IRKÇILIĞA, AYRIMCILIĞA VE EMPERYALİST SALDIRGANLIĞA KARŞI;

YENİ BİR DÜNYANIN MÜMKÜN OLDUĞUNU HAYKIRMAK İÇİN BULUŞALIM!
Merhaba Değerli Dostlar, Delegeler, Yoldaşlar.
Küresel kriz, eski hızını kesmesine karşın, daha büyük krizi içten içe biriktirmeye devam etmektedir. Krizi atlatmaya yönelik atılan adımlar bir türlü istenen ve arzulanan sonuçları üretemedi,üretemiyorda. Aksine, çözüm için yazılan reçeteler ve atılan adımlar yeni ve bir başka sorunun oluşup gelişmesine zemin hazırladı, hazırlamaktadırda.
Krizin uç verdiği ilk zamanlarda Amerika başta olmak üzere patlak veren ve giderek başka ülkelerede yayılan banka ve tekel iflasları, en zayıfların döküldüğü dönemdi. Sözkonusu süreçte yıkılma riski taşıyan banka ve tekellerin güçlüler tarafından, birleşme adı altında kapışıldığı ön sarsıntı atlatıldı. Artçı sarsıntıları devam etmekle birlikte (dünyanın en eski bankası denilen İtalya Merkez Bankasının iflasın eşiğine gelmesi gibi), krizin ilk evresi kapanmış oldu. Şimdi, krizin ikinci evresindeyiz. Genel kural olarak sıra şimdi güçlü görünen tekellerin, yani üretim yapan tekellerin kendisine gelmiştir. Dünyanın en büyük tekeli durumundaki General Motor gibi, alanının büyüklerinden sayılan Opel gibi otomotif sanayiindeki orta şiddetli kriz, önümüzdeki süreçte bir çok büyük dünya tekelini daha içine alarak kendisini ortaya koyacaktır.
Yayınlanan ekonomik veriler bunu çok net olarak ortaya koymaktadır. Örneğin bütün emperyalist ülkelerde ekonomik büyüme ivmesi her yıl giderek dahada gerilemekte ve yapılan hesapların hiç birisi tutmamaktadır. Her çeyrekte hesaplamalar yeniden revize edilmektedir. Bunu somutlamak için OECD’nin verilerine bakmak yeterlidir.
OECD’nin 2012 yılına ilişkin son verilerine göre emperyalist ülkelerdeki büyüme oranları şöyledir; ABD 2,2; Almanya 0.9 (2011 yılında Almanyanın büyüme oranı 3,1’di) yani önceki yıllara göre bir daralma, bir küçülme yaşandı. Fransa 1,7’den 0,2’ye gerilemiş. Holanda 1,1’den -0,9’a; Avusturya ise 2,7’den 0,6’ya gerilemiş. İngiltere 0,9’dan -0,1; Belçika ise 1,8’den -0,1’e düşmüştür. Bilindiği gibi bu ülkeler dünya ekonomisine damga vuran ve motorları durumundaki önde gelen emperyalist ülkelerdir. Bu büyük oranlı gerilemeler krizin önümüzdeki süreçlerdeki seyri hakkında bizlere yeterli oranda bilgiyi fazlasıyla vermektedir.
Yine bu ülkelerdeki borç yüküde doğası gereğiyıkıma ters orantılı olarak artmaktadır. Yine OECD verilerine göre; 10 trilyon 158 milyar dolar. Bu 2 tirilyon 481 milyar dolarılık bütçesinin dört katı büyüklüğünde. Fransa’nınki 2.8 tirilyonluk bütçesini ikiye katlayan 5 tirilyon 633 milyar dolardır düzeyindedir. Avrupanın üretim motoru durumundaki Almanya’nın 5 tirilyon 674 milyonluk borcu, 3,6 trilyon tutarındaki GSMH’nın yüzde 156’sına ulaşmaktadır. Amerikan’nın dünyanın en borçlu ülkesi olduğunu zaten bilmeyen kalmadı.
Ha keza, işsizler ordusu her geçen gün katlanarak büzümektedir. Emperyalist kurumlardan IMF’nin verilerine göre oranlar şöyledir; Fransa9,51;ABD 9,44; İngiltere 7,75; Almanya 6,00; Hollanda 4,20;Avusturya 4,10;İsviçre 3,44. Bu rakamlar resmi olan rakamlar. Gayri resmi rakamlar bunların dahada üstündedir. Burjuva ideologlar eğer çözüm bulunamazsa bu rakamların 2013 ve sonrası yıllarda giderek daha da artacağını açıklamaktadırlar.
