DKÖ (Demokratik Kitle Örgütü) Anlayışımız ve Perspektifimiz Ne Olmalıdır?”

ADHK (Avrupa Demokratik Haklar Konfederasyonu) tarafından, federasyon ve bileşenleriyle birlikte

“DKÖ (Demokratik Kitle Örgütü) Anlayışımız ve Perspektifimiz Ne Olmalıdır?

başlığıyla Avrupa genelinde gerçekleştirilecek olan Alt Konferansların tartışma metnidir.

 

DKÖ (Demokratik Kitle Örgütü) Anlayışımız ve Perspektifimiz Ne Olmalıdır?

 

ADHK 22.Kongresinde delegelerimizin fikirleri ve önerileri doğrultusunda tartışılarak merkezileşen ve 22. Dönem komisyonun önüne görev olarak konulan “DKÖ anlayışımız ne olmalıdır?” gündemli konferans örgütleme kararı, 22.Dönem komisyonumuzun 3.toplantısında geniş bir şekilde ele alınarak değerlendirilmiş ve somut planlaması yapılmıştır. Kurumumuzun bütünlüklü durumundan hareket eden komisyonumuz, hem kurum ve bileşenlerimizin, hem de kitlemizin tartışmalara daha aktif katılımını esas alarak, konferansların bölgesel yapılmasını kararlaştırmıştır. Komisyonumuzun konferasnları bölgesel yapmasının bir diğer önemli nedeni ise kurumlarımızın ve bölgelerin denetlenme ihtiyacının gerekliliğidir. Yani konferasnlarımız aynı zamanda denetim içerikli bir muhteva da içermektedir.

‘DKÖ anlayışımız nedir, ne olmalıdır, nasıl yürütülmelidir, görevleri ve kapsamı ne olmalıdır’ vb. gibi konuları, bugün değil, 70’lerden bu yana tartışa geldik. DKÖ’lere biçtiğimiz misyonlar, dönemlerin hakim anlayışlarına göre şekillendi. Dönemlere göre yalpalayan bu gidişatımız, esas olarak 2002’lere kadar devam etti. Söz konusu tarihten sonradır ki, netleşerek sistemli ve istikrarlı bir hatta oturdu. Buna rağmen hala her birimiz kafamızda oluşturduğumuz bakış açılarımıza göre tartışma gündemi oluşturuyoruz. Veya kavrayıştaki sıkıntılarımızdan kaynaklı, yeniden yeniden tartışma-tartıştırma ihtiyacı görüyoruz.

Kuşkusuz ki, tartışılarak sonuçlandırılmış herhangi bir konu, ‘Hammurabi kanunlarına’ dönüşüp tekrardan tartışılmaz diye bir kural yok. Onlarca kez tartışılarak sonuçlanmış bir konu, ihtiyaç ve gerek görüldüğünde takrardan tartışılır. Ancak, bu tartışmalar belirli bir doyuma ulaşıp, çoğunluğun anlayışına ve kavrayışına dönüştüğünde genel kabul görerek tartışmalar noktalanır. Bireylerin keyfiyetlerine göre veya bakış açılarıyla uyuşmuyor diye, yeniden tartışma dayatmalarıyla kurumun tartışma gündemi olmaz, olmamalıdır da. Sonuçta biz salt tartışma kulübü değiliz. Esasta toplumsal pratiği örgütlemeyi hedefleyen ve bunun mücadelesini veren bir kurum olmamızdan sebep, bütün tartışma gündemlerimiz, sınıflar mücadelesinin bizlere yüklediği görevleri en başarılı şekilde yerine getirmenin vazgeçilmez aracı olma işlevini gördüğü ölçüde geliştirici ve ön açıcı olacaktır. Diğer biçimiyle sınırlı kaldığında, sadece zihin egsersizleri yapmış olmaktan öteye geçmeyecektir. Bu bağlamda, defalarca kez tartışmış olsak da, konuya dair kafalarımızda var olan çelişkili ve yanlış anlayışlardan kurtulmak için, bir kez daha konuya dair bakışımızı tüm kitlemize sunuyoruz.

Konuyu belli başlıklar altında ele alacağız.

1-DKÖ’ler hangi ihtiyacın ürünüdürler?

