Bir kez daha “Terör mü?”

[1]

 

SİBEL ÖZBUDUN

 

“Dünyayı fethetmek zorunda değiliz.

Bize onu baştan yaratmak yeter.”[2]

 

2013-2014 Adli Yılı’nın başlaması vesilesiyle düzenlenen törende Yargıtay Başkanı Ali Alkan’ın yaptığı açılış konuşması devletin tüm kurumlarıyla rezonansa girmiş durumdaki siyasal iktidarın önümüzdeki dönemde izleyeceği (ya da “izlemeyi sürdüreceği” mi demeli?) “iç güvenlik politikası” konusunda yeterli fikir veriyor. Hatırlayın, ne demişti Yargıtay Başkanı, Gezi protestolarını kast ederek? “Devletin meşru erklerini ve temel organlarını hedef alan ve organize biçimde cebir, şiddet, tehdit, korkutma, yıldırma ve sindirme yoluyla işlenen eylemler terör eylemleridir. Hiçbir çağdaş hak ve özgürlük sistemi kendisini tehdit eden eylem ve yöntemlere göz yummayacak ve bunlara müdahaleden geri durmayacaktır.”[3]

Bu sözler son derece önemli. Çünkü bunlar, devletin Haziran 2013’deki protesto eylemlerini ve önümüzdeki dönemde yoğunlaşması beklenen gösterileri “terör eylemi” kapsamına sokma hazırlığı içerisinde olduğuna işaret ediyorlar.

Burada hemen bir parantez açıp iddia ediyorum; Mayıs 2013 sonunda İstanbul’da başlayıp tüm Türkiye’ye yayılan protesto gösterileri, “organize biçimde cebir, şiddet, tehdit, korkutma, yıldırma ve sindirme yoluyla işlenen eylemler” olmak bir yana, süre ve çapları göz önünde bulundurulduğunda, göreli “barışçı” sayılabilir. Hele ki XXI. yüzyıla damgasını vuran diğer protesto gösterileriyle kıyaslandığında…

Açımlayayım: Haziran 2013 boyunca 79 ilde yapılan eylemlere, İçişleri Bakanlığı’nın hesabına göre yaklaşık 2.5 milyon kişi katıldı. Valiliklerden gelen bilgilere göre hazırlanan hasar tespit raporunda ise olaylarda toplam “58 kamu binası, 68 MOBESE kamerası ve 337 işyerinin tahrip edildiği, 90 belediye otobüsü, 214 özel araç, 240 polis aracı ve 45 ambulansın kullanılamaz hâle geldiği anlaşıldı. Eylemlerde, biri CHP binası olmak üzere 14 parti binasının zarar gördüğü toplam zararın ise 140 milyon lira olduğu belirlendi. Bu zararın yaklaşık yüzde 90’ının İstanbul, Ankara, Adana, İzmir, Antalya, Artvin, Bursa, Edirne, Eskişehir, Hatay, Kocaeli, Mersin, Samsun, Kayseri, Manisa ve Tunceli’de yaşanan olaylarda gerçekleştiği tespit edildi.”[4] İçişleri Bakanlığı’nın açıklamasını doğru kabul ederek basit bir hesaplama yapalım: Olayların en yoğun olduğu 10 ilin her birinde bir ayı aşkın süre içerisinde ortalama 5-6 kamu binası, 6-7 MOBESE kamerası, 30 kadar işyeri zarar görmüş, 9 belediye otobüsü, 21 özel araç, 24 polis aracı ve 4-5 ambülans kullanılamaz hâle gelmiş. Söz konusu ilin, örneğin trafik kazaları bilançolarıyla karşılaştırıldığında devede kulak…

Ama biz başka bir karşılaştırma yapalım. Bildiğiniz gibi, 2009’dan bu yana ekonomik krizin pençesindeki Yunanistan’da, başta Atina olmak üzere benzeri protesto gösterileri ve ayaklanmalar eksik olmuyor. Bunlardan birinde, Şubat 2012’de gerçekleşen ayaklanmanın iki-üç gün içinde yalnızca Atina kentinde 9’u tarihi ve mimarî açıdan değere sahip olmak üzere 93 binada ciddi, 150 kadar binada ise hafif hasara yol açtığı, Atina Ticaret Odası’nın açıklamasına göre 170 kadar dükkânın zarar gördüğü, zarar maliyetinin 50 milyon Euro’yu (yaklaşık 135 milyon TL) bulduğu açıklandı.[5]

