TÜRKİYE İŞÇİ SINIFININ -GÜNCEL- HÂLİ

İŞÇİ SINIFI NEDİR, NE YAPAR?
İŞÇİ SINIFI KÜTLESİ
İŞÇİLERİN HÂL-İ PÜR MELALİ
EKONOMİK DURUM: İŞSİZLİK
“İŞ KAZASI” DENİLEN CİNAYETLER!
“İSTİHDAM” MI DEDİNİZ?
SINIFA SALDIRILAR!
TAŞERONLU, KAYIT DIŞILI ESNEK ÜRETİM
SENDİKAL ÖRGÜT(SÜZLÜK)
“SONUÇ”: DÜŞ GÜCÜNÜ EYLEME GEÇİRMEK!
TÜRKİYE İŞÇİ SINIFININ -GÜNCEL- HÂLİ[1]

TEMEL DEMİRER

“Senden yana olanların da,
sana karşı olanların da;
bir değeri yok
seni anlamadıkça.”[2]


31 Ocak 2014’de Paris’te gözlerini kapatan sürgündaşım ve yoldaşım devrimci sendikacı Mehmet Ertürk’ün[3] anısı önünde saygıyla eğilerek, Türkiye bağlamında işçi sınıfının -güncel- hâline değineceğim konuşmama, İsveçli yönetmen Ingard Bergman’ın, “Dünyayı bir tek utanç kurtarabilir,” saptamasına katılmadığımı belirterek başlamak istiyorum.

Çünkü “dünyayı kurtarmak” fiilinin “11 Tez”e mündemiç sınıfsal bir içeriği olduğundan şüphe duymayan, bunun da hâlâ işçi sınıfının tarihsel misyonunu yerine getirmesiyle mümkün olduğunu düşünenlerdenim.

Bu tavrım, işçi sınıfına (ve davasına) “Elveda” diyenler tarafından, o malum ve meş’um müstehzi tebessümle “mahkûm” edilmek istenebilir!

Ancak bunlara aldırmayıp, “Entelektüelin misyonu, dünyanın efendisi hâline gelmiş haksız ve yanlış karşısında, cümle âlem diz çökerken bile, ayakta kalıp, ona insanlığın bilinciyle karşı çıkmaktır,” diye haykıran Julien Benda’nın uyarısını asla unutmayanlardan biri olarak, hâlâ ve ısrarla Nâzım Hikmet ustanın, “ve kederli nehir yollarının,/ sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı/ bir şafak vakti değişmiş olur,/ bir şafak vakti karanlığın kenarından/ onlar ağır ellerini toprağa basıp/ doğruldukları zaman” dizelerini terennüm ediyorum…

Bunları söylerken; işçi sınıfının güncel hâlini[4] “es” geçip, fetişleştirmiyorum; sadece “olması gereken” tarihsel misyonuna gönderme yapıyorum…

Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’nun (ITUC), ‘Yıllık Sendikal Hak İhlâlleri Raporu’nda, “Türkiye’nin hak ihlâllerinde Avrupa birincisi” olduğundan söz ettiğini; TMMOB Makina Mühendisleri Odası, Türkiye’nin her 100 bin çalışan başına düşen ölümlü iş kazalarında Avrupa’da birinci, dünyada ise üçüncü sırada olduğunu açıkladığını biliyorum…

Ayrıca TBMM’de İş Güvenliği Tasarısı’nın görüşüldüğü sırada Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in konuşmasında, 10 yılda iş kazalarında ve meslek hastalıklarında yüzde 4.3’lük bir azalma meydana geldiğini savunurken; TBMM’nin hemen yanında bulunan Dikmen Caddesi Merasim Sokak’ta Meclis’in atık su gideri çalışmasını yürüten üç işçiden Nadir Kekilli meydana gelen toprak kayması sonucu, gece vakti göçük altında kalarak hayatını kaybettiğini de[5] unutmuyorum…

Tarihsel ve güncel tüm öğelerin işçi sınıfı gerçeğine dahil olduğunu, göz ardı etmiyorum…

 

İŞÇİ SINIFI NEDİR, NE YAPAR?

 

Bu vurgularla “İşçi sınıfı nedir, neye yarar?” sorusuna geçersek…

XIX. yüzyılda sanayi devrimi ile ortaya çıkan işçi sınıfı; alın teriyle betimlenen ve sermaye sömürüsünün olmazsa olmazıdır…

Belirli bir ücret karşılığı emek gücünü satan ve üretim araçlarına sahip ol(a)mayandır. Tamamıyla mülksüz olan bu sınıf emek gücünü, karşılığında zorunlu geçim araçları edinmek için burjuvalara (sermaye sahiplerine) satmak zorundadır.

İşçi sınıfı, XIX. yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’de ortaya çıkan sanayi devriminin bir sonucu olarak doğmuştur. İşçiler, ilk aşamada, dağılmış ve rekabet yüzünden parçalanmış bir “kitle” durumundadır.

Ancak sanayinin gelişmesi bir yandan işçi sayısını arttırırken bir yandan onların yaşam koşullarını en düşük düzeyde eşitlemiştir. Bunun sonucunda işçiler, ortak sorunlara sahip olduklarını ve bu sorunlara karşı birlikte mücadele vermelerinin gerektiğini fark etmeye başlamışlardır. Böylece, tepkiler işçilerin tek tek sürdürdükleri mücadeleden işçi sınıfının yine bir sınıf olan burjuvaziye karşı verdiği mücadeleye dönüşmüştür.

Bu durum, aynı zamanda, işçilerin kendiliğinden bir sınıf olma durumundan, “kendisi için” bir sınıf olma durumuna geçtiğinin de göstergesi olmuştur. İşçi sınıfının “kendisi için” bir sınıf olmaya başlamasının en önemli sonucu ise burjuvaziye karşı verdiği sınıf mücadelesini, örgütlü bir siyasi mücadele bakış açısıyla örmeye başlamasıdır. (Türkiye için sürekli verilen bir örnekten gidecek olursak işçilerin çoğunluğunun AKP ve diğer burjuva partilere oy veriyor olması işçi sınıfı diye bir şey olmadığını kanıtlamaz.)

İşçi sınıfı tarihsel açıdan son devrimci sınıftır…

Tekrarda yarar var: İşçi sınıfını işçi sınıfı yapan kapitalist üretim sürecinde tamamen mülksüzleşmiş olmasıdır. Buradaki mülksüzleşmeden kastedilenin üretim araçlarının mülkiyeti ile ilişkili olduğunu bilmeyip “ama evi, arabası olan işçiler var” diyenler gaflet içindedirler.

Üretim araçlarının mülkiyetinin burjuvazinin elinde toplanması, toplumun geçimlik üretim yapan küçük köylülük ile burjuvazi dışındaki tüm kesimlerini işçi sınıfı kapsamına almayı gerektirir.

Evet, sadece fabrika işçileri değil, hizmet çalışanları, enformel sektörlerdeki diğer emekçiler, işsizler ve emeğin yeniden üretiminde yer alan diğer kalifiye elemanların da işçi sınıfının organik bir parçası sayılması gerekir. Bahsedilen yaşamak için emek gücünü satmaktan başka şansı bulunmayanlardır…

“İyi de işçi sınıfı neden devrimci” mi?

İşçi sınıfı tarihsel olarak devrimci bir sınıftır. Marksizm bunu öznel ve nesnel gerekçelere dayandırır.

İşçi sınıfının devrimci bir sınıf olmasının nedeni, nesnel olarak, tamamen üretim sürecindeki yerleri ile ilişkilidir. Mevcut kapitalist üretim ilişkileri içinde üretim araçlarından yoksun kalan işçi sınıfı, üretimdeki ve sömürünün kaynağındaki vazgeçilmez “nesnel” konumu gereği tek devrimci sınıftır. Onu burjuvazinin kârını arttırmak üzere her daim daha uzun çalışma süreleri ve (göreli) daha düşük ücretlere mahkûm eden koşulları, ancak devrimci mücadelesiyle değiştirebilecektir. Bu nesnel konumun bilincinin oluşmadığı kesitte işçi sınıfı henüz “kendinde sınıf” olarak tanımlanır.

Meselenin öznel yanı ise işçi sınıfının tarihsel çıkarlarının farkına varması ile ilgilidir. Marx bunun ancak karşıt sınıfla pratik bir mücadele içinde gelişebileceğini ifade etmiş ve yaşanan dönüşümün sonucunda “kendi için sınıf” hâline geleceğini vurgular.

İşçi sınıfının “son” devrimci sınıf olmasına gelince: ‘Komünist Parti Manifestosu’ okunursa görüleceği üzere, işçi sınıfının çıkarlarının kendisi dahil tüm sınıfları ortadan kaldırmak olduğu gerekçeleri ile ifade edilir. Mesele budur…

Evet işçi sınıfı, kapsamı mülkiyet ilişkileri ile belirlenmiş, mevcut düzene son verme potansiyelini “nesnel olarak” barındıran, gerçekleştireceği devrimin ardından üretim araçlarının özel mülkiyeti ilga edileceğinden kendisi dahil tüm sınıfları yok edeceği için “son” devrimci sınıftır. Çünkü işçi sınıfı kapitalizmin burjuvazi’nin karşı kutbudur.

İşçi sınıfını meydana getiren işçiler, üretim araçları üzerinde mülkiyet hakkına sahip değildirler. Sadece üretim araçları üzerinde kapitalist temellük hakkına sahip kimselere satmak zorunda oldukları iş gücüne sahiptirler.

İşçi sınıfı, genellikle yekpare bir bütün olarak bakılsa da, birçok farklı bileşenden oluşur: Tarım, hizmet, sanayi… Nitelikli, yarı-nitelikli ve niteliksiz… Kayıtlı, kayıtsız… Kamuda ve özel sektörde çalışanlar… Kadın ve erkek…Çocuk, genç, yetişkin… Göçmen, Kürt, Türk, vd’leri… Kır ve kent işçileri…

Sınıflı toplumsal yapılarda en altta yer alan çalışan gurubudur. Temelde işçi sınıfı denilince, küçük sanayiden dev işletmelere kadar oldukça geniş bir yelpaze içersinde yer alan mavi yakalı kol işçileri anlaşılır.

İşçiler, kapitalist sınıf karşısında biçimsel olarak “özgür” görünmelerine rağmen, gerçekte özgür değildirler. Kapitalist üretimin doğrudan üreticileri işçiler, üretim sürecinde kol/ kafa işçiliği yaparlar ve zenginliği üretirler.

İşçi sınıfı, kapitalizmde egemen sınıf tarafından ekonomik ve sosyal bakımdan sömürülür, politik bakımdan ezilir, ideolojik bakımdan da egemenlerin baskısı ve kontrolü altında tutulur.

Politik organizasyonlarıyla birlikte, işçi sınıfı, “kendinde sınıf” durumuna gelir; tarihi görevinin bilincine ulaşır. Sömürünün ve savaşın mevcut olmayacağı bir dünyayı, gerçek insani toplumu mücadelesinin amacı olarak alır.

Kapitalizmden komünizme geçişle, işçi sınıfının mahiyeti de değişir. Devletin sönümlenmesi yolunda sınıf olmaktan çıkar.

