17’ler…

17 lerYaralı bayramlar geçti

Mevsimler, bütün anlamlarıyla

Yüreğin koyu yerinde birikenler

Kendi takvimleriyle gelip geçtiler

Gelip geçti şehirler ve ölüler

Unutmadık

Topraktan çobanyıldızına değin

Hey yer

Her şey

Mümkündü

Nazım kadar coşkulu

Aragon kadar aşık

Lorca kadar yaralıydık

Unutmadık

Murathan Mungan

HABER MERKEZİ (17-06-2016)-Komünizmin kutup yıldızları olan 17’lere dair gazetemizin 124.Sayısında bir okurumuzun kaleme aldığı anı/makaleyi okurlarımızla paylaşıyoruz

Yoldaş kaybını savaşın kaçınılmaz sonuçları olarak açıklayarak, kalınan yerden mücadelenin ihtiyaçlarına göre yeniden konumlanmak, her şeyden önce kaybettiğimiz yoldaşlarımıza karşı sorumluluğumuz gereği esastır elbet. Alınan ağır darbe karşısında kayıpları ortaya çıkaran zaaf, eksik ve hatalar ideolojik, politik, örgütsel yönleriyle tartışılır, örgüt yeniden düzenlenir, dost ve düşman karşısında dik durulur, parça-bütün ilişkisi doğru okunur, yeni bir dünya tahayyülünün gerçekleştirilmesi için, bütünün kurtuluşu için, bazı parçalarımızı feda etmek zorunda olduğumuz bilinci öne çıkarılır. Tüm bunlar zorunluluk-özgürlük ilişkinin birbirine doğru eklenmiş halkalarıdır ve devrimci savaşın ve mücadelenin devamlılığı içindir.

Ezici çoğunluğu örgütün yönetici kademelerinde bulunan, on yılların mücadele deneyimini birikime dönüştürerek Parti’ye aktaran yoldaşların, 17’lerin kaybı sonrası da hareket için süreç böyle işlemiştir. Bu yazıda 17’leri buradan anlatmak, onların varlığının ya da yokluğunun Parti ve devrim mücadelesinde nerede durduğunu tartışmak istemiyorum, zira bunun üzerine hepimiz sayısız yazı okumuşuzdur.

Onlarla ilgili benim için anı değeri çok yüksek yaşanmışlıkları anlatmak istediğim bu yazı, aslında benim de yarama dokunma cesareti göstereceğim ilk deneyimim olacak. Zira yoldaş kaybı insanın ölüm ırmağının kıyısında kendi parçalarının sürüklendiğini izlemesine benzer. Eksilirsin, çünkü insanın insana kattıkları vardır, insan kendini insanla tamamlar, yoldaşlık maneviyatında bu paylaşım çok daha yoğun, derin ve özeldir. Kaybedilen yoldaşların yaratacağı duygusal iç çöküntünün seslerini hayatımız boyunca duyacağımızı biliriz. Belki zamanla hayatın başka sesleri de karışır o seslere, öyle ya, insan yaşadığı yerden, zamandan ve insanlardan bağımsız değil ki, anlamını böyle edinir, başka yerlerde, zamanlarda ve başka insanlarla bu edinim süreci yeni anlamlar katar insana, kaybedilenin boşluğu başka şeylerle doldurulur biraz, duygusal gedikler onarılır ama taa derinlerde saklı uçurumundan hiç kaçamaz insan. 17’lerin kaybıyla aldığımız ağır darbenin sarsıcı etkilerini biraz da buradan okumak, yokluklarını insani arka planıyla da konuşmak, onları günlük yaşamda ortaya koydukları insani zarafetleriyle, incelikleriyle ve zenginlikleriyle de anarak uğruna öldükleri ütopyanın muhtevasına biraz da buradan ilerlemek istedim.

İlk karşılaşma: Bir görüş kabininde…

Yağmurlu bir İstanbul sabahı, Bayrampaşa Hapishanesi’nin yolunu tutmuştum. Oradaki tutsak yoldaşlarla ilk kez tanışacaktım, 2000 Ölüm Oruçları başlamıştı, ‘96 Ölüm Oruçları’nın yengisinin, dışarıdaki canlı duyarlılığın ve hareketliliğin, devrimci-komünist tutsakların kararlılığının avantajıyla sürecin somut kazanımlarla sonuçlanacağı beklentisi dışarıda üst boyuttaydı.