XXI. yüzyıl ayaklanmalarının ilk işaret fişeklerinden birinde, G-8 zirvesine karşı Cenova kentinde düzenlenen gösterilerde (21 Temmuz 2001) ise, Cenova Belediyesi’nin açıklamalarına göre, iki günde “83 otomobil, 41 mağaza, 34 banka, 9 postane, 16 benzin istasyonu, 6 süpermarket, 6 otobüs durağı, 9 telefon kabini, 23 işaret levhası ve 22 büyük çöp kutusu zarar görmüş, 8 kamu ve özel kurum faaliyet gösteremeyecek hâle gel”mişti. Kentte meydana gelen hasarın bilançosu basında 50 milyar liret (yaklaşık 35-40 milyon TL) olarak açıklanmıştı.[6]

Bu verilerle karşılaştırıldığında (ve -bir kez daha vurgulayayım- olayların kapsamı ve boyutu göz önünde bulundurulduğunda), Haziran kalkışmasında isyancılardan kaynaklanan kamusal ve özel zarar, oldukça “sıradan” ve hafif gözüküyor. Ne İtalyan, ne Yunanistan ne de Batı dünyasındaki yönetimlerden hiçbirinin protestoları “terör suçu” olarak tanımlamayı akıl etmediğini de geçerken anımsatayım.

Buna karşılık, olayları bir “ayaklanma” olarak algılayıp “isyan bastırma” stratejisiyle bastırmaya kalkışan iktidar güçlerinin verdiği zarar, sözünü ettiğim Batı dünyasındaki diğer gösterilere karşılaştırıldığında fazlasıyla “orantısız” gözükmekte.

Yine açımlayayım. Bugüne dek, 1990’ların sonlarından bu yana Batı kentlerinde küreselleşme karşıtı gösterilerde (“Arap Baharı” kalkışmalarını dışında tutarak söylüyorum) -New York’ta Occupy Wall Street eylemleri sırasında polisin müdahalelerinde 17 kişinin yaşamını yitirdiğini Tayyip Erdoğan’ın kulağına kim fısıldadı, bilmiyorum ama- polis şiddeti sonucu yaşamını yitirenlerin sayısı topu topu iki kişidir: Cenova’da (Temmuz 2001) Carlo Giuliani ile Atina’da [Mayıs 2010’da göstericilerin yaktığı bankada yaşamını yitiren üç kişi ve Ekim 2011’de arbedede ölen bir kişi dışında] polisin kurşunladığı Aleksis Grigoroppoulos (Aralık 2008)… Ve bu iki ölüm, bildiğiniz üzere dünyayı ayağa kaldırmaya yetmiştir.

Hemen ekleyeyim, protesto gösterileri ve kitlesel eylemlerde polis şiddeti sonucu ölümlere, daha çok, pek de “demokrat”lıklarıyla maruf olmayan ülkelerde rastlanır: “(neo-liberal) demokrasiye geçiş” öncesi Balkan ve/veya Latin Amerika ülkelerinde ya da “Arap Baharı” kalkışmalarında olduğu üzere. Bir başka deyişle, göstericilerin polis kurşunuyla -ya da copuyla, sopasıyla, gaz bombasıyla ya da her nesi ise- can vermesi, Tayyip Erdoğan’ın kriter ve hedef kabul ettiğini sıkça vurguladığı “Batı demokrasisi” (ya da gelin şuna “neo-liberal demokrasi” diyelim) ile dahi pek uyarlı değildir. Protesto gösterilerini “rejime karşı kalkışma” sayarak ona göre önlemler almak ve ayaklanma bastırma stratejileriyle karşılık vermek, otoriter rejimlere, diktatörlüklere, ya da T.C. başbakanı nasıl anılmak istemiyorsa onlara mahsustur…

* * *

Bir kez daha vurgulayayım: İktidar Haziran 2013 Baharı protestolarına zücaciyeci dükkânında debelenen bir filin refleksleriyle yanıt verdi. Sonuç ortada: polis kurşunuyla, güvenlik güçlerine destek olan paramiliter şiddetle, gazın tetiklediği kalp kriziyle yaşamını yitiren altı kişi…

