DEVLET, SİYASAL “SUÇ”, HUKUK(SUZLUK) VE TERÖR(İST)

İKTİDARIN ADALET(SİZLİĞ)İ VE “SUÇ”
DEVLET VE HUKUK(SUZLUĞ)U
TERÖRÜN KAYNAĞI: SINIFLI SÖMÜRÜCÜ TERÖRİST DEVLET
“HUKUK(SUZLUK) MU”? DEDİNİZ!
TMK: TOPLUMLA MÜCADELE KANUNU
TÜRKİYE’DEKİ DURUM YA DA EGEMENLİK VERİLERİ
DEVLET(İN) HUKUK(SUZLUĞ)U
TÜRK(İYE) HUKUK(SUZLUĞ)UNUN ŞECERESİ
DEVLET TERÖRÜ YA DA TERÖRİST DEVLET
“SONUÇ YERİNE”: BİRKAÇ NOT
DEVLET, SİYASAL “SUÇ”, HUKUK(SUZLUK) VE TERÖR(İST)[1]

TEMEL DEMİRER

“İnsanın temel özgürlüğü, yaşamını
daha iyi kılma özgürlüğüdür.”[2]

Hayatımızı doğrudan müdahale ederek, zorbaca biçimlendiren egemenlik kavramlarının pratiğine ilişkin söz etmeden önce, bu konuda “Şeytanın Avukatlığı”na soyunan ve egemen zorbalık karşısında bunu layığı ile yapan ve geçenlerde bizi bırakıp giden Jacques Vergès’i anmadan geçmemeliyim.

‘Savunma Saldırıyor’ başlıklı yapıtında egemen hukuk(suzluk)un çifte standardına, “Devlet güçlü olduğu sürece adalet gerçekten bir devlet meselesidir; ama buhran içine düşmeye görsün, yeniden büyük harfli oluveren Adalet’e hesap vermek zorunda kalır,”[3], saptamasıyla dikkat çeken O, bu sözleriyle adeta değineceklerimizin de çerçevesini çizmiş olur.

 

İKTİDARIN ADALET(SİZLİĞ)İ VE “SUÇ”

 

“Suç”, iktidarın bekasına karşı olana atfedilen sıfattır; “düzen”in, “uygunsuz” ilan ettiğidir.

“Olağan”ın bekası için hukuki bağlamda, cezanın öngörüldüğü davranış biçimidir.

Yasa koyucu iktidar, kimi davranış biçimlerine ceza getirerek “raison d’etat”sını meşrulaştırır…

Metin Altıok’un, ‘Hançerin Sapı’ın da, “darasıdır suç oysa/ yaşadığımız dünyanın”; Vittorio Alfiereri’nin de, “Suçu toplum hazırlar birey işler” diye tanımladığı düzlemde iktidarın düzeni açısından “ceza” veya “güvenlik tedbiri” yaptırımına bağlanmış fiildir.

Bu bağlamda ceza hukukunun “olmazsa olmazı” ilan edilen “suç”un tanımlamasındaki zorluk öznel algı ile nesnel durumun birbiriyle çatışmasından kaynaklanır.

Ama bu noktada Karl Marx’ın saptamaları imdadımıza koşar:

“Bir filozof fikirler, bir şair dizeler, bir rahip vaazlar, bir profesör ders kitapları vs. üretir. Bir suçlu suç üretir. Fakat bu son üretim dalı ile toplumun bütün üretici faaliyeti biraz daha yakından incelenirse, insan birçok önyargısını terketmek zorunda kalır. Suçlu yalnızca suç değil, aynı zamanda ceza hukukunu da üretir, ceza hukuku dersleri veren profesörü, hatta ve hatta profesörün içinde derslerini piyasaya bir meta olarak çıkardığı kaçınılmaz ders kitaplarını da üretir. Bizzat yazarın bile kendi ders kitabından aldığı… Zevkten tamamıyla ayrı olarak, maddi servette bir artış meydana gelir.

Ayrıca, suçlu bütün polis ve ceza mahkemesi aygıtını, dedektifleri, yargıçları, cellatları, mahkeme kurullarını (jüri), vs.’yi üretir ve toplumsal işbölümünün bunca kategorisini oluşturan bütün bu meslekler, insan ruhunun farklı farklı yeteneklerini geliştirirler; yeni ihtiyaçlar ve onları giderecek yeni yollar yaratırlar. Bizzat işkence, işkence aletlerinin üretimini çok sayıda dürüst işçi çalıştırarak en zekice mekanik icatların yapılmasına imkân vermiştir.

Suçlu, bazen ahlâki, bazen acıklı bir izlenim yaratarak halkın ahlâki ve estetik duygularını harekete geçirmekle bir ‘hizmet’ görmektedir. O, ceza hukuku üzerine ders kitapları ve bizzat ceza hukukunun kendisini ve böylece kanun koyucuları üretmekle kalmaz, aynı zamanda sanat, edebiyat, roman ve trajik oyunları da üretir. Suçlu, burjuva yaşamının tekdüzeliğini ve güvensizliğini bozar. Böylece onu durgunluktan korur ve yokluğunda bizzat rekabet uyarısının körleneceği o dur durak bilmez gerilimi, ruh hareketliliğini yaratır. Bundan dolayı üretici güçlere yeni bir itilim verir. Suça karşı açılan savaş fazla nüfusun bir parçasını emerken, suç, emek pazarından aynı nüfusun bir başka parçasını çekip alır, işçiler arasında rekabeti azaltır ve bir dereceye kadar da ücretlerin asgarinin altına düşmesini önler. Bundan dolayı suçlu, tam bir denge sağlayan ve bütün bir ‘yararlı’ meslekler perspektifi açan doğal ‘dengeleyici güçler’den biri olarak görünür.”[4]

Karl Marx’ın kapitalist toplumda bir “katalizör” işlevi yüklediği “suç”, bir başka tanımla, bir yerde iktidara/ sosyal düzen(in)e karşı bir protestodur.

Söz konusu çerçevede “ceza”lardan oluşan işleyişe, iktidara karşı direniştir “siyasal suç”…

Mesela, birini hukuka aykırı şekilde hürriyetinden mahrum edersen, devlet, seni hukuka uygun şekilde hürriyetinden mahrum eder ve bunlardan sadece biri suçtur.

Dostoyevski’ye (ya da Raskolnikov’a) göre suç, “Âlâlade bir insanın, kendini fevkâlâde sanması”; Karl Menninger için de “Herkesi cezbeden bir çekim”ken; unutulmamalıdır ki, “suç” diye betimlenen, düşünülen, sunulan veya varsayılan her ne varsa; suçun ortaya çıkmasını sağlayan sebepler yok edilmediği sürece, asla yok edilemeyecektir.

Ali Akay’ın, “Hukuk otoritenin hakikâtini açıkladığı zaman, açıklanan felsefi bir hakikât olmaya başlayacaktır artık; hukuk değil: yani, aranan gerçek: quid juris/yasa nedir?” notunu düştüğü çerçevede “Adalet” kavramı evrensel olmakla birlikte, bu evrenselliğin kapsamı ve içeriği konusunda bir mutabakat gerektiriyor. Bu mutabakat ise bu adalet kavramının dayandığı “hakikât”e (en temel ilkeye) sadakat üzerinden şekilleniyor. Örneğin, liberal demokratik toplumda, hırsızlığı cezalandırmak kolaydır, bir dilim ekmek çaldığı için birkaç yıl yatmaya mahkûm olanların durumu bile açıklanabilir. Bu toplumun adaleti özel mülkiyete sadakate dayanır.

Buna karşılık, devrimi yapmakta olan hareketin adaleti ile devrimi bastırmakta olan iktidarın adaleti birbirine taban tabana zıttır. Her iki kesimin adalet kavramının içeriğini oluşturan sadakatler birbirini dışlarlar. Bu durumda her iki adaleti kıyaslayacak bir üçüncü bakış noktası da bulunamaz.

Modern toplumlarda bir zanlının, suçlamaları dinleyip kendini savunmadan (yargılanmadan) cezalandırılamayacağı, hele idam edilemeyeceği konusunda bir mutabakat olduğu söylenebilir. Buna karşılık, ABD hükümeti, salt bir istihbarat verisi üzerinden bir yerdeki bir grup insana, çoluk çocuk öldürmek pahasına roketli saldırı düzenleyebilmekte, bunu da dünyaya anlatabilmektedir. Böyle durumlarda da “mutabakat” değil, La Fontaine’in Kurt ile Kuzu masalındaki, “zor” ve haklılık ilişkisi geçerlidir.[5]

Evet, evet “suç” ve “adalet” denilen şey iktidar yani devlet gerçeğiyle doğrudan ilintilidir.

 

DEVLET VE HUKUK(SUZLUĞ)U

 

Öncelikle anımsatalım: Mihail Aleksandroviç Bakunin’in, “Hukuk iktidarın fahişesidir”; Kropotkin’in, “Yasalar adalet duygusunu geliştirmemiştir, onu mahvetmiştir”; Michel de Montaigne’nin, “Adaletin yasalarında bile mutlaka adaletsiz bir taraf vardır”; Max Stirner’in, “Devlet, kendi şiddetine hukuk; bireyinkine ise suç adını verir,” diye tanımladığı gerçek, son tahlilde sınıflı-sömürücü iktidarın hukuk(suzluk)udur ve devlet gerçeğinin ürünüdür.

Friedrich Nietzsche’nin, “Bütün canavarların en soğuğuna devlet denir… ‘Ben ulusum, milletim ben’ işte böyle bağırır o soğuk canavar…

Devlet, o heybetli eşitliğinde zengine de fakire de ekmek çalmayı ve köprü altında yaşamayı yasaklayan bir kurumdur,”[6] diye tanımlanan baskı aygıtı, egemen(ler)in “tek meşru şiddet uygulayıcısıdır”.

Yerküredeki en kurumsal terörist örgütlenme biçimi olan sınıflı-sömürücü devlet, egemen şiddetin (ve terörün) kaynağıdır.

Katil kavramının vücut bulmuş hâlidir devlet; kendi eliyle, zihniyle canımıza kastedendir.

Arkadaşlarımızı, kardeşlerimizi döverek öldürendir, gözaltında kaybedendir.

Üzerimize bombalar yağdıran, toprağımıza mayınlar döşeyendir.

Münferit diye örtbas edilmeye çalışılan her vahşetin azmettiricisidir.

Canımızı bizden alandır devlet.

Bir an hatırlayın: Milyonlarca insanın gözü önünde Abdullah Cömert’i, Ethem Sarısülük’ü, Ali İsmail Korkmaz’ı, Medeni Yıldırım’ı, Mehmet Ayvalıtaş’ı, Ahmet Atakan’ı, Hasan Ferit Gedik’i katletmiştir o; ama bir tane bile katil yok ortada…

Devlet örgütlü terördür; Thomas Hobbes’a göre, “Ejderha”dır.

Burjuvazinin elinde sömürüsünü meşrulaştıran bir araçtır; bir sınıfın diğerini ezmek için kullandığı aygıttır.

Sınıflı sömürücü devlet, baskı altına alarak mülksüzleri yoksullaştırmakta ve zenginleri daha da ayrıcalıklı hâle getirmektedir.

Egemen sınıfın çıkarlarını koruyan tüzel varlık. Varsa meclisi de egemen sınıfın çıkarını düşünür, anayasası da, hükümeti de, başkanı da…

Devlet bir şeyleri yasaklar; bir şeyleri zorunlu kılarken; insanlık tarihinde; toprağa yerleşme ile mirasın ve özel mülkiyetin korunması için geliştirilmiş kurumdur.

Organize olmuş en büyük silahlı örgütken; yüzyıllar içerisinde işlevleri ve gücü artmıştır.

Marx’ göre, var oluş sebebi özel mülkiyettir. Özel mülkiyet ortadan kalktığında kendisi de ortadan kalkacaktır.

‘Komünist Manifesto’daki pek sade biçimiyle, kapitalist toplumda “Modern devlet iktidarı tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir kuruldan başka bir şey değildir”.

Siz bakmayın Klasik Fransız Kamu Hukuku’ndaki, “Devlet, milletin hukuki kişilik kazanmış biçimidir”; Hans Kelsen’in, “Devlet, etkili olarak yürürlükte bulunan bir hukuki normlar sistemidir”; Hegel’in, “Devlet, tanrı’nın yeryüzündeki yürüyüşüdür”; Habermas’ın, “Devlet ‘kamu erki’dir, bu sıfatını kendi hukukuna tabi olanların ortak selametini sağlama görevine borçludur,” tanımlarına!

