Fransa’da Toplumsal Hareketler-3

Macron’un “legal” sözcülüğündeki Fransız mali oligarşisinin sokak ve meydan hareketlerine karşı izledikleri yeni dönem yol haritaları gayet berraktı: “Joplayın, gazlayın, fişleyin, feshedin, susturun; ardından da tansiyonu az biraz düşürecek birkaç kırıntı dağıtma sözü verin ve medyatik gönül alma operasyonlarına çıkın!”

Demokrasi, Hukuk ve Sokak

Sahne sözcülüğünü iki dönemdir E. Macron’un yaptığı Fransız mali oligarşisinin kendi meclisini ve “demokratik” prosedürlerini dahi ayaklar altına alma pahasına emeklilik reformunu alelacele yasallaştırması mevcut krizi ve sınıfsal karşıtlıkları bir üst aşamaya taşıdı.

Anayasa Konseyi’nin 14 Nisan günü açıklanan (aslında çok önce alındığı bilinen) “reform yasasının anayasaya uygunluğu” kararı, halkın %80’ninde farklı derecelerde bir duygu kırılmasına, değişik yoğunluklarda öfkesine, öfkenin ise yeniden sokağa taşmasına neden oldu.

Macron’un 17 Nisan akşamı TV’den yaptığı, “herkesi ikna edemediğim için üzgünüm, sayfayı çeviriyor ve önümüze bakıyoruz” mealindeki 13 dk’lık konuşması “tencere-tava konserleri”yle karşılanmış, mevcut öfkeyi daha da köpürtmüş ve aynı akşamdan başlayarak protestoları süratle yayılan yeni fırtına dalgasına dönüştürmüştür.

Bu konuşmanın iki gün sonrasında Macron, helezonik daireler halinde yükselen sınıfsal dalganın gerilimini bir miktar düşürmek umuduyla çıktığı Alsace bölgesi ziyaretinde yuhalanmış, “tencere-tava konseri”yle bir kez protesto edilmiş ve bizatihi yüzüne karşı, “göreceksiniz, çürümüş hükümetinizle birlikte yüksekten düşeceksiniz” tehdidine hedef olmuş, hatta hakarete maruz kalmıştır. Görsel iletişim operasyonu kapsamında planlanan politik hasarı minize etmek, yığınsal öfkeyi zamana yayarak etkisiz kılmak beklentisi fena halde ters tepmiştir, bu ve sonraki ziyaret turlarının. Söz konusu protestolar sırasında dahi Macron, “Fransa’yı ileriye taşıyacak olan tavalar değil” diyerek tahriklerini sürdürmüş, büyük burjuvazinin halka tepeden bakan sınıfsal küstahlığını, beyaz kibrini hakkıyla temsil etmeye devam etmiştir…

Aylardır devam eden ve milyonlarca insanın katılımıyla gerçekleşen kitlesel eylemlerin devlet iktidarınca hiçe sayılması; sendikaların, parlamento içi ve dışı sol muhalefetin, hak arayan sivil toplum kuruluşlarının sistemli tarzda aşağılanması, polis ve basın şiddetiyle sindirilme çabası, kitle hareketinin ileri dinamiklerini bambaşka bir mecraya doğru sürüklemeye başladı…

Egemen sermaye devletinin hukuku, hızla yoksulluk sınırının altına itilen on milyonlar için, sokaktan ve meydanlardan başlayarak, kendi hukuklarını oluşturmalarının yolunu açtı. Gelişmeler bununla da kalmadı; toplumsal ilişki alanının en çok kullanılan “kamu düzeni”, “kamu güvenliği”, “demokratik hukuk devleti” ve “ulusal çıkarlar” gibi politik-sınıfsal kavramların artan ölçülerde sorgulanması sonucunu doğurdu.