Başına aldığı gaz bombası şarapneliyle aylardır bilinci kapalı, komada yatan, kalbi hâlâ durup durup çalıştırılan 14 yaşındaki bir çocuk…

Yaralandığı ya da gazdan etkilendiği için tıbbî destek gören 11 bini aşkın gösterici…

Gözünü kaybeden 11 kişi…

Beş bini aşkın gözaltı, cezaevlerinde kışkırtılmış adlî tutuklularla aynı koğuşlara yerleştirilen, çıplak aramalara maruz bırakılan “Gezi tutsakları”…

Hitler’in Adalet Bakanı Ernst Janning’e parmak ısırttıracak, polis tutanaklarından “kes-yapıştır” iddianameler…

Başta Milli Eğitim Bakanlığı olmak üzere tüm kamu sektöründe protesto gösterilerine katılanlara yönelik soruşturma sağanağı…

Öğrencilere muhbirlik baskısı…

Gazetelerde, TV kanallarında sürdürülen sürek cadı avları,[7] tasfiyeler…

Sosyal medyanın, e-postaların, cep telefonu mesajlarının abluka altına alınışı, banka hesap hareketlerini, cep telefonu konuşmalarını, uçak yolcularını, tapu dairesine işi düşenleri, apartman aidatı yatıranları, okula kayıt yaptıranları… Yani tüm yurttaşları kapsama alanı içine alan “büyük gözaltı/fişleme” operasyonu[8]

Yargıtay Başkanı’nın sözleri, bütün bu olayların birer rastlantı ya da arızî önlemler, hatta paranoyak bir tepkinin tezahürleri olmadığını gösteriyor. İktidar, Yargıtay başkanının ağzından kendisine yönelik kitlesel protestoları “terör eylemi” kapsamında değerlendireceğini açıklıyor. Böylelikle de, giriştiği/girişeceği bastırma harekâtlarına uluslar arası bir hukuksallık kılıfı uydurmaya çalışacağını açık ediyor.

O zaman uluslar arası hukuka 11 Eylül saldırısından bu yana dahil edilen ve kapitalist devletleri “güvenlik” konseptine kilitleyen “terör” görüngüsü karşısında, “Terör ne, terörist kim?”[9] sorusunu bir kez daha gündeme getirmek gerekir.

El Kaide’nin 2001’deki ABD saldırısı, Batılı kamuoyunun bilinçaltına, başında türban, sakalı belinde, maşlahlı, eli bixi’li Müslüman fundamentalist imgesinin “terörist”in prototipi olarak yerleştirileceği bir sürecin miladını oluşturur. Bir “Uygarlık Projesi” olarak Batı dünyasının bir yandan “piyasa ekonomisi” kültünü kabul eden “ılımlı İslâm”la uzlaşarak/işbirliği yaparak, bir yandan da “güvenlik” adına özgürlükleri alabildiğine budayıp yurttaşların “nefes alışları”nı izleyen bir gözetim ve denetim mekanizmasını yürürlüğe sokarak koruma altına alınabileceği fikri, böylesi bir ortamda yaygınlaşma zemini buldu. Gözetim ve denetim, yalnızca “Müslüman terörist” imgesine yönelik değildi, kuşkusuz; neo-liberal kapitalizm uygulama girdi gireli hayat ve çalışma koşulları güvencesizleşen, istikrarsızlaşan, yoksullaşan (göçmenler dâhil) alt sınıflara yönelikti aynı zamanda.

İslâm ülkelerinin bu “köktendinci/İslâmcı terörist” imgesine ilk tepkisi ise onu tersine çevirmek olacaktı: “esas terörist”in “Müslüman savaşçı” değil ABD emperyalizmi ve/veya Siyonist İsrail olduğu retoriği çeşitli tonlardan İslâmî hareketler içinde kısa sürede yaygınlık kazanacaktı.

Ancak bu söylemin savunucu/defansif yönünün ağır bastığı kabul edilmeli. Size yöneltilen bir suçlamayı tersine çevirerek muarızınıza yöneltmek… “Ben değilim esas sensin!” refleksi. Ajitatif değerinin dışında fazla işlevsel olduğu söylenemez.

