Tuncay Özdemir / İsviçre

Arslan Karslı, Türkiye hapishanelerinde tutsak edildiği 18 yıl içinde çok sayıda açlık grevine ve F tipi hapishanelere karşı devrimci tutsakların başlattığı ölüm orucu eylemine 280 gün katılmış bir ölüm orucu direnişçisi.

Wernicke-Korsakoff hastası olan Arslan Karslı iltica başvurusunda bulunduğu İsviçre’den Dublin Anlaşması gerekçe gösterilerek devam eden yasal prosedüre rağmen hukuksuz şekilde gözaltına alındı ve 16 Ağustos 2023’de Hırvatistan’a zorla gönderildi.

Geçtiğimiz günlerde Solinetz Luzern ve #StopDublinCroatie göçmen dayanışma grupları yayınladıkları basın açıklaması ile süreç hakkında detaylı bilgi paylaşırken işkence mağduru olarak Arslan Karslı’nın özel bir korumaya ihtiyaç duyduğunu belirterek, Hırvatistan’a sınır dışı etmenin, İsviçre’nin BM İşkenceye Karşı Sözleşmeden doğan yükümlülüklerini ihlal ettiğini ifade etti ve sınır dışı etme uygulamasını kınadı.

Arslan Karslı’nın Dublin Anlaşması kapsamında iltica başvurusunun reddedilerek Hırvatistan’a gönderilmesi ve başta İsviçre olmak üzere Avrupa’da yükselen göçmen karşıtı politikaları ve bunların mültecilere yansımalarını Arslan Karslı’nın avukatı ve aynı zamanda İnsan Hakları ve Dayanışma Derneği- İsviçre temsilcisi Avukat Fazıl Ahmet Tamer’e sorduk.

Avrupa Birliği (AB) üyesi ülkeler yeni bir göç ve iltica sistemi konusunda anlaşmaya varmış görünüyor. Bu anlaşmaya göre mülteci istemeyen ülkeler mülteci başına 20 bin euro ödeyerek muaf tutulabilecek. Henüz bu anlaşmanın yankıları sürerken 500 ile 750 arasında mültecinin yaşamını yitirdiği Akdeniz’deki büyük mülteci katliamı gündeme düştü. İngiltere’de yüzen hapishane niteliğinde olan tartışmalı dev mülteci gemisi faaliyete başladı. Bulgaristan ormanları ve Sahra Çölünden mülteci cesetlerinin görüntüleri gelmeye devam ediyor. Göç dünyanın temel konusu haline başladı. Siz bu genel manzara içinde olan biteni nasıl değerlendiriyorsunuz, kısaca ifade etmeniz gerekirse; dünya nereye gidiyor?

Fazıl Ahmet Tamer: Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin ‘Zorla Yerinden Edilmede Küresel Eğilimler’ çalışmasında, 2022 sonu itibari ile 108,4 milyon kişinin yerinden edildiği tespit edildi. Sayı, 2021 yılının sonundan bu yana 19,1 milyon kişi artmış. Bu da kayıtların tutulmaya başlandığı 1975’ten bu yana şimdiye kadarki en büyük artış. O zamandan bu yana, Sudan’daki çatışmanın patlak vermesi daha fazla insanın yaşadığı yerden ayrılmasını tetiklemiş ve bu da küresel toplamı mayıs ayına kadar tahmini olarak 110 milyona çıkarmış.

Mültecilerin daha yakından bildiği gibi zorunlu kalmadıkça hiçbir birey kolay kolay doğup büyüdüğü toprakları, evini, ailesini, sevdiklerini, arkadaşlarını terk ederek bir başka yerde kalıcı olarak yaşamaya karar veremez.

Adil bir yaşamın hüküm sürmesi, hakça bölüşümün olması, dayanışmanın yaşanması halinde dünyanın her bir köşesi insanın varlığını sürdürmeye, geliştirmeye yeterli imkanlar sunacak kapasitededir. Böylesi bir düzen içinde doğal ve sınai eksiklikler dayanışma ve insani bölüşüm, değişim anlayışı içinde rahatlıkla telafi edilebilir ve her topluluk bir diğerinin eksiğini olanakları ölçüsünde tamamlayarak evrensel bir birlikteliğe, ortaklaşmacı yaşama desteğini sunabilir. Sonuçta insanlık alemi içinde vazgeçilmez bir yere sahip olabilir.

