Eylül ölümleri / Algül Umutlu

Önce bütün Buca Cezaevi koğuşlarının ‘Sedat Abey’i olmuş, sonra idamlık hücrelerinin ‘Oturan Adam’ı. 1990 yılında, on yıl yatan idam hükümlülerine getirilen afla salıverildiğinde “İpten Yırtan Adam” unvanını da ekleyivermişti adının başına

Yazgılara boyun eğmedik hiç
Kara kışlara yenilmedik
El uzattık
Kulak kabarttık baharın sesine
Suyumuzu bulutlardan
Tuzumuzu kayalardan koparttık
Kök saldık toprağın yüreğine
Kana kan dişe diş
Gülebilmek için güneşe
Köklerimizi urgan yaptık
Kement attık yeryüzüne

Adnan Yücel

16 Mart 1971’de Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan, Sivas’a bağlı Gemerek’te jandarmayla girdikleri çatışma sonunda yakalandıklarında devrimci düşüncelerle tanışmamıştı bile Sedat Yılmazsoy.

Çok değil, yedi yıl sonra, 1978 yılında, resmi ve sivil faşistlerin İstanbul Üniversitesi’ne düzenledikleri bombalı ve silahlı saldırı sonucu Beyazıt Meydanı’nı kan gölüne çevirdikleri ve tarihe kapkara bir 16 Mart katliamı olarak geçtiği gün ise devrimci faaliyetleri nedeniyle birkaç aydır cezaevinde yatan TKP/ML (Türkiye Komünist Partisi /Marksist Leninist) örgütünün bir kadrosudur artık o.

12 Eylül faşist darbesinin yapılmasına ve darbecilerin, Sıkıyönetim Mahkemeleri aracılığıyla, politik tutsaklardan öç almalarına daha iki yıldan fazla zaman vardır ve ne alacağı ceza umurundadır Sedat’ın ne de 16 Mart tarihinin bir gün kendi hayatında da önemli bir yeri olacağından haberdardır.

16 Mart 1988’de, Saddam Hüseyin ekibinin Kürtlere yönelik hardal gazı ile yaptığı büyük Halepçe katliamı sırasında artık kıdemli bir mahpustu O. Önce bütün Buca Cezaevi koğuşlarının ‘Sedat Abey’i olmuş, sonra idamlık hücrelerinin ‘Oturan Adam’ı. 1990 yılında, on yıl yatan idam hükümlülerine getirilen afla salıverildiğinde “İpten Yırtan Adam” unvanını da ekleyivermişti adının başına.

İlk görüş

16 Mart 2003’te yirmi dört yaşındaki Amerikalı aktivist Rachel Corrie’nin Gazze’deki İkinci Ayaklanma sırasında İsrail dozeri tarafından ezilerek öldürülmesini izlerken de 16 Mart tarihine dikkat bile etmemiştir elbette. Nereden bilecekti zaten, tamı tamına on yıl sonra aynı gün kendisinin de veda edeceğini yaşama.

1982 yılı şubat ayının sonlarına doğruydu, belki de Mart başları; İzmir’in duayen avukatı Gültekin Köktürk Suvarlı ile birlikte Buca Cezaevi’nin avukat görüş odasının kapısından girdiğimde, yani tam kırk yıl önce tanımıştım ben Sedat’ı. Sıkıyönetim mahkemelerinde hemen hemen her gün bir kalemin kırıldığı, idam, müebbet ve ağır hapis cezalarının havalarda uçuştuğu, cezaevlerinin ağzına kadar devrimcilerle dolu olduğu bir dönemdi.

Stajımı bitirip mesleğe yeni başlamış çiçeği burnunda bir avukattım ben o sıralar. Sedat da Feridun Berkin ve Muzaffer Öztürk ile birlikte ilk idamlık müvekkilleriydi Gültekin Ağabey’in. Stajdan sonra Gültekin Ağabey ile birlikte çalışmaya başladığım için, başta bu üçlü olmak üzere bütün müvekkillerinin savunmalarına ben de katılacaktım artık.

Heyecandan içim içime sığmıyordu görüş yerinde; hem ilk cezaevi ziyaretimdi bu hem de daha birkaç gün önce haklarında idam cezası verilmiş müvekkilleri görecektim ilk defa. Hiç de kolay değildi benim için, nefesimi tutmuş bekliyordum sabırsızlıkla.