Tarihsel-toplumsal gelişim yasalarının perspektifinden bakıldığında, olması gereken oluyordu bir bakıma…

***

Son üç aylık eylemli süreç, rejim krizi, toplumsal-siyasal buhran, devlet kurumlarına ve siyasi elite karşı derinleşen güvensizlik ve polis şiddeti gibi pek çok sistemik sorunu, bunlara maruz kalan sınıf ve sosyal katmanların gündemine taşıması tarihsel bir kaçınılmazlık idi… Zira, kendi geleceğine endişeyle bakan halkın oranı son on yılda % 55’lerden % 72’lere ulaşmıştı…

Neydi demokrasi? Beş yılda bir sergilenen sandıklı mizansen ve sistem partileri arasındaki teatral sirk gösterisi mi? Yerli yersiz halk iradesinin karşısına konulan, alabildiğine iğdiş edilmiş bu kavram ve resmi ideolojik diskurla kimlerin, hangi barbar kapitalist kabilenin doyumsuz hırsları gizlenmek isteniyordu? Toplumun ezici çoğunluğunun karşı olduğu ve geri çekilmesini talep ettiği emeklilik reformu sonuçta yasa zoru ve polis şiddetiyle geçiriliyorsa eğer, grev ve protesto gösterileri yapmak ne işe yarıyordu? Anayasa ve hukuk denilen kurallar manzumesinin asli işlevi neydi ve kimlerin lehine işliyordu?

14 kitlesel protesto ve grevin, dinmeyen ara gösteri ve direniş formlarının Fransız işçi sınıfına, işsiz ve yoksun katmanlarına, çevre örgütlenmelerine, kadın ve gençlik dinamiklerine mensup milyonlarca insana şu soruları sordurttu: “Bir başkanlık monarşisinde miyiz?”, “Demokrasimiz bir polis demokrasisi mi?”, “Bu yasa zenginlerin yoksullara karşı savaş deklarasyonu değil de nedir?”…

Ve de, kendi öz deneyleriyle buldukları kimi yanıtlar: “Macron her krizin ardından yıldızlararası bir boşluğa konuşuyor”, “İktidar, faşizm öncesi otoriter sapma içinde”, “Devletin şefi halkın şefi değildir”, “Fransa hasta”, “Yozlaşmış, çürümüş hükümetinizle birlikte düşeceksiniz”…

Daha da anlamlısı, “68 Mayıs’nı değil, 1871’i (Paris Komünü’nü) istiyoruz” diyecekti, bakışlarını yıldızlardan ayırmayan bir başka cüretkâr azınlık…

Milis Basın ve Şiddet

Fransız medya endüstrisinin % 98’i büyük sermaye gruplarına aittir. Bernard Arnault, Xavier Niel, Vincent Bolloré, Patrick Drahi, François Pinault, Bettencourt, Dassault ve Bouygues gibi tekelleşmiş multi milyarder kişi ve şirket toplulukları bunların en bilinenleridir.

Büyük sermaye gruplarının özellikle de görsel medya alanına yaptıkları astronomik yatırımlar sebepsiz değildir elbette. Zira dünyaya küçük ekranlarının camından bakan yeni insan kuşaklarının zihinsel manipülasyonunda, zamanla da kapitalizmin hizmetine koşulmasında, en azından onların sistem karşıtı politik angajmanlardan uzak tutulmasında ne denli etkin araçlar olduğu aşikâr.

“Son” dalga kitle hareketlerinde de görüldü ki, sermaye egemen sistem için tehlike oluşturması muhtemel hangi örgüt ve partinin karıştırılacağı, hangi muhalif figürün okşanıp raydan çıkarılacağı, yıpranan vitrin kadrolarının yerine hangi yedeklerin parlatılacağı, dost ve düşman cepheden hangi popüler şahsiyetlerin medyatize edilip hangilerinin gündemden düşürüleceği, kimlerin veya hangi politik programın lehine ya da aleyhine kamuoyu oluşturulacağı gibi beka sorunları medya grupları eliyle işlenir.

Macron’un “legal” sözcülüğündeki Fransız mali oligarşisinin sokak ve meydan hareketlerine karşı izledikleri yeni dönem yol haritaları gayet berraktı: “Joplayın, gazlayın, fişleyin, feshedin, susturun; ardından da tansiyonu az biraz düşürecek birkaç kırıntı dağıtma sözü verin ve medyatik gönül alma operasyonlarına çıkın!” Bir başka deyimle, “egemen uygarlığımızın ünlü danışmanlarınca formüle edilen, ‘önce ez sonra çöz’ veciz saptamasını güncelleyin!”

