Devletin Şiddet Pratiği, Toplum ve Yüzleşme-Zafer Yılmaz

Ovacık ormanlarına götürülür kardeşler Kulaksız yüzbaşı daha çok Behzat’ı kestirmiştir gözüne Askerlerine emir verip onu bir ağaca bağlatır, hemen yanı başında kocaman bir ateş yaktırır Karşısında ağabeyi Ekber bekletilmektedir ‘Sorgu,’ yakılan ateşte harlanmış bir kasaturayla başlar. Behzat’ın genç teni dağlanır bununla. Gerçekten de yakınlarda bir yerlerdedir devrimci partizanlar ve Behzat bunu bilmektedir. Ama ‘ah’ deyip aman dilemez Kulaksız’ın karşısında bu genç çocuk. Mayasına aldığı suyu unutmayan çeliğe dönüşür genç iradesi. Oracıkta yakılır bedeni, ardından kurşunlanır…

“Oğlum cayır cayır yanarken yağmayan yağmura ve karadır bütün isyanım. Oğlumun yanışını izleyen gökyüzünün şimşekler çaktırıp onu söndürememesidir kızgınlığım, yağmur neden yağmadı, kar neden yağmadı?” “Oğul”

Behzat Firik, Tarih 10 Ekim 1981. 12 Eylül darbecilerinin astığı astık, kestiği kestik yıllar yani… Mekan Dersim. Başlıktaki sözün sahibi, 2007 yılında bu dünyadan cefasıyla birlikte çekip giden ak saçlı Firik Dede’dir. Behzat’ın babası, o bilge insan… Anlatılan odur ki, on yedi yaşındaki oğlu Behzat’ın katledişinden sonra sakallarını bir daha hiç kesmemiştir Firik Dede. Bir de, hiç konuşmamıştır neredeyse. Dersim’in tanınmış ozanlarındandır aynı zamanda Firik Dede. Daha çok içli deyişler söyleyen bir ozan… ‘Canım Efendim’ deyişi de bunlardan biridir. Devletin “her türlü yetkiyle” donattığı askeri güçlerin başında, ‘Kulaksız’ lakabıyla ünlenmiş olan yüzbaşı Aytekin İçmez bulunmaktadır. Onun komutasındaki birlikler köyleri basmakta, kara bir zulüm estirmektedir adeta. İşte bu günlerde fakirhanesinin kapısı çalınır Firik Dede’nin. Evinde iki oğlu vardır: Ekber ve Behzat. Kulaksız yüzbaşı, ‘sorgulamak’ üzere iki oğlunu da alıp götürür onun. Hesabına göre, bölgede bulunan devrimcilerin yerlerini öğrenecektir onlardan.

Ovacık ormanlarına götürülür kardeşler. Kulaksız yüzbaşı daha çok Behzat’ı kestirmiştir gözüne. Askerlerine emir verip onu bir ağaca bağlatır, hemen yanı başında kocaman bir ateş yaktırır. Karşısında ağabeyi Ekber bekletilmektedir. ‘Sorgu,’ yakılan ateşte harlanmış bir kasaturayla başlar. Behzat’ın genç teni dağlanır bununla. Gerçekten de yakınlarda bir yerlerdedir devrimci partizanlar ve Behzat bunu bilmektedir. Ama ‘ah’ deyip aman dilemez Kulaksız’ın karşısında bu genç çocuk. Mayasına aldığı suyu unutmayan çeliğe dönüşür genç iradesi. Oracıkta yakılır bedeni, ardından kurşunlanır…

