Faşizmin Kanlı Yüzü ve Aralık Ay’ı Katliamları

F tipi hücre hapishaneleri, Amerika’da ve Avrupa’da olduğu gibi, Türkiye- K. Kürdistan’da da esas olarak siyasi tutsakları kimliksizleştirmek, devrimci iradelerini kırmak, sistemin uysal köleleri haline dönüştürmek için inşa edildikleri herkesçe bilinen bir gerçektir. Ama, devrimciler, komünistler faşist devletin bu sevincini kursağında bırakmayı, çelikten iradelerinin teslim alınamayacağını sınıf bilinçli mücadeleleriyle gösterdiler,

Faşist diktatörlük, her dönem olduğu gibi kendi iktidarını tehdit eden, başta devrimci, demokratik güçler olmak üzere, her türlü muhalefetten kurtulmanın yollarını aramış ve genel olarak bu “kurtuluşun” yollarını toplu katliamlar da bulmuştur.

1980 12 Eylül Askeri Faşist Darbesiyle devlet, genel olarak toplum üzerinde bir faşist otorite sağlamıştı. Ancak 80’li yılların sonlarına gelindiğinde, işçi sınıfının eylemleri, kamu emekçilerinin sendikal mücadelesi, Kürt ulusunun yükselen özgürlük mücadelesi, devrimci, komünist hareketlerin şehir ve kırlardaki gözle görülür eylemlilikleri, öte yandan başta aleviler olmak üzere farklı inanç gruplarının mücadele sahasında kendi demokratik talepleri doğrultusunda yer almaları, devleti kendi bekası için Sivas’ta, Gazi’de, Ulucanlar’da, Diyarbakır’da olduğu gibi bir dizi katliamlara yöneltti.

1990‘lı yılların ortalarına gelindiğinde, sokakları, meydanları, fabrikaları mesken tutan devrimci, demokratik güçler, faşist devletin baskı ve katliamları sonucu önemli derecede etkisizleştirilmişti. Bu dönemde hapishanelere doldurulan devrimciler susturulamamış, hapishaneler devrimci mücadelenin başat alanları durumuna gelmişti. “İçerde dışarda hücreleri parçala” sloganı, taktik mücadelenin stratejisini ortaya koyuyordu. İşte tamda böylesi bir dönemde, o dönemin DSP- MHP ve ANAP koalisyon hükümetinin başbakanı olan Bülent Ecevit, “hapishaneler sorunu çözülmeden geleceğe güvenle bakamayız” diyordu. Çünkü İMF ile yapılmış bir Standby anlaşması vardı ve İMF’nin “kemerleri sıkma” politikalarının uygulanması gerekiyordu.

O halde kitlelerin yeniden sokaklara inmesine vesile olabilecek hapishane direnişlerinin de bir biçimde önüne geçilmesi gerekiyordu. AB uyum sürecinin bir parçası olarak F tipi hücre hapishanelerinin kesin olarak devreye sokulması onlar için vazgeçilmezdi artık.

Somut gidişatın bir sentezini yapan siyasi tutsaklar, 20 Ekim’de açlık grevine başladılar. 45 gün sonra ise MKP, DHKP/C ve TKİP tutsakları açlık grevi eylemini, ölüm orucu eylemine dönüştürdüler. Eylemin 60‘inci gününde, yani 19 Aralık 2000‘de iktidarından muhalefetine, emperyalist efendilerinin de desteğiyle üç gün süren en barbarca katliamlarından birini daha gerçekleştirdiler hapishanelerde.

19 Aralık 2000’ de, “Hayata Dönüş”, “Hayat Güzeldir” sloganlarıyla, hayatları karartan vahşi bir katliama imza atıyordu faşist devlet. Devlet, hükümet, medya ve tabi ki emperyalist efendilerinin desteği ile eş zamanlı olarak 20 hapishane de gerçekleştirilen katliam saldırısında 28 devrimci tutsak vahşice katledilirken, 250 tutsak ise ağır yaralandı. Katliam sırasında, İsrail menşeili kimyasalların kullanıldığı, koğuşlara, havalandırmalara, koridorlara 20 bini aşkın gaz bombaları atıldığı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde pek bulunmayan ateşli uzun menzilli silahların kullanıldığı, duvarların iş makineleriyle yıkıldığı, çatıların balyozlarla kırılıp delindiği artık bütün dünya kamuoyunca bilinen bir gerçektir.

Kadın tutsakların diri diri yakıldığı, üzerlerine benzine bocalanmış battaniyelerin atıldığı ölüm vahşetini bilmeyen kalmadı. Bu vahşetin, bu katliamın sorumlusu sanki devrimci tutsaklarmış gibi, tutsaklara “devlet memuruna mukavemet” ten davalar açıldı. Örneğin Malatya’da ki tutsaklara ikişer yıldan toplam 120 yıl ceza verildi.

Devletin faşist baskıları aynı zamanda dışarda da sürüyordu. Dışarıda, başta tutsak aileleri ve yakınları olmak üzere, katliamı protesto edenlerden 2145 kişi gözaltına alındı, 147 kişi tutuklandı. Beş miting yasaklandı, 18 dernek ve kültür merkezi basıldı, 228 devrimci, demokratik yayın toplatıldı veya kapatıldı. Yani devlet, emperyalist efendilerine karşı olan sorumluluğunu layıkıyla, hiç tereddütsüz yerine getiriyordu. Faşist devlet, Ecevit’in deyimiyle devrimcileri katlederek, halka faşist baskılar uygulayarak, kendi “geleceğine güvenle bakmanın” gereklerini yerine getiriyordu.

