Karl Marx, Kapitalist Ekonomi ve Yabancılaşma

Yabancılaşma kavramı neredeyse Marx’ın bütün bir düşünsel dünyasının temellerini oluşturmaktadır Çünkü Marx’ın temel düşüncesi, bir üretim tarzı olarak kapitalizmin insanın potansiyellerini özgürce gerçekleştirmesini engelleyerek onu ürününe, emeğine, kendisine ve çevresine yabancılaştırdığıdır           

GÖKMEN ERGENÇ (23-06-2018) Karl Marx 65 yıllık ömrünü proletaryanın devrimci mücadelesine adamış ezilenlerin cephesinde yer almış bir komünisttir. Bir yandan kapitalist toplumdaki insanın durumunu anlamaya, eleştirmeye diğer yandan da mevcut düzeni değiştirmek için insanoğlunu mücadeleye sevk etmiştir.

Karl Marx’ın bütün hayatı boyunca yaptığı çalışmalarda, kapitalist üretim tarzının insanın kendisini gerçekleştirmesinin önündeki en büyük engel olduğuna inandığı açıkça görülmektedir. Marx’a göre, kapitalist üretim tarzı doğası gereği, insanı insanlığından ederek yabancılaştırmaktadır. Dolayısıyla yabancılaşma kavramı, Karl Marx’ın düşünce dünyasının temellerini oluşturan en önemli kavramlardan biridir. Bu makalede Marx’ın insan ve toplum tasavvurunun ışığında, insanın kapitalist toplumda yaşadığı yabancılaşma etraflı bir biçimde ele alınacaktır.

Marx’ın insan ve toplum kavrayışı, on dokuzuncu yüzyılın Batılı toplumlarında, hem kapitalist modernleşmenin ulaştığı aşamanın insan karşıtı özelliğini ifşa etmede, hem de sömürünün ortadan kaldırıldığı sınıfsız bir toplumun nasıl kurulabileceğiyle ilgili ortaya koyduğu bilimsel düşüncelerle evrensel bir nitelik taşır. Yabancılaşma kavramı teolojik, metafizik, materyalist ve psikolojik alanlarda farklı yorumları bulunan bir kavramdır. Yabancılaşma kavramının tarihinin, insanlığın tarihi kadar eski olduğu söylenebilirse de kavramın felsefe alanına ilk kez Hegel’in düşünceleriyle girdiği kabul edilmektedir. Bilindiği üzere, Antik Yunan felsefesini ve aydınlanma geleneğinin mirasını özümlemiş bir düşünür olan Marx’ın, sosyolojik evrenini şekillendiren temel düşünce, kapitalist üretim tarzının, insanın insan olmasının bir başka deyişle kendisini emek gücüyle özgürce gerçekleştirmesinin önündeki en büyük engel olduğudur. Marx’a göre insan doğası, onun emek gücünden bağımsız düşünülemez. Bu yüzden kapitalist toplumların temel çelişkisi, insanın doğası ile emeğin üretim ilişkilerindeki yeri ve değeri arasındadır. Marx’a göre, kapitalist bir toplumda emeğin üretim içindeki yeri, işçiyi ürettiği ürüne dolayısıyla emeğine, insan olarak kendisine ve sosyo-kültürel olarak çevresine yabancılaştırıcı bir nitelik taşır.

1) Marx’ta Yabancılaşma

Yabancılaşma kavramı, neredeyse Marx’ın bütün bir düşünce dünyasının temelini oluşturtuyor. Marx, yabancılaşma konusunu özellikle 1844 El Yazmaları’nda ele almış, sonra bu kavramı sosyo-ekonomik boyutlarıyla Grundrisse ve Kapital’de derinliğine incelemiştir Yabancılaşma süreci, yabancılaşmanın etkileri ve kategorileri Marx’a göre yabancılaşma, öncelikle emekçinin arzu ve isteklerinin dikkate alınmadığı kapitalist üretim ilişkileri içinde, emekçiye “zorla” dayatılan işbölümüyle ortaya çıkar. Çünkü bu düzende üretim süreci kılı kırk yaracak bir biçimde mühendislik bilgisine dayanılarak hesaplanır. İşçiler, temel işgücü niteliklerine göre sınıflandırılarak oluşturulmasına hiçbir katkılarının olmadıkları bir işbölümü içinde “zorla” işe koşulurlar. Kendi potansiyellerini özgürce işe katabilecekleri olanaklardan mahrum bırakılan işçiler, bu yoğun ve rutin üretim koşulları içinde giderek “bir vida sıkıcısı” durumuna gelirler. Böylece hayatî bir önem taşıyan çalışma etkinliğinin kendisi işçi için kendi yeteneğini, potansiyelini kendisiyle barışık bir biçimde özgürce sergileyebileceği bir alan olmaktan çıkar ve evini geçindirebilmek için katlanmak zorunda olduğu “bir angarya” haline gelir.