Burada bir parantez açarak anımsatalım: “İşçi sınıfı, toplumun, geçim araçlarını herhangi bir sermayeden elde edilen kârdan değil, tamamıyla ve yalnızca kendi emeğinin satışından sağlayan; sevinci ve üzüntüsü, yaşaması ve ölmesi, tüm varlığı emek talebine, dolayısıyla işlerin iyi gittiği dönemler ile kötü gittiği dönemlerin birbirlerinin yerini almasına, sınırsız rekabetten doğan dalgalanmalara dayanan sınıfıdır,” vurgusuyla ekler Friedrich Engels:

“Günümüzün kapitalist toplumunda, işgücü bütün öteki metalar gibi bir metadır, ama gene de, tamamıyla özgün bir meta. Yani, değer yaratan bir güç, bir değer kaynağı olmak ve gerçekten de, uygun bir biçimde kullanıldığında, bizzat kendisinde olandan daha fazlasını yaratan bir değer kaynağı olmak gibi özgün bir niteliği vardır. Üretimin bugünkü durumunda, insanın işgücü, bir günde, bizzat kendisinde bulunandan ve kendisinin malolduğundan daha büyük bir değer üretmekle kalmaz; her yeni bilimsel bulguyla, her yeni teknik buluşla, günlük üretiminin günlük maliyeti aşan bu fazlalığı artar ve dolayısıyla da işgününün, işçinin günlük ücretini karşılamak için çalıştığı bölümü azalır; öte yandan da, işgününün, işçinin karşılığını almaksızın emeğini kapitaliste armağan etmek zorunda olduğu bölümü artar. İşte bugünkü toplumumuzun tüm ekonomik yapısı budur: Bütün değerleri yaratan tek başına işçi sınıfıdır.” 

Tam da bu tabloda sorup, yanıtlar Karl Marx:

“Bugünkü toplum koşullarında serbest ticaret nedir? Sermayenin özgürlüğü;
Sermayenin özgür gelişmesini hâlâ sınırlayan birkaç engeli yıkarsanız, böylece onun faaliyetini tamamen zincirlerinden kurtarmış olursunuz, Beyler, soyut kavram özgürlükten etkilenmeyin. Kimin özgürlüğü? Bu, tekil bir bireyin başka bir birey karşısındaki özgürlüğü değildir. Bu, sermayenin, işçiyi ezmesi için özgürlüktür.”

Sonra da sıralar ‘Kapital’inde

“Kapitalist, emek-gücünü, daha üretim sürecine girmeden önce satın alır, ama karşılığını, ancak belirlenen zamanlarda, bu emek-gücü, kullanım- değerlerinin üretilmesinde harcandıktan sonra öder. Kapitalist, ürünün değerinin geri kalan kısmıyla birlikte, bir de bu değerin, emek-gücünün ödenmesinde harcanan paranın eşdeğeri olan, yani ürünün değerinin, değişen-sermayeyi temsil eden kısmına da sahip olur. Değerin bu kısmında emekçi, zaten kapitaliste, ücretlerinin bir eşdeğerini sağlamış durumdadır.”[6]

“Herhangi bir işçiyi, örneğin bir dokumacıyı alalım. Kapitalist ona dokuma tezgâhını ve ipliği sağlar. Dokumacı işe koyulur ve iplik beze dönüşür. Kapitalist, bezi alır ve onu örneğin 20 marka satar. O hâlde, dokumacının ücreti, bezin, 20 markın, kendi emeğinin ürününün bir bölümü müdür? Hiç de değil. Dokumacı, bez satılmadan çok önce belki de bezin dokunması bitmeden önce, ücretini almıştır. Şu hâlde kapitalist, bu ücreti, bezin satışından alacağı paradan değil, önceden biriktirilmiş paradan öder. Nasıl ki, işveren tarafından sağlanan dokuma tezgâhı ve iplik dokumacının ürünü değilse, aynı şey dokumacının kendi metaı, yani kendi işgücü karşılığında aldığı metalar için de geçerlidir.” 

 “Bu dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömüren ve tekellerine alan büyük sermaye sahiplerinin sayılarındaki sürekli azalmayla birlikte, sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü de alabildiğine artar; ama gene bununla birlikte, sayıları sürekli artan, kapitalist üretim sürecinin kendi mekanizması ile eğitilen, birleştirilen ve örgütlenen işçi sınıfının başkaldırmaları da genişler, yaygınlaşır. Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp boy atan üretim tarzının ayakbağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, en sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşamadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler.”[7]

İş bu hâldeyken mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi yolunda Marx şu notu da düşmeyi ihmal etmez:

“Bir toplumsal oluşum; içerebileceği bütün üretici güçler yeteri kadar gelişmeden önce asla yokolmaz; yeni, daha yüksek üretim ilişkileri, maddi varlık koşulları eski toplumun bağrında olgunlaşmadan önce eskilerinin yerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar; çünkü yakından bakıldığında her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da oluşmakta olduğu yerde ortaya çıkar.”[8]

Ve yine Marx devam eder:

“Proletarya, kendisini bir sınıf olarak ortaya koyacak kadar gelişmediği sürece, dolayısıyla proletaryanın burjuvaziyle olan mücadelesi siyasal bir nitelik kazanmadığı ve bizzat burjuva toplumu içinde, üretici güçler, proletaryanın kurtuluşu ve yeni bir toplumun kurulması için gereken maddi şartların varlığına işaret edecek kadar gelişmediği sürece bu teoriciler, ezilen sınıfların acısını dindirmek için hemencecik sistemler geliştiren ve ıslah edici bir bilim peşinde koşan ütopyacılar olarak kalırlar. 

Fakat tarih, akışını sürdürdükçe ve proletaryanın mücadelesi daha açık bir biçim aldıkça bunlar artık kendi kafalarında bir bilim aramak zorunda kalmazlar; sadece gözlerinin önünde olup bittiğini gözlemlemeleri ve kendilerini onu açıklamanın aracı olarak kullanmaları gerekir. Bir bilim aradıkları ve sistemler yaratmaya çalıştıkları, mücadelenin başlangıcında oldukları sürece, sefalette yalnız sefaleti görürler, fakat bunun eski toplumu yıkacak olan devrimci ve yıkıcı yanını farketmezler. Fakat bu andan itibaren, tarihsel hareket tarafından yaratılmış olan ve kendini bilinçli olarak bu hareketle birleştiren bilim, doktriner olmaktan çıkar ve devrimci hâle gelir.”[9]

Marx’ı işaret etti güzergâhta “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi”, V. İ. Lenin’in, “Eğer işçiler, somut ve güncel politik olaylar ve olgular temelinde diğer toplumsal sınıfların her birini entelektüel, moral ve politik yaşamlarının bütün tezahürleri içinde gözlemlemeyi öğrenmezlerse nüfusun bütün sınıf, katman ve gruplarının yaşam ve faaliyetlerinin bütün yönlerinin materyalist tahlil ve materyalist değerlendirmesini pratikte uygulamayı öğrenmezlerse, işçi kitlelerinin bilinci gerçek bir sınıf bilinci olmaz,” diye tanımladığı sınıf bilinçli bir yaratıcı yıkım (yani devrim) edimidir.

Burada işçi sınıfının tarihsel misyonunu tarif eden Karl Marx için; V. İ. Lenin’in, “Marx’ta ütopyacılığın zerresi yoktur; tepeden tırnağa “yeni” bir toplum türetmez o, tepeden tırnağa “yeni” bir toplum tasarlamaz. O yeni toplumun eski toplumdan başlayan doğuşunu, eski toplumdan yeni topluma geçiş biçimlerini, doğal bir tarih süreci olarak irdeler. Somut proleter yığın hareket deneyini ele alır ve ondan pratik dersler çıkarmaya çalışır”; Rosa Luxemburg’un, “Marx’ın dünya görüşü gibi onun temel yapıtı da her zaman geçerli ve nihai gerçeklerin ifadesi olan bir İncil değildir; Aksine gerçeği bulma savaşında ve araştırmalarında ileriye dönük zihinsel çalışmaları esinlendiren tükenmez bir kaynaktır,” sözlerinin de altını çizerek devam edelim…

Evet tüm zenginlikleri yaratan… Ne kadar çok değer üretirse o kadar çok değerden düşen… Zenginler için sermaye, kendisi için yoksunluk üreten işçi sınıfı aynı zamanda değiştirip dönüştüren, eskiyeni yıkıp, yeniyi kurandır…

Çünkü O; Zeus’tan ateşi çalan, Spartaküs’le zincirlerini kıran, Paris’te göğü fethe çıkarak Komün’ünü yaratan, 1917’de ayaklanandır… Dünyayı değiştirmektir, tarihin dönüştürücü gücüdür… Kapitalist karanlığı nihayete erdirerek, insanlığın geleceğini kurtaracak olandır…

Jack London’ın ‘Demir Ökçe’inde bahsettiği işçi sınıfı tarihsel olarak kapitalizmin mezar kazıcısıdır; burjuva sınıfının zorunlu düşmanıdır.

İktidarı ele geçirmesiyle birlikte kendi varlığına da son verecek olandır; gerçek güç sahibi tek varlıktır.

Ancak “kendiliğinden”liğiyle gücünün ve potansiyelinin farkında olmayan sınıftır.

Onu kendine ait kılıp, tarihin sahnesindeki merkezi rolünü oynatacak olan tek şey sınıf bilinci + sınıf örgütüdür. (Sosyalistler işçi sınıfına, işçi sınıfı sosyalistlere ulaşıp da, sosyalizm ile tanıştırıldığında devrim olur.)

İktidarı fethindeki güç vektörü konumundaki işçi sınıfı doğası gereği enternasyonalisttir.[10]

Godot değildir; gelecektir; yurdu olmayandır; bir dayanışma ve mücadele ahlâkıdır…[11]

Birileri “yok” ilan etmeye kalkışsa da, hâlen dünyayı değiştirebilme potansiyeline sahip olan yegâne güçtür.

“Üreten güç” olması yanında yıkarak yaratandır.

En ufak silkinmesinde bile egemenlerin dizlerini titreten, geleceğin kurucularıdır.

“İşçi sınıfının zincirlerinden başka kaybedebileceği bir şey yok ama kazanacağı bir dünya var,” haykırışı hâlâ geçerlidir.

İşçi sınıfının esas gücü toplumdaki ezici çoğunluğu oluşturması yanında, zenginliğin üreticisi olmasından kaynaklanır. Marksistler işçi sınıfı derken yalnızca sanayi işçilerini ya da kol işçilerini değil, geçinmek için işgücünü satmaktan başka çaresi olmayan ücretli çalışanların tamamını kastederler.

Uygarlığın yükünü omuzlarında taşıyan aklın, iradenin ve geleceğin isyanıdır işçi sınıfı; kolektiftir…

Evet, evet artık kolektif proletaryadan söz etme zamanıdır. Çünkü kendi içinde de katmanlara ayrılan, ortak yönleri, işletebilecekleri herhangi bir sermayeye sahip olmadan, sadece emekleri ve buna mukabil aldıkları ücret sayesinde geçimini sağlayabilmek olan herkestir, bütün bir emekçi insan(lık)dır artık proletarya…

Bu niteliğiyle de yeryüzünde isyan etmeyi en çok hak eden sınıftır ve onun mevcut -güncel- “durağanlığı”yla ilgili paniğe kapılmamak gerek.

Nâzım Hikmet’in, “Türkiye işçi sınıfına selâm!/ selâm yaratana!/ tohumların tohumuna, serpilip gelişene selâm!/ bütün yemişler dallarınızdadır./ beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir,/ haklı günler, büyük günler,/ gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan,/ ekmek, gül ve hürriyet günleri,” dizeleriyle betimlediği işçi sınıfı(mız) günümüz Türkiye’sinde, bırakın zincirlerini kırmayı, zincirlerini kaybetmiş uyuyan devdir.