Max Weber’in deyişiyle, “Devlet, belli sınırlar içerisinde meşru fiziksel güç kullanma tekelini elinde bulunduran aygıttır.”

Weber’in devlet tanımına göre, “Belli bir kara parçası üzerinde fiziksel gücü meşru olarak kullanma tekeli”nden hareket edendir.

Bu tanımın anlamı kabaca şudur: Bir kanunu ihlâl edersen, polis gelip seni bir güzel coplayabilir. Ama polis kanunu ihlâl ederse sen onu coplayamazsın. En fazla mahkemeye verirsin. Ama mahkemeyi kazansan da yine coplayamazsın. Ama ertesi gün tekrar kusurlu bir iş yaparsan o seni yine coplayabilir. Ama sen onu yine de coplayamazsın…

1918 yılında N. Buharin’in, “Devlet, tıpkı sermaye gibi, bir nesne değil, toplumsal sınıflar arasındaki bir ilişkidir. Devlet, yönetenle yönetilen arasındaki bir ilişkidir. Devletin özü bu ilişkidir,” notunu düştüğü devlet konusunda Proudhon da ekler:

“Yönetilmek, her işlemde kaydedilmek, sicil almak, deftere geçmek, vergilendirilmek, damgalanmak, ölçülmek, sayılmak, değerlendirilmek, yasaklanmak, yola getirilmek, düzeltilmek ve cezalandırılmaktır. Bu kamu yararı bahanesiyle ve genel çıkar adına; tekel altına alınmak, gasp edilmek, aldatılmak, soyulmaktır. En küçük sızlama ve direnme karşısında bastırılmak, cezalandırılmak, aşağılanmak, tacize uğramak, izlenmek, tutuklanmak, yargılanmak, vurulmak, sürülmek, onursuzlaştırılmaktır. İşte devlet budur. Onun adaleti budur. Onun ahlâkı budur,” demiştir.

V. İ. Lenin’e göre, “Hâkim sınıfın en örgütlü hâli” olan ve “Kitlelerin gücünü silahlı ve örgütlü bir azınlığın gücüne bağımlı kılan kurum” olarak “Devlet, sınıf karşıtlıklarını dizginleme ihtiyacından, ama aynı zamanda bu sınıflar arasındaki çatışmanın orta yerinde doğduğu için, çoğunlukla, en güçlü, ekonomik açıdan egemen konumda olan, devlet aracılığıyla siyasi açıdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar elde eden sınıfın devletidir.”

Bu çerçevede “Devlet, egemen sınıfın en örgütlü yapısıdır,” diyen V. İ. Lenin ekler: “Devlet varsa özgürlük yoktur. Özgürlük olduğunda devlet olmayacaktır”…

Örgütlenmiş ve sistemli bir zor aygıtı olan ve “Toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan bir güç” olarak devletin de bir hikâyesi vardır; onu da, “Devlet bir sınıfın bir başka sınıf tarafından ezilmesi için bir makineden başka bir şey değildir, ve bu, krallıkta olduğu denli, demokratik cumhuriyette de böyledir,”[7] diyen Friedrich Engels şöyle anlatır:

“Demek ki, devlet düşünülemeyecek bir zamandan beri varolan bir şey değildir. İşlerini onsuz gören, hiçbir devlet ve devlet erki düşünü bulunmayan toplumlar olmuştur. Toplumun sınıflara bölünmesine zorunlu olarak bağlı bulunan belirli bir iktisadi gelişme aşamasında, bu bölünme, devleti bir zorunluluk durumuna getirdi. Şimdi, üretimde, bu sınıfların varlığının yalnızca bir zorunluluk olmaktan çıkmakla kalmayıp, üretim için gerçek bir engel olduğu bir gelişme aşamasına hızlı adımlarla yaklaşıyoruz. Bu sınıflar, vaktiyle ne kadar kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıktılarsa, o kadar kaçınılmaz bir biçimde ortadan kalkacaklardır. Onlarla birlikte, devlet de kaçınılmaz bir biçimde yok olur. Üreticilerin özgür ve eşitçi bir birlik temeli üzerinde üretimi yeniden düzenleyecek olan toplum, bütün devlet makinesini bundan böyle kendine layık olan yere, bir kenara atacaktır: âsâr-ı atika müzesine, çıkrık ve tunç baltanın yanına.”[8]

O hâlde sınıflı sömürücü devletin “sui genneris” özelliklerinden hareketle, hukuk(suzluğ)unun da onu var eden şiddetten (terörden) bağışık olduğu düşünülemez.

 

TERÖRÜN KAYNAĞI: SINIFLI SÖMÜRÜCÜ TERÖRİST DEVLET

 

Peter Ustinov’un “Yoksulların zenginlere karşı verdiği savaşa terörizm, zenginlerin yoksullara uyguladığı terörizme de savaş denir,” notunu düştüğü yerkürede “terör/ terörizm” yaygaraları çifte standartlı kapitalizmin elinde, çıkar amacı güden bir bahaneler silsilesinin ilk maddesidir.

Terörün kaynağı her zaman sınıflı sömürücü devletken; sormadan geçmeyelim: ABD’nin Japonya’ya atom bombası atması, ayrım gözetmeksizin binlerce insanı katletmesi bir terör eylemi değil midir?

O hâlde “terör nedir”, “terörist kimdir” cidden?!

Sözü Kadir Cangızbay’a bırakalım: “Terör, tam tamına dehşet, terörizm ise tedhiş (hedefine ulaşmak üzere etrafa dehşet salma) anlamına gelir ve bu kelimeler aşağı yukarı yarım bin yıldır dilimize yerleşmiş bulunmaktadırlar; ama ne olursa olur, son 20 yıl içinde önce resmi metinlerden, sonra da günlük dilden kovulup batılı karşıtlarıyla ikame edilirler ki, her hangi bir batılı, terörist, terörizm derken işin temelinde mutlaka ve mutlaka ‘insanları dehşete düşürüp yıldırmaya yönelik bir şiddet eylemi’ bulunduğunu doğrudan doğruya anlarken, Türkçe kullanan insanlar yüzlerce yıldır sahip oldukları bu imkândan kısa sürede mahkûm kılınıp, ülkedeki egemenlerin kendi işlerine gelmeyen her şeyi ‘terör suçu’ ilan etmeleri şeklindeki alçakça bir çarpıtma/yönlendirmenin tümüyle donanımsız avları hâline getirilmiş olurlar.”

Konuyu açmayı daha önce dediklerimizi aktararak sürdürürsek:

“Etimolojik açıdan Latince kökenli olan terör, korku yaratma, dehşete düşürme, sarsıntı yaratma anlamına geliyor. Terör, sürekli korku altında tutmak amacı içeren siyasal şiddet hareketleri,[9] hükümet kararlarını ve kamu politikalarını uygulama veya bunlara karşı çıkma amacıyla kişilere ve mala yönelik fiziki bakımdan zarar verici ve yıkıcı eylemler veya eylemlerde bulunma tehdidi,[10] toplumlarda korku, heyecan ve aşırı öfke yaratarak siyasal amaçlar için insanlar arasında güvensizlik duygusunu gerçekleştirmeye yönelik eylemler[11] olarak tanımlanabiliyor. (…)

Clutterbuck’un[12] gözdağı vermenin öldürücü formu olarak nitelediği ‘terörizm’ ise, politik, ideolojik veya dinsel amaçları gerçekleştirmek için korku yayarak, gözdağı vererek veya baskı yaparak planlı şiddet veya şiddet tehdidi kullanma,[13] siyasal amaçlar için örgütlü, sistemli ve sürekli terör kullanmayı yöntem olarak benimseyen strateji anlayışı,[14] gelişmiş kitle iletişim ağından yararlanarak bir davaya ya da siyasal bir anlaşmazlığa dikkat çekmek için başvurulan radikal bir duyuru yöntemi[15] olarak açıklanabilmektedir. (…)

Şiddet, sınıflı-sömürücü iktidarın yapışık ikizidir. İktidar, şiddeti elinde tuttuğunu göstermesiyle temsiliyet kazanır ve kendini onaylatır. Yani terör burjuva iktidarın koruyucusudur. Sınıflı-sömürücü yapının ve kurumların savunma aracıdır. Foucault’nun ifadesindeki üzere, ‘Suç yasa sınırları içinde dolaşır, bazen yasanın bu yanındadır, bazen ötesindedir, üzerinde ve altındadır; suç, iktidar etrafında bulunur, bazen iktidarın karşısındadır, bir başka zaman iktidarın yanındadır.’

Ezenlerin şiddeti karşısında, ezilenler açısından sessiz kalmak, ezenlerin şiddeti ile mutabakat hâlindeki sessiz şiddettir, onaydır, suç ortaklığıdır. Çünkü modern (kapitalist) toplumun gözeneklerinden şiddet fışkırır. Ve de onun tüm örgütlenmesi şiddet dengesi üzerine kuruludur. (…)

Ancak unutulmamalıdır ki ezilenlerin şiddetinin tarihi, ezen şiddetinin örgütlenmiş biçimi devlet’in tarihiyle atbaşı yol alır. Bilindiği gibi ‘(Devletin-b.n) ayırdedici özelliği, kendini silahlı bir güç olarak örgütleyen topluluğa doğrudan denk düşmeyen bir kamu gücü’nün oluşturulmasıdır. (…) Devlet içindeki sınıf karşıtlıkları keskinleştikçe, ve komşu devletler genişleyip nüfusları arttıkça o (kamu gücü) da güçlenir.’[16]

Yetkin bir ‘terör örgütlenmesi’ olan kapitalist devlet, durmadan ‘terör’ü üretir ve uygular. Ancak uyguladığı sürekli terörü hep mazur göstermeye ve meşrulaştırmaya çalışır. Örneğin burjuvaziye göre, boksörler arasındaki yumruk dövüşü, kavga eden iki kişi arasındaki yumruk dövüşünden daha az tecavüzkârdır. İlkinde maçı kazanmak ve ekmeğini kazanmak için bir başkasına zarar verme vardır, ikincisinde ise bir başkasını ‘sadece incitmeyi istemek’ vardır. Bir cerrahın kullandığı bıçak, bir katilin kullandığı bıçaktan daha az tecavüzkârdır; polisin kullandığı zor, ‘terörist eşkıya’ ilan edilenlerin kullandığı zordan daha az tecavüzkârdır! Ancak ‘kazın ayağı hiç de böyle değil’; çünkü şiddetin iki düzeyi, karşıt kutuplarda (dikotomiler) birbirini gerektirir. Yani her biri, içkin olarak ötekini devreye sokar. Ezenler/ezilenler ya da ‘yasal’/’yasadışı’nın kutupsallığı, şiddeti, sosyal düzenin bir ürünü (aracı) olarak var eder. Kutupsallığın bir ucu (egemenlerin yasal şiddeti) bir sosyal düzenin kurulması ve sürdürülme tarzıyla ilgiliyken, aynı zamanda da egemen hukukun ihlâllerine karşılık düşer. Böylelikle öteki kutbun (yani ezilenlerin ‘yasadışı’ ilan edilen) şiddetini reddeder. Ancak ezenlerin resmi şiddet üzerinde kurulu olduğu sınıflı-sömürücü toplumda öteki, yani ezilenlerin şiddeti, kendilerini ifade etmek için kaçınılmazdır.

Toplumun sınıf gerçeğiyle tanışmasıyla, ‘şiddet araçlarına sahip siyasal iktidar’ (F. Engels) oluştu. Ve o günden beri iktidar, en gelişkin şiddet örgütlenmesidir. ‘Efendi/köle’ ayırımını üreten ve pekiştiren iktidar, Marx’ın ‘1844 El Yazmaları’nda ifade ettiği gibi, daha ‘sosyalleşmiş bir kurgulanım’ içinde, ‘yöneten/yönetilen’ ayırımını derinleştirirken irrasyonel özelliklerini pekiştirir. Gerçek karşısında gerileme ve güçsüzleşmesi insanın, diğer insanlar karşısında da korku duymasına, onları kendisine hasım olarak görmesine yol açar. Şiddet, böylelikle, yaşanan hayat tarzının dokusuna sindirilir. Yani şiddet egemen bireyin (efendinin), bağımlı bireye (köleye) uyguladığı eski zamanların basit şiddeti olmaktan çıkarak, sistem uyguladığı topyekûn şiddete dönüşür.