Yabancılaşma aynı zamanda, insanın kendi emeğiyle yarattığı her türlü ürünün üretim sürecinin sonunda onun denetiminden çıkarak ona yabancı bir gerçeklik kazanması demektir. Daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse, Marx’a göre, kapitalist üretim ilişkilerinde üretimin gerçekleşmesi bütünüyle emeğin varlığıyla mümkün olan bir süreci ifade eder. Ancak, emeğin bu yaratıcı varlığı, kapitalist üretim koşullarının (işbölümünün) hem kendisinden hem de bu koşulların sonucunda yaratılan üründen dışlanmakta, bu durum insanın (emeğin) kendisine yabancılaşmasına yol açmaktadır. Marx’ın insan ve toplum tasavvurunun temelinde bulunan en önemli kavramlarından biri olan yabancılaşma, bütün bir kariyeri boyunca Marx’ın düşüncelerinin yönünü ve oluşumunu önemli ölçüde belirleyen bir kavram olmuştur. Marx’a göre yabancılaşma, özellikle dört kategoride kendini, ortaya koyar: insanın üretici etkinliğiyle ilişkisinde, insanın ürünüyle ilişkisinde, insanın diğer insanlarla ilişkisinde, insanın türüyle olan ilişkisinde. Yabancılaşma zincirleme bir süreçtir, kişinin kendi emeğine yabancılaşması ister istemez, kendi türüyle, doğayla ve toplumla olan ilişkisini de etkiler. Kendi emeğine yabancılaşan insan, Marx’a göre kendi türsel özelliğinden yani insanı insan yapan evrensel üretim yapabilme yetisinden yoksun bırakıldığı için, kendi türsel özelliğine ve dolayısıyla kendi türüne de yabancılaşmaktadır.

a) İnsanın üretici etkinliğiyle ilişkisi

Yabancılaşmanın ilk olarak insanın üretici etkinliğiyle ortaya çıkması, Marx’a göre üretim etkinliğinin insana “dışsal” olduğu gerçeğiyle ilişkilidir. Yani çalışma insanın özsel varlığına içkin bir gerçeklik olmayıp insanın dışında yer alır. Bu anlamda işçinin kendi etkinliği ona özgür olmayan bir etkinlik olarak görünüyorsa, o zaman işçinin bu etkinliğe, başka birinin hizmetindeyken, başka birinin baskısı, zoru ve boyunduruğu altındayken yaptığı etkinlik gözüyle baktığı söylenebilir. Kapitalistin çalışma koşulları üzerindeki etkisi son derece sistemli ve bütüncül bir karakter taşır. Kapitalist, işçinin çalışma koşullarını, ne kadar mal üretileceğini, kaç saat çalışılacağını, çalışmanın şeklini, iş yoğunluğunu önceden sıkı bir biçimde belirler. İşçi kendi öz varlığının hiç dikkate alınmadığı bu çalışma koşullarında ürettikçe yoksunlaşır, kendine olan saygısı azalır, bedensel ve zihinsel olarak harcadığı enerji giderek onu tüketen bir hastalık özelliği kazanır. İşçi bu çalışma koşullarının zorunlu bir sonucu olarak adeta makinenin bir uzantısına, üretim çarkının bir dişlisine dönüşür. Böylece işçinin ruhsal dünyasında meydana gelen değişimin sonucunda işçi, sadece yemek, içmek, üremek, evindeyken istediği kılık kıyafeti giymek gibi işlevlerinde özgürce etkin olabildiğini, bunun dışındaki insanî işlevlerini yerine getirirken ise kendisini hiçbir şey gibi değil ama bir hayvan gibi hisseder.