Attila İlhan’ın da, “Yerden cevahir söken, zincirin yitirmiş dev,” diye betimlediği işçi sınıfı bugüne dek Türkiye yönetiminde hiçbir zaman söz ve karar sahibi olmadı…

Kamu işletmelerini partilerinin çiftlikleri hâline getirmedi…

Kamu bankalarının kredilerini hayali ihracatçılara, borsa simsarlarına peşkeş çekmedi…

KİT ürünlerini ucuz girdi olarak avantacı sermayeye dağıtmadı…

Vergisiz, sigortasız kayıt dışı ekonomiyi icat etmedi…

Vergi kaçırmanın, üretmeden faiz kıyakçılığıyla yaşamanın yollarını göstermedi…

İşverenlerin prim borçlarını affetmedi…

Özgürlüklere karşı çıkmadı. Sendika seçme özgürlüğünü, grev ve toplusözleşme hakkını kısıtlamadı. Düşünmeyi ve düşündüğünü açıklamayı suç ilan etmedi. Cezaevlerini düşünce mahkûmlarıyla doldurmadı…

Yani hiçbir zaman iradesiyle kapitalizmin suç ortağı olmadı; sadece yabancılaşmanın dişlileri arasında öğütüldüğü Türkiye’de (ve yerkürede) kendi çıkarlarının tersine davranan, sınıf olmanın bilincine varamamışlığın “Araf”ında artı değer sömürüsüne uğrayan ücretli modern köle konumunda var oldu…

Nâzım Hikmet’in, “onlar/ onlar ki toprakta karınca, suda balık,/ havada kuş kadar çokturlar;/ korkak, cesur, câhil,/ hakîm ve çocukturlar/ ve kahreden, yaratan ki onlardır,/ destanımızda yalnız onların maceraları vardır,” dediği Onlar; topyekûn saldırı altındadır; “Uyan artık uykundan” diye anılan sınıftır da.

Devletin gücünü aşan gerçek güç sahibi insanlar topluluğu olmasına rağmen genelinde sınıf bilinci oluşmamıştır; kendi varlıklarından ve güçlerinden haberleri olmayan sınıftır.

Ancak tüm güncel negatiflere karşın tarihinde uyanması hiç bu kadar zorunlu hâle gelmemiş olan sınıf.

1 Mayıs’larda ve Tekel Direnişi’nde “Vardım, varım, var olacağım” diyen ve coğrafyamızın üstüne serpilmiş ölü toprağını bir kıpırdayışıyla, bir silkinişiyle atabilecek yegâne sınıftır hâlâ ve daima…

 

İŞÇİ SINIFI KÜTLESİ

 

İşçi sınıfının maddi varlığı yani kütlesi konusunda Mustafa Sönmez şunları der:

Ücretiyle geçinenler, yani mavi-beyaz yakalı tarım, sanayi, inşaat, hizmet sektörü çalışanları, kamu çalışanları, memurlar Türkiye toplumunda sayıca en ağırlıklı kesimi oluşturmayı sürdürüyor ve her geçen yıl da çoğalıyorlar. Nâzım’ın, “Toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar” diye yazdığından bu yana, daha da çoğaldılar.

2012 Eylül itibarıyla 25.4 milyon olan toplam çalışanların yüzde 63’ünü, yani 16 milyonunu ücretliler oluşturuyor. Bunlara “yedek işçi” olarak adlandırılan 2.5 milyon resmi işsizi ve en az 1.5 milyonu bulan “sayılmayan işsiz”i eklerseniz, sayı 20 milyona ulaşıyor. Müthiş bir ücretli ordusu aslında…

AKP rejiminde hızlı bir “işçileşme” (proleterleşme) sürecinden söz etmek gerekir. 2003’te 10 milyon dolayında olan ücretli sayısı 2012 sonuna doğru 16 milyonu buldu. Demir, kömür ve şeker /ve kırmızı bakır, ve mensucat/ ve sevda ve zulüm ve hayat… Tarımdaki gerilemenin kentlere püskürttüğü kadın ve erkek, vasıfsız, yarı-vasıflı genç emek kitlesi, inşaat, turizm, hizmetler, giyim, tekstil, gıda gibi emek-yoğun sektörlerde ücretli emek oldular. Düşük ücreti, sigortasızlığı, güvencesizliği sineye çekerek işe koşuldular.

Ücretlilerin 3.5 milyona yakını kamuda; 2.6 milyonu memur (4/C) statüsünde 850 bine yakın da kamu işçisi var (Eylül 2012). Bunlar, “kitabına uygun” çalıştırılanlar. Geriye kalan 12.5 milyon ücretliden yaklaşık 4 milyonu kaçak, yani sigortasız çalıştırılıyor. Neredeyse her 3 özel sektör işçisinden 1’i demek bu. Büyük bir ayıp, çağ dışılık!..

Ücretlilerin ücret ve maaşlarının iç açıcı olmadığı sır değil…

İstihdam edileni ve işsizi ile toplam işgücünün dörtte üçü büyüklüğe ulaşmış olmasına karşın, bu toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çok ücretlinin hem gelir bölüşümünde, hem tüm siyasi kararlarda bu kadar etkinlikten uzak, bu kadar kendine yabancılaştırılmış olmasında tabii ki örgütsüzlüğü ana etken ve bu makus talih, 2012’de de değişmedi.

Bu 16 milyon ücretliden örgütlü olup toplu pazarlık hakkını kullananların 3 yıldaki ortalaması kaç biliyor musunuz? Sadece 422 bin!.. Yani tüm ücretlilerin yüzde 2.5’i… Peki grev hakkını kullanabilen kaç kişi? Sıkı durun; 3 yıl ortalaması 700’ü ya buluyor, ya bulmuyor…

 

İŞÇİLERİN HÂL-İ PÜR MELALİ

 

Ücretli kölelik hâlâ sürüyorken, işçilerin hâl-i pür melaline gelince…

Bilindiği üzere BM, 2 Aralık’ı köleliğin kaldırıldığı gün olarak kabul etse de milyonlarca işçi, hâlâ köle koşullarında çalıştırılıyor. Kapitalizm sadece işçileri değil, çocukları, kadınları, kimlikleri ve inançları da sömürerek kölece yaşamı dayatıyor.

Resmen kaldırıldığı belirtilse de kölelik fiili olarak sürüyor. Dünyada milyonlarca işçi, güvencesiz ve ağır çalışma koşullarında sömürülüyor. Türkiye’de ise her yıl yüzlerce işçi çalışma koşulları sonucu yaşamını yitiriyor. Taşeronluk ve güvencesiz çalışma egemen sistem durumunda.

Taşeronluk sisteminin yaygınlaştırılması, kölelik büroları denilen özel istihdam bürolarının açılması gibi uygulamaların yaygınlaştığını söyleyen DİSK-AR Müdürü Serkan Öngel, köleliğin modern bir yüzle yeni baştan hayatımıza girdiğini belirterek ekliyor:

“Dünya genelinde köleliğin kaldırılmasının yıldönümü olan bir süreçte aslında köleliğin yeni baştan başka biçimlerde hayatımıza girdiğini söylemek mümkün. Gerçekten insanların edindiği vasıfların bile bir anda yok sayıldığı bir süreçten geçiyoruz. İnsanlar giderek daha ağır koşullarda çalışmaya zorlanıyorlar.

Türkiye en yoğun sendikal hak ihlâllerinin yaşandığı 20 ülke arasında. Sendikalaşma oranları da giderek aşağı doğru düşüyor. 1986’da her 4 işçiden biri sendikalıysa, bugün bu yirmide biri sendikalı…”

Söz konusu durumun coğrafyamızdaki verilerine gelince, onlar da şöyle…

İşçileşmenin yüzde 65’lere yükseldiği Türkiye’de, 16 milyon ücretlinin büyük bölümü kuralsız, işçi güvenliğinin yok sayıldığı koşullarda çalışıyor. 4 milyona yakın çalışan kayıt dışı. Ölümlü iş kazalarında Türkiye dünya üçüncüsü, Avrupa’da lider… Resmi rakamlara göre 11 milyon işçinin 650-700 bini toplu iş sözleşmesi yapabiliyor, onun da yarısı kamuda. Yani devlet ne isterse onu veriyor.

Hükümet, esnek çalışanların oranını yüzde 3.6’dan yüzde 18.8’e yükseltmek istiyor. Esnek çalışmada işçiye, bir işten bir işe geçerken aradaki zaman için para verilmiyor. Bu sistemde işçi, işverenin istediği zaman işe gitmek zorunda ama işveren çağırmadığı zaman, kendi bulduğu bir işe gitme hakkı yok. Esnek çalışma; örgütsüzlük, taşeronlaşma, kıdem ve yıllık iznin olmaması, düşük ücrete razı olmak anlamını taşıyor.

Haftalık çalışma süreleri bakımından yer aldığı ‘Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’ (OECD) ülkeleri arasında en uzun çalışma haftasına sahip Türk işçisi, sendikalılaşma oranları bakımından ise en kötü zamanlarını yaşıyor. AKP döneminde sendikalılık oranı yüzde 46 gerileyen ülkede, sendikasızlaşma konusunda liderliğe oturmuş durumda.

Evet OECD’nin 2012 yılı raporuna göre, örgüt üyesi ülkeler arasında en çok Türk işçileri çalışıyorken; Hollandalı işçilerin haftalık çalışma süresi 30 saate, Almanlarınki 35 saate gerilerken Türk işçiler 2012 yılında haftada ortalama 48 saat çalıştı.

OECD’nin, çevre, ekonomi ve sosyal alanlara ilişkin istatistiklerin yer aldığı ‘Factbook 2013’ başlıklı çalışmasına göre, Türkiye’nin “büyük ekonomisi” çalışanların canına okuyor. Çalışanlar, yılda ortalama bin 877 saatini işte geçiriyor. Türkiye’de, dünyanın üç büyük ekonomisinden daha fazla çalışılıyor.

Kocaeli Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Aziz Çelik’in çalışmasına göre, Türkiye’de sendikalaşma oranları konusunda resmi veriler ile fiili durum arasında büyük bir uçurum yaşandığı ve resmi sendikalaşma istatistiklerinin çok uzun yıllardır ciddi hatalar içerdiği biliniyor.

Çalışma Bakanlığı’nın Ocak 1984 ile Temmuz 2009 arasında yayımladığı sendika istatistiklerine göre Türkiye’de sendikalaşma oranları yüzde 60 civarında seyrediyor. Bu oranlar OECD ortalamasının üç katından fazla. Ancak veriler gerçek dışı. 2013’te revize edilen sendikalaşma istatistiklerine göre Türkiye’de sendikalaşma oranı yüzde 8.8. Ancak OECD, Türkiye’nin resmi sendikalaşma istatistiklerine itibar etmiyor.

OECD, 2011 için sendikalaşma oranını yüzde 5.4 olarak veriyor. Sendikalaşma düzeyindeki gerilemeye paralel olarak toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçi sayısının 1980’lerin ortalarından 2010’a ciddi biçimde gerilediği görülüyor.

OECD verilerine göre 11 yılda Türkiye sendikalaşmada yüzde 46 geriledi.

OECD’nin itibar etmediği Çalışma Bakanlığı verilerine göre Ocak 1984 ile Temmuz 2009 arasında sendikalaşma oranı yüzde 60 civarında seyrediyor. Kurum, 2011 için sendikalılık oranını yüzde 5.4 olarak veriyor. Türkiye bu konuda son 50 yılın en dip noktasında yer alıyor.

1987 yılında 1 milyon 400 bin civarında olan toplusözleşme kapsamındaki işçi sayısı, 2010’larda 700 bin civarına geriledi. Diğer bir ifadeyle toplusözleşme kapsamı yarı yarıya azaldı.