Ancak sınıflı toplumlar tarihi insanlığa böylesi bir yaşam imkanını hiçbir zaman sunmadı. Evrensel dayanışma sömürüye kurban edildi. İnsanlar aslında dayanışma ile kolayca aşabileceği doğal zararlar ve esas olarak da savaşlar, iç ve dış sömürgeciliğin yarattığı ekonomik yıkımlar nedeniyle topraklarını terk etmek zorunda kaldı.

İnsanların aslında büyük oranda engelleyebileceği doğal etmenlerin ötesinde göç bugün kapitalist sömürü anlayışının neden olduğu savaşlar ve ekonomik sömürü nedeniyle yaşanmaktadır. Doğanın verdiği yıkım da kapitalist sömürü düzeni altında artmakta, önlenememektedir. BM verilerine göre 110 milyona ulaşan göç eden insanların sayısı her an artmaktadır.

Kapitalist emperyalist güçlerin neden olduğu Suriye, Irak, Ukrayna, gibi ülkelerdeki savaşlar milyonlarca insanın göç etmesine yol açmaktadır. Bir dönem Latin Amerika ülkelerindeki, bugün Afganistan, Libya, Sudan, Somali ve Türkiye gibi ülkelerdeki iç savaş boyutuna varan çatışmalar, ekonomik çöküntüler emperyalist ülkelerin belirlediği politikalar ve baskıcı yönetimlere verdikleri desteklerle ağırlaşmakta ve bu ülkelerdeki gelişmeler göçü büyük oranda beslemektedir.

Milyonlarca Suriyeli bugün Türkiye, Lübnan, Ürdün gibi komşu ülkelerin yanı sıra Avrupa ülkelerinde mülteci haline gelmiştir. Bunun nedeni batılı ülkelerin bu ülkede kışkırttığı ve muazzam bir silah desteğiyle sürdürdüğü iç savaştır. Bu iç savaş haksız ve zalim Suriye rejiminin demokratik bir yönetimle yer değiştirmesi için değil, batının çıkarlarına hizmet edecek en az onun kadar zalim yönetimlerin iş başına gelmesi için tezgahlanmıştır.

Diğer ülkelerdeki dış müdahaleler ve iç savaşlar da emperyalist güçlerin çıkarları için çıkartılmış ya da geliştirilmiştir. Buna ilişkin verilere, bilgilere ulaşmak hiç zor değildir.

Yerli işbirlikçilerle savaşsız yürütülen sömürgeci politikalar geri Asya ve Afrika ülkelerini iliklerine kadar tüketmektedir.

Kısacası göçün nedenlerini yaratan batılı emperyalist ülkelerdir ve aynı ülkeler hiçbir utanma duymadan doğdukları toprakları yaşanmaz hale getirdikleri insanları ülkelerine gelmek zorunda kaldıkları için suçlamakta, onların göç yollarında ölmelerine neden olmaktadır.

Batılı egemenlerin yarattığı çarpık bilinç bu ülkelerdeki emekçileri de etkisi altına almakta göçmenlere yönelik ırkçı yaklaşımlar büyütülmektedir. Batılı devletler ezilen hakları mecbur bıraktıkları göç olgusunu kendilerine yönelik bir tehdit ve haksızlık olarak göstermekte ve göçle mücadele adına binlerce insanın ölümüne, yollarda bin bir türlü felaket yaşamasına, kadınların tecavüz edilmelerine, çocukların ve erkeklerin köleleştirilerek satılmalarına neden olmaktadır.

Göçün kriminalize edilmesi, göç hakkının tanınmaması zengin devletlerin temel politikası haline gelmiştir.

Avrupa Birliği’nin yeni göç anlaşması ile Cenevre Sözleşmesi hiçe sayılmakta, ekonomik, siyasi ve doğal nedenlerle sığınmak isteyenler Avrupa’nın dış sınırlarındaki toplama kamplarında, Ruanda gibi en geri ülkelerde, İngiltere örneğinde olduğu gibi gemilerde tutulmak istenmektedir.

Gidişat uluslararası sözleşmelerin çöpe atılması, baskıcı, gayri insani politikaların artırılması yönündedir.

Bunun tersine bu ülkelerde göçmenlerle dayanışma içinde olan toplum kesimleri de bulunmaktadır ki, bu da sömürüye ve göçü yaratan politikalara karşı mücadelede bizlerin önemli bir dayanağı durumundadır.