  1. b) İnsanın ürünüyle ilişkisi

Marx’ın yabancılaşma kavramıyla ilgili gördüğü bileşenlerden ikincisi “insanın ürünüyle ilişkisi”dir. Bu ikinci aşamada yukarıda sözünü ettiğimiz son derece olumsuz çalışma koşulları içinde üretim yapan işçi, bu üretimin sonucunda ortaya koyduğu ürünün kendisine yabancılaşır. Kapitalist ekonomi anlayışına göre, sermaye, teknoloji, emek üçlüsü her ne kadar üretimin girdisini oluşturduğu iddia edilse bile Marx’a göre bu söylem emeğin sömürülmesini perdelemek amacıyla geliştirilen ideolojik bir söylemdir. Ona göre üretimin gerçekleştirilmesinde esas olan şey işçinin emeğidir. Marx’ın diliyle söylersek eğer, “emek birikmiş sermaye” demektir. Çünkü özel mülkiyenin kaldırılması üretimin niteliğini ve gerçekleşmesini engelleyecek bir duruma yol açmaz. İşçi kapitalist üretim ilişkisi içinde ne kadar çok üretirse öz varlığı o kadar zayıflar, güçsüzleşir. Ne kadar çok çalışırsa kapitalistin sermayesini o kadar artırır, kendini ise o denli yoksullaştırır. Çünkü ürettiği ürün üzerindeki hakları, kapitalist tarafından ücretlendirme yoluyla bütünüyle elinden alınır. Bu haklar artı değer olarak kapitalistin sermayesine eklenir. Böylece gerçekleştirdiği üretimin sonucunda ortaya konulan ve açık kapitalist pazarda satılan ürünün kendisi, işçinin karşısına ona bütünüyle yabancı bir güç olarak dikilir. Yabancılaşmanın çalışma etkinliğinden sonra gelen bu aşaması, “İşçinin kendi ürününe yabancılaşması sadece emeğin bir nesne, dışsal bir varlık olması değil, aynı zamanda ürünün işçinin dışında, bağımsız olarak, kendisine yabancı bir şeymiş gibi var olması anlamına gelir.

Kapitalist olsun veya olmasın bütün toplumlarda, insanın üretici etkinliği onun yarattığı üründe nesneleşmektedir. Ancak bu durum kapitalist üretim ilişkisi içinde meydana gelen yabancılaşmayı açıklayan ayırt edici bir nitelik taşımaktadır. Bu daha önce de sözü edildiği gibi işçinin emeğinin sonucu olarak ortaya çıkan ürünün hem insanın dışında insana yabancı bir nesne olarak var olması, hem de onun karşısına onu baskı altına alan yabancı bir güç olarak çıkmasıdır. Bu cümlenin ilk bölümü yani “ürünün insana yabancı bir nesne olarak var olması” kapitalist üretim ilişkisinin gerçekte emeğin ürünü tek başına yaratan bir değer olduğunu gizleyen niteliğiyle, dolayısıyla onu yaratan işçinin bu durumu kavrayacak bilinç seviyesinde olmayışıyla ilişkili bir durumdur. İşçinin bireysel olarak bu farkında oluş durumu, örgütlü bir mücadeleye yol açmadıkça, kapitalist üretim koşullarını değiştiremeyeceği için önemli değildir. Ancak bu durumun farkına varan işçinin, yabancılaşmayı, bu durumun hiç farkında olmayan bir işçiye göre daha sert yaşayacağını da söylemek mümkündür. Marx’ın geniş bir perspektiften bakıldığında, insanın doğayla uyum içinde ne çalışma koşullarında ne de gündelik hayatında hiçbir baskı altında kalmadan, kendisini yetenekleri ölçüsünde özgürce ortaya koyarak gerçekleştirmesini istediği söylenebilir.