Yaşlı babanın, deyişlerin piri Firik Dede’nin yağmurun, karın yağmamasına, şimşeğin çakmamasına isyanı bundandır işte! Ülkü Tamer’in, ‘Beyaz Ölüm’ adında bir şiiri vardır. Dünyanın bir ucunda ve yıllar önce, yine faşistler tarafından bir ormanda katledilen İspanyol şair F. Garcia Lorca için yazılmış bir şiirdir bu. Duru, içli bir ağıt gibi akar dizeleri. Behzat’ın genç ömrünün sonlanışını da anlatır sanki. Behzat önce yakılıp sonra kurşunlanırken, Kulaksız yüzbaşı yalnız değildir elbette. Emrinde, ‘vatan görevi’ yapan ve bu suça ortak olan onlarca asker vardır. Hatta, Behzat’ın cansız bedenini ‘yasa gereği’ bir savcının incelediği, bir hükümet tabibinin ona ‘ölüm raporu’ tanzim ettiği bile söylenebilir. Başkaları da ‘bulaşmıştır bu cinayete bir şekilde yani ve olayın tanığı sadece acılı kardeş Ekber değildir. Pek çok göz görmüştür bu cinayeti muhakkak…

Cahide Karakaş, 12 Eylül darbesinin hemen ardından bir grup arkadaşıyla birlikte Siverek’te tutuklanıp, zulmüyle ünlü Diyarbakır 5 No’lu cezaevine hapsedilen genç devrimcilerden biridir. Bu cezaevinde nelerin yaşanmış olduğuna dair herkes bir şeyler duymuştur herhalde. O yüzden uzun uzadıya anlatmak gereksiz. 5 No’lu zindanda, ünlü işkenceci Esat Oktay’ın emrinde, ‘Minik’ ya da ‘Apartman Sami’ lakaplarını kullanan sarışın, insan azmanı bir asteğmen vardır. Cahide, bu aşağılık adamın saldırısına uğramış; insanlığına, ruhuna, kadınlığına onulmaz yaralar almıştır. Bir kaç yıl süren tutukluluğun ardından tahliye olur olmaz İstanbul’daki yakınlarının yanına sığınması bundandır zaten. Ama bu ‘kaçışı’ da bir işe yaramamıştır ne yazık ki. Yaşadıklarını unutamamış, içine sindirememiştir bir türlü. Sonrasında kendi elleriyle son vermiştir genç ömrüne Cahide. Onun yaşadıkları da tanıksız değildir elbet. O cezaevinde yüzlerce asker görev yapmıştır sonuçta. Üstelik, savcısından yargıcına kadar, onlarca kişinin karşısına çıkarılmış, sorgulanmış, yargılanmıştır Cahide. Ama dosyası kapatılmış, hesabı görülememiş ve unutulmuştur yine de…

Veysel Güney, Adana’da bir arkadaşıyla paylaştığı evin baskına uğraması sonucu yaralı olarak yakalanmıştır. Arkadaşı öldürülmüştür bu baskın sırasında. Uyduruk bir soruşturma ile askeri mahkemede yargılanıp idam cezası almıştır. Yargıtay ‘ceza’yı bekletmeksizin onaylamış, ‘siviller’den oluşan dönemin ‘Danışma Meclisi’ne göndermiştir hemen. Bilmem kaç yüz kişiden oluşan ‘Meclis’de parmaklar aceleyle kalkmış, imzalar basılmıştır askeri mahkemenin idam kararının altına. İş artık dönemin en yetkili kurumu sayılan Milli Güvenlik Konseyi’nin onayına kalmıştır. Beş kişiden oluşan bu çete, önüne gelen dosyadaki kararı inceleme gereği bile duymadan, ‘evet’ demiştir anında. İnfaz kararı Resmi Gazete’de yayınlanmıştır aynı günlerde. Hepi-topu iki ay sürmüştür bu süreç. Sonunda Veysel, din adamından hükümet tabibine kadar, onlarca yetkilinin hazır bulunduğu bir ‘tören’le idam sehpasına gönderilmiştir. İnfaz sonrasında cenazesi kapıda bekletilen ailesine teslim edilmemiş, ‘bir şekilde’ kaybedilmiştir. Bu yüzden, sevenlerinin, ailesinin, arkadaşlarının ziyaret edebileceği, belki mum yakıp bir demet gül koyabileceği bir mezardan bile yoksundur Veysel. Ona reva görülen bu vicdansızlık, bir emrivakiyle ‘infaz savcısı’ olarak atanan Mete Göktürk’ün tanıklığıyla kamuoyunun gündeme gelmiştir. Ama ailesinin, avukatların, arkadaşlarının bütün gayretlerine rağmen, mezar yeri yine de bulunamamıştır hala…

