EVLAT-YOLDAŞ(LAR) ORÇUN(LAR) İÇİN[*]

SİBELÖZBUDUN – TEMEL DEMİRER

 

“Çok şeyler var ki çürürler, unutulur, ölürler.
Saltanat tahtı, tacı, asası gibi.
Oysa bazı şeyler var ne çürürler, ne unutulur ne de ölürler,
Charlie Chaplin’in şapkası, bastonu, ayakkabısı gibi.”[1]

 

Yakınlarımız, dostlarımız, sevdiklerimiz için yazmamaya, konuşmamaya gayret ederiz; malum ne yapılırsa yapılsın “öznellik” girer işin içine.

Kolay mı? Dünyanın en zor işidir insanın sevdikleri için yazması; zor olduğu kadar “belalı”dır da…

İş bu nedenle Ahmet Telli’nin, “Her dilden bir adları vardı onların/ ama hiçbir ülkenin kimliğini taşımadılar,” dizeleriyle betimlenen evlat-yoldaş(lar) Orçun(lar) için yazarken, bir Medine’den, bir Kürt Uğur’dan söz edercesine zorlanacağız.

Ancak, bu sefer ne denli zor olsa da yazacağız; ‘İzmir Yenikapı Tiyatrosu’nun 17 Temmuz 2013 tarihli şu açıklamasının ardından yazmak zorundayız:

“Bugün hayatın her kesiminde olduğu gibi, tiyatro alanı da yoğun bir saldırı altındadır. Tiyatro sanatını muhafazakârlığa teslim etmek isteyenler, özgürlüklerimizi, baskı, tehdit ve yasaklarla yok etmek istemektedirler.

Kurulduğu günden bu yana, oynadığı sokak oyunları, oyun anında polis tarafından kesilen, yasaklanan hatta oyuncusu “halkı askerlikten soğutma” suçlamasıyla 5 ay 20 gün cezaya çarptırılan tiyatromuz, tehditlere ve baskılara boyun eğmeyeceğini yaptıkları etkinliklerle göstermiştir.

Sanatta İşlenebilecek suç yoktur kitabı, etkinlikleriyle yüzlerce insana ulaşmış, binlerce insanı haberdar etmiştir. Dün Şehir Tiyatroları yönetmeliğini değiştirenler, devlet tiyatrosunu özelleştirmeye çalışanlar, sözde yasa taslakları ve mesleki yeterlilik tanımlarıyla özgürlük alanlarımızı elimizden almaya çalışanlar, tiyatromuza bir kez daha yargı terörü ile saldırmışlardır. (…)

2006 1 Mayıs’ında, AİHM tarafından orantısız güç kullandığı gerekçesiyle mahkûm edilen devlet, İzmir 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin aldığı kararla, Tiyatromuz emekçilerinden Orçun Masatçı’ya eyleme katılanlardan 10 kişi ile birlikte 2 yıl 2 ay 20 gün ceza vermiştir.

Orçun Masatçı, 2006 1 Mayıs’ına İzmir Yenikapı Tiyatrosu pankartı arkasında, yine tiyatromuzun bayrağı ile katılmıştır. Polis saldırısından sonra da alanda devrimci-demokrat, işçi sınıfı ile birlikte durmuştur. Tiyatromuz kurulduğu günden bu yana 1 Mayıslara, grevlere ve onlarca başka hak arama eylemine kendini ifade eden pankart ya da bayraklarla katılmaktadır. Kendimizi ifade etme hakkımızın elimizden alınmasına izin vermeyeceğiz!”

Evet, biz de kendi özgürlüğümüz ve evlat-yoldaş(lar) Orçun(lar) için ifade özgürlüğümüze el atılmasına, ambargo konulmasına “Evet” demeyeceğiz…

Ve biliyoruz ki, bizden ötede ‘İzmir Yenikapı Tiyatrosu’, Orçun(lar) bun(lar)a teslim olmayacak, boyun eğmeyecektir…

‘İzmir Yenikapı Tiyatrosu’, Orçun(lar); biz Onları tanırız…

Orçun(lar) kalbine inen faşist satırlara inat, sanatın hakkını veren devrimci sanatçılardır.

 

“SANAT” MI DEDİNİZ?

 

“Sanat” dedik…

Server Tanilli’nin ‘Yaratıcı Aklın Sentezi’ başlıklı yapıtında belirttiği üzere:

“Sanata aşina olmak, insanlığımızın bütün biçimlerine duyarlı kılar bizi. (…) Andre Malraux, ‘ölüm, yenilmez yazgısı insanın, onu alt edebileceğimiz tek yol sanattır. Sanat, yazgıya karşıdır’ diyor. Buradan kalkarak sanatçı, ölüme karşı savaşan ve umudunu daha güzel, daha insanca bir dünyaya adamış bir kişiden başka ne olabilir? (…)

Ünlü ‘Sanat sanat için midir, yoksa toplum için mi? ’ tartışmasında ise, ‘sanat sanat içindir,’ diyenlere karşı, ‘Sanat toplum içindir’ diyenlerin hatırlatacakları, başta Albert Camus’nün şu sözleri olmaz mı? ‘Dünya aydınlık olsaydı, sanat olmazdı’…”[2]

Sanat, aşk gibi tanımlanması çok zor bir şeydir.

Yaratıcının, gerçeklere yaslanan ifade tarzıdır sanat; düşünce ve duyguların dışa vurumudur; bütünü görebilen/ göstererek kucaklayandır; tabulara, yasaklara başkaldırandır.

“Ölüme karşı tek yanıt sanattır,” diyordu Andre Malraux.

Çağıran, meydan okuyan, direnendir sanat; Sıradanlığa, ortalamaya teslim olmayandır.

Görmeyenlerin gözü, duymayanların kulağıdır sanat. Ya da öyle olmalıdır.

Düşüncelerin, duyguların estetik hüviyet kazanmasıdır. Veya Ernst Fisher’in ifadesiyle, “Tılsımlı bir araçtır.”

Kolay mı? Yapıtlarının, icracılarının anlatmak istediklerinin dışında milyarlarca başka anlamda yorumlanmasıyla harika bir şey hâline geliyor sanat. Esasen bakıldığında bir sanat eserinde, sahibinin anlatmaya çalıştığı tek bir hikâye vardır; ama insanlar bu eserleri alıp değerlendirmeye başladıkları anda sonsuz sayıda farklı düşünce şekillenebilir etrafında.

Bütünüyle olsun, aralardan ufak parçalar olsun, sanatseverlerin süzgeçlerinden geçip yeniden şekillendiklerinde artık sahibinin değil, o insanların yapıtlarıdır.

Bir şarkı, bir şiir, bir roman, bir fotoğraf ya da bir yağlı boya tablo, her ne olursa olsun, bir kişinin yani ustasının malı değil, karşısına alan her insanın ürünüdür. Herkesin zihninin farklı farklı algılayıp kendine göre değerlendireceği düşünüldüğünde mantıklı geliyor. Örneğin, esasında savaşı anlatan bir parça, dinleyenlerin bazılarına aşk şarkısı gibi gelebilir. Ya da çaresizliği anlatmasını hedeflenen bir fotoğraf, güçlü duruşu sergiliyor olabilir.

Hayatı dayanılır kılan sanatın, “Bu sanattır,” diye parmakla gösterilmeye ihtiyacı yoktur, olmamalıdır.

Kim bilir sanat, belki de, “Ben sanatçıyım” diyenlerin yapamadığıdır.

İnsan(lık) için aşkınlık eylemi olarak da tanımlanması mümkün olan sanat kendimizi tanımak ve anlamak için yapabileceğimiz en iyi şeydir.