  1. c) İnsanın kendi türüyle ilişkisi

Marx’ın insanın yabancılaşmasıyla ilgili ortaya koyduğu üçüncü kategori “insanın kendi türüne” bir başka ifadeyle kendisine yabancılaşmasıdır. Düzenlemesine hiçbir katkıda bulunamadığı koşullarda hayatını idame ettirmek, ailesinin geçimini sağlamak kısaca yaşamak için “zorla” çalışmak durumunda olan insan (emekçi) bu rutinin içinde giderek kendi doğasından, gerçekleştirmek istediği özünden uzaklaşır, kendisine yabancılaşarak Marx’ın deyişiyle “hayvanlaşmaya” başlar. Çünkü çalıştıkça tükendiğini, çaba harcadıkça varlığının budandığını hisseder. Artık bir hayvan gibi sadece yemek, içmek, tüketmek amacıyla üretiyordur. Üretmediği zaman işten atılacağı, çoluk çocuğunun zor durumda kalacağı korkusu emekçinin ruhsal ve zihinsel bütünlüğünü yıkarak, onu hem yarattığı ürün karşısında hem de kendisine karşı değersiz kılar. İnsan (emekçi), aşırı uzmanlaşmayla karakterize olan karmaşık yapıdaki kapitalist üretim tarzının çalışma düzeni içinde Marx’ın deyişiyle “makinenin bir uzantısı” olarak bir “cıvata sıkıcısı” durumuna gelir. Görüleceği gibi kapitalist çalışma düzeni, insanın biricikliğini, yeteneğini, kendini gerçekleştirme arzusunu ve gücünü elinden almakta, onu kendi düzeni içinde öğüterek un ufak etmektedir. Yabancılaşmanın bu aşamasında Marx, türsel yabancılaşma ile insanın neleri yitirdiğini netleştirmek amacıyla insan ve hayvan arasında çok sayıda karşılaştırma yapar. Kapitalist, işçinin emeğinin ürününe sahip olduğunda, işçinin inorganik bedeni, yani doğa ondan koparılıp alınmış olur. Kısaca söylemek gerekirse, kapitalist üretim tarzı içinde insan, onu diğer canlı türlerinden ayıran insan olma niteliklerinden arındırılır. Böylece Marx’ın deyişiyle, insan için hayat “çalışmak için bir fırsat olacağı yerde, çalışmak hayatta kalmanın bir aracı haline gelmiştir.

  1. d) İnsanın diğer insanlarla ilişkisi

Marx, üretimin öznesi olan insan (emekçi) açısından yabancılaşmanın dördüncü aşaması olarak, “insanın diğer insanlarla yabancılaşması”na dikkat çeker. Çünkü insan gerek üretim sürecinin içinde gerekse dışında toplumsal bir varlıktır. İnsan toplumsal hayatın birçok ilişkisine farklı rollerle girip çıkmaktadır. Söz gelimi o fabrikada üretim süreci içinde işçi, ailesinde baba ya da anne, diğer ilişkilerinde sevgili, dost, arkadaş vb. olarak tanımlanır. Dolayısıyla üretim süreci içinde kendi emeğine yabancılaşmanın bir sonucu olarak kendi türüne de yabancılaşarak nesneleşen insanın, ailesinden başlayarak kendi çevresiyle kurduğu ilişkilerin sağlıklı ilişkiler olması beklenemez. İnsanın, kapitalist üretim süreci içinde elinden alınan kimliği onun ruhsal ve zihinsel dünyasındaki bütünlüğü yıktığı gibi, doğal ve insansal çevresiyle de kurduğu ilişkileri de niteliksizleştirir. Marx, yabancılaşmanın göstergelerinden biri “her şeyin insanlık dışı bir gücün egemenliği altında “olmasıdır diyor ve ekliyor: “Bu durum, kapitalist için de geçerlidir.” Yabancılaşmanın formları her sınıf için farklıdır; çünkü sınıfların konumları ve yaşam tarzları farklıdır ve tahmin edebileceğimiz gibi en ciddi sıkıntıları çeken proletaryadır. Görünen o ki, kapitalist üretim tarzı içinde proletarya kendisine yabancılaşmıştır. Çünkü üretim sürecini en etkin unsuru, ürünün yaratıcısı olmasına rağmen, üretim süreci sonucunda ortaya konulan üründen dışlanmıştır. Bir başka deyişle kapitalist tarafından ürün üzerindeki haklarından zorla alıkonulmuştur.