Bu devletin ‘karanlık’ yüzü ve katilleri, işledikleri suçların hesabını vermeye asla yanaşmamıştır. Bu suçlara şu ya da bu vesileyle bulaşmış, bir şekilde tanıklık etmiş olanlar da, nadir bir iki örnek dışında, hep sessiz, hep dilsiz kalmışlardır yazık ki… İyi biliyoruz ki, yakın geçmişte bu türden binlerce suç işlenmiştir. Yine iyi biliyoruz ki, hesap sormuş olması bir yana, bu gerçeklerle yüzleşme cesaretini bile gösterememiştir bu toplum. Herkes kendi acısıyla baş başa kalmış, onunla yanmıştır. Bu yüzdendir ki, sayısı on dokuz binlerle ifade edilen ve ‘faili meçhul’ olarak anılan o ‘ünlü’ cinayetler serisine de engel olunamamıştır sonunda. On binlerce insan işkenceden geçirildiğine, binlerce ‘yargısız infaz’ yaşandığına, çok büyük insanlık suçları işlendiğine göre, hala aramızda dolaşan çok sayıda kişi bu ‘işlere bir şekilde ‘bulaşmış’ olmalıdır. Hep merak etmişimdir: 12 Eylül darbesinin üzerinden yıllar geçmesine, avukatların, mağdurların, insan hakları savunucularının onca gayretine karşın, bu suçlara iştirak etmiş, bulaşmış olanlardan birileri çıkıp neden tanıklığını dillendirmez acaba?

Bütün bu zalimliklere, adaletsizliklere sadece, aynı zamanda bir taraf olan devrimciler ya da muhalifler mi tanıklık etmek zorundadır? Bu ‘iş’in bir ‘karşı taraf’ı, bu ‘karşı taraf’ın bir ‘insan’ yanı hiç mi yoktur sahiden? Bütün bu suçların, adaletsizliklerin failleri nerededir, hangi ‘işleri tutmaktadır şimdilerde? İstisna oluşturan bir-iki örneğin dışında, tanıklığını, pişmanlığını dile getirecek, adaletin sağlanmasına katkı sunacak birileri neden çıkmaz ortaya? Bunu neden başaramayız biz? Devlet şiddetini, işkenceyi, infazları bu kadar yaygın yaşayan bir toplum, bu kanlı ve suç yığını gerçeklerle yüzleşmeden, onu sorgulayıp tartışmadan, mahkum etmeden, kendisi için ‘adil ve demokratik bir gelecek’ kurmayı umabilir mi gerçekten? Bu tanıklıkları ortaya çıkaramadığımız, hala aramızda dolaşan katillerden, işkencecilerden ve diğer suçlulardan hesap soramadığımız için mi, sürüp gitmektedir bu ‘resmi şiddet’ kepazeliği?

Mesela, daha başlangıçta, taa 1920’lerde tezgahlanan Mustafa Suphi’lerin katlini, Maria Suphi’ye reva görülen ahlaksızlığı, vicdansızlığı kolayca unuttuğumuz ve sorgulayamadığımız için mi, devam etmektedir bu rezalet? Romanları elden ele dolaşan Sebahattin Ali’yi kimi neden katlettirip cansız bedenini ormanda çürümeye terk etmiştir? Komşumuz Kürt, Ermeni, Rum olduğu ya da Alevi inancı taşıdığı için aşağılanırken, şiddete maruz kalırken, temel insani haklarından yoksun bırakılırken ses çıkamayışımız mıdır bizim asıl sorunumuz? Bunun başarılamamış olması nedeniyle mi, yakılan oğlunu korumadığı için yağmura, kara, şimşeğe sitem etmek zorunda kalmıştır Dersim’li Firik Dede? Biraz da bu durumu protesto etmek için mi intihar etmiştir genç devrimci Cahide? Devletin hangi ‘yüksek çıkarları’ gözetilerek kaybedilmiştir Veysel Güney’in naaşı? Mezar kazıcısı olsun, bir tanığı yok mudur bu insanlık suçunun?