Ancak ‘şiddet’ veya ‘terör’ kavramları karşısında ne yönsüz, ne de yansız olmak mümkün olmadığı gibi, egemenlerin genellemeleriyle de yetinmek doğru değildir. Siyasal şiddeti yaratan ve örgütleyen sınıflı toplum iktidarıdır. Sınıflı toplumlardaki devlet, en yetkin şiddet örgütlenmesidir. İnsan(lık)ı siyasal şiddete iten, sınıflı toplum örgütlenmesidir. Toplumsal ve tarihsel zorunlulukları dıştalayan bir ‘terör’ yoktur. Siyasal şiddeti, insanları ezen, sömüren sınıflı örgütlenmeler yarattı. O günden beri ‘terör’, farklı sınıflar için farklı anlamlar kazanan siyasal bir gerçektir.

İktidarın (yani ezenlerin), haklarını elinden aldığı güçsüzlerin (yani ezilenlerin), kendilerini varetmek ve haklarını savunmak için başvurdukları (saldırgan) eylemleri meşru bulmamak mümkün değildir. ‘Terör’ kavramını, kendine ve ‘hukuk’una göre izaha gayret eden ‘YDD’nin sınıflı-sömürücü ‘hukuk’unun içinde çürüyen, aşağılık ve kirli bir şeyler vardır. Ezilenlerin özgürleşmeleri yolunda ‘kurucu şiddeti’ reddeden ve ‘suç’ ilan eden bu ‘hukuk’, aslında ‘tutucu şiddet’in kılıfından başka bir şey değildir. Sınıflı-sömürücü iktidarların örgütlü şiddetine ve tepeden tırnağa terörist konumuna yanıt vermeden, soyut bir genellemenin ‘terör ve terörist’ tanımlarıyla tarihten güncele yanıtlar vermek olanaklı değildir. Ne devletin ya da tahakküm edenlerin şiddeti ile ezilenlerin şiddeti aynı kefeye koyulabilir, ne de ezilenlerin saldırgan tarz-ı siyasetleri ‘terörizm’ olarak mahkûm edilebilir…

‘Şiddet’ bir tecavüz ise, tecavüz amaç değil, araç olabilir; kurmak için ‘yıkmak’ üzere zora başvurulabilir. Zor kullananlar, düzene zarar vermeyi değil, düzeni arındırmayı, düzeltmeyi, frenlemeyi, yeniden kurmayı veya restore etmeyi istiyor olabilirler. Şiddet içeren davranışa girme sıklıkla, hatta belki genellikle, bir yeniden kurma girişimidir. Sınıflı-sömürücü hiç bir uygarlık türü zulmü aşamamış, aksine yetkinleştirerek derinleştirmiştir. (…) Tarih ve siyaset üzerine düşünenler için, şiddetin insanlık tarihinde oynayageldiği muazzam rol inkâr edilemez. Hobbes, ‘Kılınç olmaksızın sözleşmeler sözcükten başka anlam taşımaz’, diyordu. (…)

O hâlde ‘YDD’nin dıştalayıcı terörist-otoriter devletinin küresel terörün yegâne nedeni olduğunu; ve ‘YDD’nin tekelci hükümranlık koşullarında kamuoyu ve sivil katılımı artık kocaman aldatmaca olduğunu bir an dahi göz ardı etmeden Lasson’un şu uyarısını anımsamalı/anımsatmalıyız: ‘Devlet herhangi bir hukuk düzenine tabi olamaz. Genel olarak deyimlemek gerekince de, kendi iradesinden başka bir irade ile bağlanamaz… Devlet, bencil iradenin sınırsız bir görünüşüdür.’

İşte bunun içindir ki; ‘ABD emperyalizmi = CIA + Gladio + Kontgerilla’ formülü ya da ‘T.C = Susurluk + Özel Harp Dairesi’ formülleri gerçek hayatın ta kendisidir…

Çünkü Max Weber’e göre, devlet, ‘yasal fiziki şiddet tekelini’ kontrolünde tutan bir aygıttır. Sınıflı-sömürücü devleti ayakta tutan aslî işlevsellik illegaldir. Bir ucu mafyaya, diğer ucu da CIA’ya dayanan para-militer örgütlenmelerle ayakta kalır. Tüm bunlara da ‘Raison d’Etat’ der! (…)

Basit bir saptamayla 6 milyarlık dünya nüfusunun 3’de 2’sini yani 4 milyarını 2 dolarlık yoksulluk sınırı altında yaşamaya mahkûm eden emperyalizm en yaygın ve yoğun küresel terörün baş sorumlusu olmuyor mu?

Ya küresel ısınma (iklim değişimi) ile devreye sokulan ekolojik felakete ne demeli?

Gerçek terörist, sınıflı sömürücü toplum ve onun bekasını hedefleyen şiddet örgütlenmesidir (yani devlet’tir.)!

Uzağa gitmeyin, bir an Irak’ı (Felluce’yi) düşünün… Şehirlere, hastanelere bombalar yağdırılır, sivil, yaralı, silahsız insanlar öldürülür veya hükümetlere darbe girişimleri düzenlenir. Bunları yapanlar asla egemen terör/ terörist tanımlaması kapsamına sokulmaz. Çünkü, onlar güçlüdür…”[17]

Nihayet “Şiddet kullanarak politik güç elde etmek isteyen kişi/ kurum” olarak sunulan “terörist” meselesine gelince; öncelikle Robert Fisk’in, “Terörist sözcüğü basının manipüle edilmesinde kullanılıyor. Batı’nın hiç bir medyası, İsrailli askerler için asla ‘katil’ ve ‘terörist’ sözcüklerini kullanmıyor,” saptaması unutulmamalıdır.

Bir şey daha: Dünyanın gerçek teröristleri gece yarısında karanlıklarda buluşmazlar veya bazı vahşi eylemlerden önce savaş nidalarını haykırmazlar. Dünyanın gerçek teröristleri 5.000 dolarlık takım elbiseler giyerler ve finans dünyasının, hükümetlerin ve iş hayatının en yüksek kademelerinde çalışırlar!

 

“HUKUK(SUZLUK) MU” DEDİNİZ!

 

Buraya kadar işaret ettiklerimiz ekseninde, Esra Açıkgöz’ün, “Yargı adalet değil korku salıyor!” notunu düştüğü “Türk(iye) Hukuk(suzluk)”una gelince…

Taha Akyol’un bile, “Türkiye toplum olarak sert bir kutuplaşma sürecinden geçiyor, iktidar ise gittikçe daha sertleşiyor, otoriterleşiyor. Böyle durumlarda ‘bağımsız ve tarafsız yargı’ her dönemden daha fazla önemlidir,” demek zorunda kaldığı; ya da Nurullah Öztürk’ün, Adalet ve özgürlüğün olmadığı, ya da bu iki temel insan hakkına herkesin kendi amaçları ve düşüncelerine göre şekil vermeye çalıştığı ortamlarda her türlü ‘kaos’ ve ‘terör’ eksik olmaz,” diye betimlediği tabloda hukukun temel iddiası olan temel haklar ve özgürlüklerin bireyi devlet gücüne karşı korunması yerine devlet bireyin (ve haklarının) karşısına teröristçe dikilmiştir.

Oysa “Hukuk Devleti” iddialarının iki aslî bileşeni vardır: Bunların ilki, bireyin medeni ve siyasi özgürlüklerinin korunması, güvenceye alınması; diğeri ise anayasa çerçevesinde konmuş hukuk kurallarının devlet gücünü bağlamasıdır.[18]

Ancak bunlar Roma Hukuku’ndaki “Iniquatati proxima est severitas/ Sertlik haksızlığa çok yakındır,” uyarısını “es” geçen Türk(iye) hukuk(suzluk)u için böyle değildi ve hâlâ da değildir!

Çünkü Orhan Gazi Ertekin ile Kemal Şahin ifadesiyle, “Münhasıran hukuk ve yargı tartışmalarında ciddiye alınabilir bir düşünsel geleneğimiz maalesef yok”ken; ve “Yargı, esas olarak, devletin toplum tarafından sınırlandırılması tecrübesine denk gelirken; Türkiye’de devletin, toplumu sınırlandırmasının ve denetlemesinin bir aracıdır.”[19]

Bu bağlamda “İktidarlar, bize kendi ‘adalet’lerine rıza göstermek dışında yol bırakmıyor”ken,[20] günümüzde yaşananlar hepimize Almanya örneğini anımsatmaktadır.

MIT’de kürsüsü bulunan ekonomist Prof. Dr. Daron Acemoğlu’nun, “Türkiye’de hukuk devleti yok”; Ahmet İnsel’in, “Türkiye’de serbest tartışma ortamının önündeki en büyük engel, yargının muhalif görüşlere karşı aldığı sistemli tavır,” notunu düştüğü Türkiye’de “suçu” yargı değil iktidar tanımlıyor.

Siz bakmayın Yalçın Yılmaz’ın, “Ulusalcı paradigma ve Kemalist meta anlatı iflâs etti. Hukuk, üst hukuk kurallarına yönelerek dayatmacı ahlâkın sultasından kurtuldu ve sivil toplum, toplum mühendisliği politikasına galip geldi,”[21] zırvasına!

Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş yıldönümü nedeniyle düzenlenen törendeki 24 sayfalık konuşmasında ağırlıklı olarak dinsel vurgular yaparak, “Temel hak ve özgürlüklerle, adalet duyusunu içinde barındıran insanlık onuru, yaratıcıdan iz ve işaretler taşıması nedeniyle de ilahi dinler başta olmak üzere tüm inanç sistemlerinin ve medeniyetlerin de koruması altına alınmış en yüce değerdir,” dediği koordinatlardaki “dinsel bakış”la klasik hukuk teorisi yan yana konulabilir mi?

Elbette konulamaz; tıpkı Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) klasik hukuk teorisiyle bağdaş tutulamayacağı gibi…

Nihayetinde Türk(iye) “hukuk(suzluk)”u, olağanüstünü olağanlaştıran bir adaletsizliktir.

Egemenlerin menfaatlerini güvence altına almak için temel hak ve özgürlükleri askıya alan bu “hukuk(suzluk)”, sınıf mücadelelerinin seyr-ü seferine göre biçimlenir.

Yani toplumsal mücadeleler hukuku da şekillenir.

Cumhuriyet dönemi boyunca, toplam 25 yıl 9 ay 11 gün sıkıyönetim, 15 yıl olağanüstü hâl uygulanmıştır. Bu, 90 yıllık cumhuriyet döneminin neredeyse yarısıdır.

 

TMK: TOPLUMLA MÜCADELE KANUNU

 

Olağanüstünü olağanlaştıran Türk(iye) “hukuk(suzluk)”unun en olgun örneklerinden birisi olarak, 12 Nisan 1991’de kabul edilip Resmi Gazete’de yayınlanan TMK, ifade ve basın özgürlüğünü kısıtlayan; cezaları artıran; birçok fiili terör suçu kapsamına alan özellikleriyle “toplumla mücadele yasası”ndan başka bir şey değildir.

Egemen terörün kendisi olarak TMK göre: “Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, anayasada belirtilen cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, türk devletinin ve cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir.”

Burada söz edilen “terör suçu”, iktidarın sınıfsal egemenliği tahkim etmek için itiraz ve muhalefeti “kriminalize” edip, ötekileştirmesidir. TMK’da böylesi bir ötekileştirme ve dışlamayı, “siyasi suç” tanısıyla kurumsallaştıran aksesuarıdır.

“Siyasi suç” denilen şey de, yönetilenlerin, egemenler tarafından dayatılan düzen anlayışına karşı gelmesi, başkaldırısı, itirazı, muhalefeti olarak tanımlanabilir. Kaldı ki siyasal eylemlerin suç hâline getirilmesi çabasından başka bir şey olmayan TMK, “Terör Ne? Terörist Kim?” sorularının yanıtını gölgeleyen egemen manipülasyon değilse nedir ki?

Halkın temel taleplerini ve direnişini bastırmayı hedefleyen TMK, rejimi “korumak” adına hazırlanmıştır; ancak rejimin neden “korunması gerektiği” gerçeğini görmezden gelerek! TMK, “Terör; cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle …” diye başlasa da; Haziran İsyanı’nda, devletin terörü yukarıdaki tanımın kat kat fazlasıyla halka yönelttiğini “es” geçer…

“Yasa önünde eşitlik” ilkesini tamamen ortadan kaldıran TMK sayesinde, Ethem Sarısülük ve Ali İsmail Korkmaz’ın katilleri serbest bırakılırken, eylemcileri tutuklanmıştır. O hâlde TMK’na göre, genç bir insanı döverek katleden kişi terörist değil; ama protesto hakkını kullanan, teröristtir.