Avrupa’da oldukça geniş  bir Türkiye-Kuzey Kürdistan’lı nüfus yaşamaktadır. Politik, ekonomik ve eğitim gibi nedenlerle yasal ve yasadışı yollarla gelen işçiler, emekçiler, öğrenciler, gençler ve işsizlerden oluşan bu oldukça kabarık kitle, yaşamlarını Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ikame ettirmektedir. Büyük çoğunluğunun ortak noktasını ekonomik ve siyasal zorunluluklar oluşturmaktadır. Bir başka deyişle, bu insanlar, egemen sınıfların uygulamış oldukları ve dayattıkları ekonomik-politik şartların sonucu kendi topraklarından kopup buralara gelmek zorunda bırakılmışlardır. Kimileri üçüncü veya dördüncü kuşak olmasına ve kimileri de bir daha geri dönmemek üzere gelmiş olsalar da, Türkiye-Kuzey Kürdistan’la olan ulusal, kültürel, mülkiyet ve aile bağlarını koparmamışlardır.

Bir çoğu kendisini Avrupa’lı değil, hala Türkiye-Kuzey Kürdistan’lı hissetmekte ve tanımlamaktadır. Bunun çeşitli geleneksel, ekonomik, politik ve sosyal nedenleri var.

Çeşitli zorunlulukların buraya sürüklediği bu kabarık nüfusun diğer bir ortak noktası da, yaşamlarını sürdürdükleri yeni ülkelerin emperyalist-kapitalist gerçekliğidir. Bu zeminde sınıf baskı ve sömürüsünü, ekonomik ve politik sorunları niteliğine özgün çok boyutlu yaşamaktadırlar. Bunun sosyo-kültürel, sosyo-psikolojik ve politik etkileri çok yönlüdür. Emperyalist-kapitalist sistemin ekonomik ve politik krizi en önce bu göçmen kesimleri hedeflemekte ve vurmaktadır. Egemenlerin işsizlik ve yoksulluk şartlarında daha çok körükledikleri yabancı düşmanlığı, ayrımcılık, ırkçılık ve iç-faşistleşme, yerli halklarla sınıf dayanışmasını da parçalamaktadır. Devletlerin giderek artan düzeyde polis devletleri haline gelmelerinin sancılarını bu kesimler daha katmerli yaşamaktadırlar.

Bu sancılar, azımsanmayacak oranlarda vatandaşlık statüsüne geçmeleriyle de değişmiyor. Sosyo-kültürel ve ulusal uyumsuzluktan, ırkçı-faşist baskı ve tehditlere varan, nesiller boyunca ‘’yabancı’’ görülüp dışlanan, horlanan ve aşağılanan bu kesimler, varlıklarını sürdürebilmek ve bunun içinde güç olabilmek için, ulusal, kültürel, dinsel vb. gibi kurumlar oluşturmakta ve bu kurumlarda örgütlenmektedirler. Yaşadıkları sorunlardan kurtulma yolu olarak gördükleri bu sığınaklar, onları toplumsal yaşamlarında daha da daraltmakta ve yerli emekçi halklarla dayanışmasını ve birlikte hareket etmesini sınırlayan gerici bir işlev görmektedirler. Kendi içine kapanıp daralmaya yol açan ve yerli halklarla ekonomik-demokratik haklar mücadelesinde dayanışmayı engelleyen bu yönelimler, emperyalist-kapitalist devletlerin ayrımcı, yabancı düşmanlığı üzerinden yaptıkları politikalarına dayanak oluşturmakta ve hizmet etmektedir.

Oysa, bu emekçilerin çıkarları her bakımdan ortaktır. Bunların enternasyonalist bir ruhla, dayanışma, örgütlenme ve birleşik ekonomik demokratik mücadele zorunluluğu, halkların kardeşliği ve halkların demokratik mücadelesi esası üzerinden örgütlenmesi gerekmektedir. Bu yakıcı bir ihtiyaçtır. Avrupa’da emperyalizmin sömürü çarklarında öğütülen değişik ulus ve halk kitlelerinin her türlü ekonomik, politik toplumsal baskı ve uygulamaya, her türden gericiliğe, yabancılaşmaya, insan ve insanlığın uyuşturulması, çürütülmesi ve düşürülmesine, işsizliğe, uyuşturucu ve fuhuşa karşı, emperyalist sistemin doğasından kaynaklanan çevre kirliliği ve tahribatına, haksız savaşlar, kıyım ve katliamlar, insanlık dışı uygulamalar ve hak ihlallerine karşı, gerçek ve haklı mücadelelerini yükseltmelerini sağlamak, bunları birleştirmeleri ve dayanışmaları, kültürel, sosyal ve sportif etkinlikler içerisinde toplumsal alternatifler üretebilmeleri gene ve ortak ihtiyaçlarıdır.