2) Marx’ta Şeyleşme

Yabancılaşmanın bir başka yüzü: Şeyleşme kavramı, başka bir ifadeyle “Marx’ın “yabancılaşma kuramı”, kapitalist toplumdaki “şeyleşme”yi de kapsamaktadır. Yani “şeyleşme” kavramı, Marx’ın düşünce dünyasında “meta fetişizmi” olarak ortaya koyduğu gerçeğin bir fonksiyonu olarak düşünülebilir. Çünkü Marx, kapitalist üretim tarzı içinde gerçekleşen üretimin sonunda ortaya çıkan ürünü “emtia”ya da “meta” olarak kavramlaştırmaktadır. Kapitalist üretim tarzı içinde işçinin emeğinin cisimleşmiş hali olan ürünün (metanın) işçinin ellerinin arasından kayıp gitmesi ve onun karşısına adeta ona karşı bir güç olarak dikilmesi gerçeği dikkate alındığında bu durumun işçinin bilincini “şeyleştirmesi” kaçınılmaz bir hale gelmektedir. Marx’a göre, insan, kendinin bilincinde olduğundan, insanın yabancılaşmış nesnel varlığı -ki Marx bunu “şeylik” olarak kavramlaştırır- gerçekte onun kendilik bilinci olarak şeyleşmiştir.

Kendinin bilinci olarak şeylik, insanın yabancılaşmış bilincinden başka bir şey olamaz. Dolayısıyla şeylik, şeyleşme, insanın söz ve eylemlerinde kendini yabancılaşmanın bir fonksiyonu olarak açığa vurmaktadır. Görüleceği üzere şeyleşme kavramı, ürün henüz üretim aşamasındayken ürüne yani metaya içkin bir özellik taşımaktadır. Dolayısıyla onun üretim sürecinin içinde hem onu üreten için hem de üretim sürecinin sonucunda, meta kapitalist pazarda dolaşıma çıktığında onu satın alacak için çift yönlü bir etkiye sahip bir olgu olduğunu söylememiz mümkündür. Marx, kapitalist üretim tarzı içinde yapılan üretiminin sonucunda ortaya konulan ürünün, kapitalist piyasa içinde dolaşıma girmesiyle birlikte ortaya çıkan ve ürünün kullanım değeri üzerinde değişim değerinin (paranın) egemen olmasının, insanı kendi yarattığı ürüne, kendisine ve diğer insanlarla olan ilişkilerine yabancılaştırdığını, onu insani özelliklerinden arındırarak yoksunlaştırdığına dikkati çekmektedir. Bu olgunun somut karşılığı ise kapitalist bir toplumda paranın her şeyi satın alabileceğine inanılan bir nesne konumuna gelmesi, buna bağlı olarak da insanlar arası ilişkilerin giderek “şeyler arası ilişkiler” haline dönüşmesidir.

Artık günümüz kapitalist toplumlarında insanlar, tükettikleri nesnelerin kimliğini, çıplak, huzursuz ruhlarını örtecek bir giysi gibi giyinmekte, böylece kendilerinde var olmayana nesneler üzerinden ulaşmaya çalışmaktadırlar. Söz gelimi kullanılan bir cep telefonunun markası, oturulan evin muhiti ve fiyatı, onu kullanana kendiliğinden bir anlam yüklemekte, kişiye kendisini daha değerli hissettirmektedir. Dolayısıyla yabancılaşmanın etkilerinin kılık değiştirerek tüketim toplumunun bütün alışkanlıklarına sızdığından, giderek toplumun dokusunda kanserli bir hücre gibi çoğaldığından söz edilebilir. Yabancılaşmanın aşılması İşçinin kapitalist üretim ilişkisi içinde emeğine yabancılaşması, işçi açısından bir madalyonun tersi ve yüzü gibi hem negatif hem de pozitif bir yön taşır. Negatif yönü, anlaşılacağı üzere işçinin emeğine yabancılaşmasıdır. Pozitif yönü ise bu yabancılaşmanın, yabancılaşmadan kurtulmanın eşiğini oluşturan bir zorunluluk taşıyor oluşudur. Çünkü işçinin bu yabancılaşmaya maruz kalmadan onu aşacak bir bilinç geliştirebilmesi mümkün değildir. Marxizme göre, yabancılaşma işçinin hem bir sınıf olduğunun bilincine hem de sınıfsız bir dünyanın önünü açacak tek gücün işçi sınıfı olduğunun farkına varmasını sağlar.