Türk-İş 1952 yılında kurulduğunda Türkiye’nin 21 milyonluk toplam nüfusu içinde kent nüfusunun oranı yüzde 15 (3 milyon 200 bin) idi; kamuda çalışan memurlar dışında işçi sınıfın toplam sayısı 500 bine ulaşmıyordu. Çalışanların ezici bir çoğunluğu, yüzde 80’den fazlası, kırdaydı. İşçiler bilhassa sanayi işçileri toplumun bir azınlığı durumundaydı…

2012’de tabloya baktığımızda ne görüyoruz? Yüzde 70 (51 milyon) gibi büyük çoğunluğu kentlerde yaşayan ve toplam ücretli çalışan sayısı (uzun süreli işsizlerle birlikte) 17.5 milyona ulaşan bir toplum. 1990’lı yılların sonundan itibaren ücretli çalışan sayısı ülkedeki sosyal sınıflar içinde en yüksek sayıya ulaşmıştı. 2010’lu yıllardan itibaren ise ücretli çalışan sayısı ülke nüfusu içinde sayı bakımından en büyük sınıf hâline geldi. Geldi ama bu sosyal sınıfı ne siyaseten ne sendika ne diğer örgütlenmeler (kooperatif, dernek) kapsayan bir örgütlenme oluşturulamadı. Tam tersine Türk-İş gibi sendikal örgütlenmeler çok ciddi erozyona uğradı. Sayısı artarken, siyasi, sosyal gücü ve etkisi bakımından en alt seviyeye indi.

Bu sosyal yapıya daha yakından baktığımızda Türkiye’nin “övünülen” hızlı büyümesi, bir başka deyimle muazzam sermaye birikim sürecinde çok hızlı bir işçileşme olduğunu gözlüyoruz.

10 yılda her yıl yaklaşık 525 bin kişi işçileşerek çalışma hayatına katıldı. 2002’deki 9,5 milyon, 2012’de 15 milyon 400 bine çıktı. Uzun vadeli işsizler de dahil edildiğinde bu sayı 17.5 milyona ulaşıyor. Bu, işçi sınıfının müthiş bir hızla gençleşmiş olduğuna da işaret ediyor. Sendikaları ve statüleri farklı olan yaklaşık 2 milyon ‘memur’ dışarıda tutulduğunda işçi sendikaları statüsüne tabi olabilecek ücretli çalışan kitlesi 13.5 milyondur. Buna karşılık 10 yılda, her yıl yaklaşık 45 bin işçi sendikasız hâle geldi. 2002’de 960 bin olan sendikalı işçi sayısı 2012 yılı başında 520 bine kadar geriledi.

“İşçileşme hızlanıyor, işçi sınıfının yaş ortalaması düşüp gençleşiyor ama örgütlenme, kolektif davranma, siyasete katılma eğilimleri bir dizi nesnel ve öznel nedenden dolayı yeterince güçlü değil; hatta geriliyor. Nesnel nedenlerin başında hiç kuşkusuz gerçek işsizliğin 5 milyon kişiye yaklaşan devasa sayısı ile işyerinde çalışanlar arasındaki kesin, sert, statü farkları. Kadrolu, taşeron, geçici, yevmiye, göçmen işçi gibi statüler işçilerin aynı işletmede ve aynı işkolunda ortaklaşmasının çok büyük rolü var. Bu statü farklarına Türk-Kürt, yerli-göçmen vasıflı-vasıfsız vb. ayrımları ile muazzam ölçüdeki bilinç düzeyi farklarını eklediğimizde tablo tamamlanır.”[12]

Bunlarla birlikte Türkiye’de çalışma çağındaki nüfus her yıl 800-850 bin kişi artmasına karşın, bu kişilerin ancak yüzde 50’sine tekabül eden 400-450 bini işgücü piyasasına girebiliyor.

AKP tarafından yandaş sendikalar yaratılıyor. Yandaş sendikacılığın en çarpıcı örneği ise Memur-Sen’de yaşandı. Memur-Sen’in üye sayısı 10 yılda 42 binden, 600 bine ulaştı.

AKP döneminde gerçekleştirilen grev sayısı daha önceki yıllara göre azaldı. Yıl içinde toplam 582 işçiyi kapsayan 7 işyerinde grev gerçekleşti. Bunun nedeni iş barışının sağlanması değil, sendikaların etkisizliği ve çıkılan grevlerin çoğunun milli güvenlik gerekçesi ile engellenmiş olması.

Sendikal örgütlülük düzeyi darbe dönemlerinin bile gerisine düştü. Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Kanunu ile grevsiz, yaptırımı olmayan toplusözleşme düzeni getirildi.

10 yıllık AKP iktidarında yaklaşık 11 bin işçi iş kazalarında/ cinayetlerinde hayatını kaybetti. Yani her yıl yaklaşık 1100 işçi. Her gün ortalama dört işçi iş kazaları nedeniyle yaşamını yitiriyor, altı işçi de iş göremez hâle geliyor.

2011 yılında ekonomik olarak yüzde 8.5 büyüyen Türkiye’de iş kazaları da çığ gibi büyüyor. SGK’nin yayımladığı 2011 yılına ait istatistiklere göre, 2011 yılında 69 bin 227 iş kazası yaşandı, 697 meslek hastalığı tespit edildi. İş kazalarının bin 700’ü, meslek hastalıklarının ise 10’u ölümle sonuçlandı. 2010 yılı sonuçlarıyla karşılaştırıldığında, 2011 yılında meydana gelen iş kazalarında yüzde 10, meslek hastalığı sayısında ise yüzde 31 artış yaşandı.

İş kazası sonucu malul kalanların sayısı 2003’te 1452 iken bu sayı 2011’de 2 bin 86’ya yükseldi. Hayatını kaybedenler ikiye katlanarak 1563 oldu.

İşsizlik ödeneği vermekle görevli olan İşsizlik Sigortası Fonu, amacından saptırılarak gelir kaynağı hâline dönüştürüldü. Şu ana kadar fonun 11 milyar 223 milyon 207 bin TL’lik geliri Hazine’ye aktarıldı.

Bunların yanında ‘İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin şu verileri 2013 yılında emekçilerin durumunu açık biçimde özetlemektedir: 2013 yılında 103’ü kadın, 59’u çocuk, 22’si ise yabancı göçmen işçi olmak üzere en az 1233 emekçi iş cinayetleri sonucunda yaşamını yitirmiştir.

2013 yılında emekçilerin koşulları konusunda fikir verecek bir başka veri asgari ücrettir. Asgari ücret 2013 yılının ilk altı ayında 773 TL, ikinci altı ayında 803 TL’dir. Oysa Türk-İş verilerine göre; 2013 yılında açlık sınırı ortalama bin 81 TL, yoksulluk sınırı ise 3 bin 523 TL olmuştur.

Çalışma süreleri bakımından Türkiye OECD ülkeleri içinde en uzun çalışılan ülkelerin başında gelmektedir. Yasal 45 saatlik haftalık çalışma süresine rağmen resmi kurumların rakamlarında dahi çalışma süresinin 52 saate kadar çıktığı kabul edilmektedir. Kaldı ki birçok iş kolunda haftalık çalışma süresinin 60 saate kadar çıktığı bilinmektedir.

Verilerden de anlaşılacağı gibi 2013 yılında Türkiye’de emekçiler karınlarını bile doyuramayacakları bir ücret için çok uzun saatlerde iş cinayetlerinin kurbanı olma riskiyle çalışmaktadır. Başka bir ifadeyle hiçbir sosyal ihtiyaca zaman ayırmadan ölümüne çalışmak bile emekçilerin karınlarını doyurmamaktadır. Öte yandan Türkiye, 4+4+4 eğitim sisteminin de katkısıyla çocuk işçi cenneti hâline gelmiştir. Bu eğitim sisteminde Organize Sanayi Bölgelerinde sahibi işverenlerin olduğu meslek liselerinde çocuklar, asgari ücretin üçte biri kadar ücretle 12-13 yaşlarından itibaren işçi olarak çalıştırılmaktadır. İşverenin insafına kalmış bir düzen içinde sözde eğitim alan bu çocukların da içinde yer aldığı en az 5 çocuk her ay iş cinayetlerinin kurbanı olmaktadır.

Kadın işçilerin durumu da çocuklardan farklı değildir. Büyük çoğunluğu kayıt dışındaki güvencesiz işlerde, esnek çalışma koşullarında, düşük ücretlerle istihdam edilen kadınların bu çalışma düzeni kadın istihdam paketi ile meşrulaştırılmak istenmektedir. Mevsimlik tarım işçiliğinde, ev içi işlerde, bakım hizmetlerinde çalışan kadınların pek çoğu emek süreci içinde bile kabul edilmemektedir. Belirlenebildiği kadarıyla 2013 yılında her ay yaklaşık 10 kadın iş cinayetlerinde yaşamını yitirmiştir.

İşsizlik TÜİK’in rakamlarına göre yüzde 10 dolayındadır. Kentlerdeki gençlerin ise 22.1’i işsizdir. Resmi verilere göre bile işsizlik oranı kabul edilebilir seviyenin çok üzerindedir. Ancak bu veriler gerek hesaplanma sistemi gerekse kapsayıcılığı açısından gerçekçi olmadığı bilinmektedir. Kaldı ki açlık sınırının altında çok uzun saatlerde ölümüne çalışmanın istihdam olarak tanımlanması son derece aldatıcıdır. Zira insani koşullarda çalışma ve yaşam koşulları sağlamayan bir işin istihdam olarak kabul edilmemesi gerekir.

Net asgari ücret, açlık sınırı olarak tanımlanan tutarın yüzde 81.6’sını ve yoksulluk sınırı olarak tanımlanan tutarın da ancak yüzde 24’ünü karşılayabiliyorken; 2002-2013 döneminde AKP’nin uyguladığı politikalarla tarım da çöktü. Üretici alın terinin karşılığını alamadı. Tarımın istihdama olan katkısı yüzde 75’lerden yüzde 25’lere, GSMH’ye olan katkısı yüzde 50’lerden yüzde 8’lere geriledi. 2002-2011 döneminde toplam işlenen tarım alanı 3.5 milyon hektar, toplam tarım alanı ise 2.9 milyon hektar azaldı.

Veriler yanında Esra Açıkgöz’ün, “İşyerlerinde insan hakkı ihlâline girecek yasaklar uyguluyorlar. Ne gibi mi? Hastayken rapor almak, hapşırmak, uzun süre gülmek, paydosa yakın zamanda tuvalete gitmek,”[13]  kaydını düştüğü işçilerin hâl-i pür melalini örneklerle somutlarsak…

i) İşyerlerinde maruz kalınan psikolojik taciz ve şiddet anlamına gelen mobbing, eğitim ve sağlık sektöründe yoğun yaşanıyor. Kamu kurum ve kuruluşları ile özel sektörde giderek yaygınlaşan mobbinge maruz kaldıklarını belirten çalışanlar bir ankete göre yüzde 81, hiç maruz kalmadıklarını belirtenler ise yüzde 2…[14]

ii) Uluslararası sermayeye peşkeş çekilen Türkiyeli işçiler meslek hastalıkları ve iş kazaların tehdidi altında çalıştırılıyor. Toyota’da çalışan bir işçi parmaklarında his kaybı yaşadığı için firma aleyhine açtığı davadan 150 bin liralık tazminat kazandı. Dava sonucunu örnek alan yaklaşık 15 işçi daha şirket aleyhine dava açtı. Bu gelişme üzerine, Japonya’dan şirket merkezinden bir heyet gelerek, duruma el koydu. Heyet, Ankara’da da Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bürokratları ile görüşerek, yatırımları dolaylı olarak durdurma tehdidinde bulunduğu öğrenildi…[15]

iii) Sakarya’daki Toyota Fabrikası’ndaki boya prosesinde 6 yıldır çalışmakta olan işçi Yücel Semih Akdolun fabrika deposunda intihar etti. Cesedin bulunmasından sonra adli makamlara haber veren işveren, sağlık ekipleri ve Cumhuriyet savcısının olay yerine gelmesi ve tutanakların tutulması için geçen süre zarfında üretime devam etti. İntihar eden işçinin çalışma arkadaşları bu durumu protesto etti…[16]