Buna, demokratik kitle örgütlerimizin yoğunluklu tabanının Türkiye-Kuzey Kürdistan’lı emekçi kitleleriyle olan ulusal, kültürel, tarihsel, ideolojik bağları özgün bir boyut eklemekte. O coğrafyadaki tüm gelişmeler en direk bir şekilde bu kitlelerin de gündemi ve sorunsalı olmaktadır. Her türlü gelişmenin tarafı olma veya ilticacı kimliklerinden kaynaklı mevcut siyasal tercihleri gerçeği, Türkiye-Kuzey Kürdistan’lı demokratik, devrimci ve ulusal hareketleri ve örgütleriyle de köprü oluşturmaktadır. Bu, değişik siyasal görüşlerden ve değişik perspektiflerden Türkiye-Kuzey Kürdistan’lı halk kitlelerinin ekonomik-demokratik mücadelelerini birleştirme, örgütleme ve ortak, birleşik bir güç haline getirme ihtiyacıdır.

Dolayısıyla, bu ihtiyaç ve zorunluluk Türkiye-Kuzey Kürdistan’lı devrimci, ilerici, demokrat, anti-faşist ve anti-emperyalist öncü güçlerin yerine getirmeleri gereken önemli görevlerinden birisidir. Ortak paydaları olan bu geniş yığınların çok çeşitli bir yelpazede ve değişik planlarda hareketleri ve mücadelelerini hem örgütleme ve hem de birleştirme ihtiyaçları diğer demokratik örgütler gibi, ADHK’yı da yaratmıştır. Kurulan DKÖ’ler bizlerin bilinç seviyesine ve şartlara göre değişik biçimler almış ve değişik işlevler görmüştür.

Amaç ve araç kavrayışımızdaki yanlışlarımız, çalışma tarzımız ve perspektifimizdeki sapmalar zaman zaman kitle örgütlerini, niteliğinin ve işlevinin dışında ele almamıza ve dolayısıyla gerçek birer demokratik kitle örgütü olmaktan çıkmamıza da yol açmıştır. Ancak demokratik kitle örgütlerine olan ihtiyacın temellerine yeniden inip sorguladığımızda, yani niteliğine ve işlevine uygun bir perspektifle ele aldığımızda, amaçlarına yabancılaşmaktan ve farklı nitelikteki araçları yerine ikame etmekten de kurtularak, onları tekrardan ayakları üzerine oturtabiliriz.

Kısacası; demokratik kitle örgütlerimiz, üzerinde kuruldukları siyasal coğrafyada yaşayan kitlelerin politik, ekonomik ve demokratik problemleri ve mücadeleleri ihtiyacı temelinde oluşmuşlardır. Bu nedenledir ki, somuta dair politikaları ve mücadele biçimleri bulundukları ülkedeki somut şartlara göre biçimlenecektir.

Bu DKÖ’ler Avrupa’da kurulmuş ve burada mücadele veriyor olmakla birlikte, Avrupa’lı sendikal, mesleki, ekonomik vb. yerli kurumlarla bir ve aynı karakterde değildir. Esas olarak Türkiye-Kuzey Kürdistan’lı göçmen emekçi kitleler içinde örgütleniyor olması, onları yerli demokratik ve devrimci kurumlardan ayırt edici yanıdır. Bu fark görülmez ve onlardan her hangi biriymiş gibi davranılır ve görevleri buna göre belirlenmeye çalışılırsa, kendisini var eden esas ihtiyaçlara cevap veremez ve gereksizleşir. Herhangi bir göçmen kurum, yerli kurumların görevlerine soyunamaz. Ancak bunlar, yerli kurumlarla emekçi kitlelerin sorunlarının çözümü ve sınıf mücadelesinin gereklerini yerine getirmek için kendisine yakın bulduğu yerli kurumlarla dayanışmalara ve ittifaklara girebilirler, girmelidirler de. Bunu yapmadıkları taktirde, ulusal veya bölgeci bir tavra girmiş olurlar. 

