Faşizmin yapmak istediği her daim buydu. Halktan yana, halkın çıkarına, ortak yaşama dair olan her şey egemen sınıfların, gerici ve faşist iktidarların çıkarına terstir. Yaşanan bu depremi kader planının bir parçası olarak olumlayan, “her şer’de bir hayır” gören mantıkta buradan besleniyor.
Gerçeğin tersyüz edilmeye çalışıldığı canhıraş bir hezeyana tanıklık etmekteyiz. Önüne ya da arkasına ne gibi sıfatlar eklenirse eklensin, kendisinden öncekilerle kıyaslama yapılarak büyüklüğü ve şiddeti “atom bombası” ile anlatılmaya çalışılsa da gerçeğin kendisini değiştirmek pek olası değildir. İster “yüzyılın” olsun isterse “asrın” olsun, bu bir depremdir. Doğanın fizik yasalarıyla anlattığı bir olaydır ve önlem alınmadığında bu doğal olay afet olur ve sonucunda katliam yaşanır. Öldüren deprem olmaz, depreme ve olası sonuçlarına karşı önlem alınmadığında kayıplar yaşanır. Maraş merkezli deprem sonucunda yaşananlarda bu. Deprem değil, alınmayan önlemler öldürdü.
Her deprem veya her doğa olayı yıkıcı mıdır? Deprem gibi sel, çığ, fırtına, toprak kaymaları, volkanik patlamalar da doğa olayıdır. Fakat bu doğa olayları her bir yerde aynı sonucu doğurmaz. Maraş’ta yaşanan depremin aynısı Japonya’da aynı sonucu doğurmaz mesela. Veya aşırı su taşkını olan sellerde de her bir yerde sonuçlar aynı olmaz. Politik çıkarlar burada belirleyici olur.
6 Şubat sabahında, Maraş merkezli ve on ili kapsayan büyük bir depremle uyandığımızda günler-haftalar hatta aylar yıllar öncesinden merkez üssü dahi belirtilerek (tatbikatlar bile yapılmıştı) geleceği söylenen depremin geldiğini öğrendik. Ve bugün aradan geçen on iki günün ardında Resmi verilere göre 39 binin üzerinde yiten yaşam ve yüzbinlere varan yaralısıyla enkaz kaldırma işlemi devam ediyor. Yerelden gelen bilgiler enkaz altında yüzbinlerin olduğunu söylüyor. Bu durum acıyı daha da büyütüyor, yıkımın boyutunun gizlenmesini engelliyor.
Bilim insanlarının ve uzmanların söylediği gibi gelmekte olan deprem yanıltmadı ve geldi. Egemen sınıflarıyla, kurum ve kuruluşlarıyla birlikte devleti de moloz yığınlarının-enkazının altına aldı. İçi boşalmış şeklen var olan devletin kurumlarıyla birlikte ıskartaya çıktığını da bir kez daha gösterdi.
Oysa deprem kuşağında olan ve sayısız deprem yaşayan bu coğrafyada devletin ve siyasal iktidar(lar)ın bu türden doğa olaylarına hazırlıklı olması gerekirdi. Sel, fırtına, çığ, kuraklık, deprem gibi yaşanmış doğa olaylarından ders çıkardığını ve tedbirler geliştirdiğini, önlemler aldığını, hazırlıklar yaptığını ve buna uygun kurumsallaşmalara gittiğini söyleyen devlet, depremin ilk sarsıntılarının altında kaldı.
