İBO’nun katledilmesine giden yol

Savcı Değerli ikinci kere yazıcısını yanına alıp hastaneye geliyor ve ifade alamayınca İbo ile bağırtılı, sert tartışmalara giriyor İbo’yu, yazdığı yazılarla tarihi çarpıtmak, Cumhuriyetin kurucusuna çamur atmak, devleti yıkmaya ve ülkeyi bölmeye kalkışmakla itham ediyor İbo, bilinen inadıyla kendini savunmakla kalmıyor, Değerli’yi halka karşı suç işlemekle itham ediyor Savcı odayı terk ederken, öfkesini, “Hem bunları yazacaksın, hem de ifade vermeyeceksin öyle mi, ifade vermezsen seni ben öldüreceğim, ölümün benim elimden olacak,” diye bağırıyor

Muzaffer Oruçoğlu (15-05-2019) İbo yakalandığında yaralıydı. Müfrezeyi, önüne geçerek Vartinik Mezrası’na getiren Hüseyin Duman, baskın anında, elindeki kırma tüfekle ateş ediyor, saçmalar İbo’nun kafasının arkasına ve omuzuna saplanıyor. Kızıldere operasyonuna da katılan istihbaratçı Üsteğmen Fehmi Altınbilek, İbo’yu Mirik ile Kutudere arasındaki karlı vadide, kolları arkadan zincirle bağlı bir halde yürütürken ayak parmakları donuyor. Kutudere yerleşim yerinde ayaklarına masaj yapması için yarım kova soğuk su veriyorlar İbo’ya. Köylülere, yüzüne tükürmeleri için baskı yapıyorlar.

Ciple Dersim Merkez Karakolu’na getirdiklerinde kafasının arkası yaralı ve ayak parmakları donmuş bir vaziyettedir. Kafasında, tepesi yamalı, kahve renkli bir kasket, sırtında askeri bir parke, altında bir ceket ve kazak; bacaklarında, Barıkbaşı köylülerinin onu geceleyin bir mağaraya gönderirken üst üste giydirdikleri üç pantolon; ayaklarında ise bir çift ıslak yün çorap ile üstüne birer naylon çorap ve bir çift 45 numara çelik marka lastik ayakkabı var.

İbo bu haldeyken karakolda dövülüyor ve falakaya yatırılıyor. Kendisinden acilen istenen iki şey var: 1- Kaçanların adları ve gidebilecekleri yerler, 2- Dersim merkez ve kazalarında bulunan örgüt elemanlarının adları.

İbo direniyor ve hiçbir şey söylemiyor. Bunun üzerine durumu yakından izleyen savcı Mehmet Seyhan’a getiriyorlar. Savcı, kendi zamanı içinde kendini üstlenerek savunan kararlı bir dil ile yüz yüze olduğunu anlayınca, İbo’nun söylediklerini olduğu gibi tutanağa geçiriyor. Bu onun ilk ifadesi oluyor. Bundan sonra Fehmi Altınbilek İbo’yu iki askerin arasında cipe bindirip, şöförüyle birlikte doğruca Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı’na götürüyor.

İbo Sıkıyönetim Komutanlığının sorgulama merkezine getiriliyor. İnzibatlar, komutlar, demir parmaklıklar… içeri attıkları hücrede bir karyola vardır. Elbiselerini alıyor, pijama veriyorlar ve gözlerini kapatıyorlar. Askeri Savcı Yaşar Değerli ile birlikte içeri giren sorgulama ekibi, hemen falakaya yatırıyor İbo’yu. İlk falaka faslından sonra sorgulamayı yapanlar, ayakların donmadan dolayı bileklere kadar kararmış olmasından dolayı hücreye bir doktor getiriyorlar. Doktor, ayakların üçüncü derecede bir donma durumu içinde olduğunu, su kabarcıklarının, koyu bir renk aldığını ve içlerinin muhtemelen pıhtılaşmış kanla dolu olduğunu, hastaneye kaldırılmaması durumunda öncelikle donan parmakların kendiliğinden kokuşup düşebileceğini ve tutuklunun kangren sorunu yaşayacağını söylüyor. Bunun üzerine savcı Yaşar Değerli, tutuklunun askeri hastahaneye kaldırılmasını, sorgunun hastahanede ve tedaviden sonra devam etmesini emrediyor.