Krizin yarattığı bütçe açıklarını azaltmak için akıllarına ilk gelen çözüm, kamu harcamalarındaki kesintidir. Bu, eğitim ve sağlık alanlarına, konut ve ulaşım vs. alanlarındaki yatırımlardır. Buralardan yapılan kesintiler, toplumun emeğinden yapılan gasplarla, yani daha önceki tarihlerde alınanlardan daha fazla ücretlendirmelerle veya vergilendirmelerle giderilmeye başlandı. Kendi ülkemizden çokca aşinası olduğumuz zamlar ve bununla birlikte yükselen enflasyon da bu emperyalist ülkelerin daha çok gündemi olmaya başladı. Ki, zaten bunları kendi yaşamımızdan biliyoruz.
Dünyanın bugünkü ekonomik durumu bu. Bu verilerdende anlaşılacağı üzere, yoksulluğun giderek artacak ve buna bağlı olarakta hem emperyalist cephesinde hem de halklar cephesinde daha çelişki ve çatışmaların giderek kızışıp keskinleşecek, emekçi yığınlar sokaklar da daha çok görülecektir.
Yunanistan ve İspanya’nın durumu malum. Atanmış teknokrat hükümetleri üzerinden yönetmeye çalışıyorlar. Ha bire milyarlarca euro aktarıyorlar ki, gelişmeleri kontrol altında tutup yönetebilsinler. Ama emekci kitleler sokakları savaş alanlarına çevirmektedirler. Aynı biçim ve düzeyde olmasa da gelecek süreçlerde emperyalist kalelerde de benzeri gelişme ve görüntülerin ortaya çıkması kimseyi şaşırtmamalıdır. Ki, bu türden hareketlerin daha çok gelecek güvensizliği, ayrımcı ve ırkçı uygulamalar daha çok muhatap olan, krizin faturasının en çok kendine kesilen göçmeler bu sürecin en ileri çıkacak olan aktif özneleri olacaktır. Yerli proleterler ve emekçi yığınları bu süreci daha geriden takip edecektir. Sürecin hangi hatta evrileceğinide esasta bu yerli proleterya sınıfı ve emekçi kitleleri belirleyecektir.
Kapitalist krizin hasta çocuğu ırkçılık ve ayrımcılık Avrupa ülkelerinde tehlike çanları çalarak yükselişe geçti!
Eğemenler, gelişecek olan sınıf dayanışması ve birliğini içten parçalayıp, bölerek zayıflatıp etkisizleştirmek için, bilindiği gibi yerli ve göçmen emekçiler arasında ırkçılık politikalarına başvurmaktadırlar. Daha önceki dönemlerde dar ve belirli çevrelerle sınırlı olan ırkçı saldırı ve kamu kurumlarında uygulanan ırkçılıklar, krizin patlak vermesinden sonra çok daha yaygın bir hal aldı. Kriz derinleştikçe bu hal giderek, daha farklı biçimler altında hızlandırılıp, toplumsal yaşamın hemen her alanına adım adım sirayet edecektir. Yunanistan ve İspanya’da işsizliğin ve yoksullaşmanın müsebbibi olarak görülen göçmenlere yönelik saldırılar, buralarda da göncel yaşamımızın parçası olmaya büyük adaydır. Doğal olarak bunun esas mağdurları, biz Türkiye-Kuzey Kürdistanlılar ve diğer göçmen emekçiler olacağız. Dolayısıyla, geliştirilen ırkçı ve ayrımcı politikalara karşı en uyanık ve boşa çıkaracak politikaları bizler üretmek ve çalışmarını yürütmek zorundayız. Bunuda sadece kendimizle sınırlamadan, diğer göçmenlerle birlikte ve yerli emekçi sınıfları da bu çalışmaların aktif parçaları kılınmalıdırlar.