Platon’a göre sanat bir mimesistir. Hatta mimesisin mimesisidir. Yani yansımanın bir yansımasıdır. Aristoteles’e göre de bir katharsistir.

Sanat: erdemle benzer bir var oluş içerir; zamana yenilmeyendir; tüketilemeyen ve tüketilmek istendikçe çoğalandır…

Geçicide kalıcıyı yaratma çabasıdır; tanıdığımız yerlere tanımadığımız yollardan varmaktır; gerçeğin düşler prizmasında yeniden inşasıdır; bir iletişim biçimidir.

Stendhal’ın deyişiyle, “Sanat, bir mutluluk vaadini sinesinde barındırır.”

Sanat kontrolsüz yaratmaktır; görmeyi biçimlendirir; ortak hafızadır; toplum içindir.

Yaratıcılığın ve hayal gücünün ifadesi olarak tanımlanagelmişse de unutulmasın; başkaldırısız mümkün değildir.

Melih Gökçek’in, “Böyle sanatın içine tüküreyim,” diyebildiği Türkiye’de sanat tehlikeli bir eylemdir; tehlikesiz ise sanat değildir.

Sanat beyandır, tavırdır. Kısıtlı olan zamandan ve mekândan beslenir. Damarları süregiden hayata bağlıdır.

“Sanatı, hayalgücü için bir fantezi, sanat eserini vehimler (halucination) sistemi sayanlar, sanatı anlamayanlardır. Bunlara göre sanatkâr gayesiz bir sentezin yaratıcısı, sanat bir oyundur; alelâde hayat enerjisinin mahsulü bir maharet sistemidir. Şu hâlde hayat enerjisi kendi normal istikametindeki gayesizliğe doğru giderken, zekânın onu bazı şekiller ve ritmler altında toparlamasıyla, sanat eseri meydana gelir. Bu görüşe göre sanat, zekânın hayata menfaatsiz yönden bakmasıyla meydana gelmektedir.”

“(…) Diğer taraftan sanat, dış dünyadan ve tabiattan duyumlar alabilme ve bunların arasında herhangi bir seçim yapabilme kabiliyeti de değildir. Tabiat karşısında bir iktidarsızlık, sanatı doğuramaz. Sanat, hayal gücü hastalığı veya kader hâlinde karşımıza çıkan bir realite değildir. Bir bilgi veya vehim sistemi de değildir. Belki bir ideal, bir dâva, bir iradedir. Sanatkâr, eserini meydana koyan heyecanı tesadüfle bulmamıştır. Bu heyecanı, olduğu gibi isteyerek ve arayarak bulmuştur. Onda sanattan önce gelen bazı şeyler, sanat aşkından önce bulunan bir aşk vardır. Sanatın özü, eşyanın insan tarafından görünüşünden ibaret değildir. O, insan iradesinin derinlerinde ve aşkın hareketinde bulunur.”[3]

Sanat, yaratıcılığın, hayal gücünün ifadesidir; insan(lık)ın farkıdır; cesur ve taraflıdır.

Vazgeçilebilir bir şey değildir, en az hava kadar vazgeçilemezdir sanat.

“Sanat eseri sınıflı toplum koşullarında yaratıldığı gibi, sınıflı toplum koşullarında alımlanır ve yeniden üretilir. Bu ilişki, yazarın niyetlerinin de ötesinde, metni siyasal hâle getirir ve toplumsal bir işlev kazandırır. Kuşkusuz yazar bu işlevin ne derece farkında olursa o kadar iyidir, ama farkında olması metne hâkim olabileceği anlamına gelmez. Sanat eseri yaratıcısından da bağımsızlaşır. Sanatı sanat yapan, bizim için vazgeçilmez kılan o sanat eserini üreten sanatçının bile eser üzerinde mutlak iktidara sahip olamamasıdır! Sanat boyunduruğu reddeder!”[4]

Nihai kertede sanat, ideolojik bir alandır ve niyetle şekillenir, öznesi toplum değilse insan(lık)tır.

Sanat sınıfsal prizmadan yansıtır gerçekliği, ideolojik işlevi buradan gelir. Ama bilinçle oluşturulmuş bir ideoloji değildir bu. Zira siyasal anlam yapıtın dokusunda saklıdır, kendisini özerk bir biçimde göstermez. Dolayısıyla bir yapıt sadece ne anlattığıyla değil neyi nasıl anlattığıyla da önem kazanır. Nasıl anlatıldığı ise sanatçının bakış açısı, algısı ve hatta bilinçaltıyla ilgilidir. Ne yapmak istediğini ya da yapıtını nerede konumlandıracağını bilmeyen birisi sanat değil zanaat yapmaktadır.

Sanatta sorun resim yapmak sorunu değil, yaptığın resmin dünya için ne anlam ifade ettiği sorunudur.

Bu konuda Anita Taylor şunları der: “Sanatın insan üzerindeki etkisi ve önemini çok kısıtlı bir çerçeveden görüp özetlemekle yetindiğimizi düşünüyorum. Hayır, sanat sadece bir genel kültür meselesi değildir. Hayır, sanat sadece insanın ufkunu açan, bir kişisel gelişim basamağı değildir. Hayır, sanat sadece çerçeveletip duvara asılacak, büyük paralar ödenecek, elitliğinize elitlik katacak bir şey değildir. Sanat, hızla akıp giden zamanın; gittikçe kalabalıklaşan dünyanın ve ilerleyen teknolojinin gittikçe koyulaşan gölgesine ittirdiğimiz ve ruhumuzu kemiren her şeyi olduğu yerden biraz olsun kımıldatan, varması gereken yere biraz olsun yaklaştıran, hayatı biraz daha yaşanılır kılan bir tılsımdır. Basite indirgendikçe tehlikeleşen ve gün geçtikçe çok daha az insanın farkında olduğu bir merhem. Üstelik bir türlü fark edilememesine rağmen, her yerde.”[5]

Sanatın insana kazandırdıklarından birisi de deneyimdir. Sanat, bazı şeyleri yaşamadan insana öngörü sağlar. Sanat insana yaşamadan bilebilmeyi sağlar.

Bertolt Brecht’in, “Sanat gerçekliğe tutulan ayna değil, onu şekillendirmek için kullanılan çekiçtir”; Paul Klee’nin, “Sanat görüneni vermez. Onun işlevi görünmeyeni görünür kılmaktır”; Pablo Picasso’nun, “Sanat, coşkun zekânın ürettiği estetik bir obje”; Eliel Zaarinen’in, “Sanatı anlamak için önce bütün sanatların kaynağı olan hayatı anlamak öğrenmek gerekir. Yine hayatı ve sanatı anlamak için herşeyin temeline doğaya inilmelidir”; Paul Gauguin’in, “Art is either plagiarism or revolution/ Sanat ya araklamacılıktır ya da devrim,” diye betimledikleri O; sınırları aşıp, sınırsız olmaktır.

Alınıp, satılması mümkün olmayan sanat kimsenin, hiçbir iktidarın tekelinde değildir. Fiyatı olmayan şeydir Godard’ın da dediği gibi.

Günümüzde, kapitalist sermayenin çoktan eline geçirdiği yaşam formu olarak sunulan O; Guy Debord’un ‘Gösteri Toplumu’nda ifade ettiği üzere, metaların en ünlüsüdür!

Kolay mı? Artık sanat müzayedeleri milyon dolarlarla kapanıyor!

Sanat ve kültür üst kesimin kendi sudan kalitesini göstermek için yakasına taktığı birer rozet sanki!