İbo, sabahleyin askeri hastahaneye götürülüyor ve bodrum katındaki bir odaya kapatılıyor. Sırtüstü yatırılarak bir eli ve bir ayağından demir ranzaya zincirle bağlanıyor. Kapıya silahlı bir nöbetçi asker dikiliyor. İbo için görevlendirilen tabur komutanı, sağlık memuru Hacı Zülfikar Yıldız ile onun bağlı olduğu beyin cerrahı Turan Daltaban’ın dışında hiç kimsenin sanıkla temasta bulunmayacağı emrini veriyor ve odanın kapısına, nöbet değiştiren erlerin odaya yanlış birini sokmalarını engellemek için de sağlık memuruyla cerrahın fotoğraflarını astırıyor.

Memur, İbo’nun ayaklarına günde iki kez pansuman yapmaya başlıyor. Cerrah ise İbo’nun kafasının arkasındaki yaralı, iltihaplı deriyi kesip alıyor ve sargılıyor.

İbo’nun zincirleri, doktor geldiğinde, yemeklerde ve tuvalete gidiş anlarında açılıyor sadece. İbo’nun bitişiğinde aynı davadan tutuklanan Siverekli Fatma Erez kalıyor. Fatma’nın kapısında nöbetçi yoktur ve Fatma, İbo ile yapılan her konuşmayı dikkatle dinliyor.

İbo’nun hastahaneye gelişinden iki üç gün sonra, İsmail Beşikçi davası gibi kritik davaların savcılığını yapan  Diyarbakır Sıkıyönetimine bağlı Askeri Hak. Savcı ve MİT elemanı -ki İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün’ün yakın adamı ve dönemin askeri yargıcı Bahri Yağcı, Ziverbey Köşkü’ndeki işkencenin sorulması üzerine şöyle diyor: ‘Benim böyle bir irtibatım olmadı. Olmasını da istemedim zaten. Bazı arkadaşlardan belki irtibatı olanlar vardı. Mesela bizim Yaşar Değerli vardı.’ – Yüzbaşı Yaşar Değerli yazıcısı ve İbo’yu gözetim altında tutan tabur komutanı ile beraber ifade almaya geliyor. İbo’nun zincirleri açılıyor. Kafasının arkası, omuz ve ayaklarındaki derin sancıların mengenesindedir. Tabur komutanı odadan çıkıyor. Askerlerin odaya bir küçük masa ile üç sandalye getirmesi ve daktilonun masaya indirilmesi üzerine İbo bakışlarını Yaşar Değerli’ye çeviriyor ve ifade vermeyeceğini, mahkemede savunma yapacağını  söylüyor. Yaşar Değerli ısrar ediyor, ifade vereceğini bildirmesi durumunda zincirlerinin çözüleceğini ve kendisine normal mahkûm muamelesinin yapılacağını söylüyor. İbo kabul etmiyor. Savcı, yazıcısıyla birlikte odayı terk ediyor. İbo’yu hastaneden sonraki sorgulama sürecinde çözebileceğine inanmaktadır.

Bu arada İbo’nun babası Ali Kaypakkaya, oğluyla görüşmek için Diyarbakır’a geliyor. Sıkıyönetim mercilerine başvuruyor, ısrar ediyor, sanığın sorgulama altında olduğu, yasal olarak görüştürülmesinin mümkün olmadığı bildiriliyor. Baba görüşemeden geri dönüyor.

Aynı günlerde Avukat Şerafettin Kaya, İbo’nun mahkemede savunmasını üstlenmek için vekâletini alma girişimlerinde bulunuyor ama engelleniyor. Kaya, durumu şöyle anlatıyor:

“Tutuklanmamdan önce İbrahim Kaypakkaya Dersim’de yakalanmış, gözaltına alınmış, tutuklanmış ve cezaevinde hücreye alınmıştı. Cezaevindeki arkadaşların söylemi üzerine, avukat olarak kendisi ile görüşebilmek için Kolordu Adli Müşaviriyle görüşmek istedim. Adli Müşavir yoktu. Görevli hukuk fakültesi mezunu yedek subay vardı. Bana Kaypakkaya’nın ayağının donduğu bu nedenle hastaneye kaldırıldığını söyledi. Görüşme ve vekâletname imzalatmak için müsaade belgesi ile hastaneye gittim. Diyarbakır noterliğinde görevli kâtip de benimle beraberdi. Hastanede görevli nöbetçi başçavuşla hastanenin bodrum katında bulunan Kaypakkaya’nın tutulduğu bölüme gittik. Tam içeri girdiğimizde bir astsubay koşarak geldi. Kaypakkaya’nın yanına gitmemize engel oldu, konuşmamıza ve vekâletnamenin imzalatılmasına fırsat vermeden bizi odadan çıkardı. Kaypakkaya şaşkındı, yalnızca avukat olduğumu ve vekâletini almak için geldiğimi duydu.