’99 Gölcük depreminde askerin zaman kaybetmeden deprem alanına yardıma gitmesi kayıpları azalttığı bilindiği halde, 6 Şubat depreminde nedense aynı refleksi göstermedi TSK, deyim yerindeyse devletin diğer kurumları gibi kılını dahi kıpırdatmadı. Savunma Bakanı 6 Şubat akşamına doğru kendine geldiğinde ise dalga geçer gibi 15 milyonun etkilendiği deprem bölgesinde 3500 askeri personelle arama kurtarma çalışmalarına katıldığını belirtti. Kendisini “NATO’nun en büyük ikinci ordusu” olarak ilan eden, 700 000’in üzerindeki aktif gücüyle, kuzey ve güney Kürdistan’da, Rojava’da 7/24 İHA-SİHA uçuran, tespit ettiği bir gerilla için Diyarbakır 8. Ana jet Üssünden Kandil’e, Gare’ye, Asos’a sınırdan 150 km uzağa tam donanımlı savaş uçağı kaldıran, sınırdan yüzlerce kilometre öteye “inlerine” gireceğiz diyerek hava atan TSK, hemen burnunun dibinde uykudayken depreme yakalanan 15 milyona yakın halkın yardımına aynı hızla yine aynı Gölcük depreminde olduğu gibi tüm gücüyle gitmeyi bile aklından geçirmedi. Oysa ilk dakikalardan itibaren yapılacak hızlı ve yaygın müdahale, arama kurtarma çalışması yaşanan sonucu büyük ölçüde etkileyecek, kayıpların sayısını azaltacaktı.
Peki, bu türden afetlere müdahale, koordinasyon ve sonrası için “tasarlanmış”, şatafatlı tatbikatlarla şişirilen AFAD ne yaptı. Depreme ve deprem bölgesine müdahale gibi bir görevi olduğunu hatırlamadı bile. Olası depremlere karşı müdahale ve müdahaleyi koordinasyon için kurulmadığını bu depremle alenen gösterdi. Liyakatsız ve yiyici kadrolarla doldurulan AFAD’ın kendisinden yedi kat daha fazla bütçeye sahip Diyanet İşleri Başkanlığı kadar değeri olmadığı da görüldü.
Görülen yalnız bunlar değildi. Erdoğan ve şurekası başta olmak üzere Devletin kendisi de görülemedi. Sanki depremin enkazının altında kalan tüm erkanıyla birlikte Devletti.
Fakat, Gölcük depreminden ve diğer afetlerden ders çıkaran halklar hiç zaman kaybetmeden harekete geçti. Gölcük depreminin en önemli deneyimi olan “dayanışma”, “sivil toplum” örgütlenmesi hemen devreye girdi. Yardım ağları örüldü, dayanışma köprüleri kuruldu. Devrimcisiyle sosyalistiyle, yurtseveri, işçisi-madencisi-sağlık emekçisiyle ve duyarlı-ilerici sivil toplum kuruluşlarıyla dayanışma ağları, koordinasyonlar kuruldu.
Olanca devasa cüssesiyle, yüzyılların örgütlü birikimini arkasına alan, toplumun her bir köşesinde idari-yönetsel birimleriyle yerleşen, yolda yolakta, operasyonlarda askeri-polis gücüyle kendini sürekli hissettiren devlet, bir devrimcinin ihbarını aldığında “ayağına taş değmesin” dualarıyla tüm gücünü seferber eden devlet, elindeki teknik ile sarhoş olan, ekonomik olarak uçuşa geçtiğinin havasını atan, dış güçleri “kıskan”dıran gelişmelere imza attıklarıyla övünen aynı devlet ve onun siyasal iktidarı, bu halk kadar kendini örgütleyemedi, harekete geçmedi. Ayağına taş değmesin derken molozların altında kaldı.
Bu sonuç, egemen sınıf devletinin ve egemen burjuva-gerici sınıfın yaptığı siyasetin sonucudur, politik çıkarlarının yön verdiği bir tercihtir bu. Deprem gibi doğa alaylarının sık yaşandığı bir coğrafyada devletin, siyasi iktidarların tedbirler geliştirmemesi, önlemler almaması, buna uygun ehliyetli-liyakatlı personelle kurumsallaşmalara gitmemesi ekonomik/politik çıkarların yön verdiği burjuva gerici siyasetinin sonucudur. Aynı AFAD’ın başına atanan yandaş ilahiyatçı, Kızılay’a atanan yandaş akrabalar ve bilumum akbabalar, imar denetimlerinin yapılmaması veya adamına göre yapılması, deprem vergilerinin iç edilmesi gibi. Tüm bunlar sınıflı dünyada siyasetin konusudur ve burjuva gerici politik çıkarların doğrudan sonucudur.