Toparlarsak: AKP ve yargısı, DGM’lerden miras aldığı insan düşmanı yargı pratiğini ve çocuğu (giderek şampiyonu) olduğu küreselleşmeci neo-liberal politikalarını adalet sisteminde fütursuzca uygularken en çok “terör/ terörist/ terörizm/ terörle mücadele” kavramlarını kullanmaktayken; Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun hazırlanmasında Adalet Komisyonu’na danışmanlık yapan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Adem Sözüer, “terörist” tanımının içeriğinin belirgin olmaması nedeniyle ceza hukukuna tecavüz eden bir kavram olduğunu altını çizdi[22] ve Kadir Cangızbay da ekledi:

“Terör, insanları dehşete düşürüp yıldıracak eylemlerde bulunmak, tedhiş etmek demektir. Terörizm ise, bir devletin veya herhangi başka bir örgütlü grubun kendi hedeflerine ulaşmak üzere bu yola başvurması anlamına gelir: Terörizm, liberalizm, nasyonalizm, komünizm veya anarşizm gibi bir ideoloji değil, sadece ve sadece bir eylem biçimi olup, yegâne eylem biçimi ve nihaî hedefi terör olan bir örgüt türünden söz etmek de olanaksızdır.

En başta devletler, çok çeşitli örgütler hedeflerine ulaşmak için teröre başvururlar; kalıcı veya geçici ‘terör timleri’ oluşturabilirler; ama dedik ya, tek eylem/faaliyet biçimi de, nihaî hedefi de terör olan bir örgüt olamaz.

Terör örgütü kavramı, XX. yüzyılın son çeyreğinden bu yana en büyük sıklıkla kullanılan siyasal manipülasyon aracıdır; tabiî, ‘terörle mücadele’ yasa ve faaliyetleri de: Amerika Kaddafi’nin çadırını, Kaddafi de kendi halkını bombalarken hep terörle mücadele et-miş/mektedirler; tabiî bizimkiler de Dilan’ı, Berivan’ı, Uğur’u ve on binlercesini yok ederken.

‘Terörle mücadele’, devletlerin her türlü yasal, hukukî, ahlâkî ve vicdanî ölçüt, kural ve yükümlülükten kendilerini azade kılmak üzere kendi kendilerine verdikleri açık çektir. Bu durumda, ‘terörist’ de, birey veya kolektivite olarak, hak öznesi olmaktan tümüyle düşürülmüş olmaktadır.

‘Terör örgütü’ diyen, “enkizisyon’a geri döndük’ de demiş olur. Enkizisyon’a geri dönüş ise, suçu da cezayı da somut fiilden kopartıp, ‘yasayla tanımlanmamış suç olmaz’ ilkesini ihlâl etmenin en yüzsüzce yolu.

Örgütü bir kere ‘terörist’ ilân ettiniz miydi, artık her istediğinizi de “örgüt de bunu istiyordu, bundan bahsetti, bunu telkin, tavsiye veya emretti” diye, adam isterse insanlara çiçek dağıtmış olsun, teröre destek vermekten mahkûm edebileceksiniz demektir: terörle mücadele yasası, doğrudan doğruya insanlığı ‘habeas corpus’ ilkesinin gerisine götüren bir vahşet yasasıdır.”

Ve “TMK’ye göre herkes ‘terörist’tir…”[23]

 

TÜRKİYE’DEKİ DURUM YA DA EGEMENLİK VERİLERİ

 

Bir “hukuk devleti” olduğu yalanına sarılan T.“C”, ‘Bloomberg’in verilerine göre, dünyanın kişi başına en çok polis düşen ülkeleri listesinde ikincidir.

T.“C” bir “hukuk devleti” değil, somut verilerin ışığında bir polis devletidir.

Örneğin bütçesi Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) yaklaşan Emniyet Genel Müdürlüğü (EGM), 2012 yılında 12 milyar liralık rekor bütçeyi deldi, 1 milyar da ek ödenek aldı. Sayıştay paranın nereye harcandığını bulamadı. 10 yılda ödenek artışlarıyla bütçesi TSK’ya yaklaşan polise para dayanmıyor. EGM, 2012 yılında kendisine ayrılan 12 milyar TL’lik rekor bütçe yetmeyince, ek 1 milyar TL’lik ödenek daha aldı.

Ayrıca Bilgi Üniversitesi’nin ‘Türkiye’de Sosyal Koruma Harcamaları: 2006-2013 Raporu’na göre de, 2013’te düşürülmesi planlanan iç güvenlik harcamaları devasa miktarda arttı. Sebebi ise İçişleri Bakanlığı ve EGM harcamalarının artması. Gizli hizmet harcaması: Yeni karakol yapımı ve 2013’te kullanılan gaz bombası, “iç güvenlik” adı altında verilen harcamaları artırdı. İç güvenliğe 2010’da 19 milyon TL harcama yapılırken bu rakam 2011’de 21 milyon 198 bin TL’ye 2012’de ise 25 milyon 311 bin TL’ye fırladı. 2013 için kanunlaşan harcama tutarı 27 milyon 328 bin 556 TL. 2012 yılı “iç güvenlik” harcamaları 7 yılın en yüksek seviyesine çıktı.

İç güvenlik harcamalarında en büyük pay EGM’ye ait. Yıllara göre, EGM’nün harcamaları da şöyle: 5 milyon 161 bin 782 TL (2006), 6 milyon 59 bin 708 TL (2007), 6 milyon 885 bin 824 TL (2008), 8 milyon 12 bin 844 TL (2009), 9 milyon 402 bin 56 TL (2010), 11 milyon 394 bin 398 TL (2011), 13 milyon 119 bin 577 TL (2012). Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 2013 yılı kanunlaşan harcama tutarı ise 14 milyon 777 bin 121 TL. 2014 yılı için bütçe öngörüsü 16 milyon 216 bin 641 TL, 2015 yılı için 17 milyon 652 bin 981 TL…

Bunlar böyle olurken Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre, “örgüt üyeliği” suçlamasıyla mahkûmiyet bir yılda yüzde 75 arttı. Sol örgütlere de uygulanmakla birlikte, ağırlıklı olarak PKK-KCK davasında ve Kürtlere karşı işletilen 314. Madde’den yargılanan ve mahkûm olan sanık sayısındaki dikkat çeken artış Bakanlığın verileriyle ortaya çıktı. Verilere göre, 314. Madde’de düzenlenen silahlı örgüt kurma-üyelik suçlamasıyla, dört yılda 38 bin kişi sanık oldu, bunlardan 20 bin 265 kişi mahkûm edildi. Mahkûm edilen sanık sayısı 2012’de bir önceki 2011 yılına oranla yüzde 75’lik bir artışla 4 bin 700’den 8 bin 224’e yükseldi.

2009’da 4 bin 599, 2010’da 6 bin 323, 2011’de 7 bin 150, 2012’de ise 8 bin 316 sanık hakkında 314’ten davası açıldı. Dört yılda bu suçtan mahkemelik olan sanık sayısı 26 bin 388’e ulaştı. Aynı sürede Başsavcılıkların soruşturmaya başladığı, ancak dava açmadığı toplam sanık sayısı ise 12 bin 191 olarak açıklandı. 2009’da haklarında kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilen sanık sayısı bin 812 iken bu sayı geçen yıl 6 bin 116’ya çıktı.

Verilere göre, karara bağlanan davalarda silahlı örgüt kurma-yöneticilik ve üyelik suçlamasıyla 2009’da 3 bin 17 kişi, 2010’da 4 bin 319 kişi mahkûm edildi. Bu sayı 2011’de 4 bin 705’e yükseldi. 314 mahkûmiyetleri 2012’de ise 2011 yılına kıyasla yüzde 75’lik artışla 8 bin 224’e ulaştı. Dört yılda 314’ten cezalandırılanların sayısı böylece toplamda 20 bin 265’e yükseldi.

Yani “Güvenlik Devleti”, “kontrolü”, “suçu” artırdı; cinayetleri çoğalttı; hele polisinkini…

 

DEVLET CİNAYET(LER)İ[24]

1) Ramazan Dağ, 1988 Hakkâri, 13 yaşında… 21) Onur Şahin, 1999, Elazığ, 11 yaşında…
2) Fatma Kayran, 1990, Basa, 15 yaşında… 22) Welat Şedal, 2000, Yüksekova, 10 yaşında…
3) Faruk Aktuğ, 1990, Silopi, 13 yaşında… 23) Uğur Kaymaz, 2004, Mardin, 12 yaşında…
4) Salih Talayhan, 1991, Şırnak, 17 yaşında… 24) Mahzum Mızrak, 2006, Diyarbakır, 17 yaşında…
5) Behzat Özkan, 1991, Diyarbakır, 14 yaşında… 25) Caziye Ölmez, 2009, Şırnak, 16 yaşında…
6) Mehmet Evren, 1992, Cizre, 12 yaşında… 26) Ceylan Önkol, 2009, Lice, 12 yaşında…
7) İsmet Arvas, 1992, Van, 16 yaşında… 27) Ahmet İmre, 2010, Şırnak, 12 yaşında…
8) Nebat Kakuç, 1992, Şırnak, 17 yaşında… 28) Ferhat Taruk, 2010, Lice, 17 yaşında…
9) Fatma Kaçmaz, 1992, Yüksekova, 4 yaşında… 29) Özcan Uysal, 2011, Roboskî, 15 yaşında…
10) Şivan Çığırga, 1992, Cizre, 3 yaşında… 30) Cemal Encü, 2011, Roboskî, 15 yaşında…
11) Gürgiz Bayındır, 1993, İdil, 5 yaşında… 31) Şivan Encü, 2011, Roboskî, 14 yaşında…
12) Hürriyet Sevgili, 1993, Bahçesaray, 12 yaşında… 32) Fatma Erboz, 2013, Reyhanlı, 3 yaşında…
13) Lokman Zoğurlu, 1993, Lice, 18 yaşında… 33) Nihal Şimşek, 2013, Reyhanlı, 25 yaşında…
14) Bilavşan Asper, 1994, Tatvan, 17 yaşında… 34) Medeni Yıldırım, 2013, Lice, 18 yaşında…
15) Tuncer Güler, 1994, Ağrı, 11 yaşında… 35) Ali İsmail Korkmaz, 2013, Eskişehir, 19 yaşında…
16) Selma Solhan, 1994, Kızıltepe, 7 yaşında… 36) Mehmet Ayvalıtaş, 2013, İstanbul, 20 yaşında…
17) Mehmet Emin Aslan, 1995, Mardin, 18 yaşında… 37) Abdullah Cömert, 2013, Hatay, 22 yaşında…
18) Berivan Bayram, 1996, Adana, 4 yaşında… 38) Ethem Sarısülük, 2013, Ankara, 26 yaşında…
19) Hatice Bozaslan, 1996, Derik, 17 yaşında… 39) Ahmet Atakan, 2013, Hatay, 22 yaşında…
20) Fedai Öğürce, 1997, Pasinler, 4 yaşında… 40) Hasan Ferit Gedik…

 

