Komünistler, söz konusu iki kampın iki ayrı toplumsal sistemin değil, tersine faşist bir devlet cihazının muhafızlığındaki malum soygun nizamının iki ayrı temsilcisi olduklarını, dolayısıyla da bir kampın diğerine alternatif olamayacağını gayet iyi bilirler. Ama taktik politikalarını oluştururken de sosyo-politik yaşamın girift ilişkilerini, karmaşık güçler dengesini ve de her kampın iç çelişkilerini hesaba katarlar.
Devletin merkezi çete yapısıyla iç içe geçen paralel tribün ve sokak çeteciliğinin ırkçı-faşist şiddet eylemlerine her gün bir yenisi ekleniyor…
Çok boyutlu bir deprem enkazının koyu gölgesinde, 5 Mart-2023 günü oynanan Bursaspor-Amedspor futbol müsabakasının öncesinde, sırasında ve sonrasında yaşananlar, trajik örneklerini uzak ve yakın geçmişten iyi bildiğimiz, oldukça tanıdık görüntülerdi.
Bir mafyatik-çeteler federasyonu olarak da işleyen devlet iktidarının yer altı labirentlerinde hazırlayıp tribünlere sürdüğü ırkçı magandaların pankartlara taşıdıkları simgeler, sergiledikleri nefret ve düşmanlık örnekleri canlı bir tatbikat niteliğindeydi…
1990’lı yılların beyaz torosları, binlerce “faili meçhul” cinayeti, asit kuyuları, Cem Ersever ve Yeşil (Mahmut Yıldırım) gibi JİTEM ve MİT’in eli kanlı profesyonel suç aletleri yeniden hatırlatıldı, “iç düşman” telaki edilen Kürt halkına ve onun meşru demokratik taleplerini sahiplenen sosyalist dinamiklere.
Tribün milisleri üzerinden verilen mesajın doğrudan adresi açıktı… Ama bir de “hükümet istifa”, “yalan yalan yalan dolan dolan dolan 20 sene oldu istifa ulan”, diyen stadyumları ve de enkaz hattında birikmiş öfkeyi hedef alan dolaylı bir adresi vardı.
Parlamento vitrinindeki kadın erkek başkurtların, kontrgerilla ve gladyo artıklarının, onların iplerini elinde tutan büyük sermaye ve mülk sahiplerinin sahnelenen tehlikeli oyundan şimdilik hoşnut göründükleri anlaşılıyor. Kendilerini gölge gibi takip eden bir endişe ve paranoya eşliğinde…
Devlet(ler)in varlık nedenine ve asli işlevine dair her yanılgının bedeli tarih boyunca halklara ve onların örgütlü kesimlerine pahalıya mal olmuştur/olmaktadır.
Devlete bakışımızın, 2300 yıl önceki bir deniz korsanının devlet kavrayışının dahi gerisine düşmesi tek kelimeyle hazindir.
Noam Chomsky’nin Aziz Augustin’e referansla aktardığı, Büyük İskender’in esir aldığı Hintli korsanın hikayesini bir kez daha anımsatmak yararlı olabilir belki: İskender (şikayet üzerine yakalanıp huzuruna çıkarılan) korsana, “Hangi cesaretle denizlerde saldırganlık yapabildin?” diye sorar. Korsan, “Sen hangi cesaretle tüm dünyaya saldırabildin?” diye cevaplar. “Ben imparatorum çünkü” diyen İskender’e, “aslında ikimiz de aynı işi yapıyoruz” der korsan ve konuşmasını şöyle sürdürür: “Ben sadece çok küçük bir gemiye sahip olduğum için korsan diye adlandırılıyorum. Sen ise aynı şeyi çok büyük bir donanmayla yaptığın için imparator olarak adlandırılıyorsun!”