iv) Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları (TCDD), yeni alacağı makinist, tren teşkil işçisi ve cihaz operatörlerine 7 yıl çalışma zorunluluğu getirdi. 7 yıl dolmadan kendi isteğiyle görevden ayrılanlar ise tazminat ödeyecek! Başvuru formunda adaylara “üyesi oldukları dernek ve kuruluşları” da soran TCDD, işe alımlarda hukuka aykırı dayatmalarda bulunuyor…[17]

v) Edirne’nin Keşan ilçesinde göçük altında kalan inşaat işçisi 41 yaşındaki Cengiz Demirel, kendisini kurtarmak için gelen kepçenin kazayla başını koparması sonucu feci biçimde can verdi…[18]

vi) Çalışma Bakanlığı’nın raporunda, 8 madencinin öldüğü kaza için şirkete 25 bin lira ceza önerildi… İş Teftiş Kurulu Başkanlığı’nın, Zonguldak Kozlu’da 7 Ocak 2013’de 8 madencinin yaşamını yitirdiği kazayla ilgili olarak kusurlu bulduğu şirkete yalnızca “25 bin lira para cezası” istemesi aileleri ve sendikayı isyan ettirdi. Kazada ölen Satılmış Arslan’ın eşi Çiğdem Arslan, “Eğer vicdanları rahatsa ben hiçbir şey söylemiyorum” dedi ve şirketin kazadan sonra kapılarını bile çalmadığını söyledi…[19]

vii) Karabük’te ağır metal tozlarını ayrıştıran fabrikada toz maskesiyle çalıştırılan 42 kişi kurşundan zehirlendiklerini kendi çabalarıyla öğrendi. “Marzinc” isimli ağır metal baca tozlarının ayrıştırılarak geri dönüşümünün yapıldığı fabrikada çalışan 42 işçi kurşundan zehirlendi. İşçiler kendilerine hiçbir eğitim verilmediğini, normal toz maskeleri ile ağır metal tozlarının bulunduğu ortamlara sokulduklarını anlattı…[20]

viii) Hatay’ın İskenderun ilçesinde, çırak olarak çalışan M.Ç (16), işyeri sahibi tarafından dağlık bir arazide dövüldü ve arabanın arkasına bağlanarak sürüklendi. M.Ç, su tesisatı tamiri için gittiği evden altın kolye çalmakla suçlandığını anlatarak “Bana yaptıkları hâlâ gözlerimin önünden gitmiyor,” dedi…[21]

ix) Aliağa’daki gemi sökümünde sekiz ayda altı işçi öldü. Tehlikeli koşullarda çalışan işçiler, işverenin umurunda değil. Sendikalaşmak isteyen işçilere de söküm tesislerinde hayat yok…[22]

 

EKONOMİK DURUM: İŞSİZLİK

 

2013 Nisan ayında açlık sınırı 1.021 TL, asgari ücretin ise 831 TL olduğu coğrafyamızda 1 yılda 269 bin 357 kişi iş arama-bulma gerekçesiyle başka bir ile göç etti.

TÜİK’in nüfus ve konut araştırmasına göre, bir yıl önce ikamet ettiği ilden farklı bir ile göç edenlerin sayısı 2 milyon 207 bin 844 kişi. Bu kişilerin yüzde 12.2’si iş arama-bulma umuduyla göç etti.

İşsizliğin en yoğun olduğu bölge Güneydoğu Anadolu’yken; Şırnak’ta işsizlik oranı yüzde 15.3. İstihdam oranının en düşük olduğu iller sıralamasında ikinci sırada yüzde 34.9 ile Diyarbakır geliyor.

Prof. Dr. Erinç Yeldan ve Prof. Dr. Korkut Boratav’a göre Türkiye’de gerçek işsizlik oranı yüzde 15’leri buluyorken; ‘Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) yayımladığı ‘2014 Küresel İstihdam Eğilimleri Raporu’na göre çalışma hayatı açısından çok zorlu geçecek. “Çalışan yoksullar”ın sayısı artacak. Türkiye’de işsizlik yüzde 10’un üzerine tırmanacak.

Bunlarla birlikte Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) bünyesindeki işveren sendikalarına üye 374 işletmede çalışan yaklaşık 160 bin işçinin yarıdan fazlasının 1-2 çocuğu bulunmaktayken; işçilerden 3 ve daha fazla sayıda çocuğu olanların oranı ise yüzde 11’de kalıyor. Geçim derdiyle boğuşan yurttaşın tercihi 2 ya da daha az çocuk…

“Nedeni” malum!

‘Türkiye Taşkömürü Kurumu’nda (TTK) çalışan 1051 işçinin 4 bin 613 icra dosyası bulunup, ‘Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın verilerine göre de, TTK’de çalışan ortalama her 9 işçiden 1’inin maaşına haciz gelmiş durumda. İcralık olan her bir işçinin ise maaşında ortalama 4 farklı haciz var…[23]

Özetin özeti: İşçi sınıfı işsiz ve yoksul…

 

“İŞ KAZASI” DENİLEN CİNAYETLER!

 

SSK kayıtlarında 80 binden fazla işçinin yanında, “iş kazasında öldü” yazıyor bu ülkede…  ILO kayıtlarında dünyada her yıl ölen işçi sayısı 210 bin civarındayken; Kumru Çılgın’ın deyişiyle düzeltelim: “İş kazası değil, iş cinayeti”!

1.4 milyon işletmeyi ve 11 milyon çalışanı ilgilendiren İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu hakkında rapor açıklayan ‘İstanbul Serbest Muhasebeci ve Mali Müşavirler Odası’na (İSMMMO) göre, Türkiye’de yılda 69 bin iş kazasının yaşanırken; AB istatistiklerine göre, Türkiye’de iş kazası sonucu ölen işçilerin oranı AB ortalamasının 7 katı. Ülkemizde günde 172 iş kazası meydana geliyor. Bir kez daha vurgulayalım: Türkiye, iş kazalarında Avrupa 1’incisi, dünya 3’üncüsü..

Yine ülkemizde 15 yılda 17 bin 518 işçi, iş kazası sonucu öldü. Sadece 2011 yılında 1.563 işçi, iş kazasında hayatını kaybetti, bu ölümlerin 28’i de çocuk işçi olarak kayda geçti. Artık daha başka ne diyelim???

Evet Türkiye, iş güvenliği alanında, Avrupa’nın en kötüsü ve ‘Dünya İş Güvenliği Endeksi’nde ise 80’li sıralarda gezen bir ülke durumunda… Ayrıca ILO verilerine göre de iş kazalarında, Türkiey’yi sadece Hindistan ve Rusya geçiyor.

Kolay mı?

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in açıkladığı verilere göre 2002’de 72 bin 344, 2011’de 69 bin 227 olmak üzere toplam 735 bin 803 iş kazası meydana geldi. Bu dönemdeki iş kazalarında 11 bin 474 kişi hayatını kaybetti, 16 bin 693 kişi sürekli iş göremez hâle geldi ve 2 bin 360 kişi iş göremeyecek hâlde sürekli meslek hastalığına yakalandı.

Ayrıca 2012’de iş cinayetlerine kurban gidenlerin sayısı 1.100’dür! Yani AKP iktidarının 10 yılında toplam 11.000 işçiyi kaybettik! On bir bin cinayet! Bunlar kayıtlara geçenler. Yani neresinden baksanız, 30 yıl boyunca ülkede 20 bini aşkın işçi, iş cinayetlerine kurban gitti…

İşçi ölümlerinin yüzde 16’sı madencilik, yüzde 15’i inşaat ve yüzde 10’u metal sektöründe meydana geldi. 2012 yılında 878 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetmişti.

Mesela 2000-2012 dönemini kapsayan verilere göre, ‘Türkiye Taş Kömürü Kurumu’ (TTK) ocaklarında 86 madenci ölürken, özel ve kaçak ocaklarda 195 işçi ölmüş. Ancak bu veriler tek başına anlamlı değil. Çünkü özel ve kamu ocaklarındaki üretim ve işçi sayıları farklı. Asıl korkunç gerçek burada ortaya çıkıyor. 100 bin ton kömür üretimine isabet eden iş cinayeti oranı TTK’da 0.24 iken özel ve kaçak ocaklarda 2.83. Bir diğer ifadeyle 2000-2012 arasında özel ve kaçak ocaklarda TTK’nın 12 katı iş cinayeti yaşanmıştır.

İşçiler, neo-liberal politikalara kurban edilmeye devam ediyorken; iş cinayetlerinin en büyük sebebinin özelleştirme ve taşeronlaştırma uygulamaları olduğunu görüyoruz.

2012 yılında en az 867 işçinin iş kazalarında hayatını kaybettiğini belirtmiştim. Bunların 15’i 14 yaş ve altı, 19’u 15-17 yaş arası çocuklar. Üstelik bu ‘iyi’ bir sene, yılda 1500 işçinin öldüğü yıllar var. En fazla canı, en sevilen sektörümüz alıyor, yüzde 30’a yakın bir rakamla inşaat. İkinci sırada yüzde 10’la madencilik ve taş ocakları, üçüncü sırada yüzde 8’e yakın bir rakamla su-elektrik-gaz işleri var.

2008 yılından 2011 yılına iş kazalarından ölüm neredeyse 2 katına çıktı. 2008 yılında iş kazaları sonucu, 865 işçi, 2009 yılında bin 171 işçi, 2010 yılında ise bin 434 işçi hayatını kaybetti.

Özetle Türkiye’de neredeyse her gün insanlar çalışırken öl(dürül)üyor. Göz göre göre gelen bu ölümler bir “cinayet”. Katilleri de belli. Bakanlığın yetersiz denetimi, patronların işçi güvenliğine dair kesintileri kâr olarak görmesi bu kazaları arttırıyor. Bedelini yılda 1500 insan hayatıyla ödüyor…

İşte çarpıcı birkaç örnek!

i) Eti Bakır Samsun İşletmesi’nde yaklaşık 300 tonluk amonyak tankının kapağının montaj sırasında işçilerin üzerine düşmesi sonucu 5 kişi öldü, 14 kişi de yaralandı…[24]

ii) İskenderun ilçesinde bir lise inşaatında meydana gelen göçük nedeniyle 3’ü ağır 8 işçi yaralandı. Sarıseki beldesinde Çelik İhracatçıları Birliği’nce yaptırılan endüstri meslek lisesi inşaatında kalıplara beton dökümü sırasında göçük meydana geldi.  Belirlemelere göre enkazda kalan 8 işçi yaralandı. İşçilerden 3’ünün sağlık durumunun ağır olduğu bildirildi…[25]

iii) Amasya’nın Gümüşhacıköy ilçesindeki TOKİ konutlarının inşaatında 1 işçinin yaralandığı 150 işçinin ölümden döndüğü yangınla ilgili olarak medyaya yaptığı açıklamalarda işyerinde hiçbir güvenlik önlemi bulunmadığını, sık sık iş kazaları yaşandığını anlatan işçi Kemal Erkonak işten çıkarıldı…[26]

iv) İstanbul Davutpaşa’da, 2008 yılında havaifişek atölyesinde meydana gelen, 21 kişinin ölümü ve 115 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan patlamanın altıncı yıldönümü geride kalırken; davaya ulaşan ikinci bilirkişi raporu ilkiyle çelişti. 2008’deki ilk raporda onda üç kusurlu bulunan ve ancak üst mahkemeye itiraz üzerine hakkında dava açılabilen Zeytinburnu Belediye Başkanı Murat Aydın, davaya iki hafta önce ulaşan yeni bilirkişi raporunda ‘kusursuz’ bulundu…[27]