Yeri gelmişken birkaç örnek aktaralım:

i) Mersin’in Şevket Sümer Mahallesi’nde polis merkezi önünde oyun oynayan 8 yaşındaki D.Ö, “arkadaşına vur” diyen polis memurunun isteğini kabul etmeyince feci şekilde dövüldü. Dayaktan baygınlık geçirince karakolda eli yüzü yıkanan çocuk hastane yerine evine gönderildi. İç organları zarar gören D.Ö, iç kanama riskiyle 1 haftadır hastanede tedavi görüyor. Olayı doğrulayan Mersin Emniyet Müdürlüğü ise adli ve idari soruşturma başlatıldığını açıkladı…[25]

ii) İki polis memuru, Adana’da yardım isteyen 16 yaşındaki kız çocuğuna 3 saat gezdirdikten sonra, ekip aracında tecavüz etti. Kızın şikâyeti üzerine 2’si polis 4 kişi hakkında 7 yıldan 29 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı ancak polisler serbest bırakıldı…[26]

iii) İzmir’de para karşılığı erkeklerle ilişkiye giren S.B., adlı kadınla zorla ilişkiye girip, parasını aldığı iddiasıyla tutuklanan Emniyet Müdürlüğü Yabancılar Şube’de görevli polis memuru A.Ç. hakkında 20 yıl hapis cezası istemiyle ağır ceza mahkemesinde dava açıldı…[27]

iv) Antalya Jandarma Komutanlığı İstihbarat Şubesi’nin 4 Ağustos’ta düzenlediği operasyonda Astsubay Çavuş M.A, Uzman Çavuş E.G, erler H.Ö. ve İ.B. ile sivil T.A. gözaltına alındı. Uyuşturucu satıcılarına yönelik yaptıkları operasyonun ardından ele geçirdikleri uyuşturucu maddenin bir kısmını tutanak dışı bırakarak zehir tacirlerine sattılar…[28]

v) Hozat’ta fişleme skandalına ilişkin çalışma yapan İnsan Hakları Komisyonu üyelerinin görüştüğü muhtarlar Albay Namık Dursun’un 2004 yılında kendileriyle yaptığı toplantıda fişlemenin ipuçlarını vererek tehditler savurduğunu söyledi. Vekillere aktarılan bilgilere göre, Tunceli’nin yüzde 80’ini terörist ilan eden Dursun, “Köyünde terörist tespit ettiğim muhtarın başını ezerim” demiş…[29]

vi) Muğla’da üniversite öğrencisi Şerzan Kurt’u silahla ateş ederek öldüren ve ‘olası kastla adam öldürme’ suçundan 8 yıl hapse çarptırılan polis Gültekin Şahin’e, emniyet tarafından “meslekten ve memuriyetten çıkarma” cezası verilmesi gerekirken, 24 ay uzun süreli kıdem durdurma cezası verildiği ortaya çıktı…[30]

vii) Polisin tabancasından çıkan kurşunla vurularak öldürülen Mahir Zorbey Demirkaya davasında, savcının “kasten adam öldürme” suçundan en az 20 yıl ceza istediği katil zanlısı polise, 2 yıl 2 ay 20 gün hapis cezası verildi…[31]

viii) Çorum’da 2004 yılında DHKP-C’ye yönelik operasyonda tutuklanan Melek Serin’e gözaltında işkence yaptıkları iddiasıyla yargılanan 11 jandarma personeline 20 ay hapis cezası verildi ancak cezalar ertelendi. Yaşadığı işkence nedeniyle psikolojik tedavi gören Serin ise 2012 yılında Atina’da yaşamına son vermişti…[32]

ix) DİSK’e bağlı Limter-İş Sendikası eğitim uzmanı Süleyman Yeter’in işkenceyle ölümüne neden olmak suçundan yargılanan eski komiser yardımcısı Ahmet Okuducu, “failin birden fazla olması” nedeniyle, 10 yıl hapis cezasına mahkûm edildi. Okuducu önce 15 yıl hapis cezasına mahkûm edildi. Ceza, failin birden fazla olması ve asli maddi failin tespit edilememesi gerekçesiyle 10 yıla indirildi…[33]

 

DEVLET(İN) HUKUK(SUZLUĞ)U

 

Bunların böyle olması Ali Akay’ın, “Polisiye baskı pratiklerinin ışığındaki gördüklerimiz hukuksuzluğun bir göstergesi olarak nereden gelmekte? Bu gücü nasıl işletebilmekte?” sorusu eşliğinde devletin keyfi hukuk(suzluk)unu devreye sokuyordu…

Mesela Başbakan Erdoğan’ın 13 Haziran 2013’de Gezi eylemleriyle ilgili olarak “Biz yürütme olarak gereğini yapacağız. Yargıdan da üzerine düşeni yapmasını bekliyorum” açıklamasının ardından “yargı da gereğini yapmaya” başlaması gibi…

Ankara ve İstanbul’da şafak vakti evlere düzenlenen operasyonla çok sayıda kişi gözaltına alındı. Ankara’da şüpheliler için aramalarda polise 72 saat süre verildi. Ankara Emniyeti Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’ne gönderilen şüpheliler için mahkemeden 24 saat avukatlarıyla görüştürülmeme kararı alındı. Yani “Yargı gereğini yaptı”, İstanbul’da 64, Ankara’da 26 kişi gözaltına alındı. Polis pilates bandına bile el koydu![34]

İş bununla da sınırlı kalmadı… Eski savcı ve Adalet Akademisi görevlisi Mehmet Yücesoy “Gezi Parkı göstericilerine TCK 312’den yani ‘Cebir ve şiddet kullanarak hükümeti ortadan kaldırma ve görev yapmasını engelleme’ suçundan iddianame hazırlanmayışına” üzüldüğünü açıkladı. Kendisi olsa bunu yaparmış. Bu maddeye verilecek ceza “müebbet hapis”ti! Ve bu şahıs “adaleti” öğretiyordu, varın gerisini siz düşünün!

Yalnız bunlar mı? İşte birkaç çarpıcı örnek!

i) “Ankara’da Halkevi kadın sekreteri Dilşat Aktaş’ı yaralayarak sol bacağının kısalmasına neden olan polis memurları, olayın ardından 2 yıl 4 ay geçmesine karşın yargı önüne çıkarılmadı”…[35]

ii) Ankara Barosu, Dikmen’deki gösteriler sırasında 25 yaşındaki Eylem K’nin polis tarafından Akrep içinde taciz edilmesi ile 12 yaşındaki bir çocuğun gözaltına alınması olaylarına ilişkin savcılığa suç duyurusunda bulundu…[36]

iii) Antalya’da Gezi eylemler sırasında, attığı gaz fişeği 18 yaşındaki Vedat Oğuz’un sağ gözünü kör eden polise 16 ay kıdem durdurma cezası verildi…[37]

iv) Mersin’deki Gezi eylemlerine destek amacıyla yapılan gösteriye katılan 54 kişi hakkında Mersin Cumhuriyet Başsavcılığı dava açtı. İddianamede bazı şüpheliler “gitar ve davul çalarak grubu motive etmek”le suçlandı. İddianamede herhangi bir şikâyetinin olmamasına rağmen CHP’li Mersin Yenişehir Belediyesi de müşteki olarak yer aldı…[38]

v) Taksim’de gözaltına alınan ve haklarında tutuklama kararı verilen 8 kişinin “Gösteri ve Yürüyüş Kanunu’na muhalefet etmek” ve “polise mukavemet” etmekle suçlandı. Tutuklanan 8 kişinin yanında bulunan baret, deniz gözlüğü ve eldiven gibi eşyalar suç delili sayılırken, tutuklu kişilerin avukatları da adliyede darp edildi…[39]

vi) Şikâyete rağmen palalı saldırgan S.Ç. ve eli sopalı şahıs serbest bırakıldı. Taksim Dayanışma üyelerinin evleri ise kilit kırılıp arandı…[40]

vii) Mahkeme tarafından hakkında yakalama kararı çıkartılan Gezi Parkı eylemcilerine Talimhane’de pala ile saldıran Sabri Çelebi’nin kararın çıkmasından bir gün önce Fas’a gittiği ortaya çıktı. Eşi Fas vatandaşı olan Çelebi’nin 10 Temmuz Çarşamba günü saat 16.50’de Fas Hava Yolları ile THY’nin orta uçuşunda Kazablanka’ya gittiği, buradan da Fas’ın başkenti Rabat’a geçtiği öğrenildi…[41]

viii) Gezi Parkı olayları sırasında göstericilere “pala” tabir edilen bıçakla saldıran Sabri Çelebi, 29 Ağustos 2013 gecesi saat 1 civarlarında Sabiha Gökçen Havaalanı’nda gözaltına alındı. Geceyi emniyette geçiren ve hakkında 27 yıl hapis cezası istenen Çelebi, 30 Ağustos 2013’de çıkarıldığı Adliye’de serbest bırakıldı…[42]

ix) Lise ikinci sınıf öğrencisi 14 yaşındaki B.F., 4 Ağustos 2013 tarihinde sabaha karşı Taksim’de polislere küfür ettiği, “Polis onurlu yaşa simit sat” sloganı attığı gerekçesiyle gözaltına alındı…[43]

x) Metris Cezaevi’nde gardiyanlarca dövülerek öldürülen Engin Çeber’in gözaltına alındığı gün yanında olan Cihan Gün, Özgür Karakaya ve Aysu Baykal, ‘polise direnme’ ve ‘hakaret’ suçlarından 1 yıl 9 ay hapis cezası aldı…[44]

xi) Bingöl’de 2011 yılında polis aracına düzenlenen ve bir polisin yaralandığı olay nedeniyle yargılanan 20 yaşındaki Gülsüm Koç’a gizli tanık ifadesi ve polis tutanakları dışında delil bulunmamasına karşın ömür boyu hapis cezası verildi…[45]

xii) KCK davasından iki yıldır tutuklu olan Dicle Haber Ajansı Ankara Temsilcisi Kenan Kırkaya’nın dava dosyasında nüfusa Kürtçede yer alan harflerle kaydedilen kızı Hevi Jiyan’ın ismi suç delilleri arasında yer aldı…[46]

xiii) Şırnak’ta ev baskınlarında gözaltına alınan üniversite öğrencisi Serhat Çelikay’ın, sms mesajları suç sayıldı. Roboskî katliamıyla ilgili arkadaşına attığı duygu yüklü mesajlar nedeniyle “örgüt üyesi” olduğuna hükmedilen Çelikay, “halkı devlete karşı kin ve düşmanlığa sevk etmek”ten tutuklandı…[47]

xiv) İnsan Hakları Derneği eski İstanbul Şube Başkanı Avukat Eren Keskin’in başkanlığını yaptığı “Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Projesi” başlıklı rapora göre, son 16 yılda gözaltında cinsel saldırıya ve tacize maruz kalıp başvuranların sayısı 384’e yükseldi. 384 kadından 84’ü tecavüze uğradı… Cinsel şiddet ve tecavüz mağdurlarından 47’si ise çocuk… Rapora göre, kadına yönelik cinsel işkence suçunu işleyenlerin başını polis ve asker çekiyor. Faillerin 279’u polis, 100’ü jandarma, 20’si özel tim, 17’si korucu, 49’u infaz koruma memuru…[48]

xv) Tecavüze uğradığını iddia eden bir kadın, bunu inkâr eden bir adam. Olayda, fiili livata (ters ilişki) gerçekleştiğine dair Adli Tıp raporu. 4 yıldır açılmayan/açılamayan dava. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na şikâyet edilen bir savcı… İşte, adalet…[49]

xvi) Zonguldak’ta, 14 yaşındaki M.A.’ya tecavüz ettiği iddiasıyla yargılandığı davada 21 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırılan Kısmet K., yeniden hâkim karşısına çıktı. Kısmet K.’nın cezası ‘iyi hâl’den 17 yıl 3 aya düşürüldü…[50]

xvii) Başkentte düzenlenen Gezi eylemlerine ilişkin sivil savcılığın yürüttüğü soruşturmada gözaltına alınan Ufuk B’nin tutuklanması sürecinde hukuk skandalı yaşandı. Ufuk B. hakkında yakalama kararını Ankara 9. Ağır Ceza Mahkemesi verdi. Ancak tutuklama kararı “yetkili olmadığını” belirtmesine karşın Ankara 7. Sulh Ceza Mahkemesi tarafından uygulandı. Ufuk B, Gezi eylemleri sırasında bir kafede oturuyordu. Polisin göstericilere sert müdahalesini görünce TOMA’nın önünü kesen Ufuk B, “İnsanlara bunu neden yapıyorsunuz?” sözleriyle tepki gösterdi. Bu sırada bir kişi, Ufuk B. ile tartıştı.

İddiaya göre Ufuk B, sonradan sivil polis olduğunu öğrendiği kişiye olay sırasında yumruk atıp, hakaret etti. Gözaltına alınan Ufuk B, 21 Haziran’da çıkarıldığı mahkeme tarafından serbest bırakıldı. Savcı Erdoğan Gökçek karara itiraz etti. Ankara 9. Ağır Ceza Mahkemesi, “kamu görevlisini darp, hakaret, görevli memura direnmekle” suçlanan Ufuk B. hakkında yakalama kararı çıkardı.

Ankara 7. Sulh Ceza Mahkemesi’ne çıkartılan eylemci, ağır cezanın kararına dayanılarak tutuklandı. Ufuk B’nin ağabeyinin, kararı veren yargıç Ökten’in “Emir büyük yerden. Adaletsiz bir karar ama yapacağım bir şey yok” şeklinde konuştuğunu duyduğunu söyledi…[51]

 

TÜRK(İYE) HUKUK(SUZLUĞ)UNUN ŞECERESİ

 

Bu vukuatlarıyla Türk(iye) hukuk(suzluğ)unun şeceresi gelince…

Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in verdiği bilgilere göre, 2009 yılından 2012 yılına kadar geçen üç yıllık sürede “silahlı örgüt kurma ve yönetme, örgüt üyeliği” suçlarından hakkında dava açılan sanık sayısı 2 kat arttı. Buna göre, 2009 yılında 4 bin 599 kişi hakkında dava açılırken 2012 yılında bu sayı 8 bin 316’ya yükseldi; Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre, 2008-2011 yılları arasında toplumsal olaylar da dahil 11 yaş altındaki 14 bin 65 çocuk ile 18 yaş altındaki toplam 299 bin 93 çocuk hakkında polisiye işlem yapıldı. Başta Adana olmak üzere 22 kentte 830’u aşkın çocuk “politik suç” nedeniyle işlem konusu oldu. Çocukların karıştığı iddia edilen olaylar çeşitlilik arz ederken, dört yılda hakkında işlem yapılan çocukların sayısında ciddi bir artış söz konusu!