Ama bu işin bir yanı;[6] öte yandaysa bir vicdani ret eyleminde sokak oyunu oynadığı gerekçesiyle halkı “askerlikten soğuttuğu iddiası”yla yargılanan Nazlı Masatçı’ya 5 ay ceza aldıran başkaldıran sanat vardır.

Başkaldıran ve insanî (bir meseleyle) ilgili olan sanatın hayatta karşılığı vardır; gerçeklikle ilişki düzeyi yoldaşlıktır.

Tıpkı ‘Boğaziçi Caz Korosu’ndan Masis Aram Gözbek’in tarifindeki gibi:

“Sanata dair bir şey söyleyeyim. Bunu hep söylüyorum: Sanat söylenecek sözü olan insanın işidir. Bir derdinin olması lazım… Bir şey anlatmak istemen lazım ki onu sanat yoluyla ifade edebilesin. Sanatla ilgilenen insanın içinde tutamadığı bir sıkıntısının, derdinin olması gerekiyor ki, onu o yoldan dışa vursun.”[7]

Evlat-yoldaş(lar) Orçun(lar)’un, ‘İzmir Yenikapı Tiyatrosu’nun hakkını vererek temsil ettiği sanat, budur; çünkü Onlar -teslim alınamayan- devrimci sanatçılardır.

 

BAŞKALDIRAN SANATÇI(LAR)

 

‘İzmir Yenikapı Tiyatrosu’ ile Orçun(lar), içindeki akıl almaz insanî heyecan ve coşkuyu, çığlığıyla paylaşan, başkaldıran sanatçı(lar)dır.

“Her eline mikrofon alana, bir diziye çıkıp iki rol yapana, kıssadan hisse televizyona çıkan herkese sanatçı” denilen bir bataklığın orta yerinde Onlar; özgürlükçü hayal gücüyle ve yetenekleriyle mana yaratırlar; etraflarında olup bitenin farkındadırlar.

Demet Akalın, Serdar Ortaç, Hande Yener, Sibel Can, Sinan Akçıl, Hülya Avşar, Mustafa Sandal, Hadise, Şafak Sezer, Peker Açıkalın, Tamer Karadağlı, Pınar Altuğ, Emrah, Bengü, Doğuş, Mustafa Topaloğlu, Kenan Doğulu, Seda Sayan, Nuri Alço, Nihat Doğan, Gülben Ergen gibiler için kullanılmaması gerekir “sanatçı” sıfatının (Onları esas yaptıkları meslekle anmak daha doğrudur)!

Pablo Picasso’nun deyişiyle, “Sanatçı nedir derseniz? Ressama yalnız gözleri, müzikçi ise yalnız kulakları, ozansa kalbinin her katında bir lir ve hatta boksörse, yalnız adaleleri olan bir ahmak mı? Tersine aynı zamanda siyasal bir kişidir sanatçı. Bütün varlığı ile tepki göstermesi gereken, acıklı, keskin, mutlu olayların karşısında her an bilinçli olması zorunlu olan kişidir sanatçı. Başkalarına karşı ilgi göstermeden yapabilir mi kişi… Kendisine bol bol canlılık getirenlerden kopabilir mi? Resim, odaları süslemek için yapılmamıştır. Resim düşmana karşı saldırıda ve savunmada kullanılması gereken bir savaş silahıdır.”[8]

Yaşamın sancısı çeken ve ona dokunarak taraf olandır sanatçı…

Söylenmemişi söyleyen, yazılmamışı yazan, yapılmamışı yapan, yaratandır…

Eğlence sektöründe çalışan işçi değildir sanatçı; her ne kadar günümüzde öyle sunulup, görülerek kullanılsa da.

Kime göredir neye göredir bilinmez ama, hiçbir anlam ifade etmeyen gösterilerde bulunan insanlara bile zamanımızda sanatçı denilmeye başlandı. Bu gün geçtikçe gözümüze gözümüze sokuluyor.

Televolelere çıkıp hergün sergilenen yüzler sanatçı değildirler.

Cem Kızıltuğ, “Sanatçı yara sarmaz, sanatçı kanar,” diyerek kısa ve öz bir şekilde sanatçıyı betimlerken kullanılabilecek güzel bir ölçüt vermiştir. Bu ölçüte sahip olanlara sanatçı denir.

“Sanatçının hası bir şey olmak peşinde değildir, bir şey yapmaya çalışır; yapmaya çalıştığı şey çokluk alışılmamış, olağanı aşan bir iş olduğundan üstelik terslenir durur, önüne olmadık engeller çıkarırlar, hayat hakkı tanımak istemezler: vız gelir, ipekböceğidir o, iki dünya bir araya gelse kozasını örecektir, önleyemezler.”[9]

Özetin özeti: Sanatçılar, iktidara hep muhalif olmuşlardır. Tam da bunun için “Toplumun bir mecazı, gözü/ kulağı, tanığı, muhalifi olarak addeder,” der Rene Ricard başkaldıran sanatçılar konusunda…

İş bu nedenle de himayeye “Evet” demeden, “Sanat toplum içindir” anlayışıyla; “İktidarın sanatçısı olmaz, olursa da onun adı soytarı olur,” diyen Onlar; herkesin yaptığını/ yapabildiğini, konuşabildiğini, söyleyebildiğini yapmakla, başkaldıran sanatçı olunamayacağını bilirler.

Sanatçı halkın yanında olandır. Olmayana sanatçı denmez. İktidarın yanında olana ise soytarı denir. Zira iktidarın gücünden nemalanmak için akla hayale sığmayacak soytarılıklar yaparlar. Ki gündemi takip edenler bu kişilerin soytarılıklarını fark ediyorlardır zaten.

Evet, evet iktidarın yanında yer almakla sanatçı olunmaz; muhalif değil ise kıymet-i harbiyesi olmayan, olamayandır…

Ayrıca başkaldıran sanatın, sanatçının ırkı yoktur; evrenseldir.

Gerçek sanatçılar egolu, narsist olmaz. Halktan kopuk olmamalıdırlar. Siyasetçilere, zenginlere yaltaklanmamalıdırlar. Çünkü bu onların karakterini bozar, sanatını yok eder.

Para kazanamaz çoğu sanatçı. O yüzden sanatını icra ederken, başka işler yapmak zorunda da kalır. Ama bu onu yıldırmaz. Hayatına devam eder.

Sigmund Freud, ‘Psikanalize Giriş Dersleri’nde sanatı, fanteziden tekrar gerçeğe giden bir dönüş yolu olarak tanımlarken; son sözü Oscar Wilde’a bırakalım:

“Sanatçı güzel şeylerin yaratıcısıdır. Sanatı açığa çıkarmak ve sanatçıyı gizlemek sanatın amacıdır…”

‘İzmir Yenikapı Tiyatrosu’ ile Orçun(lar) hep devrimci sanatı açığa çıkartarak, kendilerini yaptıklarının gerisine gizlemişlerdir…

 

ÖZGÜRLÜK VE 1 MAYIS(’LAR)

 

Sanatın ve sanatçının “olmazsa olmazı” özgürlüğü savunmak, böyle bir şeydir.

Bilmeyen olabilir mi? Düşünce/ ifade özgürlüğü olmazsa sanat olmaz.