Mahkemelere gitmek zorunda olduğumdan Muş’a gittim. Diyarbakır’a döndüğümde görüşürüm diye düşündüm. Ama Kaypakkaya’nın vekâletini alamadım, olmadı ve görüşemedim. ” (Şerafettin Kaya, Kürdistan Kurtuluş Mücadelesinde Hayatımdan Kesitler, s.422)

İbo’nun ayak parmaklarındaki donmanın kangrene doğru gelişmesi üzerine doktor ameliyat altına alınmasına karar veriyor. Sol ayağındaki serçe parmak hariç, her iki ayaktaki tüm parmaklar kesilip alınıyor ve ayaklar sargılı hale geliyor.

Bu arada İbo ve dava ile ilgili dosyalar İstanbul ve Dersim’den Diyarbakır’a geliyor. Dosyada, İbo’nun Meral Yakar’a yazdırdığı Kemalizm, Milli Mesele, Genel Eleştiri ve diğer yazıları ile orijinal el yazmaları bulunuyor. Dosyaya ayrıca MİT’in İbo ve TKP (M-L) hakkında bir kısa raporu konuluyor. Dosyayı dikkatle okuyan Yaşar Değerli, devlet güvenliği açısından kendi konumunun ciddiyetini daha iyi kavrıyor.

İbo, ayaklarına düzenli aralıklarla pansuman yapan sağlık görevlisi ile yemek ve tuvalet anlarında zincirlerini açan erlerle dostane ilişkiler geliştiriyor. Durum hakkında güvenilir bir er vasıtasıyla düzenli bilgi alan Savcı Yaşar Değerli, ere direkifler veriyor. Er bunun üzerine İbo’ya kalem ve kâğıt veriyor, yazacağı mektupları gizlice postalayabileceğini söylüyor. İbo ere güveniyor ve babasına bir mektup yazıyor. Zarfın üzerindeki adresi dalgınlıkla yanlış yazıyor. Er mektubu alıp Yaşar Değerli ’ye veriyor. Değerli, mektubun sıradan bir aile mektubu olmasından dolayı postalanmasını emrediyor ere. Mektup bir hafta sonra geri gelince İbo adresin yanlış yazıldığını anlıyor ve ere iyice güveniyor. İbo bunun üzerine İstanbul üniversitesindeki arkadaşı Rıfkı’ya siyasi talimat mahiyetinde bir mektup yazıyor. Dışardaki arkadaşların son yakalanmalardan dolayı bozulan morallerinin güce ve toparlanmaya dönüştürülmesini, Vartinik nöbetinde uyuyan arkadaşın disiplin cezasına çarptırılmasını vb. içeren mektubu er götürüp yeniden Yaşar Değerli’ye veriyor. Değerli mektubu önemsiyor ve dava dosyasına koyuyor, Rıfkı’nın yakalanması için de talimat veriyor.

Savcı Değerli ikinci kere yazıcısını yanına alıp hastaneye geliyor ve ifade alamayınca İbo ile bağırtılı, sert tartışmalara giriyor. İbo’yu, yazdığı yazılarla tarihi çarpıtmak, Cumhuriyetin kurucusuna çamur atmak, devleti yıkmaya ve ülkeyi bölmeye kalkışmakla itham ediyor. İbo, bilinen inadıyla kendini savunmakla kalmıyor, Değerli’yi halka karşı suç işlemekle itham ediyor. Savcı odayı terk ederken, öfkesini, “Hem bunları yazacaksın, hem de ifade vermeyeceksin öyle mi, ifade vermezsen seni ben öldüreceğim, ölümün benim elimden olacak,” diye bağırıyor.

Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Şükrü Olcay askeri hastaneyi teftiş ederken yardımcıları ve hastane müdürüyle birlikte İbo’nun kaldığı odaya giriyor. İbo’nun ayaklarına pansuman yapmak, serum takmak ve iğne vurmakla görevli sağlıkçı bu durumu şöyle anlatıyor:

“Bir gün hiç unutmam. 2. Ordu komutanı geldi, benim tahminim İbrahim’i görmek içindi bu ziyaret. Ben de o sıralarda pansuman arabamı alıp, alt kata indim. Tabur komutanı bana ‘Hacı şimdi zamanı mıydı geldin’ dedi. Her sabah aynı saatte yapmam gerektiğini söyledim, açtılar kapıyı girdim. Konuşulanlara tanık oldum. Komutan İbrahim’e soruyordu, ‘Sen kimsin?’ diye. İbrahim’in cevabı ise, ‘Ben Devrimciyim,’ oldu. Komutan biraz kızgın ifadeyle, ‘Sen o aklından hala vazgeçmedin mi’ diye tepki gösterince, İbrahim gülerek şu cevabı verdi komutana, ‘Sizin gibilerin tahakkümü altında olmaktansa mevcut durumum iyidir.’ İbrahim’in gülerek verdiği cevaplar onları çıldırtıyordu. Komutan, ‘Bu komünistler hep böyle güler mi’ diye söylene, söylene çekip gitti.’’

İbo’yu bir müddet sonra hastaneden alıp Sıkıyönetim sorgulama merkezine götürdüler. İbo bu merkezde, şubat ayının ortalarından mayıs ayının başlarına kadar Savcı Yaşar Değerli ve ekibi tarafından sorgulandı, onulmaz acılar çekti. Barıkbaşı köylüleri dahil, yakalanan arkadaşları getirilip İbo’nun karşısına dikildi ve onunla yüzleştirildi. Her yüzleştirmede inkara baş vurdu ve arkadaşlarını inatla savunuyor.

Bu süre içinde babası Ali, İbo ile görüşmek için ikinci kez geliyor Diyarbakır’a. Tüm çabalarına, çırpınmalarına rağmen   görüşemeden dönüyor.

Savcı, İbo’nun artık konuşturulamayacağına kani olunca, nisan ayının sonunda sorguyu sonlandırıyor, İbo’nun Diyarbakır Yedinci Kolordu içindeki İstihkâm Tutukevi’ndeki üç hücreden birine konulmasını emrediyor ve Ankara’ya gidiyor.

O zamanlar, MİT’in içinde, devlet için tehlikeli ve öncelikli mihraklar tartışması var. Bir kanat, batıdaki üniversitelerde, sendikalarda ve işçi semtlerinde yuvalanan ve kökü tam anlamıyla kazınmamış olan yıkıcı mihrakların fırsat kolladıklarını, uygun ortam bulmaları halinde yeniden güçleneceklerini ve bundan dolayı öncelikli tehlike arz ettiklerini savunuyordu. Diğer kanaat ise doğudaki (Kürdistan) örgütlenmeleri asıl tehlike olarak görüyordu. Bu kanada göre doğuda, uzun vadede devleti ciddi bir şekilde meşgul edecek iki tehlikeli mihrak vardı. Birincisi, Barzani ile işbirliği içinde olan Kürt milliyetçileridir; diğeri ise, geçmişteki Kürt ayaklanmalarını haklı bulan ve güçlenmeleri durumunda, bağımsız, sosyalist bir Kürdistan kurmaya yönelecek olan Komünist harekettir. Gerek milliyetçi, gerekse komünist kanat, bugünkü durumda etkisiz hale getirilmiş olmasına rağmen, gelecek için potansiyel tehlike olma özelliklerini korumaktadırlar.

İbo, hücreye getirilip yatağına ayak bileklerinden zincirlendiğinde fizikken oldukça yıpranmıştı. Tutukevinde zincir takılmaması gerekiyordu. Ama bu İbo için ciddi bir sorun değildi. Sorgudan zaferle çıktığı için morali oldukça yüksekti. Hücreye gelenin bir komünist olduğunu yan hücreye bildirme ihtiyacını duyunca enternasyonali söyledi.  Artık mahkemede yapacağı savunmayı hazırlayabilir, babasıyla görüşebilirdi. Ailesine mektup yazacağını söyleyerek cezaevi idaresinden kâğıt ve kalem istedi, verdiler. Görüşme yasağının kalktığını, artık görüşebileceklerini bildiren bir mektup yazıyor babasına. Aynı günlerde, mahkemede yapacağı savunmanın plan taslağını da madde madde  belirliyor. Bu plan taslağı da dava dosyasındadır.

Tutukevinde aynı davadan kalan birkaç kişi, hücre kapısından İbo’yu ayak bileklerinden zincirlenmiş bir durumda yatarken görüyor ama konuşamıyorlar.