Türkiye’den Avrupa ülkelerine iltica etmek isteyenlerin sayısı son yıllarda ciddi artış gösterirken, 6 Şubat Depremi ve 14-28 Mayıs seçimlerinden sonra bu artış zirveye ulaştı. Bu artış içinde siz hukukçu kimliğinizin yanı sıra İnsan Hakları ve Dayanışma Derneği, İsviçre’deki göreviniz gereği sıklıkla sığınmacıların sorunlarıyla yakından ilgileniyorsunuz. Şu aşamada İsviçre hükümetinin mültecilere yaklaşımı ve yaşanan sorunlar hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Fazıl Ahmet Tamer:  İsviçre hükümeti Cenevre Mülteciler Sözleşmesi, Dublin Sözleşmesi gibi uluslararası anlaşmaları lafzi olarak uygulamakta, bu sözleşmelerin içerdiği ya da genel uluslararası hukukun tanıdığı takdir haklarını, güncel uyarlamaları, günümüzün gerçekliklerinin dayattığı esnemeleri, mülteciler sözleşmesi dışında sığınma hakkının genişlemesi sağlayacak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Hakları Sözleşmesi, BM Ekonomik ve Sosyal Hakları Sözleşmesi gibi sözleşmeleri devreye sokmamaktadır.

Yani İsviçre siyasi, dini, ırksal, dinsel vb. nedenlerden dolayı ayrımcılığa ve baskıya uğrayan kişilerin iltica taleplerini değerlendirmekte, kişilerin zulüm göreceğine dair çok açık deliller ve emareler bulunması halinde bu talepleri kabul etmektedir.

Ancak bunu yaparken tehditlerin boyutunu birçok kez hatalı değerlendirmekte, ülke gerçekliklerini dikkate almamakta, görünenin ardındaki gerçekliği yeterince aydınlığa çıkarmamaktadır.

Örnek olarak terör örgütü propagandası nedeniyle yargılanan kişiler yüksek ceza almazsın, ceza alsan da bu ertelenir cezaevinde kalmazsın denilerek Türkiye’ye gönderilmek istenmektedir.

Din değiştiren İranlıların talepleri “İran’da bunu kimseye söylemezsen ya da bunun propagandasını yapmazsan bir şey olmaz” denilerek ret edilebilmektedir.

Azerbaycan’daki baskı rejimi, hukuksuzluklar, işkenceler görmezden gelinerek rejim muhalifleri ya da rejimle çelişkiye düşen kişilere iltica hakkı tanınmamaktadır.

Irak’tan gelen ve namus uğruna canlarına kastedilen kadınların durumu dikkate alınmadan iltica talepleri ret edilebilmektedir.

Güney Afrika, Brezilya ve bir dönem Sırbistan gibi mülteciler için tehlikeler barındıran ülkeler “Güvenli Ülke” kabul edilerek başvurucular buralara gönderilmek istenmektedir.

Rejim muhalif oldukları için ülkelerinde resmi ya da özel işlerde çalıştırılmayan, açlığa mahkum edilen kişiler sırf hapis hükmü yok diye ülkelerine geri gönderilmekte, açlığa, işsizliğe mahkum edilmenin bir işkence yöntemi olduğu ve Cenevre Sözleşmesi kapsamında iltica nedeni olarak kabul edilmesi gerektiği dikkate alınmamaktadır.

İklim değişikliği nedeniyle göç etmek zorunda kalan, yaşamları, her türlü yaşamsal faaliyet ve gereksinimleri tehlike altında olanlar mülteci olarak kabul edilmemektedir.

Dublin Sözleşmesi mevcut olan takdir hakkı kullanılmadan şematik ve mekanik bir şekilde uygulanmakta, kadınlar, çocuklar, hastalar dahi Hırvatistan, Romanya, Bulgaristan gibi sosyal hakların, sağlığa erişimin son derece sınırlı olduğu ülkelere, parmak izleri bu ülkelerde bırakılmış denilerek zorla gönderilmektedir.

İstisnai olarak kimi kişiler için takdir hakları ve günümüze uygun geniş ve esnek yorum olumlu bir şekilde uygulansa da büyük çoğunluk sözleşmelerin kuru, soyut, günümüze uyarlanmayan lafzi yorumlarıyla mağdur edilmektedir.

Türkiye, İran gibi ülkeler İsviçre’ye göre güvenli ülkelerdir.

Görünüşte Cenevre Mülteciler Sözleşmesi’nin genel hükümleri uygulanmakta, ama sözleşmenin ruhunda yer alan ve zulüm altında olan kişilerin barınmasını hak olarak gören anlayış, yanlış zulüm değerlendirmesi nedeniyle birçok örnekte pratikte uygulanmamaktadır. Bu nedenle birçok kişi yaşamları çekilmez hale gelen, zulüm görme olasılıkları yüksek olan köken ülkelerine geri gönderilmek istenmektedir.