Avrupa proleteryası, bilindiği üzere kendisine hangi siyasal kimliği takarsa taksın -bugün için- eğemenlerin hizmetindeki bürokrat burjuva sendikaların önderliğine hapsolmuş durumda. Bu sendika burjuva patronları, şişen balonun patlamaması için zaman zaman sınıfı sokaklara çıkarmaktadır. Ancak buna rağmen içten içe mayalanmakta olan ve burjuva sendikalarının sınırlarını zorlayan ve yer yer uç veren kendiliğinden gelişen hareketlerinide görmek durumundayız. Yirmibeş Avrupanın ülkesinden proleterler, Opel işçileriyle dayanışmak ve aynı zamanda krizin kendilerine yüklediği faturaya karşı seslerini yükseltmek için geçen kasım ayında eş zamanlı eylem ortak bir eylem ortaya koydular. Bu eylem 1960’lardan bu yana Avrupa’da ortaya konulan ilk eylemdir. Bu eylem daha sonra gelişecek olan uluslar arası proleter dayanışmasının ve mücadelede ortaklaşmasının ipuçlarını vermiştir. Bunu görmeyen ve bu eylem karşısında sessiz kalan bizler, bundan sonraki aynı türden gelişmeler karşısında, daha duyarlı ve aktif olmaka yükümlü olduğumuzu unutmamalıyız.
Rusya ve Çin emperyalistleri cephesinde de, işler çokta yolunda gittiği söylenemez. Her ne kadar Avrupa ve Amerşkan emperyalistlerinin başına musallat olan boyutlarda olamsa da ve göreli olarak bunlardan rahat gibi görünüyorlarsa da, onlarda da krizin etkileri giderek artmaktadır.Yükselen borç yükleri, işsizlik, yatırımlardaki gerileme vs. hiçte azımsanmayacak boyutlarda artmaktadır.
Arap baharı diye adlandırılan, Arap halklarının on yılları bulan diktatörlüklere kendiliğindenci başkaldırısı sonraki aşamalarında emperyalistlerin kontrolüne geçti. Ve emperyalistlerin çıkarlarına hizmet edecek biçimlerde sonuçlanmışlardı. Ancak kan ve yıkımlar üzerine inşaa edilen yeni düzenlemeler arzuladıkları gibi gütmiyor. Her kalkışma her ne kadar kendiliğindenci de başlasa, önderliğini burjuvazide yapsa, devrimci önderliklerden mahrumda olsa, süreç içinde devrimci nüveleri oluşrur ve geliştirir. Devrimci güçlerin gelişmesinin koşullarını yaratır. Bugün yine Mursi’ye karşı Tahrir meydanını dolduranlar ve polisle çatışanlar bu tarihsel gerçeği bir kez daha gösterdi. Evet, Hüsnü Mübarek’e karşı gelişen başkaldırı sürecinde esamesi bile okunmayan devrimci güçler, bugün için ideolojik-politik olarak ne kadar zayıf ve geri olsalarda, kitleyle buluşmuş ve bir devrimci önderlik olarak ortaya çıkmıştır.
Bugün Tahririn başını çekenlerde bu devrimci güçlerdir. Mısırda’ki bu gelişmeler dünya devrimci hareketi açısından bir kazanımdır. Ancak fitilin ilk tutuşturulduğu Tunus ve sonrasındaki Libya’da aşiret ve mezhep savaşları, feodal-burjuva güçlerin iktidar ve zenginlikleri paylaşım kavgaları biçimini almış durumdadır. Bu savaş ve kavgalarda emekçi halklar yine mollaların, feodal-burjuvaların peşinden sürüklenmekte ve boğazlanmaktadırlar.
Suriye, şuan için halkların kıyımları üzerinden yürütülen bir kapışma alanı. Kapışmanın bir yanında, ”Suriyeye müdahale, Rusya’ya müdahale demektir” diyen ve ve savaş gemilerini Suriye açıklarına demirleyen Rusya ve müttefiği Çin. Diğer yanında ise Avrupa ve ADB emperyalistleri yer almaktadır. Avrupa emperyalistlerinin hedefi Rus ve Çin emperyalistlerinin hakimiyet alanlarını ellerinden alıp, hareket alanlarını daraltmak ve Akdeniz havzasını tümüyle denetimlerine almak. Arkasından büyük doğalgaz ve petrol rezervlerine sahip olan İran’ı hedef tahtasına oturtmak. Rus ve Çin emperyalistlerinin hedefi ise, alanlarını rakiplerine kaptırmamak ve akdenizi bunlara bırakmamak. Zengin doğalgaz ve petrol yataklarını kontrolleri altında tutmaya devam etmek. İlk adım olarak Suriye üzerinteki bu kapışmanın nasıl ve nereye evrileceği, bu rakip blokların kendi aralarında yürütülen pazarlığa bağlıdır.