Nihayet hapishaneye vardığımda hala çok heyecanlıydım. Kabine girdiğimde Cafer yoldaş geldi. Çok kendimi tanıtmama gerek kalmadı, zira hakkımda bilgisi vardı, çok titiz ve dikkatliydi, merak ettiği şeyleri sordu, kötü giden işlerden söz etti, yapılması gerekenleri sıraladı. İlk kez karşılaşmıştık, ama o yıllardır tanıdığı bir yoldaşına davrandığı rahatlıkta davranmış, kendisiyle ilgili bir yabancılık hissetmeme izin vermemişti. Doğaldı, örgütsel ciddiyeti ve titizliği sevecenliğini gölgelemiyordu. Süreç ve yoldaşlar karşısında hissettiği ağır sorumluluk her halinden anlaşılıyordu ve hataya tahammülü yoktu.

Sonra Aydın yoldaş geldi, uzunca sohbet etmiştik, değişik konularda da konuşabiliyorduk, kendimi onunla oldukça rahat hissetmiştim her zaman da öyle hissedecektim. Konuşkan, sevecen, samimi mizacıyla, iddialı ve kendine güvenen kadro profilini kendinde bir arada gerçekleştirdiği anlaşılıyor, yoldaşlık sevgisini cömertçe hissettiriyordu. Aydın yoldaşı daha ilk karşılaşmamızda çok sevmiştim ve ona karşı derin yoldaşlık sevgim daim olacaktı.

Bayrampaşa Hapishanesi’ne daha sonra iki kez daha gidebildim, Ökkeş, Taylan ve oradaki diğer yoldaşlarla da tanıştım. Hapishaneler kesinlikle pasif direniş mevzileri değildi, yoldaşların dışarıyla bütünlüklü davranma iradeleri beni çok etkilemişti. Onlar için tutsaklık düş kurmayı örgütleyen bir yaratıcılık ve üretim süreciydi. Direndikçe özgürleştikleri, ürettikçe düşlerini büyüttükleri alternatif bir yaşam alanı haline getirmişlerdi hapishaneleri. Bu Parti okulunun kabininin dışarı bakan tarafında kalan bizlere de kazandırdığı kuşkusuz çok şey vardı. Bu birkaç görüşmenin en azından benim Parti’ye dönük kavrayışımda değişiklik yarattığını söylemem abartılı olmaz. Orada “Biz devrim yaparız” bilinci yapılan her sohbetin satır aralarında okunuyordu.

Sonra 19 Aralık katliam saldırısı, F Tipi hapishaneler ve bitmeyen bir ölüm mevsimi…

Yeni bir deneyim: Alibeyköy Direniş Evi

Saat sabahın yedisi, Garip Şahin çalıyor, “Bırakın yakınmayı, olan oldu yoldaşlar.” Alibeyköy Direniş Evi’nin kalk saati Aydın yoldaşın talimatıyla her gün bu marşla veriliyor. Direnişin coşkun sesi bu…

Devletin ölüm orucu direnişini kırmaya dönük manevrasını direnişi dışarıya taşıyarak böyle boşa çıkarıyor yoldaşlar.

Beş kişilik direniş ekibinde Karadeniz’de ölümsüzleşen Cemal Keser yoldaş ve Aydın yoldaş da vardı.

Alibeyköy’de Aydın yoldaşla ilgili hatırladığım en önemli özellikleri; bozuk bir prizin onarılması ya da patlak bir ampulün değiştirilmesine kadar indirgeyebildiği muazzam örgütçülüğü, titizliği, direnişçi kimliğini asla üstünlük aracı haline getirmeyen, ölebilmeyi çok da abartılmaması gereken görev olarak tartışan alçakgönüllülüğü, devletin kolluk güçlerinin saldırı hazırlığı karşısında onun çağırmasıyla hep birlikte evin balkonuna çıkıp coşkuyla okuduğumuz “Bize Ölüm Yok” marşıydı.