Adalet, eşitlik ve özgürlük arayışındaki toplumsal mücadele öznelerinin kitlesel çapta esaslı bir devlet bilinci oluşturmak yerine müesses nizamın ve onun silahlı muhafızı, haraç ve yalan tekeli olan devletin vitrin onarımıyla uğraşmak, finalde devleti ve onu kontrol eden güç sahibi sınıfların işine yarıyor. Buradan, kısmi iyileştirici reformları küçümsemek gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Zira, en küçük ekonomik, demokratik ve sosyo-politik mevzi dahi bir mücadele birikimiyle elde ediliyor…
Millet İttifakı ile Ümmet ittifakı arasındaki sürtüşme (farklı tarihsel dönemlerde değişik adlandırma ve formlar alsa da) yaklaşık 200 yıllık bir geçmişe sahiptir. İki kanadın da başlangıçtaki ortak hedefi Osmanlı’yı “Avrupa’nın hasta adamı” konumundan kurtarmaktı. 1789 Fransız burjuva ihtilaliyle başlan uluslaşma rüzgarının çözücü etkisini durdurmak ve mümkünse imparatorluğu eski “ihtişamlı” (fetihçi-yayılmacı) günlerine geri döndürmekti. Bunun için de esaret altında tuttukları halkları bir dönem Pan-İslamizm’le, olmadı Yeni-Osmanlıcılık’la, o da tutmadı ve sonunda İttihatçı ekibin önderliğindeki Pan-Türkizm ile elde tutmaya çalıştılar. Sonuç malum…
Söz konusu iki kamp arasındaki ilişki, tüm çekişme ve kanlı-bıçaklı kavgalara rağmen, geçişken ve suç ortaklığına dayalı bir ilişki olagelmiştir daima. Osmanlı-Cumhuriyet coğrafyasının yerli Hristiyan halklarına, Kızılbaşlarına, Ezidilerine, Kürt halkına ve “bir başka dünya isteriz” diyen insanlığın yüz akı güçlerine karşı işlenen ağır insanlık suçları çoğunlukla ortak icra edilmiştir.
Her iki kanadın da devlet tapıncı ve onun bekası için dua etmesi/ettirmesi boşuna değildir. Zira sözü edilen geçmişin tüm mega cinayetleri ve mala çökme eylemleri devlet eliyle ifa edilmiştir. Devletin nelere kadir, hangi sınıfların elinde ve kimlerin üzerinde nasıl bir egemenlik/tahakküm aracı olduğunu iki rakip kamp da iyi bilir.
Osmanlı sarayından Beştepe’ye, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden Cumhuriyet Halk Fırkası’nın tek partili faşist diktatörlüğüne uzanan tarihsel hat üzerinde yaşanan iktidar entrikaları, kanlı darbeler, organize kumpas ve tasfiyeler, ortak bir siyasi-kültürel mirastır onlar için…
Tarihsel gelişim açısından bakıldığında; halkların gerçek çıkarları, sosyalist/komünist öznelerin gelecek tahayyülleri ve kadın hareketlerinden çevresel, demokratik talepler eksenli mücadelelere uzanan geniş yelpazedeki toplumsal dinamiklerin temel özlemleri bakımından durum yeterince berraktır.
200 yıllık geçmiş boyunca katmanlar halinde üst üste yığılmış bulunan derin ve çaplı sorunlara ne Ümmetçi-Osmanlıcı-Avrasyacı kamp, ne de Türkçü-Ulusalcı-Üniter Devletçi kanat çözüm olabilir. Kendi eserleri olan devasa eşitsizliklerin, soykırım suçlarının, büyük baskı ve katliamların, ağır emek sömürüsü ve kolektif zenginliklere çökme edimlerinin çözümünü yine onlardan beklemek eşyanın tabiatına ve tarihin akışına ters bir durumdur.
Bununla birlikte; şerrin ehven-i şeri, kötünün az biraz iyisi diye bir şey de olgusal bir gerçekliktir. Mevcut konjonktürel-nesnel tablo bu gerçeğin teyididir… Yaklaşık mevcudu 1 milyon kişiyi bulan konvansiyonel bir askeri gücü, 300 binin üzerinde bir polis kuvvetini ve bir o kadar da para-militer (Osmanlı, Alperen ve Ülkü ocakları, SADAT vb.) çete gücünü kontrol eden; ekonomi, yargı, basın-yayın gücünü bir silah olarak kullanan, potansiyel siyasi rakiplerini dahi kolaylıkla kafese kapatan; kendi despotik/faşist uygulamalarına yüksek sesle itiraz eden doğrudan rakiplerini suikastlerle tehdit eden AKP-MHP İktidar cephesi bir yanda; kılıcı düşmüş, eski ayrıcalıklarını ve iktidar günlerini özleyen, bunun için de “fabrika ayarlarına dönme” vaadiyle birikmiş toplumsal/sınıfsal öfkeyi yedeğine almaya çalışan Millet İttifakı diğer yanda…
Komünistler, söz konusu iki kampın iki ayrı toplumsal sistemin değil, tersine faşist bir devlet cihazının muhafızlığındaki malum soygun nizamının iki ayrı temsilcisi olduklarını, dolayısıyla da bir kampın diğerine alternatif olamayacağını gayet iyi bilirler. Ama taktik politikalarını oluştururken de sosyo-politik yaşamın girift ilişkilerini, karmaşık güçler dengesini ve de her kampın iç çelişkilerini hesaba katarlar. Aksi halde, örneğin kitlelerin daha çok politize olduğu seçim gibi süreçlerde izlenecek politikalarda bir uçtan diğerine savrulma riski nükseder. Sonuçta, ilelebet devletçi-reformcu politikalarla, daimi boykotçu taktik politikasızlık -tüm paradoksal görünüşüne karşın- ortak paydalarda buluşmuş olur.