Mayıs ayının ortalarında Savcı Yaşar Değerli Ankara’dan geliyor. 17 Mayısı günü İbo hücresinden alınıyor ve götürülürken demir parmaklıkların ötesindeki tutuklu arkadaşlarını görüyor, gülümsüyor, el sallıyor. Götürülüp bekletildiği yerde, 17 Mayısı 18 Mayısa bağlayan gece kurşunlanarak öldürülüyor. Daha sonra ceset, kurşun izlerinin yok edilmesi amacıyla kurşun deliklerinin bulunduğu yerlerden kesilerek, askeri hastanenin morguna konuluyor.

Yaşar Değerli, devletin, doğudaki iki tehlikeli mihrakın liderini, ilkin Dr. Şivan’ı, sonra da İbo’yu bertaraf etmiş olmanın bahtiyarlığı içindedir. Olayı, yakın arkadaşı, istihbaratçı Üsteğmen Fehmi Altınbilek’e bildiriyor. İbo’nun mektubunu alan baba Ali Kaypakkaya, görüşmek için yola çıkıyor. Bundan sonrasını ondan dinleyelim:

İşte o gidişimdeydi. Bala’dan gidiyordu yol. Kırşehir’den Kayseri üzerinden gidiyordu. Gölbaşını aşıp. O rampayı tırmanıyorduk. Önümde iki subay oturuyordu. Rütbelerini kesin bilmiyorum ama üsteğmen, binbaşı gibiydiler. ”Ben de Diyarbakır’a gidiyorum” dedim. ”Niye gidiyorsun” dediler. ”Oğlum Diyarbakır Askeri Tutukevinde, onu görmek için gidiyorum” dedim. ”İsim ne?”, ”İbrahim Kaypakkaya” dedim. ”Oğlun eline sağ geçmeyecek” dediler.

……………………..

Sabah pazar günüydü vardığımda. 20 Mayıs’tı.

Diyarbakır’da Dağkapı diyorlar, buradan Mardinkapı’ya yürürken hep düşünüyordum. Akşam etmeye çalışıyordum. Ertesi gün gittim yine görüştürmediler. ”Üçüncü gelişim görüşemediğim oğlumla” dedim. ”Ne olur beni görüştürün, engellemeyin ”Ricama dayanamadı. İçeriye yolladı. Yine Ahmet Yarbay var, o kimlik tespiti yapan sıra çavuşları var. Gene aynı sözlerle karşılaştım. Yarbayın yanına vardım. Yarbay gene kulübeye geçmemi söyledi. Mevlüt Karaaslan gene oradaydı. Bu sefer hiç konuşmadılar. Yazlık gömlek giymişti, kısa kollu, o Merzifonlu üsteğmen gene oradaydı, o üzgündü. Bana hiçbir şey söylemedi. İbrahim ölmüştü artık. Hiçbirisi böyle o eskiden olduğu gibi konuşmuyor, susuyor falan. O belinde tabancası, kısa kollu gömleği, mağrur bir şekilde gidip geliyor Mevlüt Karaaslan. Sonra yarbay geldi. Ben kulübeye geldikten sonra elinde bir kâğıt vardı. O üsteğmene verdi. ”Sen bu işlemleri yap” dedi. Orada duran bir jip vardı. Bindirdiler beni jipe, yola düştük. Ergani’den çıkışa doğru, araba hızla gidiyor. Acaba, oğlumla ilgili bir sorumu soracaklar, ifademi alacaklar diye içimde bazı tereddütlü düşünceler vardı. Sonra orayı da geçtik. Sıkıyönetim Komutanlığına gidiyormuşuz. Oraya vardık. Şoför bana ”siz arabada bekleyin,” dedi. Kendisi binaya girdi. Tekrar geldi. Beni çağırdı, koştum vardım. Şoföre soruyordum, ”İbrahim burada mı, beni burada mı görüştürecekler,” diye soruyordum. İçimde bir sıkıntı vardı. Şoför de ”yok amca, burada olmaz” diyor. Şoför de biliyor muydu? Neyse içeri girdik. Soldan bir odaya beni koydu. Orada bir sivil adam oturuyordu. ”Sen bekle, sigara yak” falan dedi bana. Fakat içimde bir sızı, ben odanın içerisinde gidip geliyorum böyle, ”sigara falan yakmam” dedim. Biraz sonra kapı açıldı.