Bir de o süreçte çok öne çıkan korumacılığı tabi. Küçük Armutlu Direniş Evi’ne giderken gözaltına alınmıştım, polis minibüsünde bekletilirken telefonum çaldı, sesini tanıyamamıştım, “Kimsiniz” dedim, “Deden” dedi. Telefonun ucundaki Aydın’dı, bizi merak etmişti. Yine Bursa’daki bir gözaltımız sonrası İstanbul’a döndükten birkaç gün sonra Aydın’da İstanbul’a gelmiş, gözaltı sonrası sağlığımızı merak edip çağırıp görmek istemişti. Bizi merak ederken kendisi ölüm orucundaydı ve sağlığı hayli kötüydü. O hep önce yoldaşlarını düşünürdü.

Ve Cafer yoldaş, her gün geliyordu, yoğun olduğu, başka işlerle de ilgilendiği anlaşılıyordu, yorulmuyordu.

Berna yoldaş, bazen direniş evinde kalıyor, ciddi sağlık sorunlarına ve yürümekte zorluk çekiyor olmasına rağmen sorumluluk alıyor, her işle ilgileniyordu. Aydın’ı bazen kör pratikçilikle eleştiriyor, Aydın yoldaş ise gerçekte karşılığı olmayan teorik reçetelerin işe yaramayacağını savunuyordu. Bu tartışmaları izlemek hem keyifli, hem de öğreticiydi.

Berna yoldaşın bilme düzeyi, bildiğini yapmakla birleştirme kararlılığı, yine bildiğini paylaşmak istemesindeki cömertliği, nezaketi ve inceliği çok etkileyiciydi. Devrimci kadının cinsel kimliğiyle barışık örgütlediği iktidarlaşma bilinci Berna’da ete kemiğe bürünüyordu. Parti’nin kadına dönük kavrayışını sıçrama yaratarak ilerleten, kadının partide ve devrim mücadelesindeki öncüleşme bilincinin ideolojik dayanaklarını sağlamlaştıran, Demokratik Kadın Hareketi’nin fikir öncüsü Berna yoldaş, sınıf kökeninin kendisine dönük yarattığı önyargıları boşa çıkarırcasına yoldaşlarına yemek yapacak, kirli çamaşırlarımızı makineye koyacak kadar da ortak yaşamın içerdiği her işle iç içe olmayı önemserdi. Okan’ın kendisine yazdığı mektupları bazen birlikte okurduk. Berna saçlarının daha canlı çıkması için saçlarını kazıtmış, Berna’nın pek de önemsemediği bu durum Okan’ı üzmüştü. Okan’ın üzüntüsünün onu ne kadar üzdüğünü görmüştüm. İyi ya da kötü duyguyu çok derinden duyumsardı. Okan’a “ustam” derdi, Okan içerde tüm yaptıklarını günlüğüne yazar, her hafta Berna’ya verirdi. Berna Mahmud ile Yezida’ya* benzetirdi hikâyelerini, onların masalı farklı bir zamanda aksa da birbirleri için ırmağa atlayacak cüretlerinin olduğu her zaman ve her durumda onlar için de hissedilmiştir.

17’ler için, tek tek tüm yoldaşlar için yazacak o kadar çok şey var ki… Ersin’in tiyatro yeteneği, barınaklarda hazırladığı tek kişilik oyunlar, çatışmada kleşiyle helikoptere sıktığı kurşunlar, Gülnaz’ın azmi, Ökkeş’in emek ve sevgi cömertliği ile yoğrulmuş ağırbaşlılığı, Taylan’ın mütevazılığı, berrak bilinci, kararlılığı, Okan’ın İç Anadolu türküleri okurken ki neşesi, muhabbeti, hepsinin kuşkusuz sayısız zenginliği var anlatılabilecek. Biraz da bittiği yerden anlatmalı onları belki dağdan…

Aklın yolu dağdan geçer

Yanımdaki kadın yoldaş Dersimliydi, bölgeye çok yabancı olduğum için benimle gelmişti. Annesinin evinde misafir olduk. Dersim’e ilk girdiğimde oradaki savaş gerçeği arama noktalarıyla, kentin çeşitli yerlerine konuşlanmış askeri araçlarla, sıkça çalışan askeri helikopterlerle hemen göze çarpıyordu. Direnen bu kadim kentin ilk kez duyduğum kederli sesi beni sarıp sarmalamıştı, şimdi ben de buranın ötekisiydim, burası Kürdistan’dı ve hakikaten başka bir ülkeydi.