Bertolt Brecht’in, “Özgürlük neye yarar,/ yaşarsa bir arada,/ özgürler ile tutsaklar,” uyarısının altını çizerek aktarıyoruz:

Özgürlük derken, özgürlükten söz ederken “Daha çok seçme olanağımız var, bu yüzden daha çok özgürlüğümüz var. Hayır. Böyle değil. Özgürlüğün esası, bir nesneyi, bir kişiyi, bir düşünceyi ya da bir çiçeği bir diğerine tercih etmek değil. Daha çok bir kucaklama, içine alma eylemi. ‘Seçme özgürlüğü’ bir kavram olarak özgürlük durumuna aykırıdır. Özgürlük, ‘ya bu ya da şu’ değil, ‘ya hep ya hiç’ ya da bir büyüme genişleme eylemidir daha çok,” der Gündüz Vassaf, ‘Cehenneme Övgü’sünde![10]

Sonra ekler Ignazio Silone, “İnsan özgürlüğü başkasından dilenemez, özgürlüğü kazanmasını bilmesi gerekir,” diye…

Ve de “Özgürlük; hayatı bütünüyle yaşamak demektir, yeterli beslenme, giyinme ve barınma konusunda, bedenin gereklerini karşılamak için ekonomik olanak, ayrıca aklın faaliyet alanını genişletmek, kişiliği geliştirmek ve kişiliğimizi ortaya koymak için etkin fırsat ve olanaklara sahip olmak demektir,” der Leo Huberman…

Niye saklayalım? ‘İzmir Yenikapı Tiyatrosu’ ile Orçun(lar) hep ve her daim özgürlüğü savunmuşlardır…

Bunun içinde darbeci Kenan Evren ve tekelci burjuvalar için “komünist bayramı” olan 1 Mayıs(’lar)da özgürlüğün, eşitliğin, kardeşliğin, enternasyonalizmin safında olmuşlardır, olacaklardır da…

“Bahar Şenliği” değildir; işçi bayramıdır 1 Mayıs; “Amele Bayramı”dır; “uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü”dür…

Emeğin, alın terinin günüdür; “bir Mayıs, bir Mayıs/ işçinin emekçinin bayramı/ devrimin şanlı yolunda/ ilerleyen halkın bayramı”dır…

Emeğin evrensel, büyük insanlık yürüyüşüdür 1 Mayıs…

1 Mayıs deyince aklımıza hep sokaklarda esen romantik isyankâr sosyalizm rüzgârı gelir… Öyle bir rüzgâr ki ne kadar devlet terörizmine maruz kalsa da ele avuca sığmaz…

“Güzel günler göreceğiz/ güneşli günler”… “Ancak bu böyle gitmez, sömürü devam etmez”… haykırışlarıyla “sermayeye karşı emeğin savaşı”nda somutlanan ve “Hak verilmez alınır,” diye haykıranların geleneği, “gün gelir gün gelir zorbalar kalmaz gider” bilinciyle haykırır: Bijî yek gûlan!

1 Mayıs dayanışma ve mücadelenindir; 77’deki kanlı 1 Mayıs’ı nasıl unuturuz?

1 Mayıs 1886 Chicago’sunu… 3 Mayıs 1886’da Mc Cormic fabrikasının önünde toplanan işçilere ateş açılıp, bir işçinin öldürülmesini… 4 Mayıs 1886’da işçilerin düzenlediği protesto gösterisini… miting sırasında nerden atıldığı bilinmeyen bomba ile 4 işçi ve 7 polisin ölümüne neden olan provokasyonu… 8 işçi önderi sendikacı ve yüzlerce işçinin tutuklanmasını… 1.5 yıllık yargılama sonucunda August Spies, Albert Parsons, George Engel ve Adolp Fisher’in idam edilmesini… 11 Kasım 1887’de idam sehpasında August Spies’in, “Sessizliğimizin, bugün boğduğunuz seslerden daha güçlü çıktığı günler de gelecektir!” haykırışını nasıl unuturuz?

12 Eylül sonrasında, 1 Mayıs sessizliğini ilk olarak 1988’de bozan işçilerin polis kuşatmasına rağmen Taksim’e girmelerini… 1989 baharında ise yine alanlara çıkmalarını… Binlerce işçi ve devrimci Taksim Meydanı’na doğru yürürken saldırıya geçen polisin Mehmet Akif Dalcı adlı işçiyi katletmesini… 1990’da Taksim’deki kutlamada ise polisin kurşunlarına hedef olan Gülay Beceren’in  felç olmasını…

1996’da yüz binin üstünde katılımla gerçekleşen İstanbul Kadıköy’deki 1 Mayıs gösterileri sırasında, Söğütlüçeşme girişinde göstericiler üzerine ateş açan polisin Hasan Albayrak ve Dursun Adabaş’ı katletmesini…

2007’de, 2008’de, 2009’da Taksim için verilen mücadeleleri ve Taksim’in yeniden kazanılmasını nasıl unuturuz?

Nâzım Hikmet’in, “ve elbette ki, sevgilim, elbet,/ dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,/ dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla/ bu güzelim memlekette hürriyet…” dizeleriyle betimlenen 1 Mayıs, daha güzel günler için umudumuzun simgesidir.

1 Mayıs alanları ve mücadelesi ‘İzmir Yenikapı Tiyatrosu’ ile Orçun(lar) olmadan nasıl düşünülebilir?

Devrimci sanatın başkaldıran sanatçıları özgürlüğü ve 1 Mayıs’ı savundukları için nasıl “cezalandırılabilir”ler?

Bu mümkün müdür?

 

“SIRADAN(LAŞTIRILAN) FAŞİZAN HÂL”

 

Eğer “faşizan hâl” “sıradanlaş(tırıl)ıyorsa mümkündür!

Nasıl mı? Karl Marx’ın, “Devlet bir sınıfın bir başka sınıf tarafından ezilmesi için bir makineden başka bir şey değildir; ve bu, krallıkta olduğu denli, demokratik cumhuriyette de böyledir,” saptaması ile Bertolt Brecht’in, “Kapitalizme karşı olmadan faşizme karşı olanlar; danayı kesmeden onun etini yemek isteyen insanlara benzer. Danayı yemek isterler ama kan görmeyi sevmezler. Kasap eti tartmadan önce ellerini yıkarsa tatmin olurlar. Barbarlığı ortaya çıkaran mülk ilişkilerine karşı değillerdir, yalnızca barbarlığa karşıdırlar. Barbarlığa karşı seslerini yükseltirler, hem de bunu aynı mülkiyet ilişkilerinin yayıldığı ancak kasapların eti tartmadan önce ellerini yıkadığı ülkelerde yaparlar,” uyarısını anımsayın…

Ha bir de Buenaventura Durruti’nin, “Burjuvazi, güç elleri arasında kayıp gittiğinde, ayrıcalıklarını tekrar kazanmak için faşizmi diriltir”; Albert Camus’nün, “Hor görünün herhangi bir biçimi siyasete müdahil olursa, faşizmi ya kurar, ya da hazırlar”; Roland Barthes’ın, “Faşizm ifadeyi engellemez, belli bir ifadeyi mecbur kılar,” sözünü…

“Tarihçi Harry Harootunian, faşizmin güncelliği üzerine makalesinde faşizmi ‘karanlık odadaki kara kedi’ye benzetir. Bu metafor, faşizmi ‘aşırılıklar çağının’ arızi bir çıktısı, modern kapitalizm ve onun olağan politik kurumlarından geçici bir sapma olarak telakki eden ve nihayet liberal demokrasinin zaferini ilan etmesiyle geri dönüşsüz bir şekilde tarihin çöp kutusuna atan liberal konsensüse karşı, faşizmin farklı formlardaki tezahürlerine dikkat çekmeyi amaçlar. Tıpkı karanlık odadaki bir kara kedi gibi, onu görmüyor ya da ayırt edemiyor oluşumuz, orada olmadığı anlamına gelmez.