 Klasik bir bilgiye dayanarak söyleyelim ki; örgütlenmeler ihtiyaçtan doğar ve ihtiyaç duyulmadığında ya dağıtılır, ya da yeni ihtiyaçlara göre yeniden şekillendirilir. ADHK ve benzeri ve önceli örgütlenmelerin ilk çıkış koşullarıyla bugünkü koşullar oldukça farklıdır. Ilk oluşum koşullarında ekonomik, 1980’li yıllardan 1990’lı yılların sonlarına kadar ise, çoğunlukla savaş ve siyasal koşulların zorlamasıyla yaşanan göç ve buna bağlı olarak göç edilen Avrupa ülkelerinde karşılaştıkları sorunların çözümüne yönelik çabaların doğurduğu örgütlenmeler ortaya çıkmış ve kendilerini bu göçmenlerin siyasal, sosyal ve kültürel yapılarına göre şekillenmişlerdir. Ancak özellikle 1990’ların sonu ve 2000’in başından itibaren, gerek yukarda sözünü ettiğimiz kitlenin sosyal ve siyasal duruşunda farklılıklar yaşanmaya başlamış, gerekse de burada doğup-büyüyen insanların çoğalmasıyla birlikte bugüne kadar varolan örgütlenmelerde daralma yaşanmış ve objektif olarak çevresindeki kitlenin ihtiyaçlarına yanıt olmayan örgütlenmeler haline gelmişlerdir.

Bu demektir ki; mevcut örgütlenmeler, örgütsüz olan kitleleri örgütlemekten uzaktır. Çünkü; program ve tüzüklerini bu kitlenin ihtiyaçlarına göre değil, siyasal nedenlerle göçetmek zorunda kalan insanların siyasal düşüncelerine ve geldikleri ülkelerdeki siyasal mücadelelerin hedeflerine göre düzenliyor, örgütleniyor, düşünüyor ve eylemde bulunuyorlar. Aynı perspektifle hareket eden gençlik örgütü de, örgütlemesi gereken kitle ile birleşemiyor, gerekli diyaloğu kuramıyor. Burdaki gençliği tanımak/anlamak ve onların kendilerini ifade edebilecekleri bir örgütlenme yapısından çok, onlara onların anlamadıkları dille klasik örgütlenme biçimi ve programlar dayatmaya çalışılmaktadır ve doğal olarak da sürekli daralmaktadır. 

2- DKÖ’ler Geniş ve Açık Olmalıdırlar

Yaşanan sorunlara, çelişkilere dair her bir bireyin, grubun, çevrenin, politik kitle örgütünün, siyasal partinin farklı çözüm önerileri, farklı çözüm projelerinin olması, eşyanın doğasıdır. Farklı ideolojik bakışlar, farklı siyasal çizgiler, demokratik kitle örgütlerinde ortak paydalarda, ortak ekonomik ve demokratik sorunlar temelinde mücadele birliğinin engeli değildir. Aksine onu güçlendiren ve zenginleştiren bir faktördür, böyle ele alınmalıdır. Bu DKÖ’nün işlevini ve amaçlarını doğru tanımlamak, birlik çerçevesini doğru çizmek ve bu birlik zemininde farklı görüşlerin mücadelesi temelinde hareket birliğini yakalayabilmekle ilintilidir. Bu, DKÖ’nü tek bir siyasal partinin çözüm projesinin ve perspektifinin tekeline alan, dışındakilere de kapısını kapayan bir anlayışla mümkün olmaz. Sınıflar zaten siyasal partilerde ve sınıf örgütlerinde örgütlüdürler. Belli siyasal partilerin taraftarları, belli bir siyasal çözüm projesinin yanlıları zaten politik kurumlarında örgütlüdürler. DKÖ’ler doğası gereği daha geniş toplumsal kesimlerin birlik ve ortak mücadele ihtiyaçlarının ürünü olarak, farklı nitelikte kurumlardır. Dolayısıyla bünyesinde anti-faşist, anti-emperyalist bir çok düşüncenin savunucusu ve taraftarı yer alır.

