Hiçleşmenin sıfır noktası

Sanatçının düşü, gayri meşru savaşların amigoluğunu yapmak değil, kula kulluğun olmadığı, eşit ve özgür koşullardaki bir evrensel barış düşüdür

“Sanat, ekmek peşinde koşarsa alçalır” Aristofanes

Erdal Emre (18-02-2018) Tarih boyunca hükümdarlara en büyük kötülük, sanıldığı gibi rakiplerinden ve düşmanlarından değil, sıklıkla kul ruhlu dalkavuklardan gelmiştir.

İktidar ve servet hırsının deliye çevirdiği laboratuvar nesnesi kişilikler, müritler ve yanaşmaların fişeklemeleriyle “uçar”lar.  “Şeyh uçmaz mürit uçurur” sözü, her gün doğrulanan bir tarihsel gerçeğe işaret eder…

Tabelacının ressam, film figüranın sinema sanatçısı, türkü yorumcusunun ses sanatçısı ve neredeyse her zurna ve ıslık çalanın sanat ehli şahsiyet sanıldığı bir coğrafyada, muktedirin bir işaret fişeği üzerine sınır boylarına bayrak sallamaya koşanlar sahiden ne kadar sanatçıdırlar?

Sanatçı, her şeyden evvel düşünen, kendine ve topluma soru sorabilen, otoriteye itiraz etmeye cüretine sahip, adalet duygusu ve toplumsal duyarlılıkları gelişkin insandır.

Bin bir manipülasyon silah zoruyla çizilmiş sınırları, herkesi düşman gören hasta bir zihniyeti ve rezili-rüsva gerekçelerle girişilmiş işgal hareketlerini savunmak sanata ve sanatçıya düşmez.

“Şairin alim olması şart değildir, ama cahil olmaması şarttır” demişti büyük bir ozan. Sanat ve kültür dünyasında kendince misyon yüklenmiş her sanatçının Yılmaz Güney veya Victor Jara’nın, Charlie Chaplin ya da Federico Garcia Lorca’nın düzeyine erişmesi şart değildir, ama yerlere kadar eğilmemesi, saray kapılarında sürünmemesi, işgal ve ilhak amaçlı savaşlara suç ortağı olmaması şarttır.

Esaslı bir sanatçı, insanlığın evrensel yürüyüşü hakkında az-çok fikir sahibidir. Bir zamanlar sınırların, devletlerin, dini, etnik ve milli markaların olmadığını ve bir zaman sonra da bunların tedavülden kalkacağını bilir.

Sanatçının düşü, gayri meşru savaşların amigoluğunu yapmak değil, kula kulluğun olmadığı, eşit ve özgür koşullardaki bir evrensel barış düşüdür.

Onun çabası, eşitliksizlikler dünyasının iğdiş ettiği, kirlettiği insan ruhuna ışık tutmak, arkeolog titizliğiyle ruh derinliğindeki güzellikleri açığa çıkarmak, yaşama incelik, anlam ve coşku katmaktır.

23 Nisan’larda ellerine bayrak tutuşturulan çocuklar gibi “sınırın sıfır noktasından” poz veren bir grup sanatçı”,  “Sanatçılar Mehmetçik’le el ele” kampanyasıyla tarihin hangi tarafında durmakta, neyi temsil etmektedirler?

Korkunun, çıkarın ve dalkavukluğun sıfır noktasını…

Bunun böyle olduğunu doğal olarak kendileri de, “Reis-i Cihan”ları da bilir. Arada imzalanmamış bir sözleşme var gibidir. Dalkavuk ve yanaşmanın “Sultan Han Hazretleri”ne, onun da dalkavuklara ihtiyacı vardır. Taraflar birbirinden nefret eder aslında. Ama devranın devamı için buna ihtiyaç da duyarlar.

Sırtını mülkiyete, tanrılara ve ordulara yaslamış iktidarlar, korkuya ve yalana muhtaçtırlar ve bu iki melaneti devrevi olarak üretirler.

Ahmet Altan’ın (yeni Osmanlıların, onların secde ve iş ortaklarının sicil okumalarına dair yanılgıları bir yana) geçtiğimiz günlerde yaptığı mahkeme savunmasında insan ve otorite korkusuna ilişkin isabetli soyutlamasını aktarmayı yerinde buluyorum:

“Korku bir süreliğine insanları büyüler ve onları kendi etrafında toplar, kitleler kendilerini korkutana karşı zavallıca bir hayranlık duyar, korkutan adamın korkutucu gücünü paylaşmak için ona doğru kayarlar. Ama aynı zamanda bu korku onların ruhunu ezer, varlıklarını silikleştirir, kişiliklerini kemirir. Hayranlıklarının altına sakladıkları aşağılanmışlıkları gizli bir imbikten geçerek damla damla öfkeye ve düşmanlığa dönüşür.”

Tarih, üniforma giyen, saray sofralarına meze olmak için el-etek öpen moloz kalabalıkları kendi arşivine almaya değer bulmaz.

Kolektif hafızaya başvurulsun bakalım; “ezeli” ve “milli şef” zamanlarının, 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinin otorite etrafında pervane gibi dolanan kaç tane “sanatçı” ve aydının ismi hatırlanır.

Ama, ısrarlı unutturma çabalarına karşın Sabahattin Ali, Ahmet Arif, Orhan Kemal, Ruhi Su, Cigerxun, Yılmaz Güney ve daha nice onurlu isim halkların gönlünde yaşamaya devam ederler.

Kılıç ve ateşin gücüyle yaratılmış ümmet/ulus gibi uydurma cemaatler ve bunların bekçisi devletler durdukça, bayrağını kapıp maça gider gibi “sınırın sıfır noktasına” koşan sirk maskaraları da olacaktır.

Tarih bir yanıyla da, güce ve çıkara secde eden, “Misak-ı Milli” sınırları içinde hiçleşerek unutulup giden nice “sanatçı”yla, adları sınırları aşarak dünyaya taşan onur ve direniş abideleri arasındaki mücadelenin tarihi değil mi?