Kuryenin bizi bıraktığı köyde bizi alacak birliği beklerken, yanımızda olan deneyimli kadro yoldaş heyecanımızı yatıştırmaya çalışırken, yıllar süren tutsaklığının ardından tekrar gerillayla buluşacak olmasının kendisinde yarattığı heyecanı da gizleyemiyordu aslında.

Dağın ve gerillacılığın insana kendini yeniden armağan eden cömertliğiyle erken tanışamamıştım. 1. Kongre sürecinde gitmiştik, meşe ormanının elimizi yüzümüzü kabartan tırtılları ve acımasız sivrisinekleriyle boğuşurken bir yandan da bu yeni yaşamı, yıllardır gerillacılık yapan yoldaşları ve dağı tanımaya, anlamaya çalışıyordum. İlk algım aşağıda idealize edip yere göğe sığdıramadığımız gerillaların aslında senin benim gibi insanlar oluşuydu. O sıradan görüntülerinde okunmayan, harcına biraz da acı kattıkları insan ve doğa karşısındaki o çok özel çizgileşmelerini zamanla kavrayacak, düş ve duygu dünyalarındaki zenginliklerini adım adım keşfedecektim. Ve henüz bu yeni hayatın insanın kabullenilirlik sınırlarını aşan olağanüstülükleriyle tanışmadığım için sağlığı uygun her yoldaşın gerillacılık yapabileceği kanaati oluşmuştu bende. Zira ilerleyen yıllarda sağlıklı birçok arkadaş bırakma kararı almıştı ya da ağır sağlık sorunları olan yoldaşlar hareketli birlikler içinde katır üstünde yer değiştirerek o alanda kalıp işlerini halletmeyi başarmışlardı. Tıpkı 1. Kongre sürecinde olduğu gibi… Aydın yoldaş gibi… Karşılaşacağımız olağanüstü durumlarda insan iradesinin nelere kadir olduğunu ilerde ben de yaşayarak öğrenecektim.

Henüz hareketli değildik, yeni katıldığımız için konaklama yerinde güvenlik ve komün nöbeti dışındaki içe dönük faaliyetler dışında dışa dönük faaliyetlerde yer almıyorduk ve ben gerilla yaşamına okuduğum kitaplara rağmen komüncü ihtiyaç listesi hazırlarken tuvalet kâğıdı istemeyi düşünecek kadar yabancıydım. Evet bu hayat zordu, doğada bulduklarını günlük ihtiyaçları karşılamak için kullanılabilir malzemeye dönüştürme becerisi gerektiriyordu ve bu beceri bende hiç yoktu.

  1. Kongre’nin delegelerinin tamamının alanda toplanması bekleniyordu, sonra hareket edecek, kongrenin yapılacağı alana ilerleyecektik. Bu arada yeni katılan bizler de oradaki hayata yavaş yavaş adapte oluyorduk. Nihayet tüm güçler alana ulaştı ve hareket ettik. Çok zor bir yolculuk olmuştu. Kongrenin gerçekleşeceği alana yaklaştığımızda mola verdik, sağlık sorunu olan Aydın, Okan ve …yoldaşın at üstünde süren zorlu yolculuğu nihayetlenmişti. Kırdaki yoldaşlar gücü daha güvenli bir alana taşımış olmanın rahatlığı içindeydi. Sağlık engeli olan bu yoldaşların hayatlarını ortaya koyarak at üstünde yaptıkları bu yolculuk feda bilincinin en çarpıcı örneklerinden biriydi belki, zira düşmanla bir karşılaşma durumlarında çekilebilmeleri neredeyse imkânsızdı. Ama her şeye rağmen başarmıştık!