Şiddet dalgalarıyla sarsılan bir dünyanın Fransa yerelinde on binin üzerinde protestocu darp edilerek muhtelif biçimlerde yaralanmış, kent sokakları gaz tufanına boğulmuş, çok muydu?

19 Ocak’ta başlayan mahşeri gösterilere paralel biçimde kolları sıvayan milis basın, “aşırı sol”, “ultra sol”, “kara blok”, “güvenlik güçlerini hedef alan şiddet” ve “demokrasi” üzerine olan klasik demagojilerinin dozunu daha da artırdı. Sahiplerinin ihtiyaçlarına uygun bir de yenilik eklenecekti kullandıkları terminolojiye: “ekoterörizm” ve “yeşil teröristler”!

İçişleri bakanı Gérald Darmanin, “Yeryüzü İsyanı” isimli militan çevreci örgütlenmenin faaliyetlerini ve mensuplarını hedef haline getirmek amacıyla kullanmıştı bu yaftalamayı. Sonrasında ise, ekranların “gazeteci”, “analist” ve “uzman” unvanlı milisleri gereğini yaptılar doğal olarak.

25 Mart günü, Deux-Sèvres bölgesinin Saint-Soline kasabası, devlet ortaklı bir avuç büyük tarım işletmesinin çıkarı için geliştirilen, bölge doğasına ve küçük ölçekli tarım işletmelerine vereceği zarar bilimsel veri, rapor ve belgelerle kanıtlanmış olan “Mega-Havuz” (Yapay Su Rezervi) projesine karşı kararlı bir direnişe sahne olmuştu.

Motorize Jandarma birliklerinin saldırısı oldukça düşmancaydı. 3 saatlik süre zarfında kullanılan farklı tipte gaz mermisi sayısı 5 bin dolayındaydı. Bilanço ise vahimdi: İkisi komada ölümle pençeleşen iki yüzün üzerinde yaralı çevre aktivisti ve destekçi yöre köylüleri. Ve elbette, görüntüleri sermayenin milis basınınca günde beş yüz kez tekrar edilen bir düzine kasklı-kalkanlı robot kılıklı jandarmanın hafif yaralanması ve birkaç çevik kuvvet aracının yakılması…

Kullanılan gaz mermileri arasında, İnsan Hakları Ligi başta olmak üzere birçok sivil toplum kuruluşunun yasaklanması talep ettikleri LBD (Lanceur de Balles de Défense) tipi olan da vardı. Fransa’da 2004 ile 2019 yılları arasında bu özel silahların fişeği yüzüne isabet eden bir kişinin öldüğü, yirmi üç kişinin bir gözünü kaybettiği, otuz dolayında insanın ise el parmaklarının parçalandığı ya da koptuğu belgeli olduğu halde.

Aylardır süregelen polis şiddetini ısrarla görmezden gelen tekel basını, işçi ve öğrenci gruplarının kendilerini savunma çabalarını, motorize özel polis birliklerinin acımasız şiddetine karşı barikat amaçlı birkaç düzine bisiklet ve motorlu araç, birkaç yüz çöp bidonu yakmalarını “demokrasi ve hukuka karşı şiddet”, “cumhuriyete saldırı” biçiminde reklam etti. Ömründe ilk kez protesto eylemlerine katılan çok sayıda insanın, üç ayın sonunda “polise ölüm!” sloganı atma raddesine gelişi dahi ders olmadı milyarderlerin milis basınına. Olması da beklenemezdi/beklenmemeliydi. Zira -ara bocalama ve geçiş gibi sosyopsikolojik durumların haricinde- her şey sınıfsal bir konumlanışın; duygu, düşünce, refleks ya da bilinçli ideolojik-politik tercihlerin seyrine uygun tarzda yaşanıyordu…

Bu nedenle de, onların “kara Salı”, “kara Perşembe” dedikleri eylem günlerine emek cephesi, ‘umudun günleri’ olarak tanımlıyordu. Onların “demokrasi” dediğine ise en yoksullar ‘zenginlerin diktatörlüğü’ diyordu. Onların “şiddet” dediğine işçiler ve öğrenciler ‘meşru müdafaa’ derken, onların “kaos, aşırı, ultra ve terörizm” dedikleri direnişe ise halk ‘militan mücadele’ ve ‘doğrudan demokrasi’ diyordu…

Devam edecek…