Orta Doğu tarihsel olarak emperyalistler arasında hep kapışma alanı olma özelliği taşımaktadır. Sovyet sosyalizminin Kuruşçev’le sosyal emperyalist bir hatta girmesiyle bu kapışmada yeni bir aktör olarak sahnedeki yerini aldı. Böylelikle bölgenin dengeleri yeni biçimler almaya başladı. Dengeler kansız ve kıyımsız olmaz. Kapışmaya dahil olan yeni aktörle orta-doğu daha kanlı bir sürece girdi. İsrail’in ”vaadedilmiş kutsal topraklar”a yeniden dönüş hayali, yani Filistinlileri yurtlarından söküp atma savaşı da bu kanlı kapışmada önemli bir faktör olma işlevi gördü ve bugünkü kapışmada da aynı işlevi görmeye devam atmektedir. Sosyal-emperyalist bloğun bölgeye girmesiyle, Arap milliyetçiliği sırtını yaslayacağı ve İsrail karşısında destek alacağı güce doğru bir eğilim göstererek dönamin Mısır’lı lideri Abdul Nasır’ın fikir babalığını yaptuğı BAAS politikasıda daha aktif olarak Araplar arasında güç kazanmaya başladı. Böylece bölgenin dengeleri tümüyle sosyal-emperyalistler lehine döndü. Duvarların yıkılışından sonra dengeler bir kez daha değişti. Bugün kartlar yeniden karılıyor. Büyük kapışma İran üzerinden gelişme eğilimi taşımaktadır.
Fransız emperyalizminin Mali’deki uşakları, bir yandan din savaşlarıyla, bir yandan da Berberiler’in bir kolu olan Tuarek’lerin ulusal kurtuluş savaşıyla artık yönetemez duruma gelmişti. Nükleer bomba ve enerji üretiminin ham maddesi olan uranyumun zengin yataklarını güvenliği tehlikeye girmişti. Tehlikeyi bertaraf etmek için Maliyi işgal etti. Başta ABD ve Almanya olmak üzere tüm emperyalistler desteklerini açıkladılar. Burada da, faşist diktatörlerin yıllar yılıdır zulmü altında, vurgun ve talanı altında yaşayan emekçi halklar, devrimci önderliklerden yoksun olduklarından dolayı, işgal ordularına karşı ehveni-şer bir tutum aldı. Buna şaşırmamak gerekir. Çünkü kendilerini kurtuluşa taşıyacak olan devrimci güçlerden yoksun halklar, zulüm ve yoksulluktan kurtulma umutlarını başkalarına bağlarlar. Bu ülkelerinin işgalcileri olsa bile. Onlara teslim olurlar. Hatta onların destekçisi ve askeri olurlar. Libya’da olan buydu, Malide olan da budur.
TÜRKİYE- KUZEY KÜRDİSTAN’DA DURUM
Türk egemenleri Kürt ulusal meselesinde yeni bir yola girdi. Görünen o ki, her ne kadar bu yol, yöntem olarak bizzat Öcalan muhatap alınmış olsa bile, dayatılan yine teslimiyettir, tasfiyedir. Kürt halkının otuz yılı bulan savaşta ödemiş olduğu bedeller, kazanılmış olan birkaç kültürel hakka heba edilecektir. Ki, zaten üzerinde muzakere yapılmakta olan haklar, inkarcı ve asimilasyoncu Türk egemenlerininde kabul etmek zorunda kaldıkları, savaşın fiili kazanımlarıdır. Genel kural olarak, kazanılmış olan haklar üzerinden pazarlık, geleceği kazanmada içine düşülen umutsuzluk ve inançsızlığın yarattığı teslimiyeti ifade eder. Bu da, hareketin burjuva karekterinin doğal sonucudur. Miili burjuvazinin temsilcisi konumundaki bir hareketten, bugünün dünya ve ülke koşullarında bundan daha ileride bir şeyler beklemek, sınıflar mücadelesi tarihinden bi-haber olmak anlamına gelir.