Ezbere biliyordum yargılandıkları davayı; neredeyse sadece bu dosya üzerinde çalışmıştım bütün stajım boyunca. 12 Eylül darbecilerinin kurmuş oldukları Askeri Mahkemelerde yargılanıyorlardı. Oysa sivil mahkemelerde yargılanmış olsalar, alacakları ceza en fazla on beş yıla karşılık düşüyordu, 12 Eylül Mahkemeleri ise İdam sehpalarının soğuk gölgesinde yapılıyordu. Sedat, Muzaffer ve Feridun savunmalarını yaparken sesleri bu mahkemelerin soğuk duvarlarında insanlık onuru olarak çınlıyordu. Birisini andığımda diğer ikisinin aklıma düşmesi de bundandır, hep sacayağı gibi düşündüm onları. Birisi kırılırsa, diğer ikisi de kırılacaktı. Tek suçları 1977 yılı ekim ayında, Orhan Bakır’ı (Armenak Bakırcıyan) kaçırmaktı. Şimdi kendilerinin yattığı Buca Cezaevinde bulunan ve idam cezasıyla yargılanan Orhan Bakır’ı, tedavi görmekte olduğu Dişçilik Fakültesinden kaçırmışlardı. Gültekin Ağabey’in de sık sık vurguladığı gibi en büyük “talihsizlikleri” Orhan’ın Ermeni olmasının dışında, dava dosyalarının sıkıyönetim mahkemelerine gönderilmesiydi. Sedat eylem yerine bile gitmemişti. Tek suçu, Orhan’ı kaçıranlardan teslim alıp gizlenmesine yardımcı olmasıydı. Aslında onu yargılayan hâkim de biliyordu durumu ama emir büyük yerdendi, ‘tanrılar’ üç kurban istemişti. Emir yerine getirilmeliydi…

Görüş odasının ortasında kocaman bir masa vardı, her iki yanında uzun banklar. İki kapılı bir odaydı burası; bir kapıdan biz giriyorduk, tam karşımızdaki diğer kapıdan da müvekkillerimizi getiriyorlardı.

Banka, Gültekin Ağabeyin yanına otururken bile ayıramıyordum gözlerimi diğer kapıdan.

Birkaç dakika sonra önce Feridun göründü, her zamanki gibi koşar adım daldı odaya elinde kağıtlarla. Bordo renginde bir pantolonla aynı renkte bir hırka var bej gömleğinin üzerinde. Hemen ardından girdi Sedat, gri Adıyaman şalvarının üzerinde siyah ceketi ve elinde tespihi ile gerçekten de görülmeye değerdi. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım neredeyse onu öyle görünce. Adıyaman Cezaevindeki sürgününden yeni dönmüş o sıralar meğerse; yöresel kıyafetlerinin tadını çıkarırmış kendince keyifli mi keyifli.

Karar duruşmasından sonraki ilk avukat görüşüydü ve konuşmaların çoğu elbette temyiz dilekçesi ile ilgiliydi.

Gültekin Ağabey dosyaya geçmeden önce beni tanıtıp, bundan sonra görüşlerine benim geleceğimi söyledi.

Tam karşımda oturan Feridun’un kılı bile kıpırdamadı, Sedat da sanırım ayıp olmasın diye bana şöyle bir bakıp başıyla selamladı.

Aylar sonra aramızdaki uzaklık kapanıp da muhabbetimiz ilerleyince yine Sedat söyledi beni hep stajyer avukat sanıp, hiç ciddiye almadıklarını. Hoş avukat olduğumu anladıktan sonra da değişen bir şey olmadı ya, sadece “çaylak” avukatlığa terfi ettiriverdiler kendilerince. Laf aramızda, sadece onların değil, büyük, küçük bütün müvekkillerimin gözünde hep öyleydim ben o zamanlar.

Her görüşte yeni yeni şeyler öğreniyordum onlar hakkında.

Anlatacak çok şeyleri vardı, vakit de oldukça boldu.

İdam kararından bir süre sonra alt kata almışlardı onları, alt katta bulunan “idamlık”ların konulduğu hücrelere.

