylemli sorumluluk; insanı insan yapan özelliklerden birisi olan vicdan empati ve adalet duygusuyla çok yakın ilişkilidir.
Vicdanın hakikât arayışı olması, eylemli bir süreçle mümkündür. Vicdan insan olmanın, bir parçası, “olmazsa olmazı”dır…
Eleştirel tutumunun cisimleşmesi; öğrenilen, dolayısıyla da öğretilen bir kavram olarak “vicdan” çok önemli bir işe yarar: İnsanı insan yapar.
Sol memenin altındaki olarak da tarifi mümkün olan vicdan, bugüne “Hayır de!” diyendir…
Ya da Raskolnikov’u sürüm sürüm süründüren şeydir vicdan…
Yılmaz Güney’e, “Dünyada bu kadar mutsuzluk varken mutlu olmak elde mi sevgili” dedirtendir…
Empati yeteneğinin kuvvetliliğiyle sık sık içselleştirilen başka insanların mutlu ve mutsuzluklarında ortaya çıkandır…
Veya Che Guevera’nın, “Hayatta daima gerçekleri savun! Takdir eden olmasa bile, vicdanına hesap vermekten kurtulursun,” sözleriyle betimlenen bireyin “etken” bir hâle gelebilmiş bilincidir vicdan…
İbrahim Kaypakkaya’da somutlandığı üzere…
Nihayet yine Onda somutlandığı biçimiyle komünist ahlâk yaşanan bir şeydir. “Evrensel yönleri” olsa da, son kertede sınıfsaldır.
Tekrarlıyorum: “Ahlâk” doğru ile yanlışı ayırmadır ve bu da sınıfsaldır.
Ahlâk konusunda “İnsanın sosyal hayatla uyum durumunu tanımlayan kavramdır”… Veya “Bütün sosyal hayvanların ortak özelliğidir…” Ya da “Ahlâksal olay yoktur, yalnızca olayların ahlâksal yorumu vardır,” derler…
“Ahlâk, sosyalizasyon yoluyla içimize işlenmiş öğretidir,” derler. İyi de hangi “sosyalizason” ya da “kim için” sorularını yanıtlamadan!
Bu hâliyle bile William Blake’ın, “Hapishaneler yasa taşlarıyla, genelevler ahlâkın tuğlaları ile inşa edilir,” sözündeki üzere kapitalist toplumlarda olmayan/ olamayandır ahlâk…
Başka bir deyişle kapitalist toplumda varolan ahlâk kurallarını savunan kişinin elinde (görülse de görülmese de) mutlak bir cop vardır; insan(lık)ın uydu(ruldu)ğu, kurallar “bütününün soyutlanmış hâli”dir…
Oysa başkalarının ahlâkına sarılmak ahlâk(sızlık)tır…
Tam da bu noktada devrimci mücadelesi ve kişiliğiyle “iki(li) ahlâk” olamaz, olamaz, olmamalıdır da gerçeğinin altını çizen İbrahim Kaypakkaya’nın komünist ahlâkı, fikirlerin davranışlara yansımasıdır.
Bundan ötürü de “Ne kadar yansıtabiliyorsan o kadar ahlâklısındır. Temel erdem budur. Sonrası da buna bağıntılıdır,” gerçeğini bizlere öğreten bir örnektir…
15 Nisan 2013 13:38:10, Ankara. Temel Demirer
N O T L A R
[*] Kaldıraç, No:144, Haziran 2013… 4 Mayıs 2013 tarihinde Tohum Kültür Merkezi’nin Londra’da düzenlediği “İbrahim Kaypakkaya’nın Önemi ve Değeri” başlıklı toplantıda yapılan konuşma…
[1] William Faulkner.
[2] Joseph Campbell, Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, çev: Sabri Gürses, Kabalacı Yay., 2010.
[3] Frédéric Lordon, Kapitalizm-Arzu ve Kölelik, çev: Akın Terzi, Metis Yay., 2013.
[4] Aslı Selçuk, “Costa Gavras: Canavarımız Kapitalizm”, Cumhuriyet, 6 Nisan 2013, s.14.
[5] J. J Rousseau, Toplum Sözleşmesi, Bulut Yay., Çev: Ali Timuçin, 2007, s.29.
[6] Yusuf Ziya Bahadınlı, Alevilik ve İslâm Fanatizmi, İnsancıl Yay., 2010.
[7] Necdet Saraç, Alevilerin Siyasal Tarihî 1300-1971, Cem Yayınevi, 2011.