“Liberal-demokrat” kisvesi son dönemlerde fazlasıyla aşınıp İslâmcı yüzü giderek daha fazla açığa çıkan AKP iktidarı, “terörist” söylemini proaktif bir tarzda kullanmakla, bir bakıma kavramın iktidar konumu açısından işlevselliğini yeniden üretmeyi üstlenmektedir.

AKP’nin kavramı nereden/kim(ler)den devraldığı belli: Kürt hareketi, 1990’lı yılların ortalarından itibaren “askerî vesayet rejimi”nden (ya da “derin devlet”ten ya da nasıl isimlendirirseniz o) “terörist” damgasını yemiş; kavramın uluslar arası iticiliği ve “terörizme karşı mücadele”nin uluslararası meşruluğu, kanlı bir “ayaklanma bastırma” operasyonuna kalkan olarak kullanılmıştı.

AKP, “Kürt sorununu çözüme kavuşturma/demokratikleşme” retoriklerine karşın, bu söylem ve bastırma yöntem(ler)ini devraldı. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün“Protestoyu Terör Suçu Saymak – Göstericileri Yargılamak ve Hapsetmek İçin Terörle Mücadele Yasalarının Keyfi Kullanımı” başlıklı raporundaki ifadelerle,

“2006 Temmuz’unda 1991 Terörle Mücadele Kanunu’nda yapılan değişiklikler Meclis’ten geçti. Raporun konusuyla ilişkili olan ‘terör örgütü propagandası yapmak’la ilgili olan Madde 7/2’de yapılan değişiklikle bu madde göstericilere ve yazılı ya da yayın yoluyla ifade ile suç işlemiş kişilere daha doğrudan uygulanabiliyor. Bu madde bugün Kürt meselesi hakkında şiddet içermeyen ifadeyi olduğu kadar yasadışı silahlı sol örgütlerle ideolojik bağları olan yasal sol örgütlerle ilişkili kişilerin şiddet içermeyen görüşlerini yargılamak için de yaygın olarak kullanılıyor. Madde 7/2’nin sol görüşlülerin şiddet içermeyen ifadelerini kısıtlamak amacıyla yaygın biçimde kullanılması ayrı bir çalışmayı hak ediyor.”[10]

ve,

“2005’ten bu yana yapılan yasal değişiklikler ve 2008’den beri varolan içtihatlar sayesinde Türkiye’de mahkemeler göstericileri ağır terörle mücadele yasaları uyarınca, Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) iki maddesini Terörle Mücadele Kanunu’yla birlikte kullanarak, mahkûm edebiliyor.”[11]

Bir başka deyişle, “terör” kavram ve “suç”u, Türkiye’de Kürt hareketini bastırma savaşımı içinde imal edilmiş ve oradan da, “terörle mücadele yasası”nı sivil protesto gösterilerini kapsayacak kertede genişleten AKP eliyle, her türlü muhalif gösteriye karşı kullanılabilir hâle gelmiştir. Nitekim, Haziran 2013 protestoları için hazırlanan polis fezlekeleri ve “kes-yapıştır” iddianamelerde tutuklanan göstericiler, “terör örgütü mensubu” ya da “örgüte üye olmamakla birlikte “örgüt adına suç işleyen” ya da “terör örgütünün ya da amacının propagandasını yapan” kişiler; toz maskesi, baret, talsid, sapan, bilye, deniz gözlüğü vb. ise “suç aleti” olarak sunulmaktadır.

AKP’nin bugün bu kavramı (ve ithamı) Haziran direnişçilerine yöneltmekle iki (hatta üç) kuş vurmayı hedeflediğini söyleyebiliriz: bir yandan “terörist” sözcüğünün içerdiği güçlü duygusal münderecatı protestoculara yönelterek kovuşturulmalarındaki (ve AKP’nin ayaklanma olarak algıladığı süreci bastırmasındaki) şiddete meşruiyet kisvesi sağlamak; “terörist” töhmetini köktenci İslâmcı’dan seküler protestocuya doğru çevirerek İslâm(cıy)ı aklamak. Üçüncü “kuş” ise, bu ülkede devlet tarafından özgül olarak Kürt ayaklanmasına yöneltilen bir söylemi temellük ederek “devlette devamlılığı” tesis etmek ve devlet içindeki konumunu muhkim kılmak olarak yorumlanabilir.