Öte yandan burjuva basını da boş durmuyor üzerine düşen görevini layıkıyla yerine getiriyordu. F tipi hücre hapishaneler için “beş yıldızlı otel gibi cezaevleri”, “Oda sistemi”, “devlet, terör yuvası durumuna getirilen hapishanelere girdi”, “sahte oruç, kanlı iftar” gibi sürmanşetlerle devletin “güçlülüğünü” ve katliamın “haklılığını” gösterme yarışındaydılar. “Terörist başlarının insanları zorla ölüm orucuna yolladıkları” türünden propagandalar yapılıyordu. Ama devrimci tutsaklar tek tek hücrelere konuldukları halde ölüm orucu eylemi diğer siyasetlerin de katılmasıyla, çok daha yüksek katılımcıyla devam ediyordu. Yani hakim sınıfların yalan propagandası, devrimcilerin direnişine çarparak, bir şamar gibi tekrar onların suratlarına iniyordu. Tek tek hücreler de onların geleceklerinin garantisi olmuyor, çünkü devrimciler sınıf kavgasını buralarda da sürdürmeye devam ediyorlardı.

İstibdat kaleleri, elbet bir gün halkımızın mücadelesi sonucu yıkılacaklardır. Altında kalacak olanlarsa hakim sınıfların kendileri olacaktır.

F tipi hücre hapishaneleri, Amerika’da ve Avrupa’da olduğu gibi, Türkiye- K. Kürdistan’da da esas olarak siyasi tutsakları kimliksizleştirmek, devrimci iradelerini kırmak, sistemin uysal köleleri haline dönüştürmek için inşa edildikleri herkesçe bilinen bir gerçektir. Ama, devrimciler, komünistler faşist devletin bu sevincini kursağında bırakmayı, çelikten iradelerinin teslim alınamayacağını sınıf bilinçli mücadeleleriyle gösterdiler, göstermeye devam ediyorlar. Fiziksel ve psikolojik olarak insan sağlığına oldukça zararlı, devletin bu istibdat kaleleri, elbet bir gün halkımızın mücadelesi sonucu yıkılacaklardır. Altında kalacak olanlarsa hakim sınıfların kendileri olacaktır.

Faşist devletin bütün tarihi, katliamlar tarihidir dersek yanılmış olmayız. Ermeni, Rum, Kürt, Alevi, Ezidi, Laz kısacası kendisinden olmayan her ulusa, her azınlığa, her inanç gurubuna yönelik sayısını hatırlayamayacağımız kadar katliamlar uygulamıştır bu tekçi devlet. Bunlardan biri de 1978’in 19 Aralık’ın da özellikle Alevi inancına mensup halka yönelik Maraş katliamıdır. Devlet, kontra-gerilla ve MHP faşistlerinin aylarca önceden kafa kafaya verip planladıkları bu katliamda, resmi rakamlara göre 111 kişinin katledildiği, yüzlerce kişinin yaralandığı, iki yüzün üzerinde evin yakılıp yağmalandığı, 70 iş yerinin aynı şekilde yakılıp talan edildiği, devletin kendi resmi kayıtlarında kara bir leke olarak duruyor. Oysa gerçek, her bakımdan, bu resmi rakamların çok üstünde olduğu gerçeğidir. Ana karnındaki bebelerin bile süngülendiği, insanların ağaçlara çivilendiği, bir evin içindeki çoluğuyla- çocuğuyla, kadınlı erkekli bütün ailenin kurşunlandığı, hançerlendiği bir vahşettir Maraş katliamı.

Yine bir başka yılın bir başka aralık ayın da Kürt ulusuna yönelik uygulanan yüzlerce katliamlardan bir daha 28 Aralık 2011 yılında Şırnak’ın Uludere ilçesine bağlı Roboski köyünde gerçekleştiriliyordu. Devlet, sınır ticareti yaptığını bildiği Kürt köylülerine bu kez savaş uçaklarıyla saldırdı. Uçaklarla yapılan bombardımanda 34 kişi katledildi. Katledilenlerin arasında 19’u, 18 yaş altındaki gencecik çocuklardı. Yanan ve parçalanan bedenler sadece insana ait bedenler değildi. Yük taşıyan hayvanlar da katliamdan nasibini almış paramparça olmuşlardı.

Faşist devlet bütün katliamlarda olduğu gibi, bu katliamlarında en azından kendi burjuva hukuku çerçevesinde bile hesabını vermedi. Vermezdi de. Çünkü yapan kendisi, kendi kendisinden hesap mı soracaktı. Ama bütün işlediği bu insanlık suçlarının hesabının sorulmayacağını düşünüyorsa yanılıyor. Tarihte hiçbir zorbalığın yaptıkları yanına kar kalmamıştır, bu faşist diktatörlüğün de yanına kar kalmayacaktır. Halkımız bu katliamların hesabını mutlaka, ama mutlaka soracaktır.