Ana akım faşizm yorumlarında sık görülen bir eğilim faşizmi kapitalist moderniteye karşıt ve onun olağan güzergâhından bir sapma olarak nitelendirir. Kapitalizmin olağan ve doğal siyasal formunun ‘liberal demokrasi’ olduğunu savlayan bu eğilim, faşizmi geri ya da çarpık bir modernleşmenin uç bir sonucu, arızi bir çıktısı olarak nitelendirir. Bu yaklaşım, faşizmin öz-imgesinde yer alan ve kapitalist moderniteye karşıt görünen geleneksel değerlere övgü, kaosa ve sürekli değişime karşı düzen ve istikrar aranışı, bireyin topluluk içerisinde erimesi gibi faşizmin özüne dair ifadeler olarak kabul eder. Oysa, Marx’ın dediği gibi toplumsal olgular ve aktörler kendilerini algılayış biçimlerinden yola çıkarak değerlendirilemezler.

Faşizme dair her değerlendirme, onu kapitalist ilişkiler içerisinde konumlandırmakla işe başlamak zorundadır. Faşizm, en başta işçi hareketi ve sosyalizm tehdidine karşı radikal bir çare olarak filizlenmiş ve bu tehdidin şiddeti ölçüsünde marjinal bir akım olmaktan çıkmış ve iktidara gelmiştir. Dolayısıyla tüm retoriğine karşın kapitalizmi ortadan kaldırmayı değil, kurtarmayı, yarattığı çelişkileri (en başta emek-sermaye çelişkisi) topyekûn bir mobilizasyonla absorbe etmeyi amaçlamıştır. Hem Mussolini İtalyası’nda hem de Hitler Almanyası’nda sermaye sınırının ‘komünizm belasından’ kurtulmak için faşizme verdikleri destek ve onay, bunun güzel bir kanıtıdır. Dolayısıyla şu sonuca varmak mümkündür: Kapitalizm var olmaya devam ettikçe, faşizmin defterini tam anlamıyla dürmek mümkün olmayacaktır.

İlk noktayla bağlantılı olarak benzer bir yaklaşım, faşizmle burjuva demokrasisini iki zıt kutup olarak görme ve aralarındaki ayrımı mutlaklaştırma eğilimidir. Bu bakış açısına göre, burjuva demokrasisi toplumsal ‘baskı gruplarının’ özgür bir şekilde örgütlenip çıkarlarını savunabildikleri çoğulcu bir rejimi ifade ederken, faşizm, diğer totalitarizmlerle birlikte, çoğulculuğun yadsınması olarak anlaşılır. Söz konusu yaklaşım, temel çelişkiyi burjuva demokrasisi ve totalitarizm arasında tarif ederek ve ikincisini ikna mekanizmalarının baypass edildiği zora dayalı bir iktidar stratejisi olarak kurgulayarak, bir taşla iki kuş vurmuş olur. Hem bulutsu bir totalitarizm mefhumu altında faşizm ve komünizmi eşitler, hem de faşizm ve kapitalizm arasındaki organik bağları görünmezleştirir. Oysa ne faşizm ikna mekanizmalarının bütünüyle yok sayıldığı bir zor rejimidir (Hitler’in tamamen demokratik yollarla iktidara gelişini hatırlayalım) ne de burjuva demokrasisi zordan azade bir özgürlükler dünyasına tekabül eder. Gramsci’nin yerinde tespitiyle, burjuva hegemonyasının her biçimi zor ve iknanın çeşitli bileşimlerine dayanmak zorundadır.

Faşizme dair analizlerde diğer bir sorunlu nokta, deyim yerindeyse, pür-faşizm arayışıdır. Faşizmi sadece Hitler Almanya’sı ve Mussolini İtalyası’nda vuku bulmuş özgül bir kurumsal rejim olarak gören bu bakış açısına göre, bu rejimlerin karakteristik özelliklerinden herhangi birinin eksik olduğu yerde faşizmden söz etmek mümkün değildir.

Başka bir deyişle, ancak iktidar aygıtının adlı adınca faşist bir parti tarafından bütünüyle ele geçirildiği, otoriter bir şef etrafında olağanüstü bir lider kültünün yaratıldığı, etnik ayrımcılık ve ırkçılıktan beslenen bir holokost endüstrisinin var olduğu, her türlü muhalefetin şiddetle bastırıldığı, kara gömlekli çetelerin sokaklarda terör estirdiği durumlarda faşizmden söz edilebilir. Faşizmin normatif bir tanıma ve bir var-yok listesine indirgendiği bu yaklaşım, faşizmin farklı düzeylerini, görünümlerini ve formlarını tespit etmek konusunda oldukça zayıf kalmaktadır. Bu zayıflık, günümüz dünyasındaki faşizm görünümlerini kavramanın önünde büyük bir engel teşkil etmektedir.

Günümüzde faşizmin 30’lar benzeri bir ani yükselişle iktidar alternatifi hâline geldiği küresel bir faşistleşme sürecinden söz etmek (en azından şimdilik) doğru olmasa da, faşizan dinamiklerin daha az belirgin formlarda hem gündelik hayatta hem de görünüşte liberal demokratik rejimlerin iktidar pratiklerinde yer bulduğunu ve giderek güçlendiğini söylemek mümkündür. Bazı yorumcuların neo-faşizm olarak adlandırdıkları bu dinamikler, birkaç kaynaktan beslenmektedir. Son yıllara damgasını vuran neo-liberalleşme süreci, bir yandan emekçi sınıfların gözle görülür düzeyde yoksullaşmasına ve hak kayıplarına uğramalarına, bir yandan da çevre ülkelerden merkez ülkelere muazzam bir ucuz işgücü göçüne tanıklık etmiştir. Solun ve emek hareketinin cılızlaştığı ve tepki vermekte zorlandığı bu yoksullaşma süreci, merkez ülkelerdeki emekçi sınıflar arasında göçmen karşıtlığının ve ırkçılığın ürkütücü seviyelere ulaşmasına neden olmuştur. Bu reaksiyoner tepkiler birçok örnekte faşist partiler etrafında örgütlenmiş ve bu partiler, faşizme karşı aşılı olduğu düşünülen birçok ülkede parlamentoya girmeyi başarmıştır.

Faşizmi besleyen diğer bir kaynak, emperyalizmin güncel yönelimleridir. 11 Eylül saldırılarının ardından ABD’nin benimsediği ‘küresel terörizmle savaş’ doktrini bir tür ‘olağanüstü hâl’ rejimi tesis etmiş, içeride ve dışarıda silahlanma ve güvenlik harcamalarının olağanüstü boyutlara ulaşmasına neden olmuştur. Ana akım medyanın ve kültür endüstrisinin sürekli canlı tuttuğu ‘İslâmi terörizm’ tehdidi, en temel insan haklarının askıya alınmasını, Guantanamo’yu ve sair hukuksuzlukları meşrulaştırıcı bir etki yaratmıştır.