* * *

Yapılmaya çalışılan, ortadadır: önce kamuoyunu ikna etmek üzere “terör” adı altında bir heyula yaratır, medyada bunu dehşet salıcı biçimleriyle sergiler, bu korkutucu imgelerin insanların bilinçaltına nakşolmasını sağlarsınız. Ardından da iktidarınıza karşı tehdit saydığınız her şeyi adım adım “terör suçu” kapsamına sokarsınız: karakol basan, güvenlik güçleriyle çatışmaya giren, ya da örneğin ABD elçiliğine saldırı düzenleyen silahlı eylemcileri; onlara lojistik destek sağlayan örgüt mensuplarını; bu eylemleri propaganda unsuru olarak kullanan, örneğin sayfalarında, internet sitelerinde aktaran yayın organlarını; bu sayfaları gerçek ya da sanal ortamda başkalarıyla paylaşan okurları; bu olayları onaylar doğrultuda yazı yazan yazarları, derslerinde bu olayı söz ederken lanetlemeyen öğretmenleri, üniversite hocalarını; kahvehanede olayı tasvip eder tarzda konuşan kişileri; bu olayı düzenleyen örgüte mensup olmamakla birlikte, örgütün başka görüşlerini paylaştığını düşündüğünüz başka eylemcileri; örgütün “ölü ele geçirilmiş” militanlarının mezarına çiçek koyan öğrencileri; örgütün silahlı eylemlerini onayladığına dair ağzından en ufak bir söz çıkmasa da, onun genel amaçlarını paylaştığını düşündüğünüz aydınları, sanatçıları… Velhasıl, frenleri patlamış bir kamyon gibi, “terör/ist” suçlamalarının da dur-durağı yoktur.

Nitekim, hiçbir polisin, hiçbir istihbaratçının, hiçbir savcının ya da hiçbir yargıcın herhangi bir “terör örgütü”yle ilişkili olduğunu somut verilerle kanıtlayamayacağı Haziran 2013 direnişinin sanıkları da, üstlerinden sapan/bilye/talcidli su/baret vb.nden başka bir “silah” bulunmamış da olsa, “terör” heyulasına kurban edilmek istenmektedir.

Bu bakımdan “terör/ist” terimi Ernesto Laclau’nun deyimiyle bir “boş gösteren”dir; yani “kendi somut gerçekliğini aşan farklı gösterilenlerin de göstereni olabilme”[12] özelliğine sahiptir. Şiddet ediminin kendisi, şiddet ediminin medyada yansıtılışı, medyada yansıtılan şiddet edimi konusunda olumlu söz söylemek; şiddet edimi gerçekleştirildiği ileri sürülen kişilerin imgelerini bulundurmak (resim, afiş vb.); şiddet edimini gerçekleştirenlerle aynı dergileri/kitapları okumak, şiddet eylemini gerçekleştirdiği öne sürülen kişilerin mensubu olduğu öne sürülen örgütün katıldığı ya da destek verdiği kitlesel eylemlere katılmak… her biri ve daha niceleri “terör suçlusu” ilan edilmek için yetecektir. Üstelik de bu bir “mantık oyunu” değildir; bu suçlamalar, onbinlerce kişinin yıllarını cezaevlerinde geçirmelerine neden olmaktadır bu ülkede.

Bir kavram/ gösteren bu kadar şişirilirse, işlevsizleşmiş demektir. Gündelik dil, siyaset, edebiyat ya da genel olarak söylem/ retorik sanatları açısından değeri ne olursa olsun, bir nüansın kişiyi onlarca yıl hapse mahkûm ettirebildiği ya da aklayabildiği hukuk literatüründe “terör” kavramının yeri olmaz, olamaz.

Bu durumda, ancak hukuk sistemini teslim alan “terör” kavramı heyulasından kurtulabildiğimizde, zor ya da şiddet edimi, amacı, ölçeği ve meşruiyeti üzerinde konuşmaya başlayabileceğimizi söyleyebiliriz.