v) BEDAŞ’ta, taşeron işçi olarak çalışan ve 11 Eylül 2010’da hayatını kaybeden Erkan Keleş, eğitimsiz, eldivensiz ve kontrol kalemsiz olduğu hâlde onarım için yüksek gerilim hattına çıktığında sorumlu teknisyen yanlış trafoyu kapattığı için elektrik kesilmediğinden hayatını kaybetmişti. Keleş’in ölümünden sonra hazırlanan bilirkişi raporunda ve ek raporda; bütün BEDAŞ personeli ve taşeron şirket yetkilileri suçlu ve kusurlu bulunmuştu. Dava açılacağı sırada ise savcı değişti. Yeni savcı, dosyayı bir kez daha bilirkişiye gönderdi. İki yılı aşkın açılmayan davada şimdi de yeni bilirkişi “Vasıfsız işçi olup eğitim almadığı hâlde arızaya müdahale etmek için tereddütsüz direğe çıktı,” diyerek işçi Keleş’i suçlu buldu…[28]

vi) Esenyurt’ta 11 işçinin şantiye çadırında yanarak ölmesiyle ilgili dava başladı… İş güvenliği koordinatörü Cem Yıllar, şantiyedeki eksiklikleri patronlara ilettiklerini ancak kimsenin ilgilenmediğini savundu. Yıllar, “Bakanlıktan müfettişler geldi, inşaat alanına baktılar ama çadır alanına hiç gitmediler,” dedi…[29]

vii) Kozlu’da 2013 yılında sekiz işçinin ölümüyle sonuçlanan metan gazı patlamasıyla ilgili hazırlanan ikinci bilirkişi raporu, facianın göz göre göre geldiğini ortaya koydu. Raporda Türkiye Taş Kurumu (TTK), uzmanlığı bulunmayan şirkete birinci derecede gazlı maden ocağını teslim ettiği, şirketin, iki yıldır uyarılara rağmen gaz sondajı kurallarına uymadan işçileri çalıştırdığı vurgulanırken; faciadan üç ay önce yapılan “Üç kez sondaj yapılmadan çalışılmamalı” uyarısının bile dikkate alınmadığı dile getirildi. Ayrıca olayda ‘Star’ adlı taşeron şirketin yöneticilerinin aslî, TTK’nın da tali kusurlu olduğu ifade edildi…[30]

 

“İSTİHDAM” MI DEDİNİZ?

 

Metin Ercan, “Türkiye’de, 23.3 milyon istihdamın, sadece 1.2 milyon kişisi başkalarını çalıştıran konumundaki ‘işveren’, 14.7 milyon kişi ücretli çalışandır!” notunu düştüğü hâl; Arif Yılmaz’ın işaret ettiği gibi, “İstihdam değil, işçi sınıfının köleleştirilmesi”dir![31]

Mesela Rosa Luxemburg’un, “Mülk sahibi burjuva kadın için evi dünyasıdır. İşçi kadının evi, tüm dünyadır; acıları ve mutlulukları, soğuk barbarlığı ve dehşet verici büyüklüğüyle dünya,” notunu düştüğü kadınlar…

‘Küresel Cinsiyet Eşitsizliği Endeksi’nde 136 ülke arasında 120’nci, kadınların ekonomiye katılımı ve fırsat eşitliği sıralamasında ise 127’nci sıradaki Türkiye’de her 100 kadından 53’ü güvencesiz çalışıyor.

‘Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Enstitüsü’nün (DİSK-AR), ‘Kadın İstihdamı ve Güvencesizlik Raporu’na göre, yeni işsizlerin yüzde 90’ı kadın… Eğitimli kadın hem işsiz hem umutsuz… Kadın çalışanların yarısından fazlası kayıtdışı… Kadınlar için iş imkânları azaldı…

Kadın işsizliği, dünyada yüzde 6.4 ve gelişmiş ekonomilerle AB ülkelerinde yüzde 8.3 iken bu rakam Türkiye’de yüzde 11.6. Bu oran, tarım dışı işsizlikte yüzde 17.3’e çıkıyorken; küresel ekonomik kriz ve uygulanan kemer sıkma politikalarıyla işsizlikte cinsiyet uçurumu giderek artıyor. Kadınla erkek arasında işsizlikteki cinsiyet uçurumu 2012’de 0.7 puan arttı. Türkiye’de ise yeni işsizlerin yarısından fazlasını yükseköğretim muzunu kadınlar oluşturuyor.

DİSK-AR raporuna göre çalışma çağındaki her üç kadından yaklaşık biri çalışıyor; lise ve üzeri eğitime sahip kesim arasında kadınların işsizlik oranı erkek işsizliğine göre yüzde 50 daha fazla. Kayıtlı istihdam edilen 25.3 milyon nüfusun sadece 7.4 milyonu kadın.

Yine ‘Kadın İstihdamı ve Güvencesizlik’ raporuna göre, kadınların işgücüne katılım oranı Ekim 2013’te yüzde 30.7 iken 2012 yılın aynı dönemde yüzde 0.1 puan azaldı… İstihdam edilen kadınların oranı, yüzde 27.2’den yüzde 26.7’ye geriledi… Kadın işsizliği yüzde 12.7, kentlerde yüzde 17.4, tarım dışı kesimlerde yüzde 18.5… İşgücüne katılan kadın sayısı 88 bin kişi artarken, işsiz kadın sayısı 107 bin kişi arttı… Yüksekokul mezunu kadınlarda işsizlik Ekim 2013 dönemi için yüzde 17… Umudu olmadığı için iş arama kanallarını kullanmayan kadınların sayısı 65 bin kişi arttı…

Bunların yanında kadınların işgücüne katılım oranı 1998 yılında 34’lerde iken, 2008 yılında bu oran yüzde 25 seviyelerine indi; Türkiye’de çalışan 6 milyon 973 bin kadının üçte biri, yani 2 milyon 391 bini tarımda çeşitli işlerde çalışıyor. İkinci en büyük kesimi hiçbir nitelik istemeyen işlerde istihdam edilirken yüzde 11’i hizmet ve satış, ikinci bir yüzde 11’i de büro ve müşteri hizmetlerinde çalışıyor.

Türkiye’de çalışma yaşındaki her 100 kişiden yalnızca 45’i iş bulup, bu oran kadınlarda yüzde 26’ya düşüyorken; Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Recep Akdur, kadın işçilerin erkeklere göre daha ağır sağlık ve güvenlik riski altında olduğunu ve Marmara Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri bölümü öğretim görevlisi Yrd. Doç. Dr. Berna Güler Müftüoğlu da 2012 yılında toplam 868 işçinin yaşamını yitirdiğini, bu işçilerden en az 61’inin kadın olduğunu kaydederek, 1988 yılından günümüze kadar kadın istihdamında düşüş olduğuna dikkat çekiyor.

Mesela çocuklar…

Türkiye’de 12-15 yaşlarında 16 milyon çocuktan 960 bini çalışırken; kayıtsız istihdama göre bu rakamın 5 milyon dolayında.

DİSK-AR’ın araştırmasına göre Türkiye’de 893 bin çocuk ekonomik işlerde çalışıyor. Ev işlerinde faaliyette bulunanların sayısı ise 7.5 milyon. Aynı zamanda Türkiye’de toplamda çalışan çocukların, tüm çocuklara oranı ise 1999’dan bu yana yüzde 41’den yüzde 56’ya çıkmış durumda.

Türkiye’de 1994-1999 arasında istihdamdan çekilen çocuk işçi sayısının yıllık ortalamada 128 bin iken, 1999-2006 arasında yıllık ortalamada 74 bin olarak gerçekleşti. İstihdam içinde değerlendirilmeyen ev işlerinde çalışan çocukların sayısı 1999’da 4 milyon 447 bin iken, 2006 yılında bu sayı 7 milyona ulaştı.

Çocuk istihdamında sanayinin payı 1994’te yüzde 16 iken bu oran 2006’da yüzde 28’e yükseldi. 6-14 yaş grubu için bu oran yüzde 16. Ticaretin payı ise yüzde 8’den yüzde 22’ye çıktı.

Ayrıca ‘Gündem Çocuk Derneği’nin, ‘Çocuğun Yaşam Hakkı 2012 Raporu’na göre, 2012 yılında Türkiye’de 609 çocuk hayatını kaybetti; ölenler arasında 38 çocuk işçi de var.

Mesela mevsimlik gezici işçiler…

Türkiye’de mevsimlik gezici tarım işçileri oldukça zor koşullarda yaşıyor. Ailelerin çocukları için ise durum çok daha kötü. Tarlalarda günde ortalama 10 saat çalışan, yüzde 97’si okula gidemeyen çocuklar bir yandan da hastalıklarla boğuşuyor.

Başta Diyarbakır olmak üzere Güneydoğu Anadolu bölgesinde tarımda çalışacak mevsimlik geçici işçiler 2012 yılında günlük ücret olarak 25 TL aldı. Bir diğer ifadeyle bu işte çalışan bir işçiye aylık 750 TL verildi. 45 dereceye varan kavurucu sıcaklarda, 12 saati aşkın süreyle çok ağır şartlarda çalışacak olan mevsimlik işçilerin alacağı bu düşük ücret insanlık dışı bir rakam olarak nitelendiriliyor. Verilen günlüğün bir sigara ve yemek parasına denk gelmesinin yanı sıra işçilerin sigortasız çalıştırmaları da tarım işçileriyle ilgili bir diğer önemli sorun olarak karşımıza çıkıyor!

Tarım sektöründe AKP iktidarı döneminde belirginliği artan neo-liberal politikalar ve Güneydoğu’da on yıllardır süren çatışmalar sonucu ortaya çıkan mevsimlik işçi dramı, “örtülü bir katliam gibi” Türkiye üzerinde dolaşıyor.

Yaşanan dramı anlatan Harran Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zeynep Şimşek, Türkiye’de dört kişiden birinin mevsimlik tarım işçisi olduğunu belirtti.

Prof. Şimşek’in araştırmalarına göre, Türkiye ortalamasıyla kıyaslandığında, mevsimlik işçiler arasında anne ölümleri 9 kat, bebek ölümleri de 5 kat fazla. Tarım işçilerinin neredeyse tamamı sağlıklı içme suyundan yoksun, derme çatma barakalar ve çadırlarda barınarak çalışıyor. 10 kadından 8’i 18 yaşın altında evleniyor. Tuvaletler olmadığı için insan atıkları mevsimlik işçiler üzerinde büyük tehdit oluşturuyor.

Mesela göçmen işçiler…

Çalışma Bakanlığı, 2011’de 16 bin 890 yabancıya çalışma izni verdi. Türkiye’de çalışmak için izin alanların çoğunluğu erkekler. Çinliler, Ruslar ve Ukraynalılar en çok izin alanlar arasında.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın çalışma hayatı istatistiklerine göre, yabancılara verilen çalışma izni sayısı 2003’te 855, 2004’te 7302, 2005’te 9438, 2006’da 10 bin 603, 2007’de 8930, 2008’de 10 bin 705, 2009’da 14 bin 23, 2010’da 14 bin 201 ve geçen yıl ise 16 bin 890 oldu. Çalışma izni verilen kadınların oranı 2003 yılında yüzde 30 iken bu oran yıllar içinde tırmanarak2011’de yüzde 42’ye yükseldi. Türkiye’de 2011 yılında çalışma izni alan yabancıların yüzde 58’inin erkek olduğu ifade edildi.

Çalışma Bakanlığı verilerine göre 2013 yılında “çalışma izinleri”nde ev işlerinde istihdam edilen Gürcüler birinci sırada. Kayıtlı, izin almış ve sigortaları yapılmış yabancılar listesinde ikinci sırada madenlerde çalışmaya gelen Çinliler var.

İstanbul’daki işçi pazarlarını Suriyeli, Gürcü, Bangladeşli, Afgan göçmenler doldurdu. Merdiven altı üretim yapan işyerleri adeta Birleşmiş Milletleri andırırken, Bağcılar ve Fatih gibi bölgelerde bekleyen göçmen işçiler, merdiven altı üretim yapan işyerlerinde günlük günlüğü 12 saatte 30-40 TL ücretlerle çalışıyor.