Açıktır ki, her birey ya da her grup, politik kitle örgütü veya politik örgüt, parti faaliyetçisi demokratik kitle örgütlerine katılırken, kendi doğrularını orada savunmaya ve hakim kılmaya, kendi çözüm projeleri ışığında o kuruma yön vermeye çalışır. Bir kitle örgütünde bu olması gerekendir ve en demokratik bir haktır. Farklı fikirler etrafında oluşan bloklar, demokratik kitle örgütlerinin doğasında vardır. Ancak kitle örgütünün, üyelerinin iradeleriyle ortaya çıkan bir rotası, bir siyasal çizgisi ve yönelimi vardır. Mümkündür ki, bu rota, çizgi ve yönelim her hangi bir politik örgütünkiyle paralellik arz edebilir veya ortaklaşabilir. Bu da gayet doğaldır. Eğer DKÖ, demokratik niteliğini koruyacaksa, bu tercihinden yola çıkarak kapılarını diğer farklı çözüm projelerine de kapatmamalı, diğerlerine karşı da açık, geniş ve kucaklayıcı olmalıdır. Kısacası, toplumsal, siyasal yürüyüşünü, bir sınıf örgütünden farklı olarak, daha geniş birlik temelinde yüz çiçeğin açtığı, yüz fikrin yarıştığı, herkesin kendisini özgürce ifade ettiği, kitle inisiyatifinin esas alındığı platformları sürekli kılmalı ve bunu garanti altına almalıdır.

Sınıf örgütünde daha dar olan birlik kriterleri, daha sıkı bir demokratik merkeziyetçiği gerekli ve zorunlu kılarken, merkezi disiplin daha geniş ve sert bağlayıcılığa sahipken, DKÖ’nün birlik kriterleri daha geniş ve esnek, bağlayıcılığı, kararları çerçevesinde daha dardır. Bu bağlamda, nitelikleri ve stratejik hedefleri birbirinden farklı olan bu iki örgütü aynılaştırmamak ve birini, ötekinin kuralları ve ilkeleriyle eşleştirmemek gerekir.

Bu, DKÖ’lerin liberal uzlaşma veya koalisyon platformları olduğu anlamına gelmez, gelmemelidir de. Herkesin kendi özgün varlıklarını ve farklılıklarını, siyasal kimliklerini ve ilkelerini koruyarak, kendi fikirlerini özgürce ifade edebildiği platformlarda, doğru düşüncelerle yanlış düşüncelerin mücadelesi olarak görülmelidir. Bu, ortak paydalarda buluşarak, ortak hareket tarzını geliştirerek ve bir araya gelinmesi ve örgütlenmesi anlamına gelir.

 

3- DKÖ’müyüz, Politik Kitle Örgütü müyüz?

 

Kurumsal olarak, esasta ne menem bir niteliğe sahip olduğumuz sıkça tartıştığımız gündemlerimizden birisidir. Dönemlerin egemen düşünceleri doğrultusunda nitelik belirlemeleri yapageldik. Kah sıradan bir DKÖ olduğumuz kararına vararak sağa savrulduk, kah sınıf partisi rolünü oynamaya çalıştık sola savrulduk.

Şu artık açık olarak görülmelidir; evet, kuruluşumuzun ilk evrelerinde, her türden gerici, ilerici, devrimci veya faşistin de içinde yer aldığı, konsoloslukların da ilişkilerinin olduğu derneklerdik. Yani sıradan DKÖ’lerdik. Ancak Türkiye-Kuzey Kürdistan’da gelişen devrimci hareketin buralardaki etkilerinden sonradır ki, dernekler teker teker devrimcilerin denetimine geçer. Ki, o dönem, kurumların başını çekenlerin Kaypakkaya çizgisiyle buluşmaları, bu kurumların da adım adım nitelik değişimine neden olmuştur. İlerleyen yıllarda bu niteliği daha da netleşerek, günümüze kadar devam ettirilmiştir. Sıradan DKÖ kimliğinden koptuğu oranda, politik kitle örgütü olma kimliğini kazanmıştır. Faaliyet yürüttüğümüz emperyalist kapitalist devletler de bu kimliğimizi biliyor, Türk faşist devleti de biliyor, yerli devrimci ve komünist güçler de biliyor, sıradan kitleler de biliyor.