12 Eylül cuntasının kara tasallutundan çıkış yılları olmalı; 1985 ya da 86. Ferhan Şensoy ve Orta oyuncular bir oyun sahneliyorlar Beyoğlu’nda. İsmini tam olarak anımsamıyorum, ama ‘Kahraman Asker Şvayk Hitler’e Karşı’ diye kalmış aklımda. Tiyatronun yöneticileri, belki de oyunun bir parçası olarak bir ‘cinlik’ düşünüp, salonunun kapısına Nazi üniformalı bir kaç görevli dikiyorlar. Bu görevlilerin işi, oyunu izlemek için salona gelenlere biraz da sert bir mizaçla, ‘Kimlik Bitte! -kimlik lütfen- diye sormak ve onların Üzerlerini aramak! Hayret! Bir kişi bile itiraz etmiyor bu uygulamaya… Oyunu izlemeye gelenler, o sert mizaç ve yarı Almanca, yarı Türkçe konuşan Nazi kılıklı heriflere kuzu kuzu aratıyorlar üzerlerini. Bu gözlem üzerine, yeni bir deney yapmaya karar veriyor oyuncular. Nazi üniformaları giyinip ellerine joplar alarak, İstanbul’un göbeğine, Taksim Meydanı’na çıkıyorlar bu kez. Onları bazı basın mensupları da takip etmektedir bu esnada. Meydana çıkan oyuncular, gelişigüzel durdurdukları insanlara yine kimlik soruyorlar, bağırıp çağırıyorlar. Dahası, bazılarına yere yatmalarını, sürünelerinin emrediyorlar. Bazılarına ise, arkalarına bakmadan koşmalarını… Sonuç aynı. Bırakalım itiraz etmeyi, ‘siz de kimsiniz’ diye soran bile yok! Sonrasında bu insanlarla görüşüyor basın mensupları. ‘Nazi kılıklı bu adamların isteklerine neden uydukları’ soruluyor onlara. Çok olağan bir durummuş gibi, ‘Biz onları devlet görevlisi sandık,’ diye cevap veriyor insanlar.

Evet, ‘Devlet görevlisi!’ Belki çok sevimli değil, ama öğretici bir deney bu! Devletle, onun güçleriyle kurduğu ilişki biçimi bu hale getirmiştir bu toplumu. Kimse kusura bakmasın, ‘engin’ laflar etmeye de kalkmasın lütfen. Devletle, iktidarla ve otoriteyle kurduğu ilişkileri bakımından toplum gerçeğimizin bu gün de değişmediği, hatta daha da berbat bir hal aldığı çok açık. Bu toplum ve bireyleri, devletle ve onun resmiyetiyle ilişkilenme de bir tür ‘emredileni içselleştirme’ hali yaşamış, hatta onunla ‘özdeşleşmesi’ için terbiye edilmiştir adeta. Bu günün gelişmelerine, iktidara sunulan desteğe bakıp az çok hepimizin büyük şaşkınlıklar geçirdiği, hayıflandığı oluyordur muhakkak. İşte, bunun nedenini de, ‘kader’de, ‘kısmet’te değil, bu ‘ilişkilenme biçiminde aramalıyız şimdi. Başı dik, dayanışmacı, sorgulayan, itiraz eden, hesap soran, aydınlanmış ve demokrasi bilinci gelişmiş bir toplum haline gelmek meşakkatli, ama pekala mümkündür. Buna uzanan yol öncelikle, yurttaşların ve genel olarak toplumun devletle, onun resmiyetiyle, kutsiyetiyle kurduğu çarpık, ezberletilmiş olan ‘ilişkilenme’ biçiminin sorgulanmasından ve bu biçimin yırtılıp atılmasından geçecektir.

Zafer Yılmaz-Nehir Düşleri