Çoğunluk veriler, yaklaşan seçimlere kadarki sürenin büyük toplumsal-siyasal gerilimlere, kontrollü-kontrolsüz bir kaos atmosferine, hatta siyasi suikastlere gebe yoğunlukta bir kısa zaman dilimi olacağını gösteriyor…
İdeolojik zeminden esinlenen ve onu besleyen “geniş cephe politikası”, “hedef daraltma”, “okun sivri ucunun yöneltileceği hedef”, “baş düşman” vb. gibi taktik politik kategorilerin rasyonel bir değeri varsa eğer, bugün başvurulmak ve yaratıcılıkla uygulanmak zorundadır. Politizasyon düzeyinin ve radikalleşme potansiyeli taşıyan halk öfkesinin girdiği mecrayı doğru okuyup anlamanın gereği olarak yapılmalıdır bu.
AKP-MHP-VP ittifakının temsil ettiği çete federasyonuna ve onun ümmetçi-faşist rejimine karşı oy kullanmak, Millet İttifakı’nın lehine oy kullanmak demek değildir. Kaba indirgemeci bir yaklaşım olur bu tarz bir okuma.
Şu örnek bir nebze açıklayıcı olabilir belki. 2002 yılı Nisan ve Mayıs aylarında yapılan 2 turlu Fransa Başkanlık seçimlerinin 21 Nisan günkü ilk turunu Cumhuriyetçi sağın adayı Jacques Chirac ile sosyalist aday Lionel Jospin’in kazanması beklenirken nefesleri kesen bir şok yaşandı. Oyların dağılımı şöyleydi:
Jacques Chirac: % 19,88
Le Pen: % 17,79
Başbakan Lionel Jospin ise: % 16,18.
Sonuç tam bir deprem etkisi yaratacak ve aynı akşam Paris’ten başlayarak diğer büyük kentlere, ertesi günden itibaren de Avrupa’nın pek çok ülkesinde ve günlerce süren büyük çaplı anti-faşist gösterilerle halk sokaklara dökülecekti…
5 Mayıs’ta yapılan 2. Tur seçimlerde J. Chirac’ın aldığı oy sayısı tamı tamına % 82,21’lik rekora ulaşacaktı. J. Chirac ve Fransız sağı, yüzde 60’ın üzerindeki görülmemiş bir oy desteğinin kendisine ve programına değil, faşist Le Pen’in Irkçı Cephesine baraj oluşturmak amacıyla verildiğini gayet iyi biliyor ve bunu gizlemiyordu…
Kıta Avrupa’sında benzer süreçler, daha ağır sonuçlar doğuracak olan 2. Dünya Savaşı arefesinde de yaşanmıştı.
Türkiye bugün işte buna benzeyen bir süreci yaşıyor. Burada asıl sorun, 6’lı Masa’nın, 7’li yardımcı Başkan sandalyesinin sorun çözecekleri gibi bir ham hayale kapılmamaktır. Taktik hedef, saray haramilerinin yolunu keserek moralleri bir nebze de olsa yükseltmek, radikal politik bilinç oluşumuna küçük de olsa bir ivme kazandırmak ve politik duyarlılıkları görece gelişkin halk katmanlarının meşru öfkesini daha ileri aşamalara taşımaktır. Ve de tarih biliminin, toplumsal mücadeleler literatürünün adına DEVRİM dediği radikal toplumsal dönüşümler hedefinden milim sapmamaktır…