Özetle 10 yıllık AKP iktidarı boyunca mahkemelerdeki dosya sayısı 6 milyon 511 bine çıktı. Başsavcılıklardaki dosya sayısı ise 6 milyon 285 bine yükseldi. Bir hâkime 2012 yılı sonu itibariyle 907 dava düştü. Bakanlık, bu verilerden hareketle, hâkim başına düşen dava sayısının yüzde 11.6 oranında arttığını belirtti. Bir hâkime düşen yıllık dava sayısı ise 2003 yılında 813 iken, 2012 yılı sonu itibariyle bu sayı 907’ye yükseldi.

Düşündüğünü ifade eden, protesto eden, yürüyen, hak arayan, örgütlenen herkesin terör şüphelisi sayıldığı Türkiye’de terör davası sayıları da doğal olarak arttı. AKP döneminde Terörle Mücadele Kanunu 10. Madde ile görevli Ağır Ceza Mahkemeleri Cumhuriyet Başsavcılıkları’na gelen dosya sayısı 10 yılda yüzde 41.9 oranında arttı. Başsavcılıklara gelen dosya sayısı 2012 yılında 38 bin 295’e kadar yükseldi. Bu rakamlar ülkede özgürlükler aleyhine estirilen devlet terörünün boyutlarını da ortaya koymuş oluyor.

İş bunlarla da bitmiyor! Adalet Bakanlığı 2012 istatistiklerine göre bir hâkimin 1 yılda 907 davaya bakması gerekiyorken; Adalet Bakanlığı Adli Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğü’nün 2012 istatistiklerinde yar alan bazı çarpıcı veriler şöyle:

i) Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, önceki yıldan devreden ve yıl içinde gelen 937 bin 582 dosyanın 632 bin 937’sini karar bağladı. 304 bin 645 dosya ise 2013’e devredildi.

ii) Yargıtay’da ceza dairelerindeki 770 bin 815 dosyadan 429 bin 279’u karara bağlanırken, 341 bin 536’sı bu yıla aktarıldı. Yargıtay hukuk dairelerindeki 659 bin 742 dosyadan 494 bin 228’i hakkında karar verilirken, 165 bin 514’ü 2013’e devretti.

iii) Danıştay dairelerine ulaşan 350 bin 142 dosyanın 140 bin 815’i karara bağlandı, 209 bin 327 dava ise bir sonraki yıla kaldı.

iv) Cumhuriyet başsavcılıklarına gelen dosya sayısı, önceki yıllardan devredenlerle birlikte 3 milyon 282 bin 595 oldu.

v) TMK’nın (Terörle Mücadele Kanunu) 10. maddesiyle görevli Ağır Ceza Mahkemeleri Cumhuriyet Başsavcılıklarına, 38 bin 295 dosya geldi.

vi) Önceki yıldan devreden, yıl içinde açılan ve Yargıtay tarafından bozularak gelen dosyalarla ceza mahkemelerindeki dava sayısı, 3 milyon 180 bin 194’u ulaştı. Bu rakam hukuk mahkemelerinde, 2 milyon 797 bin 566, bölge idare, idare ve vergi mahkemelerindeki ise 533 bin 426 oldu.

Tablo böyle olunca da Türkiye, AİHM’nin ihlâl kararları doğrultusunda 180.9 milyon TL tazminat ödedi.

Adalet Bakanı Sadullah Ergin, 2002-2012 yılları arasında Türkiye aleyhine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) toplam 50 bin başvuru yapıldığını, 2012 yılının ilk altı aylık dilimine kadar AİHM’nin verdiği ihlâl kararları çerçevesinde ödemek zorunda olduğu tazminat miktarının 180.9 milyon lira olduğunu bildirdi.

AİHM’ye Türkiye aleyhine 2002 yılında 3 bin 862, 2003 yılında 3 bin 538, 2004 yılında 3 bin 669, 2005 yılında 2 bin 486, 2006 yılında 2 bin 249, 2007 yılında 2 bin 812, 2009 yılında 4 bin 452, 2010 yılında 5 bin 792, 2011 yılında 8 bin 656 ve 2012 yılında 9 bin 53 olmak üzere toplam 50 bin 249 başvuru yapıldı.

İhlâl kararları çerçevesinde hükmedilen tazminat miktarlarına ilişkin ödemeler ise 2004 yılı Mayıs ayı itibarıyla 22.2 milyon, 2005 yılında 16.2 milyon, 2006 yılında 13.8 milyon, 2007 yılında 26.2 milyon, 2008 yılında 10.3 milyon, 2009 yılında 11.6 milyon, 2010 yılında 33.1 milyon, 2011 yılında 37.1 milyon ve 2012 yılının ilk altı ayında 10.1 milyon TL oldu. Böylece 2012 yılının ilk altı aylık dilimine kadar AİHM’nin ihlâl kararları çerçevesinde hükmedilen tazminat miktarlarına ilişkin ödemeler 180.9 milyon TL’ye ulaştı.

Yeri geldi aktaralım: AİHM sözleşmesinin 60’ıncı yıldönümünün kutlandığı gün, AİHM de rutin bir şekilde önüne gelen şikâyetlerin bir bölümü daha sonuçlandırdı, web sitesinde aldığı en son 9 kararı açıkladı. İlginçtir ki, bu dokuz karardan altısı Türkiye’den gelen başvuruları konu alıyordu. Ve artık şaşırtıcı olmayan bir şekilde her birinde de en az bir kez “ihlâl” verilmiş, yani Türkiye mahkûm edilmişti.

Bu kararları başlıklar hâlinde şöyle aktarabiliriz:

 

MEYDİN ATHAN 2006’da PKK üyesi olduğu gerekçesiyle gözaltına alındıktan sonra poliste işkence gördüğü şikâyetiyle Türkiye’yi AİHM’de dava etmiş. AİHM kötü muameleden ihlâl vermemekle birlikte, vatandaşın şikâyeti ilgili makamlarca etkin bir şekilde soruşturulmadığı için Türkiye’yi mahkûm etti.
ŞADIR ÇADIROĞLU Van’da seyyar sokak satıcısı olarak gözlük satarak hayatını kazanmaya çalışıyordu. 1999 yılında iki polisin sokak satıcılarını kovalaması sırasında hayatını kaybetti. 16 yaşındaydı. Ailesi, polisin vurması soncu düşerek öldüğünü ileri sürerek AİHM’ye başvurdu. Mahkeme, Çadıroğlu’nun ölümü etkin bir şekilde soruşturulmadığı için Türkiye’ye ihlâl verdi.
HALİL DURDU Silahlı Kuvvetler’de uzman çavuş olarak görev yaparken Ekim 2008’de ölü olarak bulundu. Hazırlanan resmi raporun silahın “orta menzilden” ateşlendiğine işaret etmesine karşılık, askeri savcılık olayın intihar olduğuna hükmederek dosyayı kapattı. Ailenin başvurusu üzerine AİHM bu olayda devletin Durdu’nun ölüm nedenini etkin bir şekilde soruşturmadığına hükmetti.
NİHAT KONAK TKP/ML-TİKKO yöneticisi olmak suçlamasıyla yargılandığı davada 2004 yılında mahkûm oldu. Konak, 1998’de gözaltına alındığı sırada avukatıyla görüşmesine izin verilmediği için savunma hakkının kısıtlandığını belirterek AİHM’ye başvurdu. AİHM, Konak’ın savunma hakkının kısıtlandığına kanaat getirerek Türkiye’ye ihlâl verdi.
GÜLİZAR TUNCER GÜNEŞ 2005 yılında evlendikten sonra kızlık soyadını korumak için yaptığı başvuru mahkeme tarafından reddedildi. Bunun üzerine AİHM’ye gitti. Mahkeme, AİHS’nin özel hayat ve aile hayatına ilişkin sekizinci maddesiyle bağlantılı olarak ayrımcılığın yasaklanmasına ilişkin 14’üncü maddesinden ihlâl verdi.
ÜMİT BİLGİÇ 2003 yılında Adana’da zorla akıl hastanesine kapatıldığı ve ayrıca mahkemeye hakaret ettiği iddiasıyla hakkında açılan davada haklarının çiğnendiğini belirterek AİHM’ye başvurdu. AİHM, şikâyet sahibini haklı buldu, hastaneye kapatma kararının yasal dayanağının olmadığına, ayrıca ifade özgürlüğünün ihlâl edildiğine hükmetti.

 

Nihayetinde Sedat Ergin’in deyişiyle, AİHM’nin bir gün içinde 6 ihlâl vermesi Türkiye’nin mahkemedeki olumsuz sicilini teyit eden rutin bir durumdur aslında. 60’ıncı yıldönümü kutlanan sözleşmeyi geçen süre içinde en çok hangi ülke ihlâl etti diye baktığımızda, Türkiye’nin 2012 sonuna kadar verilen yaklaşık 16 bin karar içinde 2 bin 521 ihlâl kararıyla Avrupa birincisi olduğunu görüyoruz.”

 

DEVLET TERÖRÜ YA DA TERÖRİST DEVLET

 

Bunların hepsi “doğal”dır. Çünkü, Türk(iye) hukuk(suzluk)u devlet terörüyle malûl bir terörist devletin mamulatıdır…

Zümray Kutlu’nun ifadesiyle, “31 Mayıs 2013’den sonra yaşananlar, devletin yaptığı zulmün ne kadar sınırsız, ne kadar fütursuz olabileceğini, hesap vermeden nasıl da can alınabileceğini daha fazla insana gösterdi.”

“Nasıl” mı?

İstanbul Çevik Kuvvet Şube Müdürü Fatih Sarıyıldız’ın, Gezi Parkı’ndaki polis müdahalesini, “Çanakkale Destanı’ndan sonra ikinci destanı sizler yazıyorsunuz,” diye nitelediği; Taksim Gezi Parkı eylemlerinde görev alan polislere verilmesi kararlaştırılan ikramiyelerin hesaplara yatırıldığı; Hollanda’daki Rotterdam İslâm Üniversitesi (IUR) Rektörü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz’ün, “Gezi Parkı olayları, ikinci bir 31 Mart olayıdır. Orada hedef Sultan Abdülhamid Han’ı iktidardan indirmek ve Osmanlı devletini dağıtmak idi ve irticacılar çıkardı diye birinci Halk Partisi olan İttihat ve Terakki tarafından gerekçelendi. Bu ise dinsizler, PKK’liler, sarhoşlar, faizciler ve CHP zihniyeti tarafından tertipleniyor. Yani dinsiz bir 31 Mart Olayı’dır” görüşünü savunarak, “Hükümetle görüşmek için teşkil edilen komisyona bakarsanız anlayacaksınız: Cami düşmanı mimarlar, komünist sendika liderleri, Müslümanları katleden Esadçılar, Alevilikten nasibi olmayan ve o adı kullanan dinsizler. Yani kısaca Avrupai hayat yaşayan ailelerin çocukları, Ermeniler gibi Türk ve Müslüman olmayan aile çocukları olması dikkat çekmektedir,” diye haykırdığı bir tablodan söz ediyoruz!

Söz konusu tabloya dair somut verilerin dökümü tek kelimeyle korkunçtur!

Örneğin Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın, Gezi Parkı sürecinde kendisine bağlı tedavi merkezlerine başvuran 169 kişiden elde ettiği bulgular raporuna göre, 159’u gaza maruz kalmış, 87’sinin doğrudan vücuduna biber gazı fişeği atılmış. Bunlardan 48’inde kafa travması, kafa kemiği, göz çevresi kemiği ve burun kırığı ve görme kaybı var. Beş kişide plastik mermi yarası görülürken, 26’sı değişik biçimlerde dövülmüş. Revirlerde çalışan kadın sağlık görevlilerinin polisçe cinsel tacize uğradığı, İzmir’de bir öğretmenin kaçırılıp işkenceye uğradığı, Ankara’daki sivil sağlık görevlilerinin dövüldüğü bilgisine yer verildi.

Ayrıca ‘Gündem Çocuk Derneği’, Gezi Parkı direnişinde çocukların yaşadığı hak ihlâllerini raporlaştırdı. Derneğin Çocuk Hakları Koordinatörü Ezgi Koman, “Ankara’da 78, İstanbul’da 35, Adana’da 130, İzmir’de 34, Kayseri’de 2, Mersin’de 15, toplamda ise en az 294 çocuk gözaltına alındı,” dedi.