Her biri ayrı hücrelerde, teker teker getirirlerdi görüş kabinine.

Ben, müvekkil ve başımızda bir jandarma, ortamızda da gardiyanlardan ödünç alınma bir sehpa.

Her görüşe gittiğimde çay söylerlerdi.

Bu çay, “idamlık”ların en büyük lüksüydü.

Koca bir demlik çay getirirdi gardiyan, mavi plastik bardaklarla birlikte sehpaya koyar, her defasında da “azıcık demlensin” demeyi de ihmal etmezdi.

Aslında hiç içmek istemezdim gardiyanın getirdiği bu çayı da her defasında alınmasınlar diye mecburen kaynaya kaynaya acıyan bu çayı içerdim. Ne kadar şeker atsam da gitmezdi o berbat tadı.

Bir bardak neyse de demlik bitene kadar iç babam iç, yanında sigara da cabası.

Hadi Sedat ile içtim çayı, Feridun söylemese bari ya da Muzaffer. Her biriyle ayrı ayrı içerdim ben o koca demlik çayı.

Kötü olmasına kötüydü de öylesine güzel sohbetlere eşlik ederdi ki o acı çay. Sohbet bölünmesin ya da dikkatleri dağılmasın diye hiç yüzümü ekşitmeden yudumlardım ben de onlarla birlikte.

Bütün müvekkillerimi severdim de Sedat’ı bir başka severdim.

Çok ilginç biriydi aslında. Öyle büyük diploma sahibi değildi; bir fabrikada tornacılık yapardı. Çok eskiden bir ara müezzinlik yaptığını bile söylemişti, sesi de gerçekten güzeldi. Çok iyi kitap okur, şiir yazar, resim yapardı.

Eylül Ölümleri

Sanırım 1982 yazıydı. Tam görüşü bitirip kalkacaktım ki, bir dosya uzattı bana.

“Mahkeme dosyama koyarsınız bunu” diye ekledi.

Yanımızdaki jandarmaya baktım.

Taştan duvardı sanki.

Dosyayı alıp bakmadan çantaya attım.

Jandarmanın görevi görüş sırasında konuşmalarımızı dinleyip hareketlerimizi kontrol etmek, görüş bittikten sonra da cezaevinin kapısına kadar eşlik etmekti.

Tam çıkış koridoruna gelmiş, cezaevi iç güvenlik komutanının odasının önünde geçiyorduk ki, durmamı söyledi. Şaşkınlıkla baktım yüzüne, “Komutanımı görmeden olmaz” dedi. Niye görecekmişim, dedim. “Çantadaki dosya için” dedi.

Ne ilgilendirir ki komutanı o dosya, dedim.

“Ondan habersiz kuş uçurtmayız burada, değil ki kocaman bir dosya.”

Hayda… Aldık mı başımıza belayı şimdi.

Cevabımı beklemeden açtı komutanının kapısını.

Ben de ardından.

Bir misafiriyle tatlı bir sohbette komutan.

Çok bozuldu tabiî bizi karşısında görünce.

Sert sert baktı askere, ne var yine dercesine.

Ben kalp atışlarımın sesini bastırmaya çalışırken, “idamlıklardan biri” dedi asker “dosya verdi bu avukata.”

Normal zamanda meraklıdır komutan, en azından bir iki soru soruyla sıkar canınızı ama umrunda bile olmadı bu sefer; “Cezaevi savcısıyla halledin” diyerek eliyle çıkın anlamında bir işaret yaptı.

Biraz rahatlamıştım haliyle savcının odasına giderken, dosyayı çıkarıp masasına koyarken şöyle bir baktım, “Eylül Ölümleri” yazıyordu ilk sayfada büyük harflerle.

Görür görmez beynimden vurulmuşa döndüm.

Daha önce çok duymuştum bu adı Sedat’tan.

Cezaevinde yazdığı roman.

Neden Eylül Ölümleri demiştim adını söylediğinde, “Çünkü yaşamımıza damgasını vurdu 12 Eylül” demişti, herkes bir şeyler söylüyor, yazıyor bu konuda, belki de ileride ne romanlar, ne öyküler, ne şiirler yazılacak bu konuda. Ben de bu sürece karınca kararınca katkım olsun istedim.