Bizden selam olsun Bolu Beyi’ne

Kongre başarıyla tamamlanmış, Parti yeni bir merkezi birleşik yapıyla sağlamlaştırılmış, birçok meselede yeni görüşler kabul görmüş, ezber bozan değişikliklere gidilmişti. Coşkuluyduk, biraz da buruk. Yoldaşlar görev yerlerine gidecekti, ayrılık vakti de gelmişti. Her gün akşam közün başında okunan coşkulu marşları sabah Cafer ile Aydın’ın atışmaları takip ediyordu, görünen o ki ikisi de “halk çocuğuydu.” Cafer’in yolculuk sırasında yolun kenarındaki kocaman tabelayı görmeyerek çarpması, yine yüzmek için dereye kendini attığında çıkardığı muazzam sesler haftalardır espri konusuydu. Hakikaten de çıkan yüksek ses güvenlik sorunu yaratmıştı. Evet onlar da hata yapabiliyordu. Bir de tutsak kökenli yoldaşların neredeyse her gün okudukları Köroğlu deyişi “Bizden selam olsun Bolu Beyi’ne” onlar gittikten sonra da bizim sesimizle onları her zaman bizimle hissettirecekti.

Kaf Dağı’nı aşan Simurg olmak

17’lerin kaybının ardından yoldaşların şehit düştüğü alandayız. Olayın olduğu yeri gidip görmek istedik. Munzurların Erzincan tarafına yakın çukurda duran çok da arızalı olmayan açıkta bir arazi. Çukurun ortasında büyükçe bir taş var, altı hafif oyuk. Yoldaşlara ait bazı eşyalar o taşın etrafına saçılmış ve öylece kalmış. Bazı yoldaşların o taşın etrafında uyuduklarını tahmin ediyoruz. Bir kırık gözlük çerçevesi, küçük bir krem kutusu, yeşil bir atlet, bir şampuan kutusu… Hepsini özenle topluyoruz. Taşın arkasında bağlı kana bulanmış kalınca bir ip duruyor, atın bağlandığı ip olmalı diye düşünüyoruz. Demek ki at açıkta bağlanmış ve düşmana ait bir keşif helikopterinin ya da bir gözetleme biriminin görmemesi imkânsız. Kalınan alan sıcak bir temasta çatışmaya oturulacak ve tutunulacak elverişliliğe sahip değil. Bu kadar tedbirsizlik insanı incitiyor…

  1. Kongre sürecinde merkezdeydik, son hazırlıklarımızı yapıp 2. Kongre’nin yapılacağı alana biz de gidecektik. Sabah haberlerinde kayıp haberleri geçiyor, PKK güçlerine dönük sanıyoruz. Akşam köye giden birimimiz kayıpların bize ait olduğunu öğreniyor. Konaklama yerine geldiklerinde çok kötü bir durum olduğunu yüzlerinden anlamıştık. Öğreniyoruz, evet insana ait bir refleks saklayamamıştık gözyaşlarımızı. İlk şok geçtikten sonra orada özel görevde olan birliğimizle buluşmak üzere bulunduğumuz alanı terk ediyoruz. Katliamın yapıldığı alana gittiğimizde orada bulunan birlik gerekli araştırmaları yapmıştı ve ayrıntılı bilgiye sahiptiler. Katliamın gerçekleştiği nokta ise yukarıda anlattığım gibiydi. Bu defa başaramamıştık, ama biliyorduk ki otuz kuşun Anka ile Kaf Dağı’na yolculuğu orada bitmemişti. Cafer’in, Aydın’ın, Okan’ın, Berna’nın ve kaybettiğimiz tüm yoldaşların cüretiyle yine deneyecektik, belki yine yenilecektik ama yenildikçe daha çok öğrenecek yine deneyecektik ve bir gün mutlaka başaracaktık. Onlardan ve tarihimizden aldığımız ilk ders düşman karşısında dik durmak ve asla yılmamaktı. Aydın yoldaşın 1. Kongre’de bir gece otururken işaret ettiği o parlak yıldızı bir gün mutlaka avuçlayacaktık.

Halkın Günlüğü okuru

*Murathan Mungan kitabı

http://www.halkingunlugu.net/