On binlece can ve kan bedeliyle kazanılmış olan hakların, resmi bir statüye kavuşuyor olmasına, elbetteki karşı çıkamayız. Aksine bunu savunur ve destekleriz. Destekliyoruzda. Ancak bu hakların -hangi biçimiyle olursa olsun- anayasal bir statüye kavuşturulması, Kürt ulusunun kurtuluşu olmayacağını da çok iyi biliyoruz ve buna karşı çıkıyoruz.
Ne yazık ki, kendi kendi ideolojik politik hattına güveni kalmayan kimi devrimci güçler de, söylemleri hangi düzeyde ve keskinlikte olursa olsun, bu sürecin peşine takılmış gidiyorlar. Kendi iddialarında vaz geçen bir tutum sergiliyorlar. Kimileri açık açık, kimileriyse utangaç bir uslupla İmralı’da yürütülen teslimiyet müzakerelerini onaylıyor ve savunuyorlar. Şunun iyi bilinmesi gerekir ki, hangi prağmatik gerekçelerle olursa olsun, böylesi bir sürece yedeklenenler, sürecin altında kalacaklardır ve tarih bunları affetmeyecektir.
Faşist diktatörlük bir yandan Kürt halkına ve savaştan bıkmış olan türk emekçi yığınlarına barış umudu aşılarken, diüer yandan da Kürt evlatlarının üstüne bombalar yağdırmaya devam ediyor. Ulusal hareketin önderlik kadrolarına yönelik suikast planları hazırlayıp, gerçekleştirecek olan eli kanlı katillerinide -Paris katliamı örneği- göreve yolluyor. KCK operasyonlarıyla hemen her gün onlarca Kürt siyasetçi tutsak ediliyor. Özcesi, Türk faşist diktatörlüğü, tarihsel miras olarak Osmanlıdan devraldığı, ikiyüzlülük oyunlarına hala devam ediyor.
Türk egemenleri, Suriye sorununda bir yanıyla efendileri tarafından kendilerine biçilen rolü oynarken, diğer yanıyla da, Batı Kürdistan’da ortaya çıkan fiili durumun yeni bir Güney Kürdistan’a dönüşmesi korkusuyla, savaş kışkırtıcılığı yapmaktadır. Kışkırtıcılığında ötesinde, çapulculardan oluşan çeteleri gerek teknik malzeme temin ederek ve gerekse örgütleyip eğiterek, savaşın fiili yürütücüsü durumundadır.
”Komşularla sıfır sorun” ,”barış ve kardeşlik içinde, karşılıklı güven ve işbirliği” demogojisi, İran, Irak ve Suriye özgülünde yerle bir oldu. Hepsiyle sorunlu ve savaş halinde.
Türk eğemenleride, esasta AB ve ABD’nin hedefindeki İran işgaline hazırlanmaktadır. Patriotlar, sadece Suriye için değil, esasta İran’la tutuşulacak savaş için yerleştirilmiştir. Tüm hazırlıklar buna yöneliktir. Efendilerine ne kadar iyi hizmet ederlerse, ağızlarına sürülecek balın, o kadar çok olacağının hayalini kurmaktadırlar. Tüm acurluklarına rağmen Libya’da başlarına gelenden yeterince ders almamışlar. Hatırlanacağı üzere, orada da en ateşli şekilde ortaya çıkmışlardı, ama umduklarını bulamadıkları gibi, Libya’da iş yapan firmaların alacaklarını bile alamadılar.
Demokrasi havariliği hızlarını kesmiş değiller. Yeniden yapılanmanın ayaklarından biri olan ”Demokratik Anayasa” teraneleriyle, kitleleri uyutmaya ve peşlerinden sürüklemeye devam ediyorlar. Bunu, toplum üzerinde egemen kıldıkları korkular üzerinden daha da güçlendiriyorlar. Yani, ölümü gösterip sıtmaya razı etme politikasıyla gerçekleştiriyorlar. Ancak biliniyorki, korkununda bir sınırı vardır ve o sınır aşıldığında Tunus’ta, Libya’da, Mısır’da, Yunanistan’da görüldüğü gibi, emekçi halklar, kendi kaderlerinin sahipleri olduğunuda en haşmetli halleriyle gösterirler. Toplumlar ve sınıflar mücadelesinden biliyoruzki, emekçi halkların, hakları ve kendi dünyalarını kurmak için kavgayı öğrendikleri okul, sokaklardır.