3) Yabancılaşmanın Ortadan Kaldırılması

Yabancılaşmanın bütünüyle ortadan kalkmış olduğu toplum Marx’a göre sınıfların olmadığı komünist toplumdur. Yabancılaşmayı hem kapitalist işbölümünün bir tezahürü olarak yani çalışma koşullarının kendisinden doğan bir durum hem de kapitalist tarafından ortaya konulan ürüne (cisimleşmiş emeğe) el koymanın bir sonucu olarak gören Marx, ifadesiyle “üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılmasının insanın yabancılaşmasına (otomatik bir biçimde olmasa da) son vereceğini açıkça söylemiştir. Ama bunu söylerken göz önünde tuttuğu ve eleştirmesini yaptığı şey, kapitalist sistemdeki özel mülkiyettir. Bu mülkiyetin ve işbölümünün ortadan kaldırılması, yani aşılması yabancılaşmayı da ortadan kaldıracaktır.” Ancak yabancılaşma sadece Marx’ın kapitalist üretim tarzı içinde işçinin etkinliğine ve emeğine yabancılaşmasıyla başlayan ve onun kendi türüne yani kendine ve kendi çevresindeki insan ilişkilerine sıçrayan bir süreç olarak sınırlamak pek mümkün görünmemektedir.

Marx’a göre yabancılaşmanın aşılabilmesi her ne kadar kapitalizmin geldiği en son aşamada kesin bir biçimde mülkiyetin kaldırılmasına ve üretimin işçi sınıfının önderliğinde yeniden örgütlenmesine dayanıyor olsa da insanın yabancılaşmadan kurtuluşu, ister sosyalist olsun isterse kapitalist, bir düzen olsun, insanın yeteneklerine uygun bir biçimde potansiyellerini gerçekleştirebilmesinin önünün açılmasıyla mümkün olacaktır. Bu da elbette mühendislik hesaplarıyla yapılan çalışma koşullarının düzenlenmesinde, onun yetenek, arzularını dikkate almayan, emekçiyi (işçiyi), gerçekleştirilmesi önceden “merkezi bir üst akıl” tarafından planlanmış üretim çarkının, bir dişlisi olarak gören işbölümü anlayışının ortadan kaldırılmasına bağlıdır. İşbölümü konusuyla ilgili olarak sadece ilkel toplulukta ne özel mülkiyet ne de işbölümü var olduğunu dolayısıyla tarihin sadece bu dönemlerinde yabancılaşmanın olmadığını ifade eder. Marx’a göre, insanın yabancılaşmadan kurtuluşu, ancak kapitalist sistem, işçi sınıfının önderliğinde bir devrimle alaşağı edildiğinde gerçekleşecektir. Bunun sonucunda öncelikle özel mülkiyet kaldırılacak, böylece kapitalist işbölümünün de ortadan kaldırılmasıyla proletaryanın öncülüğünde kurulacak olan sınıfsız, yani komünist bir toplumun önü açılmış olacaktır.