Yine İçişleri Bakanlığı’nın Gezi Parkı süreciyle ilgili raporuna göre, Gezi eylemlerine 3 milyon 545 bin kişi katıldı… 20 twitter hesabı, günde 5 bin tweetle olayları örgütlerken, 2.5 milyon İngilizce tweet atıldı…

En fazla gözaltı olayı Ankara’da yaşandı. Başkent’te 280 olayda 905 kişi gözaltına alınırken, İstanbul’da olay sayısı Ankara’nın 3 katı olmasına rağmen gözaltı sayısında 872 ile Ankara’dan sonra ikinci sırada yer aldı. Olaylarda 160 kişi ise tutuklandı. İzmir’de 50, İstanbul’da 40, Ankara’da 37, Bursa’da 8, Erzincan ve Malatya’da 7, Kocaeli’nde de 6 kişi tutuklandı.

Taksim’de başlayarak 80 ile yayılan Gezi olayları sırasında en sağduyulu il ise Bayburt oldu. Bayburt, Gezi ile ilgili hiçbir olayın yaşanmadığı tek il olurken, Türkiye genelinde 4 bin 725 eylem yapıldı. Söz konusu eylemlere, 3 ay boyunca bütün mükerrer katılımlar dahil yaklaşık olarak 3 milyon 545 bin kişi katıldı.

Olaylarda 4 bin 312 sivil vatandaş, 694 güvenlik görevlisi yaralandı. En çok katılım 1 milyon 153 bin kişiyle İstanbul olurken bu şehirde 733 etkinlik ve eylem düzenlendi. Olaylara en ciddi katılım 1 Haziran, 7 Temmuz ve 13 Temmuz tarihlerinde yaşandı.

Söz konusu kesitte devletin terörist yüzü tüm netliğiyle ortaya çıktı. İşte inkârı mümkün olmayan somut verilerden kimileri:

i) Uluslararası İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW), Gezi Parkı olayları sırasında gaz bombalarının mermi gibi kullanıldığına dikkat çekerek “Türkiye, doğrudan insanların üstüne biber gazı atılmasının yasaklandığını yönergelerde açıkça vurgulamalıdır” çağrısında bulundu. HRW Türkiye uzmanı araştırmacısı Emma Sinclair-Webb, polisin uygulamalarına ilişkin “en tepeye kadar ulaşacak” kapsamlı bir soruşturma yapılması gerektiğini belirterek “Kıdemsiz memurlarca gerçekleştirilen ihlâlleri kovuşturmak, polisin gelecekte de aynı şekilde davranmasını engellemek için yeterli değildir,” dedi…[52]

ii) Gezi Parkı olaylarındaki polis müdahalesini inceleyen İçişleri Bakanlığı müfettişleri, bir çok kez orantısız güç kullanıldığını tespit etti…[53]

iii) Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün Kızılay’daki Gezi eyleminde Ethem Sarısülük’ün öldürülmesine ilişkin şüpheli polis Ahmet Şahbaz’ı suçsuz çıkarmak için lehe rapor hazırlayıp savcılığa gönderdiği ortaya çıktı…[54]

iv) Eskişehir Valisi Güngör Azim Tuna, Ali İsmail Korkmaz’ın ölümüyle ilgili eylemcileri suçladı. Vali Tuna, “Bunu yapan kesinlikle Türk polisi değil. Kendi arkadaşlarına bile zarar verip ‘polis yaptı’ süsüne büründürmeye çalışıyorlar,” dedi…[55]

v) İzmir Emniyet Müdürü Ali Bilkay, kentteki Gezi Parkı protestolarına katılanlara müdahale eden sivil giysili eli sopalı kişilerin, sivil polis olduğunu kabul etti. Kentin farklı noktalarında toplanan protestocular, polisin yanı sıra eli sopalı, taşlı siviller tarafından da şiddete uğramıştı. İzmir Valisi Mustafa Toprak, 3 Haziran 2013 günü “Polisin enstrümanı ve kıyafeti bellidir,” demişti…[56]

vi) Başbakan Erdoğan’ın “kahramanlık destanı” olarak lanse ettiği Gezi direnişinde uygulanan polis şiddetinden çocuklar da paylarına düşeni fazlasıyla aldı. Bunlardan biri de 14 yaşındaki Berkin Elvan. Berkin 15 Haziran 2013’de Okmeydanı’nda ekmek almaya giderken polis tarafından gaz bombasıyla başından vuruldu. Komada ve hayati tehlikeyi atlatabilmiş değil…[57]

vii) Gezi Parkı olayları sırasında 16 Haziran 2013 günü evden ekmek almak için çıkan ve polisin attığı gaz bombasıyla başından yaralanan B.E’nin (14) ailesinin Taksim Meydanı’nda yapmak istediği basın açıklamasına polis, plastik mermi ve biber gazı ile müdahale etti…[58]

viii) Dikmen’deki eylemde gözaltına alınan kadın, Akrep’te ‘cinsel saldırı’ya uğradı… Dikmen’de düzenlenen eylemde gözaltına alınan yüksek lisans öğrencisi Eylem K., “Akrep’e bindirilirken taciz edildim. Bir polis göğsümü sıkarken diğeri ise kalçamı ve cinsel bölgemi elledi,” dedi…[59]

ix) Gezi eylemlerinin en küçük gözaltısı Alperen Aydoğdu, gözaltına alındığı akrep aracında 1.5 saat dolaştırıldı ve şiddet gördü. Alperen’in annesi Derya Aydoğdu, “Başbakan, ‘Polise emri ben verdim,’ diyor. Demek ki benim oğluma akrepte işkence edilmesini de o emretmiş. Şikâyetçi olacağım,” dedi…[60]

x) İstanbul Sancaktepe’de servis şoförü Hakan Yaman’ın, eylemlere katılmadığı hâlde evine giderken, beş polis tarafından feci şekilde dövülerek sol gözünü kaybetti…[61]

xi) Taksim Gezi Parkı eylemlerinde 8 Temmuz 2013 günü polis müdahalesi sırasında Tarlabaşı’nda başına isabet eden gaz bombasıyla ağır yaralanan ve Taksim İlkyardım Hastanesi’ne kaldırılan lise öğrencisi Mustafa Ali Tombul’un (17) hayati tehlikesi sürüyor. Olay sırasında Tombul’un yanında bulunan Tuğçe Taşkit, Tombul’un polisin yakın mesafeden nişan alması sonucu yaralandığını belirterek, Tombul’un Taksim Hastanesi’nde can güvenliğinden endişe ettiğini kaydetti…[62]

xii) Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde araştırma görevlisi Dr. Burak Ünveren ile aynı okulda okuyan Selim Polat, gaz bombası fişeği ve plastik mermiyle yaralandı. 31 yaşındaki Ünveren, 2 Haziran 2013 gecesi Ihlamurdere’deki gösterilere müdahale eden polislerin sıktığı gaz bombası fişeğiyle sol gözünden yaralandı. Gözüne fişek gelen Ünveren, Şişli Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı. Dr. Ünveren sağ gözünü kaybederken, sağ gözünün kurtarılmasına çalışılıyor…[63]

xiii) Ankara’daki Gezi protestoları sırasında yaralanan üniversiteli Dilan’ın, polisin plakasız Akrep aracından atılan gaz bombasıyla yaralandığını kaydeden kamera görüntüleri ortaya çıktı…[64]

xiv) Kadıköy’de polis ekipleri cadde ve sokaklarda saatlerce gösterici aradı. Polisler sırt çantası içerisinde baret, solüsyon, gaz maskesi, deniz gözlüğü ve sprey bulunduran 25 kişiyi gözaltına aldı…[65]

xv) “Gizli hizmet alımı” için 537, biber gazı için 37 milyon harcandı… Hükümetin Gezi Parkı eylemlerinde uyguladığı biber gazı ve gaz bombası şiddetinin, devletin mühimmat alımlarını da “gazladığı” ortaya çıktı. Resmi rakamlara göre, ocak ayındaki mühimmat alım harcaması “sıfır” iken Gezi Parkı eylemleriyle birlikte bu harcama 8 kat artarak 30 milyon TL’yi aştı. Maliye Bakanlığı tarafından hazırlanan 2013 Merkezi Yönetim Konsolide Bütçe İstatistikleri’ne göre, 2013’ün ilk beş ayında, “gizli hizmet giderleri” başlığı altında 537 milyon TL harcandı…[66]

xvi) Gezi Parkı eylemlerinde yaklaşık 130 bin biber gazı fişeğinin kullanılması ve bazı TOMA’ların zarar görmesi nedeniyle planlama dışı gaz ve TOMA ihalesine çıkılacak… Taksim’deki Gezi Parkı’nda başlayan ve yurt geneline yayılan protesto eylemlerinde yoğun biçimde kullanılan biber gazı stokları azalan Emniyet Genel Müdürlüğü, planlama dışı 100 bin biber gazı alımı için harekete geçti. Polisin, protesto eylemlerinde 130 bin dolayında gaz fişeği kullandığı belirlendi…[67]

xvii) Gezi Direnişi’ne katılan gençlere 17 yıl hapsin istendiği, 130’dan fazla çocuğun karakolda sorgulandığı AKP Türkiye’sinde yurttaşlara saldıran palalı, geldiği gibi serbest kaldı…[68]

xviii) Gezi olayları sırasında eylemcilerin sığındığı Dolmabahçe’deki Bezm-i Alem Valide Sultan Camii’nin müezzini Fuat Yıldırım’ın bir kez daha tayini çıktı. Yıldırım’ın Dolmabahçe’deki camiden Kayabaşı Camii’ne gönderildiği 21 Eylül’de ortaya çıkmıştı. Aradan bir ay bile geçmeden Yıldırım, ikinci kez başka camide görevlendirildi…[69]

 

“SONUÇ YERİNE”: BİRKAÇ NOT

 

Diyeceklerimi tamamlıyorum.

AP Türkiye Raportörü Ria Oomen-Ruijten’in dahi, “Yargı, siyaseten bağımsız değil. Tarafsız değil,”[70] diye betimlediği T.“C” devleti hükmedilmek, izlenmek, dinlenmektir… Denetim altına alınmak, telkin edilmektir… Sansürlenmek, fişlenmektir… Azarlanarak “yargılanmak”, mahkûm edilmek, hapsedilmektir… Dolandırılmak, kandırılmaktır… Çünkü devlet egemenin, ezilenler üzerinde terör estirme aracıdır…

Söz konusu çerçevede Bertolt Brecht’in ifadesiyle: “Gardiyanları ve yargıçları ve savcıları/ hepsi halka karşıdır/ kanunları, yönetmelikleri, bütün kararları/ hepsi halka karşıdır/ dergileri, gazeteleri, bütün yayınları/ hepsi halka karşıdır// panzerleri, kelepçeleri, bütün silahları/ hepsi halka karşıdır/ zindanları, tutukevleri, işkenceevleri/ hepsi halka karşıdır/ borsaları ve şirketleri ve iktidarları/ hepsi halka karşıdır.”

Kolay mı? Karl Marx’ın altını çizdiği üzere: “Devlet bir sınıfın bir başka sınıf tarafından ezilmesi için bir makineden başka bir şey değildir ve bu, krallıkta olduğu denli, demokratik cumhuriyette de böyledir”!