Arslan Karslı’nın Hırvatistan’a iadesi İsviçre’nin özellikle son aylardaki acımasız ve hukuk tanımaz tutumunun son halkası oldu. Arslan Karslı’nın iade süreci ve devam edecek hukuk mücadelesi hakkında bizleri bilgilendirebilir misiniz?

Fazıl Ahmet Tamer: Arslan Karslı siyasi baskılar nedeniyle ülkesini terk etmek zorunda kalmış, 2000’li yıllarda Türkiye’de gerçekleşen ölüm oruçlarına katılarak Wernicke Korsakoff sendromuna yakalanmış, hasta bir mültecidir. Sağlık durumuna ilişkin raporları mevcuttur. Hırvatistan’da bu kişinin tedavisinin yapılması ve insan onuruna uygun koşullarda barındırılması mümkün değildir. Buna dair sivil toplum kuruluşlarının, insan hakları kurumlarının açık raporları bulunmaktadır. Buna rağmen Arslan Karslı’nın iade kararı ve bunun Federal İdare Mahkemesi tarafından onaylanması Cenevre Mülteciler Sözleşmesi ve diğer uluslararası sözleşmeler ile İsviçre hukukuna aykırılık teşkil etmektedir. Arslan Karslı’nın İsviçre’li avukatı Birleşmiş Milletler İşkenceye Karşı Komite’ye (AİHM benzeri bir yargı mekanizmasıdır ve kararlarına İsviçre uymak zorundadır) iadenin durdurulması başvurusunda bulunmuşsa da bu başvurusu komite tarafından şaşırtıcı bir şekilde reddedilmiştir. Bu da uluslararası yargı mekanizmalarının devletlerin politik etkileri altında karar verdiğini düşünmemize yol açan bir gelişme olmuştur.

Son olarak sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Fazıl Ahmet Tamer: Göç hakkı insanların temel hakları arasında yer almaktadır. Sadece Cenevre Mülteciler Sözleşmesi’nde yer alan ve ayrımcılıktan, çoğunluktan ya da egemen güçlerden farklılıktan kaynaklı tutumlar, muhaliflik nedeniyle baskı gören kişilerin değil, diğer sözleşmelerde yer alan ilkelere aykırı bir şekilde fiziki, sosyal, ekonomik, psikolojik olarak baskı gören kişilerin de yararlanması gereken bir haktır. İklim mülteciliği artık günümüzde kabul edilmesi gerekmektedir. İran’da Müslümanlıktan ayrılan kişi ile, Türkiye’de işsizliğe, sivil ölüme mahkum edilenler, deprem nedeniyle yaşamları alt üst olup onu bir daha kurma imkanlarına sahip olmayanlar da mülteci olarak kabul edilmelidir. Dublin Sözleşmesi arkasına yaslanarak mülteciler sefalet koşullarının yaşandığı, insan onuruna aykırı yaşamların dayatıldığı ülkelere gönderilmemelidir. Cenevre Sözleşmesi’ni dahi uygulanmaz kılacak Ruanda, Kosova gibi ülkelerde mülteci hapishaneleri kurmak, mülteci gemileri oluşturmak insanlık dışıdır, insanların aşağılanması, fiziki ve psikolojik işkencenin yasallaştırılması anlamına gelmektedir. Zengin ülkelerin mültecilik hakkını ortadan kaldıracak bu politikalarına karşı çıkmak somut pratik bir görevdir. Bu pratik görev ancak bu ülkelerdeki halkları bu yöndeki bir mücadeleye çekerek ve halklara yönelik gerçek tehdidin mültecilerden değil bu haksız sömürü düzenini sürdüren, göçün ve her türlü eşitsizliğin, haksızlığın kaynağı siyasi, ekonomik anlayıştan doğduğunu göstererek başarılabilir.

Emperyalist kapitalizm ve işbirlikçi burjuva ülke yönetimlerinin silahlı ya da silahsız olarak yürüttükleri egemenlik savaşlarının ülke halkları üzerinde yarattığı ekonomik yıkım ve can güvenliği riski nedeniyle yaşanan kitlesel göç hareketleri çağımızın en yakıcı gerçeklerinden biri olarak vücut buluyor. Sınıf mücadelesinin ötelenemez bir parçası olarak uluslararası ölçekte bir mülteci dayanışması örgütlemenin zamanı geldi geçiyor.

Zaman ayırıp sorularımızı yanıtladığınız için teşekkür ederiz. Çalışmalarınızda başarılar diliyoruz.

Bu röportaj haber GazetePatika İnternet Sitesinden Alınmıştır.