O zaman sıkıyönetim komutanı Şükrü Olcay’dı, tuğgeneral. O tuğgeneral, bir albay, hapishane müdürü Ahmet yarbay, kapıdan içeri girdiler. Ve bende kapı açılır açılmaz geri dönmüştüm. O paşa böyle beni aşağıdan yukarıya doğru ciddi bir biçimde süzdü. ”İbrahim’in nesisin?” dedi. ”Babasıyım” dedim. ”Bunu doğrudan doğruya söylemek olmaz ya, ben söyleyeceğim. İbrahim öldü,” dedi. Ben, görüşeceğiz diye bildiri almış getirmiştim, bilinçli yapayım savunmamı diyor, ben görüşme ümidi ile gitmişken, o bana öldü dedi. Şuursuzca, ben ”Neye öldü, İbrahim benden daha 9 gün önce mektup yazıp savunmasını yapmak için bilgi istedi, nasıl ölür?” diyordum. ”Burada intihar etti, öldü,” dedi. ”Öldürdünüz İbrahim’i,” dedim. ”Öldürdünüz’ dedim. ”Sus ulan, ayağımın altına alırım seni” dedi. Üzerime yürüdü. ”Zaten tepelemişsin” dedim. ”Ben 15 sene emek verdim, benim gibi inşaat ustası olmasın, belli bir mevki adamı olsun diye,” dedim. ”Öldürmedin de ne yaptın? Benim bütün düşüncelerimi kökünden yıktın sen,” dedim. ”Öldür, hadi beni de öldür,” dedim. Gene üzerime yürüdü, susmuş dedi. Tehdit etti falan ama mümkün değil, susmadım. ”Cenazem nerede, cenazeyi verin,” dedim. ”Vermeyeceğim” dedi. ”Ne yapacaksınız ifadesini mi alacaksınız,” dedim. ”Sus diyorum, seni tepelerim” dedi. ”Tepele” dedim, ”ben buna hazırım.” Uğraştık, bağrıştık falan ettik. Nihayet düşündü, ”sana pahalıya mal olur. Götüremezsin, pahalıya mal olur,” dedi. Çoluğumun çocuğumun rızkını keserek onu okuttum, üzülmedim. Son masrafına da bir gecekondum var, onu satacağım, bana acıdığını söyleme,” dedim. Döndü hapishane müdürü, Ahmet yarbaya ”belgelerini düzenleyin de cenazesini verin,” dedi. Oradan çıktım, jipe atladım.

“Askeri hastaneye gittik. İbrahim’i morga koymuşlardı.

Bana “git tabut getir” dediler. Diyarbakır’ın içerisine koştum.300 lira verdim, tabut yaptırdım. 60 liraya kefen aldım, pamuk aldım. Bir de “formol diye bir ilaç al” dediler. Cenaze bozulmasın diye. 20 liraydı sanıyorum, bir de o ilaçtan aldım. Bir hoca geldi, morgdan çıkardık, tabuta koyduk. Belediyeden bir memur getirdim. Üzerine, taşınmasında bir mahzur yoktur diye damga bastı, bir yazı verdi elime.

İmam, ”Bana 5 lira vereceksin. Oğluna otopsi yaptım, emeğim geçti” dedi. ”Sen niye otopsi yaptın ki oğluma? Oğlum öldürüldü mü? Bir de öldürülmüş insana, nasıl öldürülmüş diye paramparça ettin sen benim oğlumu” dedim. ”Defol şurdan gözüm görmesin seni” dedim.

Sonra tabutu, iki tekerlekli arabalar var, hamallar omuzlarına takıyorlar, onunla taşıyorlar yükü. Öyle bir hamal getirtmiştim. Cenazeyi oradan çıkartmıştık, tabutu indirdi. Hamala 5 lira verecektim.

“Ne oldu, bu ne oldu, nedir?” dedi.

“Oğlum,” dedim. “Öğrencidir, solcu diye işkence ettiler, burada öldürüldü, onun cenazesi,” dedim. Adam ağladı.

“5 liranı almıyorum” dedi.

Oradan araba aramaya çıktım. 1700 lira istiyorlardı. Ben 1200 lirayla gitmiştim. 500 lira falan kalmıştı. Mümkün değil o parayı karşılayamıyordum. Bir de peşin istiyorlar. “Seni tanımıyoruz” diyorlar. Şoförün biri dedi ki:

“Uçağa git, uçak ucuz götürür” dedi, tek yönlü olduğu için. Oraya gittim.

“210 lira tabut için, 245 lira da sana alırız” dediler. “Biletini verelim, bu parayı verebilir misin?” dediler.

“Tabii” dedim. Vardı o kadar param. Akşam altıya bileti verdiler.

Bir 20 lira verdim, pikap tuttum… Getirdik köye defnettik.”