”Teğet geçti” denilen kriz, yoksullaşmayı giderek artırmıştır. Gelecek olan ikinci dalga ise bunu daha çok artıracaktır. Şuan için kendi kabuğuna çekilmiş ve düzenden umudunu kesmiş olan emekçiler, doğru politika ve taktikleriyle fitili ateşleyecek olanı yalnız bırakmayacaktır. Bunun yoluda, hiç kuşkusuz ki, gelişmeleri önceden öngörebilmek ve buna hazırlıklı olabilmekten geçmektedir. Bunu beceremeyenler, hangi mükemmel çizgiye sahip olurlarsa olsunlar, akıp gidenin arkasında seyirci kalmaktan kurtulamazlar.
Sonuç olarak;
Bu açık ve genel geçer gerçekleri söyleyen sadece bizler değiliz. Burjuva ideologlar ve kalemşörler ha bire yazıp duruyorlar. Önlemek içinde çareler bulmaya çalışıyorlar. Onlar kendi çıkarları açısından çareler ararken, bizlerde kendi sınıf açımızdan, süreci önceden karşılamak ve süreci kendi lehimize çevirmek için politikalar üretmek zorundayız. Çözüm politikalarımız, durum tespiti olmakla sınırlı kalınmamalıdır. Bugüne kadar sadece durum tepiti yapmakla yetindik. Durum tespitini düşünen ker insan kendisine göre zaten yapıyor. Bu anlamda durum tespiti yapmak bir başına yeterli değil ve olamazda. Mesele bu durum tespiti üzerinden bizi bekleyen sorunlar ve bu sorunlara müdahale etmede mevcut gücümüzün elverdiği oranda pratik-politik alanda neler yapacağımızın veya yapabileceğimizin siyasal ve örgütsel planlarını bu kongrelerde karara bağlamaktır. Bu bağlamda, alışıla gelen tartışma ve durum değerlendirmesi yöntemimizi bir adım ileri taşıyıp; neyi, nasıl ve hangi güçlerle ne yapacağımızı, mevcut güçlerimizi nasıl konumlandıracağımızı, işbaşına gelecek olan Genel Konseyin tasarrufuna bırakmadan, net bir şekilde karara bağlamalıyız.
Bu anlayıştan dolayı bir kaç karar önerisi yapmayı uygun bulmaktayız.
1) Krizden kaynaklı gaspedilen ve gaspedilecek olan haklarımızı korumak ve geri almak için, öncelikle kendi kitlemiz başta olmak üzere, yerli ve göçmen kitlelerle daha sıkı ilişkiler geliştirerek, gelişecek olan her ekonomik-demokratik eylemde yerimizi almak. Bunun içinde dil bilenlerden bir dış ilişkiler komisyonu oluşturulmalıdır.
2) Krizle birlikte yükselen devlet destekli ırkçılığa karşı, geçen dönem başlatılan ve tamamlanamayan, katılımcıları sadece biz olan paneller daha profesyonelce ele alınıp, konunun uzmanı olan yerli katılımcılarla devam ettiririlmelidir.
3) Her federasyon kendi alanındaki sınıf hareketleri ve kurumlarıyla ilişkilenmeli ve buralardaki gelişmeler karşısında tutum alıp, bunu kamuoyuna duyurmalıdır. Aynı zamanda alanındaki tüm gelişmeleri ve gelişmeye dair kendi tutumunu ve önerilerini raporlar halinde Genel Konseye sunmalıdır.
4) Her dernek, bağlı bulındukları federasyonla birlikte, kriz ve bu krizin yaratacağı sonuçlarına dair, yine katılımcısı sadece biz olmamak ve konunun uzmanı yerli birininde katılımı kaydıyla, alanlarında bu yıl içerisinde en az bir panel düzenlemelidir.
5) Kriz ve sonuçlarına dair, Genel Konsey bir broşür çıkarmalıdır.
Bu karar önerileri, elbetteki öneri olmaları itibariyle tartışmaya açıktırlar. İrade tarafından genişletilebilecekleri gibi, reddedilebilirlerde. Somut yeni karar önerilerle çoğaltılabilirlerde.
Mücadelenizde başarı dileklerimizle…
ADHK 21. Dönem
Genel Konseyi
Mart 2013