Belki de 12 Eylül’ün ilk romanı, cezaevinin savcısının masasında duruyordu şimdi.

Bunu veremem size, dedim heyecanla, hem benim hem de müvekkilim için çok önemli.

Savcı gülsün mü ağlasın mı bilemedi.

“Bu yaptığınız suç biliyorsunuz değil mi” dedi. Umurumda bile değildi, tek düşüncem dosyayı yeniden çantama atmaktı, tam dosyaya uzanıyordum ki “tamam o zaman resmi işlem yaparım” dedi, duraladım.

“Resmen yazılı bir şekilde isteyin romanı avukat hanım ben de resmi cevap vereyim size” dedi.

Ne demek istediğini çok iyi anlamıştım.

O zaman müvekkilime iade edin, derken titriyordu sesim.

Hiç o günkü kadar içim acıyarak çıkmamıştım o kapıdan.

Bir sonraki görüşte olanları Sedat’a anlattığımda, beni gülümseyerek dinlemişti.

O gün ikimiz de hayal bile edemiyorduk, kaptırdığımız “Eylül Ölümleri”ni birkaç yıl sonra kitap olarak elimize alacağımızı.

Yok hayır, Alkadraz Kuşcusu’nun kaderini yaşamadı, 1987 yılı başlarında kendi yazdığı kitabı eline alabildi de Sedat.

Öylesine mutlu olmuştuk ki.

Doğum günü

Sedat’ın doğduğu güne ilişkin anlatıları da ilginçti.

2 Ocak 1953 Sivas Çepni doğumluydu nüfus bilgilerine göre ama nüfusa geç yazıldığını söylerdi. “İki doğum günüm var” derdi hep, birisi resmi, diğeri de gerçek!

Resmi tabiî ki herkesin bildiği nüfustaki doğum günü.

Her ne kadar annesi Zeliha Ana, günü gününe kaydettiklerini söylese de nüfusa bir türlü inanamazmış Sedat buna. Yakın akrabalarından birinden de köyde kayıtların günü gününe olmadığı yönünde bir şeyler duyunca, iyice “şüpheli” ilan etmiş resmi doğum gününü kendince.

Gerçek doğum gününü cezaevi arkadaşlarından başka kimse bilmezdi; bir de varsa eğer onların anlattıkları kişiler tabiî.

Diğerlerini bilmem ama Sedat anlatmaya doyamazdı bu gerçek doğum gününü, en azından bana anlatmaya diyeyim, öyle ballandıra ballandıra bir anlatısı vardı ki dinlemelere doyamazdım. Zaten çok hoş sohbet birisiydi ama kendinden bahsederken iyice hoş olurdu sohbetleri. Yumuşak bir ses tonu vardı, tane tane, çok net ve akıcı bir şekilde konuşurdu. Bana anlatırken “geçen sene mayıs ayında” diye başlamıştı anlatmaya. 1981 yılının 7 Mayıs günü, yani idam cezası verilmemişken haklarında daha, hep birlikte komün yaşamının tadını çıkardıkları günlerde, birlikte yargılandığı Muzaffer Öztürk bir pasta yapmış koğuşta. Kolay değil tabiî o yoksunlukta bir pasta yapabilmek; “madem ki bunca uğraşıp didinip başarabildim bu işi bari emeklerim boşa gitmesin, birisine ya da güzel bir olaya adayayım bu pastayı da unutulmasın” demiş kendi kendine. Düşünmüş taşınmış, Sedat’ın “şüpheli doğum günü”nden başka bir şey gelmemiş aklına. Tam da havalandırma vakti. Kapmış pastayı doğru havalandırmaya. Küçük, matrak da bir not hazırlamış Sedat’a “Senin doğum günün nasıl olsa şüpheli, eh epey de yaşın var sonuçta, gel kabul et bu pastayı doğum günün olsun bundan böyle bugün de.” Severek kabul etmiş Sedat da, güle oynaya indirirlerken pastayı midelerine, hep birlikte ilan edivermişler “meşru doğum günü” olarak o günkü 7 Mayıs gününü de.

Son görüş

Bir ilk karşılaşmamızı hiç unutmam Sedat ile bir de son görüşmemizi.