2008’de finansal piyasaların çökmesiyle baş gösteren ve uzun süre devam etmesi beklenen küresel krizin bu dinamikleri güçlendirmemesi mümkün değildir. Avro Bölgesi’ndeki krizin giderek derinleşmesi ve kemer sıkma politikaları, en belirgini Yunanistan’da Altın Şafak Partisi olmak üzere, tüm Avrupa’da aşırı sağın yeni bir ivme kazanmasını sağlamıştır. Önümüzdeki dönemde bu tür siyasal hareketlerin iktidar alternatifi olarak ortaya çıkmaları ve topyekûn bir faşist mobilizasyon dalgasının dünyaya egemen olması ihtimal dahilindedir. Marx, tarihte bazı olayların tekerrür ettiğini, ancak ilkinde trajedi ikincisinde komedi olarak yaşandığını söylemişti. Akılda tutmakta fayda var, faşizmin şakası olmaz.”[11]

Bu tabloda Mehmet Okyayuz’un, “Faşizmi ortaya çıkaran koşullar hâlâ mevcuttur; dolayısıyla faşizm tehlikesi günceldir. Önemli olan, bu ‘yeni’ faşizmin ‘yeni’ niteliklerini ‘klasik’ faşizme bakarak ama ona yapışık kalmadan çözümlemektir. Bana öyle görünüyor ki, bu ‘yeni’ faşizm katıksız olarak uygulanmaktan ziyade, iktidarların farklı alanlarında kendini gösterecektir: siyasette, ekonomide, eğitim alanında, kültürel boyutta vs.,”[12] saptamasının altı özenle çizilirken; “Sıradan Faşizm”[13] gerçeğini “es” geçmemeye büyük özen gösterilmelidir.

Sürdürülemez kapitalizm koşullarında dört yanımızı kuşatan faşizan hâl ile “Sıradan(laştırılan) Faşizm” üst üste örtüşürken; dönüştürür…

Çünkü her şey gibi faşizm de bir dildir. Kendini dil yoluyla dile getirir…

Mesela yalan, faşizmin dilinin başlıca özelliklerindendir. Faşizm, bilime karşı olduğu için, yalana başvurmak zorundadır. Faşist, bilerek ya da bilmeyerek, dünyayı çarpık bir aynadan görür…

Gerçek kendisine ne kadar anlatılırsa anlatılsın, ideolojisi gereği, onu anlamaz ya da anlamazlıktan gelir.

Faşist dilin başkaca temel özelliklerinden bazıları öfke ve şiddettir. Fakat bu öfke ve şiddetin de ne kadarının gerçek, ne kadarının sahte olduğunu anlamak kimi kez kolay değildir.

İdeolojisinin ve kişiliğinin temel özelliği yalan ve sahtecilik olan faşistin kendisi de bunu zaman zaman karıştırabilir…

Faşizm kavramları saptırır, değiştirir. Bütün insanlık tarihinin iki büyük aşamasından biri insanın en yüce değer oluşu (hümanizm), öteki (aydınlanma da diyebileceğimiz) bilimsel akıldır. Faşizm ikisine de karşıdır.

Faşist ideolojide insanın insan olarak değerliliği ırk, ulus, ideolojinin kendisi vb. kavramlarla yer değiştirmiştir. Bilim ise insanın yaratıcı gücü olmaktan çıkarılarak faşizmin yararına çıkarcı bir teknolojiye indirgenmiştir.

Faşist dilin kavramları, bu nedenle insana, bilime, sanata, yaratıcılığın her türüne düşmancadır…

 

AKP VE TOTALİTARİZM

 

“12 Eylül’ün paltosundan çıkan AKP zihniyetinin,[14] darbecilerin başlattığı depolitizasyon kampanyasının günümüzdeki başarılı bir uygulayıcısı’[15] olduğu ne kadar gerçek ise, ‘AKP dönemini topyekûn bir faşist rejim olarak adlandırmak, mazur görülebilecek ajitatif motivasyonlar dışında, doğru olmayacaktır.

Öte yandan, faşizmin çeşitli formlarının AKP iktidarında giderek belirginleştiğini ve olağanlaştığını görmemek imkânsızdır. Devlet aygıtının çeşitli unsurlarının iktidar partisi tarafından bütünüyle ele geçirilmesi, iç güvenlik aygıtı polisin olağanüstü yetkilerle donanması ve iktidarın vurucu gücü hâline gelmesi, keyfi ve hukuksuz tutuklamalar, her türlü muhalefetin zor yoluyla bastırılması, egemen sınıf fraksiyonlarının hizaya getirilmesi, medyadaki çatlak seslerin tasfiyesi, saldırganlaşan dış politika eğilimleri, toplumsal hayatın her alanına müdahale ve nihayet ‘milli şef’ mertebesine yükseltilmiş agresif bir lider, bu formlara örnek olarak gösterilebilir.

Tüm bunları salt siyasal olgular olarak değerlendirmek yanlış olacaktır. Türkiye burjuvazisinin bu uygulamalara rıza göstermesinin arkasında neo-liberal dönemde kangren hâline gelen ekonomik ve siyasal krize karşı ‘her ne pahasına olursa olsun istikrar’ arayışının belirleyici olduğunu söylemek mümkündür. Tüm bu formlardan daha önemlisi ise AKP iktidarının modus operandi’sine (işleyiş tarzı) dairdir.

Tıpkı topyekûn faşist rejimlerde olduğu gibi, AKP iktidarı da işlerin rayına oturacağı ‘istikrarlı bir denge’ mefhumundan yoksundur. Başka bir deyişle, geriye düşmemek için sürekli gaza basmak ve daha da radikalleşmek zorundadır. ‘Durmak yok yola devam’ sloganına, bir de bu gözle bakmakta fayda vardır. AKP dönemini, önceki iktidarlardan niteliksel olarak farkı olmayan, alelâde bir burjuva iktidarı olarak görmek, sosyalist hareket için ölümcül bir hata olacaktır.”[16]

Jonathan Swift’in, “Uzun süredir baskıcı bir rejim altında yaşamaya alışmış bir halk, adım adım özgürlük kavramını yitirir,” sözleriyle betimlenen totaliterliğin alâmet-i farikası olan (İslâmcıların en liberali, liberallerin en İslâmcısı!) AKP, paternalist bir iktidarın “mutlak itaat/biat”ına denk düşen çoğunlukçu[17] zorbalıktır.

Kemal İnal’ın yerli yerinde saptamasıyla, “Erdoğan… tam bir paternalist lider. Bir tür arkaik muhafazakâr ideoloji olan paternalizm, bireye, tebaaya veya halka sormadan, danışmadan onun hakkında konuşmak; onun neyi, neden, nasıl ve ne zaman yapması gerektiğini dikte etmektir. Paternalist iktidar veya yönetici, yönetimi altındakilere, onların iyiliği, refahı, mutluluğu, ihtiyaç ve çıkarları adına konuştuğunu söyler. Bunu söylerken de, tebaasını/yurttaşlarını, çocuk yerine koyar, zira çocuk-tebaa/yurttaş, akıl, bilgi ve deneyimden yoksun ve yetersiz olduğu için, rasyonel seçimlerini yapamaz.

Paternalist iktidar veya yönetici, ‘Tanrı-Kral-Baba’ erkek üçlüsü formülünü işletir. O, tam bir babacıdır-babaya mutlak itaat/biat. Erkek-egemen bir iktidar adına kadın ve çocuklar başta olmak üzere yukarıdan aşağıya bir hiyerarşinin tepesinden herkese ama mütemadiyen hitap eder. Bu konuşma sürecinde tüm halkın ‘babası-atası’ olduğu mesajını verir.