Buraya kadar izaha gayret ettiklerimiz ekseninde Maksim Gorki’nin, “İnsan, ne onurlu sözcük”; Bertolt Brecht’in, “İnsan olmak büyük bir şeydir,” uyarılarını bir an dahi göz ardı etmeden; S. Freud’ün, “Bu kadar çok insanı doyumsuz kılan ve başkaldırmaya zorlayan bir uygarlığın kalıcı olması beklenemeyeceği gibi, kalıcılığı hak ettiği de söylenemez,” uyarısını unutmadan; Erasmus’un, ‘Deliliğe Övgü’sündeki, “İnsanlığın tüm zincirlerinden kurtulmasını ve salt özgürlüğe ulaşmasını sağlayan delilik değil midir?” sözlerini yüksek sesle telaffuz ederek; soru(n)ların çözümünün Jean Paul Sartre’ın, “Şiddeti inkâr eden, şiddet karşıtı şiddet,” formülasyonundan; yeni bir uygarlıktan geçtiğini; bunun yolunun da Roland Escarpit’in, “Acın şöleni yemek, mahpusluğun şöleni firar, ezilenin bayramı isyandır,” saptamasında gizli oldu anlaşılmalı/ anlatılmalıdır…

Hem de Yaşar Kemal’in uyarısı unutulup/ unutturulmadan: “İnsanlar her şeye, her şeye başkaldırmalı… İnsanlar böyle uyudukça, insanlar böyle zulüm altında inlemeyi kabul ettikçe insanlığın bir sinekten ne farkı olur, insanlar, eğer en küçük bir haksızlığa, bir zulme başkaldırmayı akıl etmezlerse, insanlık bundan böyle daha da beter hâle düşecektir… İnsan soyu başkaldırmayı yemek, içmek, yaşamak, uyumak, çocuk yapmak gibi bir yaşama biçimi yapmazsa bugünden de bin beter olacak, içi boşalacak, duymayı, düşünmeyi, sevmeyi, sevişmeyi, dostluğu, arkadaşlığı, göğün, yerin, kurdun, kuşun, akarsuyun, tanyerindeki ışığın, yürekteki sıcaklığını unutacak…”[71]

 

19 Kasım 2013 17:20:29, Ankara.

 

N O T L A R

[1] 22 Kasım 2013 tarihinde Çağdaş Hukukçular Derneği’nin, 24-25-26 Aralık 2013’de Silivri’deki duruşmaya çağrı için Ankara Yüksel Caddesi’ndeki basın açıklamasında yapılan konuşma… İstanbul’da 24 Kasım 2013 tarihinde İstanbul Forumlar Koordinasyonu bünyesindeki ‘Siyasi Tutsaklara Özgürlük Çalışma Grubu’nun “Hepsi Özgürleşene Dek Hepimiz Tutsağız!” başlığıyla düzenlediği forumda “Siyasi Suç Nedir-Siyasi Suçlu Kimdir? Terör Nedir-Terörist Kimdir?” alt başlığında yapılan konuşma… Newroz, Yıl:7, No:247, 23 Şubat 2014…

[2] Bertolt Brecht.

[3]  Jacques Vergès, Savunma Saldırıyor, Çev: Vivet Kanetti, Metis Kitap, 4. Basım, Eylül 2013.

[4]  Karl Marx, Theories Of Surplus Value, Part 1, s.387-388/ s.189-190.

[5]  Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Adalet’ Üzerine Notlar”, Cumhuriyet, 14 Ağustos 2013, s.4.

[6]  Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, Çev: Mustafa Bahar, İskele Yay., 2009.

[7]  F. Engels, K. Marx’ın Fransa’da İç Savaş’ına Önsöz’ünde, Çeviren: Kenan Somer, Sol Yay., 2005.

[8]  Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Çev: Kenan Somer, Sol Yay., 2010.

[9]  Y. Altuğ, Terörizm, T.C. İçişleri Bak. Yay., Ankara 1989, s.14.

[10]  R. Keleş -A. Ünsal, Kent ve Siyasal Şiddet, AÜSBF Yay., 1982, s.2.

[11]  D. Tezcan, Uluslararası Terör Olayları, Uluslararası Terörizm ve Gençlik, MEB Yay., 1987, s.109.

[12]  R. Clutterbuck, Terrorism and Guerilla Warfare, Routledge Pub, London 1990, s.7.

[13]  T. İtil – G. Omay, Teröristlerin Demografik ve Psikolojik Hedefleri, Gen. Kur. Başk Yay., 1983.

[14]  M. Bozdemir, “Terör mü Terörizm mi?” AÜSBF BYYO Yay., 1982, s.526.

[15]  D. Ergil, “Terörizm Mantığı ve Hedefi”, AÜ SBF Dergisi, Ocak-Haziran, 1991, s.172.

[16]  F. Engels, Origin of the Family, Private Property and The State/Ailenin, Devletin, Özel Mülkiyetin Kökeni, Karl Marx and Frederick Engels, Selected Works in three volumes, c. 3, s.327, Moskova, Progress Publishers, Dördüncü Basım, 1977.

[17]  Temel Demirer, “Terörün Analizi”, Almanak: 2004 Analizleri, Sosyal Araştırmalar Vakfı Yay., Kasım 2005; Kavramlar Sözlüğü-Söylem ve Gerçek, Özgür Üniversite Kitaplığı: 54, Maki Yay., 2005.

[18]  Hayrettin Ökçesiz, Sivil İtaatsizlik, Legal Yay., 4. Baskı, 2011, s.114 vd.

[19]  Muzaffer Şakar, “Türkiye’de Yargı Var mı?”, Radikal İki, 8 Eylül 2013, s.6.

[20]  Orhan Gazi Ertekin, “Ergenekon Öldü, Yaşasın Ergenekon!”, Radikal İki, 11 Ağustos 2013, s.1-12.

[21] Yalçın Yılmaz, “Gezi Parkı ve Hukukun Üstünlüğü”, Yeni Şafak, 25 Eylül 2013, s.18.

[22] Prof Dr. Adem Sözüer: Terörist Tanımı Ceza Hukukuna Tecavüz Eden Bir Kavramdır”, Kaypakkaya Partizan, 21 Ocak 2013… http://www.kaypakkayahaber.com/haber/prof-dr-adem-sozuer-terorist-tanimi-ceza-hukukuna-tecavuz-eden-bir-kavramdir

[23] Serkan Kurt, “TMK’ye Göre Herkes ‘Terörist’…”, Gündem, 12 Nisan 2013, s.5.

[24] Sezai Temelli, “Bir Göz de Sen Ol!”, Gündem, 11 Eylül 2013, s.4.

[25] “8 Yaşındaki Çocuğa Polis Dayağı”, Milliyet, 18 Eylül 2013… http://gundem.milliyet.com.tr/8-yasindaki-cocuga-polis-dayagi/gundem/detay/1765173/default.htm?ref=yahoo

[26] “Utanç Tablosu!”, Milliyet, 14 Eylül 2013… http://gundem.milliyet.com.tr/utanc-tablosu-/gundem/detay/1763489/default.htm?ref=yahoo

[27] Bahri Karataş, “Gasptan Yargılanan Polise 20 Yıl İstendi”, Milliyet, 21 Ekim 2013… http://gundem.milliyet.com.tr/gasptan-yargilanan-polise-20-yil/gundem/detay/1779718/default.htm

[28] “Uyuşturucu Karakol Çatısına Çıktı”, Cumhuriyet, 28 Eylül 2012, s.3.

[29] Mahmut Lıcalı, “Fişleme 2004’te Başlamış”, Cumhuriyet, 19 Ocak 2013, s.5.

[30] İsmail Saymaz, “Şerzan Kurt’u Öldüren Polise Ödül Gibi Ceza”, Radikal, 7 Haziran 2013, s.15.

[31] “Mahir’i Öldüren Polise Sadece 2 Yıl Ceza!”, Evrensel, 5 Haziran 2013, s.2.

[32] Seyfettin Mete, “Öldüren İşkenceye Kötü Muamele Cezası”, Cumhuriyet, 11 Ekim 2013, s.5.

[33] Canan Coşkun, “İşkenceyle Ölüme Ceza İndirimi”, Cumhuriyet, 23 Ekim 2013, s.8.

[34] “İnsan Avı”, Cumhuriyet, 19 Haziran 2013, s.5.

[35] Hilal Köse, “Linci Soruşturan Yok”, Cumhuriyet, 31 Ekim 2013, s.4.

[36] Alican Uludağ, “Barodan Çifte Suç Duyurusu”, Cumhuriyet, 30 Haziran 2013, s.6.

[37] “Gezi Eylemlerinde Kör Eden Gazı Atan Polise 16 Ay Kıdem Durdurma Cezası”, Radikal, 18 Eylül 2013, s.8.

[38] Mesut Hasan Benli, “Davul ve Gitar Çalarak Grubu Motive Etmek”, Radikal, 13 Ekim 2013, s.6-7.

[39] “Deniz Gözlüğü ve Baret Suç Delili”, Cumhuriyet, 10 Temmuz 2013, s.5.

[40] İsmail Saymaz, “Adli Kriterler Şaşırttı”, Radikal, 10 Temmuz 2013, s.6-7.

[41] İsmail Sağıroğlu, “Soluğu Fas’ta Aldı”, Radikal, 13 Temmuz 2013, s.8.

[42] İsmail Sağıroğlu, “… ‘Palalı’ Serbest Bırakıldı…”, Radikal, 30 Ağustos 2013, s.9.

[43] “Onurlu Yaşa Simit Sat”, Cumhuriyet, 5 Ağustos 2013, s.6.

[44] “İşkenceci Polise de, İşkenceye Direnene de İki Yıl Hapis…”, Birgün, 17 Ağustos 2013, s.10.

[45] Mahmut Oral, “Gizli Tanık İfadesiyle Ömür Boyu Hapis”, Cumhuriyet, 22 Şubat 2013, s.6.

[46] Gökçer Tahincioğlu, “Kızının Kürtçe İsmi Dosyada Delil Sayıldı”, Milliyet, 23 Eylül 2013, s.14.

[47] Elçin Yıldıral, “34 Kişiydik, Üzerimizden F16 Geçti”, Birgün, 12 Ocak 2013, s.6.

[48] Havva Kesimal, “Devlet Tacizciyi Koruyor”, Taraf, 25 Ağustos 2013, s.5.

[49] Toygun Atilla, “4 Yıldır Adalet Bekleyen Dava”, Hürriyet, 24 Mayıs 2012, s.9.

[50] Gürkay Gündoğan, “Dövmeden Sarığa Geçen Tecavüz Hükümlüsüne ‘İyi Hâl’ İndirimi”, Radikal, 13 Mart 2013.

[51] Alican Uludağ, “Gezi’de Skandal Tutuklama”, Cumhuriyet, 4 Temmuz 2013, s.6.

[52] “Polis Gazı Mermi Gibi Atıyor”, Cumhuriyet, 18 Temmuz 2013, s.4.

[53] “Gezi Eylemlerinde Orantısız Güç Kullanıldı”, ntvmsnbc, 2 Eylül 2013… http://www.ntvmsnbc.com/id/25463891/

[54] Alican Uludağ, “Kurşunu Görmediler”, Cumhuriyet, 14 Temmuz 2013, s.5.

[55] Can Hacıoğlu, “Valinin Geleceği Parlak: ‘Polis Yaptı Süsü Veriyorlar’…”, Cumhuriyet, 12 Temmuz 2013, s.5.

[56] “Eli Sopalılar Sivil Polismiş”, Cumhuriyet, 5 Haziran 2013, s.8.

[57] Can Bursalı, “Ancak Aciz Bir Devlet Çocuklara Saldırır”, Birgün, 27 Haziran 2013, s.3.

[58] “Ailesine de Gaz!”, Cumhuriyet, 1 Ağustos 2013, s.7.

[59] Alican Uludağ, “Polisten Cinsel Taciz”, Cumhuriyet, 29 Haziran 2013, s.6.

[60] Mehmet Bilber, “13 Yaşındaki Çocuğa Akrepte 1.5 Saat Dayak”, Radikal, 15 Temmuz 2013, s.6.

[61] “Sancaktepe’de Polis Vahşeti”, Evrensel, 27 Haziran 2013, s.5.

[62] “Lise Öğrencisi Yaşam Savaşında”, Cumhuriyet, 10 Temmuz 2013, s.5.

[63] İsmail Saymaz, “Hoca ile Öğrenci Gözlerini Kaybetti”, Radikal, 4 Haziran 2013, s.8.

[64] Türker Karapınar, “Dilan’ı Plakasız Akrep Vurmuş”, Milliyet, 5 Eylül 2013… http://gundem.milliyet.com.tr/dilan-i-plakasiz-akrep-vurmus/gundem/detay/1759178/default.htm?ref=yahoo

[65] “Polis, Kadıköy’de Eylemci Aradı”, Milliyet, 14 Eylül 2013… http://gundem.milliyet.com.tr/polis-kadikoy-de-eylemci-aradi/gundem/detay/1763423/default.htm?ref=yahoo

[66] Fırat Kozok, “Para ‘Gaz’a Gitti”, Cumhuriyet, 30 Haziran 2013, s.6.

[67] “Devletin Gazı 20 Günde Bitti”, Milliyet, 19 Haziran 2013, s.21.

[68] “Adaletin Bu mu!”, Cumhuriyet, 30 Ağustos 2013, s.8.

[69] “O Müezzin İkinci Kez Tayin Oldu”, Hürriyet, 18 Ekim 2013… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/24937462.asp

[70] Cansu Çamlıbel, “AP Türkiye Raportörü Ria Oomen-Ruijten: 18 Yaşın Üstüne Hükümet Karışamaz”, Hürriyet, 18 Kasım 2013, s.14.

[71] Yaşar Kemal, İnce Memed, Cilt:4, Yapı Kredi Yay., 2006, s.348-349.