İSMMMO’nun ‘Yabancı Kaçak İşçiler ve Türkiye’ye Göç Hareketi’ raporuna göre, Türkiye’de bir yılda kaçak olarak çalışan yabancı işçi sayısı yaklaşık 200 bini buluyor.

Göçmen işçiler düşük ücretlerin yanı sıra herhangi bir sosyal ve sağlık güvencesine de sahip değiller. İşçiler ev hizmetlerinden tekstile, eğlence sektöründen madenciliğe kadar çok geniş bir yelpazede istihdam ediliyor.

Bu işçilerin kayıtdışı ekonomi nedeniyle işverenlere sağladığı haksız kazanç ise 15 yılda 22 milyar TL’yi geçti.

Türkiye sınırları dahilinde 2011 itibarıyla legal ve illegal yollardan ülkeye girmiş 350 bin civarında kaçak göçmen bulunuyor. Bu göçmenlerin 150 bin kadarı Türkiye’yi transit yol olarak kullandı.

Kaçak yabancı işçiler bulundukları sektörlere göre yerli işçilerin yüzde 55-60’ı düzeyinde bir ücret alıyor. 200 bin işçi üzerinden asgari ücret baz alınarak yapılan hesaplamada bile kayıt dışı işçi istihdam eden işverenlerin SGK primi ve gelir vergisinden elde ettikleri haksız kazanç ayda 90 milyon liradan, yılda 1 milyar lirayı aşıyor. Bu işçiler vergi ve SGK priminin yanı sıra ücret olarak da ortalama 250 dolar civarında bir aylıkla çalışıyor. Net asgari ücretin yaklaşık 180 lirasının işverenin cebine kaldığı yıllık ekstra kazanca 432 milyon lira daha ekleniyor. Böylece işverenin vergi ve ücret üzerinden sağladığı toplam kazanç aylık 124 milyon liraya, yıllık 1.5 milyar liraya kadar ulaşıyor.

 

SINIFA SALDIRILAR!

 

Sadece kadın ve erkek işçileri değil; çocuklar da dahil herkesi köleleştiren “sınıfın istihdamı”, ‘Ulusal İstihdam Stratejisi’den (UİS) kıdem tazminatı gaspına kadar uzanan bir saldırıda somutlanır…

Hatırlanır: Bölgesel asgari ücret düşüncesi, 2010 yılının şubat ayında dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı tarafından ‘Ulusal İstihdam Stratejisi Taslağı 2012-2023’ adıyla kamuoyuna açıklanan bir belgede -tıpkı kiralık işçilik ve kıdem tazminatının fona devri gibi- yer aldı. Belgenin isminin ima ettiği gibi, belgeden istihdamı arttırıcı önlemler ve politikaları geliştirmesi beklenmelidir. Ancak bölgesel asgari ücret göç ve sefalet demektir…

Türkiye’deki çalışma rejimini tamamen değiştirerek eşanlı yeni bir toplum kurgusu yaratacak olan UİS belgesi, sosyo-ekonomik hayatın “iş, işyeri, iş zamanı, iş sözleşmesi, çalışan hakları” gibi temel kavramlarını kurnazca esnetirken, Batı’dan arak terminoloji yardımıyla “iş ve işsizlik sınırlarının kaybolduğu”, muğlak istihdam modelleriyle karşımıza çıkıyordu.

Adı “Ulusal” İstihdam Stratejisi olan belgeyle küresel kapitalizmin “ucuz çalışma üslerine” katılmak oldukça ironikti… Güvenceli esnek çalışma, iş paylaşımı, esnek zamanlı çalışma, evden ve uzaktan çalışma, Özel İstihdam Büroları, geçici iş sözleşmesi, geçici işçilik, alt işveren (taşeron) gibi “konfor çağrıştıran” modern tanımlarla aslında çalışanlar, “yarı işsiz” ya da “her an işsiz kalma riski yaşayan” kalabalık güruhlara dönüştürülüyordu.

UİS belgesiyle “güvenceli, kadrolu ve sürekli iş” tanımı, zamane kapitalizminin esnek ve geçici emek ihtiyacına yönelik tanzim edilip “kısmı süreli-güvencesiz işe” yasal hüviyet kazandırılıyordu. Geçici iş modellerinin yaygınlaşması için ivedilikle Özel İstihdam Büroları kurulacak ve çalışanlar bu büroların kayıtlı kiralık elemanları olacaktı.

İşverenler iş sözleşmelerini de artık Özel İstihdam Büroları’yla yapacakları için artık çalışanların işverenle karşılıklı hiçbir insani/ hukuki ilişki kalmayacaktı. Böylelikle işverenler, kolay kiralanan- hızla ve toplu işten atacakları “çalışanların” sigorta primi ve kıdem tazminatı yüklerinden muaf hâle getiriliyorlardı.

Tabii ki UİS belgesinde yazdığı üzere amaç “temel işgücü piyasalarını esnetmekti” ve çalışan onuruna yönelik bir başka ürkütücü adım ise “taşeronlaşma başlığında” atılıyordu.

“Asıl” işlerde taşeron kullanılmasının önündeki engeller aşılırken, devlet ve özel sektörde bütün asıl iş kadroları “taşeronlaşıyor” ve “alt işveren” tabir edilen ucuzcu şirketten bu hizmet ihtiyaç süresi kadar satın alınabiliyordu.

Dolayısıyla bir özel istihdam bürosu ya da taşeron şirkette yılda birkaç ay çalışan, birkaç işyeri gezen, iş adresi ve mekânı belirsiz mesai arkadaşlarını tanıyacak kadar yakınlaşmayan, yaptığı işe “yabancılaşmış” büyük nüfuslar, Türkiye”nin küresel ucuz rekabet gücünü temsil edeceklerdi.

Bunun yanında milyonlarca işçiyi ilgilendiren kıdem tazminatı için hazırlanan taslak, çalışma hayatına köklü değişiklikler getiriyorken; “Yeni taslak sadece tazminatların fona devriyle sınırlı değil. Tazminata hak kazanma şekli de değişiyor,” diyen Prof. Dr. Şükrü Kızılot, en çarpıcı düzenlemenin işten atılanlara tazminat verilmemesi olduğunun altını çiziyor.

Kolay mı?

Hükümet işçilerin kıdem tazminatlarına gözünü dikmiş durumdayken; hükümete baskı yapanlar aslında kıdem tazminatlarını “istihdam üzerinde gereksiz yük” olarak gören işverenler. Basına sızan taslak, işten çıkarılmalarda kıdem tazminatı verilmesi uygulamasının kaldırılması, kıdem tazminatı fonu kurulması, kadınların evlenmeleri ve askerlik gibi özel durumlarda tazminat verilmemesi gibi düzenlemeler getiriyor.

Böylelikle çalışma yaşamına yıllar önce girmiş kıdem tazminatı bir kez daha tırpanlanmak isteniyor. Daha önce de iş dünyası tarafından çeşitli vesilelerle kaldırılmak ya da sınırlandırılmak istenen kıdem tazminatının bu kez de fona dönüştürülmek isteniyor.

Kıdem tazminatı tartışmaları sürerken, hükümet işçileri yakından ilgilendiren bir başka konuda daha çalışma başlattı. Hükümetin gündeminde şimdi de “taşeronluk” bir başka deyişle “alt işverenlik” var. Yapılması öngörülen yasal değişiklikle taşeronluğun tanımı değiştirilecek ve taşeronluk yapılabilecek alanlar genişletilecek. Kapsam genişlemesi en başta kamudaki 426 bin taşeron işçiyi yakından ilgilendiriyor. Taşeronluk düzenlemesi, toplamda 826 bin işçinin kaderini belirleyecek…

 

TAŞERONLU, KAYIT DIŞILI ESNEK ÜRETİM

 

Taşeronlaştırma + kayıt dışılıkta ifadesini bulan esnek üretimci neo-liberal saldırganlıkla Türkiye’de 1980’li yıllarda artmaya başlayan taşeronluğun, AKP döneminde tam bir patlama yaşadığı biliniyor. Bakanlık açıklamalarına göre 2002’de 358 bin olan taşeron işçi sayısı günümüzde 1.7 milyona ulaşmış durumda.

AKP 10 yılda büyüttüğü “taşeron canavarı”yla kamu kurumlarında 585 bin 788, özel sektörde de 419 bin 466 kişi alt işverende, yani taşeron şirketlerde çalışıyor. 2002 yılında 387 bin olan taşeron işçi sayısı, AKP ile birlikte bugün 1 milyonun üzerine çıktı.

Bunun yanında Türkiye genelinde istihdam edilen 25 milyon 960 bin kişiden 9 milyon 803 bin kişisinin kayıt dışıyken; toplam istihdamın yüzde 29.5’ini oluşturan 7 milyon 744 bin kadın çalışanın yüzde 53.4’ünün herhangi bir sosyal güvencesi olmadan çalıştırılmaktadır.

2013 Haziran döneminde kadınlar arasında kayıt dışılık oranı yüzde 53.5, erkeklerde yüzde 31’e geriledi. Haziran itibarıyla 8 milyon 18 bin kadın çalışanın 4 milyon 286 binini, erkeklerde ise 18 milyon 301 bin çalışanın 5 milyon 665 binini kayıt dışı çalışanlar oluşturdu. Bir başka ifadeyle, 2013 Haziran’ı itibarıyla 8 milyon 18 bin kişi düzeyinde belirlenen kadın istihdamı, toplam istihdamın yüzde 30.5’ini, kayıt dışı istihdamın yüzde 43.1’ini oluşturdu.

Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü Araştırma Görevlisi Mihrican Zorlu tarafından yapılan araştırma Van’da hizmet sektöründe çalışan her 10 işçiden 8’inin sigortasız olduğunu ortaya koydu.

 

SENDİKAL ÖRGÜT(SÜZLÜK)

 

Sendikalara yasaların çizdiği sınırları aşmayı öneren Avukat Murat Özveri’nin, uluslararası hukuktan da alacakları güçle meşru endüstriyel eylem hakkını kullanmayı, yetki beklemeden toplu iş sözleşmeleri yapmalarını önerdiği tabloda sendikal örgüt(süzlük)e gelince!

Devrimci Sağlık-İş Sendikası Genel Başkanı Dr. Arzu Çerkezoğlu’nun dediği gibi, “Türkiye’de sendikal hareketin krizi uzun süredir gündemde. Uzun bir aranın ardından SGK verilerine dayanarak açıklanan sendikal istatistikler, ücretli çalışanın sendikalı oranının yüzde 10’un altında olduğunu gösterdi. Bu durum kuşkusuz sermaye ve hükümet işbirliği ile işçi sınıfının sendikasızlaştırılması için yürütülen sistematik saldırıların sonucu. Ancak bizler açısından üzerinde durulması gereken diğer bu nokta da, değişen sınıf yapısını kavramakta zorlanan geleneksel sendikal anlayışın değiştirilmesi ve sınıf hareketinin bugün bu kuşatmayı ortadan kaldırması zorunludur”!

Çünkü 2013 yılı Ocak ayında 43 olan barajı geçen sendika sayısı Temmuz 2013 itibarıyla 44 olarak belirleyen Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı istatistiklerine göre, Türkiye’de 20 işkolunda mevcut bulunan 11 milyon 628 bin 806 işçiden sadece 1 milyon 32 bin 166’u sendikalı. Sendikalılık oranı yüzde 8.9 düzeyinde.

Basit anlatımıyla 10 işçinin sadece 1’i bir sendikaya üye olmuş durumda.

Çalışma Bakanlığı verilerine göre, işçilerde sendikalaşma oranı yüzde 9.2’de kalırken, memurlarda sendikalaşma oranı yüzde 68.8’e yükseldi yükselmesine ama nasıl?