Antik Roma’dan itibaren babanın çocukları üzerindeki kutsal hakkı (patria potestas) Ortaçağ’da iyice mutlaklaşmıştı. Krallık ve ulus-devletler, yönetimlerini geleneksel bir meşruiyet temeline oturtmak için bu geleneği olduğu gibi devraldı. Örneğin, XIII. Louis, kendini Fransız halkının babası ilan etmişti. Hıristiyanlık zaten mutlak anlamda tek bir baba (Tanrı) tanıyor. Din ve gelenekle meşrulaştırılan bu bakış açısı, Osmanlı’dan alınan bir miras olarak Cumhuriyet Türkiyesi’nde de devam etti. Erdoğan da, üç çocuk meselesinde bizde paternalist tutumun devlet katında hâlâ sürdüğünün bir örneği”dir.[18]

Burada parantez açıp hatırlatalım: Totaliter sistemlerin tarihsel ve ideolojik öğeleri olabilecek özellikler üzerinde bir anlaşma/ mutabakat yoktur. Belirleyici olan ortak yön devletin/ siyasal iktidarın koyduğu hedefine ulaşmak için bütün yolları kullanması doğrultusundaki kararlılığıdır. Bundan ötürü tüm totaliter rejimler “güncel” teknik ve yöntemlerle siyasal konumlarını güvence altına almak, topluma “tek tip” ideolojik kurallar dayatmak, toplumsal yaşamın tüm yönlerini denetlemek tüm totaliter rejimlerin uyguladıkları siyasetlerin olmazsa olmazlarıdır.

Carl Joachim Friedrich gibi düşünürler ve siyasal bilimciler totaliter rejimlerin ortak özelliklerini “ütopyacı gelecek vaadi”, “bin yılcı egemenlik savı üzerine kurulmuş bir ideolojik kurgu”, “fiziksel ve/ veya psikolojik terör”, “tek lider-tek parti”, “medya tekeli”, “yaşamın her alanını kapsayan merkezi eşgüdüm” olarak göstermektedirler.

Totalitarizm, toplumun ve toplumsal gerçekliğin bütününü kavradığını iddia eder. Kendi rejiminin değişmezliğini ayırt edebilmek için bir öteki terimini icat eder ve insanları, benden olanlar ve benden olmayanlar diye ikiye ayırır.

Totalitarizmde lider tek güçtür. Her şeyi bilir, her şeye hakkı vardır. Liderin ruhunu okşayan onun lütfuna mazhar olur, eleştiren ise hiçlikte yitip gider. Bu rejimde insanın kendi geleceğini düşünmesi, tasarlaması olanaksızdır. Her şey toplumun mutluluğu içindir ve insanların ne ile ve nasıl mutlu olacağını da belirleyen liderdir.

Yani otoriterlik: Toplumun en tepesinden emirler vermek ve bunların yerine getirilmesini devlet zoruyla kabul ettirmektir. Toplumun gidişini etkileyenlerin emirleriyle, onların kafalarında oluşmuş hedeflerle sürüp gider ve buna uyulmazsa, hayır öyle değil şöyledir denirse, kısacası otoriter şeflerin ya da yöneticilerin söylediklerine karşı çıkmak, kusur bulmak hele eleştirmek yanlış sayılıyorsa, otoriterlik vardır, demektir.

Totaliterlik ise bu emrediciliği yaşamın her aşamasına yaymak demektir. Ülkemizden örnek vermek gerekirse, bazen yumuşak olarak söylenir, bazen de sert biçimde söylenir ama, “bundan böyle beyaz ekmek olmayacak” denebilir ya da beyaz ekmek o kadar pahalı yapılır ki, kimse yiyemez. Bunda bir çeşit seçme olasılığı sanki varmış gibi gözükür, ama hangi seçeneği seçerseniz seçin, sonuç aynıdır; baştakinin dedikleri yapılır. Böyle yöneticilere çok ünlü unvanlar bulunur, Almanya’da “führer” ya da İtalya’da devletin başına “il duce” denmiştir.

Şimdi karşımızdaki “il duce” karikatürü, “her şeyi en iyi ben bilirim” diyen, Kasımpaşalı geçinen biridir!

 

İNSAN OLMAK HÂLİ 

 

Buraya kadar değinmeye gayret ettiğimiz çerçevede, en doğal ve abartısızından, insan olmak hâlinin bir adı da evlat-yoldaş(lar) Orçun(lar), ‘İzmir Yenikapı Tiyatrosu’dur…

Çünkü Onlar; “Bir insan acı duyabiliyorsa canlıdır, bir insan başkasının acısını duyabiliyorsa insandır,” diyen Tolstoy’un tarif ettikleridir.

Hem de insan kirlenip; yabancılaşırken; duygularına, düşüncelerine, sevinçlerine etiket(ler) iliştirilirken…

Veya ‘Budala’sında Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin, “Bu devir, sıradan insanın en parlak zamanı; duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir. Kimse bir şeyin üzerinde durup düşünmüyor. Kendisine bir ülkü edinen çok az. Umutlu birisi çıkıp iki ağaç dikse herkes gülüyor: ‘Yahu bu ağaç büyüyünceye kadar yaşayacak mısın sen?’

Öte yanda iyilik isteyenler, insanlığın bin yıl sonraki geleceğini kendilerine dert ediniyorlar. İnsanları birbirine bağlayan ülkü tümden yitti, kayıplara karıştı. Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes kendini düşünüyor. Kendisi kapabileceği kadar kapsın, geride kalanlar isterse açlıktan, soğuktan ölsün, vız geliyor,”[19] betimlemesindeki üzere…

Yani insan olmak hâlinin çıkarcılıkla kirletilip; baskılara boyun eğdiği; önyargı ve korkulara teslim edildiği koşullarda Onlar; imkânsızı isteyen bir gerçekçi azmiyle “Başka bir dünya ve yaşam mümkün” diyorlar; hepimize bunun yolunu ve nasıl mümkün olacağını gösteriyorlar…

Hepimize, tam da ihtiyacımız olan şeyi yani isyanın gerekliliğini hatırlatıyorlar; Yaşar Kemal’in satırlarının altını çizercesine: “İnsanlar her şeye, her şeye başkaldırmalı… İnsanlar böyle uyudukça, insanlar böyle zulüm altında inlemeyi kabul ettikçe insanlığın bir sinekten ne farkı olur, insanlar, eğer en küçük bir haksızlığa, bir zulme başkaldırmayı akıl etmezlerse, insanlık bundan böyle daha da beter hâle düşecektir… İnsan soyu başkaldırmayı yemek, içmek, yaşamak, uyumak, çocuk yapmak gibi bir yaşama biçimi yapmazsa bugünden de bin beter olacak, içi boşalacak, duymayı, düşünmeyi, sevmeyi, sevişmeyi, dostluğu, arkadaşlığı, göğün, yerin, kurdun, kuşun, akarsuyun, tanyerindeki ışığın, yürekteki sıcaklığını unutacak…”[20]

Şimdilik kaydıyla ve “suçlandıkları suç(lar)” da bizimdir; onurumuzdur diyerek noktalarken dediklerimizi; “Onlar neden bu kadar önemlidir” sorusunun yanıtlarını şöylece sıralayabiliriz:

i) Bernard Malamud’un, “İnsan hayatında öyle bir zaman geliyor ki muhakkak gitmesi gerekiyor, hiç kapı veya pencere olmaması önemli değil, duvardan bile yürüyüp geçiyor,” sözünü hatırlatır bize ‘Yeni Kapı’nın militan emekçileri…

ii) Çünkü Onlar; düştükleri yolda Nikos Kazancakis gibi, “Dünyayı bugünkü durumuna getiren nedir, bilir misin? Yarım işler, yarım konuşmalar, yarım günahlar, yarım iyiliklerdir. Sonuna kadar git be insan!” diye haykırırlar…

iii) Ve “Dayanışma, kişinin dayanıştığı kişilerin ortamına girmesini gerektirir, radikal bir tutumdur,”[21] diye fısıldarlar kulağımıza Karl Marx’ın, “İnsan düşüncesinin objektif gerçekliğe ulaşması ya da ulaşamaması sorunsalı kuramsal değil pratik bir sorundur. İnsan doğruyu, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya ait olduğunu pratikte kanıtlamalıdır. Pratikten soyutlanmış bir düşüncenin gerçekliği/gerçek dışılığı tartışması skolastik bir sorundur,” sözlerinin altını defalarca çizerek…