1984 yılının ekim ayı ortalarıydı.

Buca Cezaevindeki idamlıkların çoğu Burdur Cezaevine gönderilmişlerdi.

Tabiî içlerinde Feridun, Sedat ve Muzaffer de vardı.

Burdur Cezaevinin infaz yeri olarak seçildiğini anlayan Feridun’un babası İlhan Berkin’de şafak atmıştı.

Artık derdi oğluna “aklı dengesi yerinde değildir” raporu alabilmekti.

Ah bir eline geçirebilse bu raporu, hayat nasıl da bayram olacaktı. Baba yüreği işte, oğlunun kellesini kurtarsın da ipten, varsın aklı dengesi yerinde olmasındı, ona çoktan razıydı.

Feridun, Gülhane Hastahanesi doktorlarına aklı dengesinin yerinde olduğunu ispata çalışa dursun, ben Burdur Cezaevinde keyifli bir sohbette idim Sedat ile. Hiç gülecek halde olmadığım halde gülmekten kırılıyordum. Çünkü karşıma geçmiş, durmadan deli taklidi yapıyordu bana: “Git söyle ona” diyordu, “delilik yapıp akıllı akıllı konuşmasın doktorların karşısında; ağzını kırsın biraz, yüzünü gözünü oynatsın ne bileyim kötü kötü baksın, sümük salya yapsın ne yaparsa yapsın ikna etsin doktorları. Saftır o biraz, hemen giremez havaya, sen istersen bir ayna götür kendisine bizden hediye, aynanın karşısında çalışsın biraz yüz ve ağız hareketlerine, bunca yıl akıllı oldu da ne geçti eline, fırsatı kaçırmasın.”

Gülmekten cevap bile veremiyordum kendisine, o kadar güzel yapıyordu ki deli taklidini. Gardiyanlar da gülüyordu sessiz sessiz benimle birlikte.

Deli taklidi yapmadı elbette Feridun da, ama Sedat’ın dediğini duymuş gibi yakaladığı fırsatın üstüne atladı; kapatıldığı hücrenin demir parmaklıklarını kesip Gülhane’den kaçtı.

Bu olayla birlikte benim de cezaevi görüşmelerim de artık hayal oldu.

Aranır durumda olduğumu öğrenip Avrupa’ya çıktıktan sonra yeniden yazışmaya başladım onlarla.

Veda

Yıllar sonra da Türkiye’ye döndüğümde ilk aradığım insanlardan biriydi Sedat.

Buca Belediyesinde çalışıyordu. Evlenmiş, Murat adını verdiği bir oğlu bile olmuştu.

Yıllar yılları kovaladı…

Önce kişisel problemler yapıştı yakasına, sonra da ekonomik zorluklar.

Günlük yaşamın hengamesinde boğulduğu günlerde bir de hastalıklar çıktı karşısına 12 Eylül zindanlarında gördüğü işkencelerin faturalarını önüne koyarcasına.

Halbuki böyle bir yaşama hiç de uygun biri değildi o.

Darağacı gerekti ona, üstüne yürüyeceği kararlılıkla.

Tekme atacağı sehpalar gerekti, sloganlar ata ata.

İğneli beşiğe yatırılsa cezaevlerinde, direnirdi coşkuyla.

Tanığı değil miydi Buca, Adıyaman, Gaziantep, Ermenek ve Çanakkale F tipleri.

Ama şimdi.

Eli kolu bağlı, çaresiz adına hayat denilen değirmen karşısında yapayalnız.

Buna hangi yürek dayanırdı.

“Haydi” dedi İpten Yırtan Adam, “Haydi” demek ki ‘demir alma vakti’ geldi.

Hastane odasında, bir film şeridi gibi geçerken geçmiş yaşamı gözlerinin önünden, cıvıl cıvıl bir kuş sürüsü girdi pencereden.

Küçük, rengarenk kuşlardan oluşan, yatağının başucunda pır pır uçuşarak, kimisi kolundan tuttu, kimisi bacağından… Hep birlikte kanat çırptılar.

Güneşe doğru, gökyüzü maviye durdu…

Hayat ile ölüm arasına bağlanan pamuk ipliği miydi yaşam?