2002 ile 2013 yılları arasında üye sayısını yüzde 1500’den fazla artırarak 42 binden 708 bine çıkaran Memur-Sen konfederasyonuna toplu sözleşme konusunda bir rekora imza attırarak!

Biliniyor: AKP iktidarı ile birlikte Memur-Sen’e katılanların sayısında büyük artış yaşandı. Memur-Sen’in, üye sayısında patlama yaşandı. Diğer sendikalar tarafından “yandaş” olmakla suçlanan Memur-Sen’in üye sayısı 11 yılda 16 kat artarak 707 bin 652’ye ulaştı. Sadece 2012 yılındaki artış 57 bin üye oldu.

Memur-Sen, 11 hizmet kolundan 10’unda yetki aldı, Kamu-Sen 3 kolunu kaybetti, KESK bir koldaki yetkisini sürdürürken; Resmi Gazete’de yayımlanan istatistiklere göre, Türkiye’deki 2 milyon 17 bin 978 kamu görevlisinin yüzde 68.17’si sendikalı olarak çalışıyor. Ağustos 2012 istatistiklerine göre sendikalı memur sayısı 1 milyon 375 bin 661 olarak belirlendi. Konfederasyonlar arasında Memur-Sen 650 bin 328 üye sayısıyla ilk sırada yer alırken, Türkiye Kamu-Sen 418 bin 991 üyeyle ikinci, KESK ise 240 bin 304 üye sayısıyla üçüncü oldu. Birleşik Kamu-İş’in 33 bin 477, DESK’in 4 bin 577, BASK’ın 3 bin 78, Hak-Sen’in 4 bin 16 üyesi bulunurken, herhangi bir konfederasyona bağlı olmayan bağımsız sendikaların üye sayısı toplamı ise 20 bin 890…

 

“SONUÇ”: DÜŞ GÜCÜNÜ EYLEME GEÇİRMEK!

 

Aziz Çelik’in ifadesiyle, “24+12 rejimi hâlâ ayakta”yken; işçi sınıfının sendikal örgüt(süzlük)ü öncelikle devrimcileştirilmelidir.

Bunun zemini de vardır.

Örneğin X. Çalışma Meclisi’nde Hak-İş Genel Başkanı Mahmut Arslan’ın konuşması sırasında salonda bulunan bir işçi, “Taşeron şirketlere kul köle olmak istemiyoruz. Böyle sendikacılık anlayışı olmaz” diye bağırdı. Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay, Türkiye’deki nüfus artışına karşın sendikalı işçi sayısının düştüğüne dikkat çekti. Bir katılımcı “Benim suçum mu” diye bağırınca Atalay, “Benim suçum” dedi. Katılımcı da “Tabii senin suçun” karşılığını verdi.

TİSK Başkanı Tuğrul Kutadgobilik’in konuşma yaptığı sırada Mehmet Öztürk adlı işçi, “Taşeron işçisiyim. Herkes işçiyi konuşuyor. Bizi kim konuşacak” diye bağırdı. Kutadgobilik’in kürsüye çağırdığı işçi “Hangi işçi, vekiller gibi 2 sene sonra emekliliği hak ediyor. Herkesin yatları, katları, arabaları var. Yatlarınız, katlarınız yetsin artık; biraz da biz kazanalım, paramız olsun ki; sizin sattıklarınızı alabilelim,” dedi.

Öztürk daha sonra Bakan Faruk Çelik’e seslenerek “Bakan, asgari ücretle geçinilebilir diyor. Nasıl geçiniliyor? Gel bize de anlat. Asgari ücretle bir ay siz geçinin” dedi. Bu sırada salondaki bir katılımcı daha fazla konuşması hâlinde işini kaybedebileceğini söyledi. Bunun üzerine Öztürk, “Neyi kaybedeceğim. Zaten kaybetmişim” karşılığını verdi.[32]

Evet sınıf hareketi her gün mücadele ederken; içten içe kendisi farkına varmasa da öfke biriktiriyor.

Bize düşen; Bertolt Brecht gibi, “Mücadele eden yenilgiye uğrayabilir, mücadele etmeyen zaten yenilmiştir,” ısrarıyla bu öfkeyi örgütlemektir.

Unutulmasın: Jean Paul Tardivel’in, “Günümüzde paraya iktidar deniyor,” betimlemesinde somutlanan bugünde her şey; V. İ. Lenin’in, “Kapital iktidarda kaldıkça, değil yalnız toprak, değil yalnız insan emeği, değil yalnız insan kişiliği, değil yalnız vicdan, değil yalnız aşk, değil yalnız bilim, her şey, her şey kaçınılmaz olarak alınıp satılacaktır,” saptamasındaki üzereyken; “Dünyanın sonunu hayal etmek, kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha kolay oldu… Bu nedenle bizim hayal gücümüzün daha da güçlü olması gerekir… Düş gücü eyleme geçmeli…”[33]

O düş gücünü besleyecek maddi zemin sürdürülemez kapitalizmin krizi ile sınıf hareketinin bilumum cephelerini örgütleyen “11. Tez”ci iradedir…

 

9 Şubat 2014 20:19:20, Ankara.

 

N O T L A R 

[1] 28 Şubat 2014 tarihinde Kızılay AKA-DER (Ankara)’de yapılan konuşma… Kaldıraç, No:153, Mart 2014…

[2] Özdemir Asaf.

[3] DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in yol arkadaşı, Maden-İş Sendikası’nın 1974 sonrası Genel Sekreteri Mehmet Ertürk’ü kaybettik… Paris’te tedavi gördüğü hastanede hayata gözlerini kapattı.

DİSK’in kurucularından Maden-İş Sendikası’nın işçiler arasında çok sevilen Genel Sekreteri Mehmet Ertürk, 1974 yılında zorlu bir genel kurul sonrasında seçilmişti. Ertürk, hukuk fakültesinde okurken toplumsal mücadelenin içinde yer almak için Philips Fabrikasına işçi olarak girmişti. Kısa sürede baş temsilci ve ardından da Maden-İş Gültepe 6.Bölge Başkanı seçilmişti.

Ertürk, 1981’de yurt dışına çıktı. Orada Türkiyeli devrimciler için Avrupa işçi sınıfının örgütlü gücünü seferber etti. Mücadelesini TKP İşçinin Sesi saflarında sürdürdü…

[4] Bu hâli Paul Lafargue şöyle değerlendirir: “Ne var ki; işçi sınıfı, bütün uygar ulusların üreticilerini bağrında toplayan o büyük sınıf, bağımsızlaşarak insanlığı kölece çalışmadan kurtaracak ve insan – hayvanı özgür bir varlık durumuna getirecek olan işçi sınıfı, tarihsel görevini unutup içgüdülerine ihanet ederek, kendini çalışma dogmasına kurban etmiştir. Cezası sert ve korkunç olmuştur. Tüm bireysel ve toplumsal yoksulluk, çalışma tutkusundan doğmuştur.”

[5] “Meclis’te İş Yasası Kapıda İşçi Ölümü”, Cumhuriyet, 16 Haziran 2012, s.3.

[6] Karl Marx, Kapital, Cilt:2, Çev: Mehmet Selik, Yordam Yay., 2012.

[7] Karl Marx, Kapital, Cilt:1, Çev: Mehmet Selik, Yordam Yay., 2011, s.727.

[8] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 2011, s.24.

[9] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, Çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 2011

[10] İspanya iç savaşı sırasında faşist darbeciler tarafından direniş hâlindeki işçiler üzerine Almanya yapımı el bombaları atılmaktadır. Onca bombaya rağmen bombalar patlamaz. İşçiler merak ederler, bombayı parçalarına ayırırlar. İçinden bir not: -Yoldaşlar, şimdilik bu kadar…

[11] “Proletaryaya özgü ahlâksal bir olgudan bahsedilecekse bu, direniş dönemlerinde ortaya çıkan dayanışmadır. Asıl olarak direniş anında ortaya çıktığı için de nüve şeklindedir ve ahlâk için sağlıklı bir çekirdek oluşturur. Gelecek ahlâkı için sağlam bir temel oluşturduğu ileri sürülebilecek olan dayanışma, en çarpıcı şekilde direnişin komün oluşturma aşamasında ortaya çıkıyor. Dayanışmayı geleceğin ahlâkının temeline yerleştirmek, temelinde görmek son derece önemlidir. Zira dayanışmayı proletarya üzerinden geçerek geleceğe taşımak, bölünmemiş, evvelki toplumların insanının çok temel bir duygusunu tekrar diriltmek ve geleceğe taşımak anlamına gelir.” (http://www.marksist.org/…zbek/13022-proleter-ahlaki)

[12] Erhan Bilgin, “60 Yaşındaki Türk-İş Nasıl Gençleşecek?”, Radikal İki, 9 Aralık 2012, s.10.

[13] Esra Açıkgöz, “Gülme, Esneme, Çalış!”, Cumhuriyet Pazar, No:1368, 10 Haziran 2012, s.2.

[14] “İş Yerlerinde Psikolojik Terör Var”, Gündem, 3 Temmuz 2012, s.4.

[15] “Ya Toyota Ya İşçi, Tercih Sizin”, Gündem, 31 Temmuz 2012, s.4.

[16] Ali Merdan Çelik, “Benim Patron ‘Toyota Gibi Adam’…”, Birgün, 13 Eylül 2012, s.4.

[17] Mustafa Çakır, “TCDD’de Tehditle Sözleşme”, Cumhuriyet, 21 Eylül 2012, s.14.

[18] “Kurtarma Faciası”, Milliyet, 3 Temmuz 2012, s.3.

[19] Mustafa Çakır, “İşçinin Canı Sudan Ucuz”, Cumhuriyet, 14 Nisan 2013, s.11.

[20] Mustafa Çakır, “İşçileri Zehirlediler”, Cumhuriyet, 5 Temmuz 2013, s.13.

[21] “Çocuğa İşkence”, Cumhuriyet, 26 Mayıs 2012, s.3.

[22] Yusuf Özkan, “Ölümüne Söküm”, Cumhuriyet, 13 Ağustos 2013, s.7

[23] “Madenci İcra Kıskacında”, Cumhuriyet, 11 Mart 2013, s.11.

[24] Cemil Ciğerim, “300 Tonluk Kapağın Altında Can Verdiler”, Cumhuriyet, 23 Kasım 2012, s.3.

[25] “İnşaatta Göçük 8 İşçi Yaralı”, Cumhuriyet, 4 Temmuz 2012, s.3.

[26] Mehmet Menekşe, “İhmali Anlattı, Kovuldu”, Cumhuriyet, 14 Aralık 2012, s.9.

[27] İsmail Saymaz, “Sanık Başkan Suçsuz, Ölen Patron Suçluymuş”, Radikal, 1 Şubat 2014, s.6-7.

[28] İsmail Saymaz, “Ölen İşçi Sorumlu!”, Radikal, 26 Kasım 2012, s.26.

[29] Burcu Purtul, “Çadır Faciasında Şok İddia!”, Vatan, 14 Temmuz 2012, s.15.

[30] İsmail Saymaz, “8 İşçi Ölüme Gönderilmiş”, Radikal, 8 Şubat 2014, s.7.

[31] Arif Yılmaz, “İstihdam Değil, İşçi Sınıfının Köleleştirilmesi”, Kaldıraç, No:140, Şubat 2013, s.37-40.

[32] Mustafa Çakır, “İşçiden Bakana: Asgari Ücretle Siz Geçinin”, Cumhuriyet, 27 Eylül 2013, s.9.

[33] Karen Mirza, aktaran: Ayşegül Özbek, “Düş Gücü Eyleme Geçmeli”, Cumhuriyet, 10 Ocak 2014, s.15.