iv) Sonra da Bertolt Brecht’in, ‘Sezuan’ın İyi İnsanı’ (1943) oyunundaki, “Ey mutsuzlar!/ Kardeşlerinizi boğazlıyorlar, göz yumuyorsunuz./ Çığlıklar duyuluyor, ama siz susuyorsunuz./ Aramızda dolaşıp kurbanını seçiyor zorbanın teki,/ Sessiz kalırsak bize dokunmaz diyorsunuz./ Bok yiyorsunuz!/ Ne tuhaf yer burası, sizler nasıl insanlarsınız!/ Haksızlık varsa bir yerde eğer ayaklanmalı insan./ Ayaklanma olmuyorsa batsın o şehir yerin dibine./ Yansın bitsin, kül olsun karanlıklar basmadan!” repliğini yaşam biçimlerinin ahlâkına, vicdanına içerirler…

İş bu nedenlerle önemlidir Onlar; ama en aslîsi Onlar bizim her kucakladığımızda kokularını ciğerlerimize doldurmaktan müthiş bahtiyar olduğumuz evlat-yoldaşlarımızdır…

Biz Orçun(lar) ile Onların devrimci sanatı, başkaldıran sanatçılığıyla hep haklı bir onur duyduk; bu boşuna değildir; tarih/ yaşanmışlık kanıtımızdır; daha da şahidimiz olacaktır…

Bundan dostun da, düşmanın da asla kuşkusu olmasın!

 

3 Eylül 2013 16:34:48, Çeşme Köyü.

 

N O T L A R

[*] Faşizme Karşı Özgür Sanat, Derleyen: Yenikapı Tiyatrosu, Ceylan Yay., 2013… içinde. 

[1] Şêrko Bêkes.

[2] Server Tanilli, Yaratıcı Aklın Sentezi,  HYPERLINK “http://www.maxkitap.com/yayinevi-alkim-kitapcilik-yayincilik.html” \o “Alkım Kitapçılık Yayıncılık kitapları” Alkım Kitapçılık Yay. ,  2006.

[3] Nurettin Topçu, İradenin Davası Devlet ve Demokrasi, Dergah Yay. , 2. Baskı, 2004.

[4] http://mimesis-dergi. org/…r-ve-basbakandan-inciler/

[5] Anita Taylor, “Ne İçin Sanat?”, http://www. yenikapitiyatrosu. com/…11/ne-icin-sanat/

[6] “Ne olursa olsun bir meta olarak tüketilmek istenmeyen her türlü sanatın amacı, hiç şüphesiz kendine ve çevresine, hayatın ve insan varlığının amacını açıklamak, yani insanlığın gezegenimizdeki varoluş nedenini ve amacını göstermek olmalıdır. Hatta belki de hiç açıklamaya bile kalkmadan onları bu soruyla karşı karşıya bırakmalıdır.” (Andrei Tarkovsky, Mühürlenmiş Zaman, Çev:  HYPERLINK “http://www.idefix.com/kitap/fusun-ant/urun_liste.asp?kid=3810” Füsun Ant,  HYPERLINK “http://www.idefix.com/kitap/agora-kitapligi/firma_urun.asp?fid=3219” Agora Kitaplığı, 2. Basım, 2010.)

[7] Cemre Can Aşamacı, “Boğaziçi Caz Korosu’ndan Masis ile Röportaj”, Kaldıraç, No:146, Ağustos 2013, s.59.

[8] Pablo Picasso, Les Letters Françaises Dergisi, 25 Mart 1945.

[9] Attila İlhan, Hangi Edebiyat,  HYPERLINK “http://www.kitapvekitap.com/turkiye-is-bankasi-kultur-yayinlari-pb1055.html” Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2009.

[10] Gündüz Vassaf, Cehenneme Övgü (Gündelik Hayatta Totalitarizm),  HYPERLINK “http://www.idefix.com/kitap/iletisim-yayinevi/firma_urun.asp?fid=436” İletişim Yayınevi., 24. Basım, 2012.

[11] Melih Yeşilbağ, “Faşizmin Güncelliği”, Sol, 16 Mart 2013, s.13.

[12] Mehmet Okyayuz, “Klasik Faşizmin Işığında ‘Yeni Faşizm’i Çözümlemek”, Sol, 16 Mart 2013, s.16.

[13] Tunç Tayanç, “Bellek Tazeleme; Ama Güncel: Sıradan Faşizm”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, No:1374, 19 Temmuz 2013, s.3.

[14] “Bizzat AKP, demokrasi yokluğunun bir sonucudur. Burası asgari demokrasinin geçerli olduğu bir yer olsaydı, ne AKP diye bir parti olurdu ne de iktidar olurdu. AKP 12 Eylül devlet terörü rejiminin serasında yetişti, yetiştirildi ve piyasaya sürüldü. Arkasında bu toplumun varını yoğunu sömüren, yağmalayan, talan eden yerli ‘iş dünyası’ ve emperyalizm var. 1923-1950 aralığında CHP, 1950-1960 arasında DP, 1960’lı 1970’li yıllarda AP, 1983 sonrasında ANAP ve 2000’li yıllarda AKP, Türkiye’deki mülk sahibi sınıflar koalisyonunun partisi oldular. Tabii ‘bal tutan parmağını’ yalar da denmiştir… AKP kendinden önce iktidar olan partiler gibi 12 Eylül zemininde yol aldı, alıyor. Değişen yegâne şey üslûptur. Elbette bir fark da yok değildi. AKP, neo-liberal küreselleşme çağında ABD ve bir bütün olarak ‘kolektif emperyalizmin’ ve yerli mülk sahibi komprador sınıfların ihtiyaçlarına cevap veren bir parti. Emperyalizmin soğuk savaş döneminden beri mayalandırdığı ‘İslâmi’ gericiliğin Türkiye’deki versiyonudur,” (Fikret Başkaya, “Polis Devleti…”,  HYPERLINK “http://www.gunzileli.com/2013/07/01/fikret-baskayapolis-devleti/” http://www.gunzileli.com/2013/07/01/fikret-baskayapolis-devleti/) der Fikret Başkaya…

[15] M. Nuri Durmaz, “Steril Gençlik, Steril Siyaset”, Radikal İki, 6 Ocak 2013, s.4.

[16] Melih Yeşilbağ, “AKP Faşist mi?”, Sol, 16 Mart 2013, s.13.

[17] “Parlamentodan her zaman ‘demokrasi’ çıkmaz; ‘halkoylamalı otoritarizm’ de (plesibiter otoriteryanizm) çıkar, XIX. yüzyılın ikinci ve XX. yüzyılın birinci yarısı bunun çok sayıda örneğiyle doludur.” (Deniz Kavukcuoğlu, “Halkoylamalı Otoriterizm”, Cumhuriyet, 5 Haziran 2013, s.19.)

[18] Kemal İnal, “Başbakanın Paternalizmi”, Radikal İki, 17 Şubat 2013, s.8.

[19] Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Budala, Çev: Nihal Yalaza Taluy, Can Yay., 2012.

[20] Yaşar Kemal, İnce Memed, Cilt:4, Yapı Kredi Yay., 2006, s.348-349.

[21] Paulo Freire, Ezilenleri Pedagojisi, çev: Dilek Hattatoğlu, 9’uncu baskı, Ayrıntı Yay., 2013.