Haziran 2013 direnişinde göstericilerin başvurduğu “şiddet”in, kendilerine yönelik devlet şiddeti karşısında meşru bir savunma, kendilerini “Ergenekoncular, darbeciler, dış güçlerin ajanları” söylemleriyle düşmanlaştıran, “Polis destan yazmıştır” sözleriyle katilleri, zorbaları taltif edilen, onlarca yıldır dışlanan, haksızlıklara maruz bırakılan, yoksullaştırılan, yaşam alanları yağmalanan kesimlerin birikmiş öfkesinin meşru (ve yeniden belirtmeli, son derece ölçülü[13]) bir patlaması olduğunu, ancak “terör/ist” kavramını hukuk literatüründen sildikten sonra konuşmaya başlayabiliriz.

 

20 Eylül 2013 08:11:39, Ankara.

 

N O T L A R

[1] Halkın Hukuk Bürosu tarafından 28 Eylül 2013 tarihinde İstanbul Armutlu’da “Avukat Fuat Erdoğan Anısına düzenlenen “Ekmek, Adalet, Özgürlük Mücadelesinde ‘Devrimci Avukatlık’…” başlıklı ‘ III. Uluslararası Hukuk Sempozyumu’nda yapılan konuşma… Kaldıraç, No:149, Kasım 2013…

[2] Subcomandante Marcos.

[3] “Gezi’ye ‘Terör’ Dedi”, Cumhuriyet, 3 Eylül 2013, s.4.

[4] Tolga Şardan, “2.5 Milyon İnsan 79 İlde Sokağa İndi”, Milliyet, 23 Haziran 2013.

[5] “Atina’da 50 Milyon Euro’luk Zarar”, 14 Şubat 2012 (http://www.yoltv.eu/dunya/atinada-50-milyon-euroluk-hasar-h121.html).

[6] “Olaylı Genova Zirvesi Bitti, İşte Hasarın Bilançosu”, Milliyet, 23 Temmuz 2001, http://www.milliyet.com.tr/2001/07/23/son/sondun10.html

[7] İş o raddeye vardı ki, Radikal’den Cüneyt Özdemir dahi rahatsızlığını ifade etmeden geçemiyor: “Eylül ayı itibariyle Türkiye’de televizyon kanalları yeni yayın dönemine girdi. Bu vesileyle medyada kartların yeniden dağıtıldığını net görebiliyoruz. Ekran yüzleri kanalların yeni sahiplerine göre değişmeye başladı. Değişen tek şey sadece ekran yüzleri değil. Programların içerikleri, dizilerin konuları hatta sit-com’ların ilişki durumları bile bu yeni ‘el değiştirmeden’ payına düşeni almış. Benzer bir durum basılı medyada da yaşanıyor. Gazetecilik duayenlerinin gazetelerinden tek tek kovulduklarını ve yerlerine yeni dönemin yeni köşe yazarlarının yerleştiğini görüyoruz. Medya sermayesi birkaç köklü ve tecrübeli ismi saymazsak güneşe bakan ayçiçekleri gibi iktidara yüzlerini döndürmüşler. Zaten bunu saklamıyorlar. Tam tersi altını ne kadar çizerlerse devlet nezdinde ‘işlerinin’ o kadar ‘tıkırında’ gideceğinin farkındalar.” (Cüneyt Özdemir, “AKP Yüzde 50 ile Marjinalleşir mi?” Radikal, 3 Eylül 2013)

[8] Ki Maliye Bakanı tarafından bir televizyon programında “itiraf” edilmişti: “Bakan Şimşek fişlemeyi doğruladı”, Türkiye Havadis, 24.8.2013, http://www.turkiyehavadis.com/bakan-simsek-fislemeyi-dogruladi.html

[9] Bkz. N. Chomsky, T. Demirer, E. S.Herman vd. Terör Ne Terörist Kim? (2 cilt), Ütopya Yayınları, Ankara, 2000.

[10] Human Rights Watch, “Protestoyu Terör Suçu Saymak – Göstericileri Yargılamak ve Hapsetmek İçin Terörle Mücadele Yasalarının Keyfi Kullanımı”, 2010, s.21

[11] a.y. s.1.

[12] Cem Kaptanoğlu, “Hegemonyanın Koşulu: Boş gösteren İnşası”, http://yarinhaber.net/author/ cemkaptanoglu/312.

[13] Nitekim, ABD Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone “bile”, “Gezi protestolarının AKP’yi devirmeye yönelik olmadığını belirtip, ‘Türk demokrasisi tehlikede değil. Sağlam ve orada duruyor,’ diyor.” (Cumhuriyet, 19 Eylül 2013, s.8)