Devrimin işçi sınıfının yani proletaryanın öncülüğünde yapılması zorunludur. Çünkü “kendinde bir sınıf” olarak işçi sınıfı, ürünü yaratan olarak kapitalist üretim sürecinin asli unsurudur. İşçi sınıfının devrimin bir öznesi durumuna gelmesi ise onun “kendinde sınıf” olmaktan çıkıp “kendisi için sınıf” düzeyine gelmesiyle, dolayısıyla tarihi sınıfsız bir toplum için yani bütün insanlar adına değiştirecek, dönüştürecek bir bilinç seviyesine yükselmesiyle mümkün olmaktadır. İşçi sınıfı kapitalist düzeni alaşağı ederek sadece kendisini değil bütün insanları kapitalist üretim tarzı içinde yaşadıkları bu yabancılaşmadan kurtaracak, bir başka söyleyişle onların aslî yani insanî kimliklerine yeniden kavuşmalarını sağlayacaktır. Yabancılaşma kavramının neredeyse Marx’ın bütün düşünce dünyasının temellerini oluşturduğu gerçeğinden yola çıktığımızda, kapitalist toplumunda insanın, en temel niteliği olan çalışma etkinliği içinde yaşadığı yabancılaşmanın boyutları ve onu bu yabancılaşmadan kurtarmanın önemi ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla insanların bu yabancılaşmadan kurtulmaları son tahlilde ancak onların bilinçlenmeleriyle ilişkili bir durumdur. Elbette bunun başarılmasında Marx’ın da sözünü ettiği gibi işçi sınıfının tarihsel rolünün yanı sıra, toplumda yaşayan, kol ya da kafa emeğiyle geçinen her insana, özellikle yazar ve sanatçılara yani aydın sınıfına büyük bir sorumluluk düşmektedir.

Sonuç

Yabancılaşma kavramı neredeyse Marx’ın bütün bir düşünsel dünyasının temellerini oluşturmaktadır. Çünkü Marx’ın temel düşüncesi, bir üretim tarzı olarak kapitalizmin insanın potansiyellerini özgürce gerçekleştirmesini engelleyerek onu ürününe, emeğine, kendisine ve çevresine yabancılaştırdığıdır. Marx, kapitalist üretim tarzı içinde ortaya çıkan yabancılaşmayı, işçinin bu yabancılaşmadan kurtulabilmesinin eşiği olarak görür. Çünkü paradoksal gibi görünmekle birlikte yabancılaşma olmaksızın işçi bu yabancılaşmayı aşacak bir bilinç edinemez. Marx’a göre, işçinin kazanacağı bu bilinç, önce onun sınıf bilincine varmasını, sonra da işçi sınıfının öncülüğünde sınıfsız bir dünyanın kurulması için harekete geçmesini sağlar.

Marx, yabancılaşmanın aşılmasının ancak, işçi sınıfının önderliğinde gerçekleşecek komünist bir devrimle mümkün olacağını öngörmüştür. Bu devrimin sonucunda özel mülkiyet ortadan kaldırılacak ve böylece yabancılaşmanın aşılması için en güçlü adım atılmış olacaktır. Ayrıca geçmişe göre daha örgütlü olan işçi sınıfının, “reel sosyalizmin” geri çekilmesiyle birlikte bütün dünyada güçten düşerek, örgütsel olarak zayıfladığını söylemek mümkündür. Kapitalist küreselleşmeye bağlı olarak kapitalist toplumlarda işsiz, “güvencesiz”, “yarı zamanlı” karın tokluğuna çalışan, özellikle genç bir nüfusun artmakta olduğu bir gerçektir. Öte yandan bugün, gelişmiş kapitalist toplumlarda, işçilerin, emekçilerin Komünist Manifesto’da belirtilen “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmadığından söz edilemez.

Günümüzde işçi sınıfından bağımsız olarak Marx’ın yaşadığı dönemde ön göremediği, kapitalist sistemin “nimetleri”nden yararlanarak gittikçe ona eklemlenen ve sosyalist bir devrimi gerçekleştirecek güçten uzaklaşan geniş bir “orta sınıf” gerçeğiyle karşı karşıya olunduğundan da söz edilebilir. Ancak bütün bu gerçeklere rağmen Marx’ın insanı yabancılaşmadan kurtarmak için ortaya koyduğu düşüncelerin, kapitalist toplumun damarlarında hala büyük bir imkân olarak dolaşmakta olduğundan da söz edilebilir. Günümüzde birçok bilim insanı, deyim yerindeyse “Marx’ın dönüşü”nü tartışmakta, küresel kapitalizmin yaşadığı krizlerden yola çıkarak, dünyanın, Marx’ın kapitalizm hakkındaki öngörülerini doğrulayacak birçok karmaşık sorunla hâlâ baş etmek zorunda olduğundan söz etmektedir.

GÖKMEN ERGENÇ