 

Bu tarihsel gerçek orta yerde dururken, hangi dönem kendimize ne dersek diyelim, yönelimimizi hangi anlayışla yeniden tanımlamaya çalışırsak çalışalım, değişen hiçbir şey olmadı, olmuyor, olmayacak da. Çünkü, bu kurum Kaypakkaya çizgisiyle buluştuğu 70’lerden bu yana, sıradan DKÖ kimliğini çıkarıp atmış, politik-ideolojik tercihini yaparak niteliğinin ne olduğuna da karar vermiştir. Bu nitelik, politiktir. Bu nitelik, devrimcidir. Bu nitelik, belirli ideolojik bir yönelimi ifade eder. Bunları değiştirebiliyor muyuz? Çok denedik, değişmiyor, değiştiremiyoruz. Adımızı ve bileşenlerimizin adlarını değiştirdik, yine de aynı niteliklerimizi koruduk ve devam ettirdik. Herhangi bir kuruma niteliğini kazandıran sınıfsal, politik, ideolojik, kültürel ve inançsal tercihleri ve yönelimleridir. Bu temel yanları değişmeden, kurum nasıl tanımlanırsa tanımlansın, özde değişen bir şey olmaz. Gerçeğine uymayan tanımlamalar hep eğreti durur. Yani biçim öze uygun olmalıdır, özü yansıtmalıdır. Dolayısıyla kendimizi bu gerçekliklere göre tanımlamak zorundayız. Bu geçekliği görmeyen veya üstünden atlayan yaklaşımlar ve biçilen misyonlar, nasıl ki bugüne kadar bizi sağa veya sola savurduysa, bundan sonra da aynı sonuçları yaratacaktır.

 

Bu niteliğimizden yola çıkarak, “biz sınıf örgütüyüz” demek de bir o kadar yanlıştır. Elbette yakınlık duyduğumuz sınıf örgütü olacaktır. Bunun olmaması, eşyanın doğasına aykırıdır. Ancak biz devrimci demokratik bir kurumuz. Niteliğimiz budur.

Kurumumuzun kamuoyuna deklare ettiği amaçları ve hedeflerinden de niteliği bellidir. Anti-emperyalist, anti-kapitalist, anti-faşist, anti-şovenist; her türlü ırk, din, dil, cins ayrımına ve ayrıcalığına karşıyız; haksız savaşların karşısında, haklı savaşlarınsa destekçisiyiz. Kapitalizmin doğayı tahribine, yerli ve göçmen emekçi halkların emeklerinin sömürüsüne, her türlü siyasal ve ekonomik hak gaspına karşı örgütlenme ve mücadele etme perspektifiyle hareket etmekteyiz. Bütün bunlar sıradan bir DKÖ’nün amaç ve görevlerinin üstündedir. Sırf bunlar bile niteliğimizi net olarak ortaya koyup tartışılmaz kılmasına karşın, post-modernist yaklaşımla sivil toplumcu bir duruş ve hareket tarzı dayatmalarına asla taviz verilmemelidir.

 

Bu niteliğimiz, bizi demokratik olmaktan çıkarmaz, politik bir parti konumuna da yükseltmez. Yukarıda da değinildiği gibi, karşılıklı saygı çerçevesinde her türden anti-emperyalist, anti-faşist, anti- şövenist her türden düşünceden kitleye açık, kapitalizm tarafından hakları gaspedilmiş kesimleri kucaklayan, bunlarla ortak paydalar etrafında buluşmuş, bunların düşüncelerini özgürce ifade edecekleri platformlar kurmuş olmak, kurumsal kimliğimizin demokratik yanını ortaya koymaktadır.

 

 

 

‘Nasıl bir örgütüz?’ sorusuna verilen yanıtlar, ‘nasıl olmamız gerekir’den çok “böyle olduk ve böyle kalacağız ne yapalım/ yapacak bir şey yok” şeklindeki durumu kabullenme anlayışından başka birşey değil. DKÖ’ler devrimci-demokratik niteliklere sahip olarak ve bu niteliklerini koruyarak da en geniş kitlelerle ilişki kurabilir, onları talepleri ve hedefleri doğrultusunda örgütleyebilir. Eğer bir örgüt sadece aynı düşünceyi savunan bireylerden oluşuyorsa ve oldukça daralmışsa; bu örgütün kitle örgütü olup olmadığını sorgulamak gerekiyor. Bir kitle örgütünün başarısı, onun kendi siyasi bakış açısını ne kadar kitlelere iletebildiği, ne kadar harekete geçirebildiği, ne kadar geniş kitleleri örgütleyebildiği; diğer bir deyişle, ne kadar nefes borusu olduğuyla ölçülür. Onun ne kadar “militan” göründüğüyle değil. ADHK’nın bugünkü yapısını herkes biliyor ve ne kadar “kitle örgütü” olduğunu da biliyor. Zaten tartışılmak istenen de “biz bu halimizle kitlelerle ne kadar geniş ilişki kurabiliyoruz ve kurabiliriz, ne kadar kitleyi ve ne için harekete geçirebiliriz?” sorusudur. ADHK dar anlamda örgütlenmiş ve hedefleri de dar olan bir devrimci örgüttür, ama kitleleri kucaklayan bir “kitle örgütü” değildir. Kitlelerle buluşmaya çalışmasına rağmen, yanlış bir yol ve yöntem denediği için bunu başaramamaktadır. Bu kurumun mevcut olan bakıs açısı ve yapısıyla, mevcut halini değiştirebilmesi oldukça zordur. Yeni yapılanmalara ihtiyaç var, ama gerçekten yaşadığımız koşulların ihtiyaçlarına göre şekillenmiş bir yapılanma olmak zorunda. Yoksa onun da geleceği nokta aynı olur.

“Anti-faşist, anti-emperyalist ve anti-şovenist olan herkese kapımız açık ve herkes kendini ifade edebilir” deniliyor. Bu güzel, ama gelgelelim ki; herkes senin belli bir düşüncenin hedefleri doğrultusunda örgütlendiğini ve şekillendiğini biliyor ve diyor ki; “onlar hepsi aynı kafanın insanları, benim kendimi rahat ifade edebilmem mümkün değil. Hele bir de işin içinde demokratik-merkeziyetçilik  varsa hiç şansım yok.” Bizim asıl sorunumuz bu da değil. Asıl sorun, herhangi bir toplumsal, siyasal gelişme olduğunda; hangi ve ne kadar kitlenin bizim tavrımızı merak ettiği konusudur. Biz bunun için kafa yoruyor muyuz. Yani geniş kitleleri dikkate alarak mı çalışıyor ve politika üretiyoruz, yoksa dar bir grubu idare etmek için mi?

 

Tartışmalara başlarken;

 

22. Kongre iradesinin kararıyla tartışmaya açılan bu konu, varlık nedenimiz olan göçmenlik meselesi başta olmak üzere, emek, demokrasi mücadelesi vb. özgül toplumsal meseleler çerçevesinde faaliyet yürüten kurumlarımızın siyasetini, programını ve pratiğini değişen dünya koşulları ve çelişkileri bağlamında günün ihtiyaçlarına cevap olabilecek şekilde daha ileri bir seviyeye taşımayı hedeflemektedir. Bu anlamda, yapılacak olan alt konferanslardaki tartışmalarda, dernek-bileşen üyelerinin ve çevrelerinin, özellikle gençlik ve kadınların düşüncelerinin, değerlendirmelerinin ve istemlerinin doğru bir yöntemle irdelenmesi, nasıl bir örgütlenmeye ihtiyaç duyulduğunu ortaya çıkarılabilmemiz açısından önemlidir.

 

Bu sebeple yukarıda ifade ettiğimiz düşünce ve çözüm perspektifleri, yapılacak olan tartışmalara kapı aralayan, katılımcıları belli bir düşünce çemberine sınırlamayıp, onların düşüncelerini rahatlıkla sunarak tartışmalara her açıdan katkıda bulunmalarına teşvik edici olması bakımından ele alınmıştır. Bu tartışma sürecini örgütleyen ya da her bakımdan bilfiil içerisinde yer alan bütün katılımcıların da  meseleye bu açıdan bakarak gereken önemi ve hassasiyeti göstermesini bekliyoruz.

Konferanslarımızın başarılı ve öğretici bir şekilde örgütlenmesi temennisiyle…

 

14 Kasım13

ADHK (Avrupa Demokratik Haklar Konfederasyonu) 22. Dönem Konseyi