Ve ilginçtir ki bu devlet ve onun faşist iktidarı (elbette öncekiler de), Gölcük depreminden ders çıkaran halkı ve onun canhıraş çabasını, duyarlılığını kıskanacak, örgütlenen halk dayanışmasını kendisine rakip görecek kadar kendini kaybettiğini, yozlaştığını da gösterdi.
Başka neleri gösterdi;
Kamu hizmeti adına toplanan vergiler karşılığında kamu hizmetini sunacak yeteneği ve örgütlenmesinin olmadığını gösterdi. Toplanan vergilerin hizmet satın alma adı altında yandaşlara akıtıldığını gösterdi. Hizmet üreten değil, yandaştan ihaleyle hizmet satın alan, ihaleyle hizmet verdiren bir yapı olduğunu gösterdi.
Devletin tüm kurumlarının esas olarak sanıldığının tersine kendine has bir görevi ve işlerliği olmadığı, aksine tek adamın talimatına göre, o ne derse her kurumun ona göre pozisyon aldığını bir kez daha gösterdi. Erdoğan ve şurekasının talimatıyla hareket eden yargı gibi, AFAD, Kızılay, TSK da harekete geçmek için talimat bekledi.
Devletin, kamuya dair-kamu ile ilişkili tüm özelliklerinin silikleştiğini, güvenlikle ilgili özelliğinin öne çıktığını bariz şekilde gösterdi. Devlet yeniden yapılandırılırken, kamu adına yüklendiği görevleri(hizmeti) kendine yük olarak görmüş ve bu türden örgütlenmelerin içini boşaltarak “hafifletmiş”-sırtından atmış, onun yerine güvenliği öne çıkaran, güvenliğe yatırım yapan, “güvenlik devleti” yaratmanın hedeflendiği bu afet dolayısıyla çok net görüldü.
Ve buna paralel olarak, yönetsel aygıtını şiddet ve zor üzerinden yeniden tarif ederek kurguladığı görülmüştür. Ordu, polis. Özel harekat, SADAT, Bekçi, İstihbarat gücünü kullanarak zor ve şiddetle iktidarını koruyan ve devleti sahip olduğu bu araçların baskısı ve şiddetiyle yöneten iktidar, yaşadığı ekonomik ve siyasi krizleri bu yöntemle yönetmeye-aşmaya çalıştığından ve bildiği tek yöntem bu olduğundan, karşılaştığı doğal afet gibi böylesi krizler karşısında olumlu bir reaksiyon göstermesi beklenemezdi. Gösteremedi de. Bu yüzden grevlere, işçi direnişlerine, basın açıklamalarına, kadınlara gençliğe, en demokratik hak talebine bildiği tek çözüm yöntemi olan baskıyla cevap olmakta, şiddetle saldırmaktadır. “Günü geldiğinde, şu anda tuttuğumuz defteri de açacağız” demesi de başka bir yönteme sahip olmadığının göstergesidir.
Ve yine aynı devlet, depremin ilk şokunu atlatır atlatmaz, suçluluk telaşıyla OHAL ilan ederek kendi açıklarını ve suçlarını gizlemeyi, toplanan yardımlara devlet adına çökmeyi, ilerici-devrimci duyarlı dinamiklerin yardım çalışmalarını engellemeyi-onları susturmayı, tüm yapılan-toplanan yardımları kendi hanesine yazmayı hedeflediğini göstermiştir. Silahlı, maskeli, baltalı ağzı salyalı çetelerini de sokağa salarak saldırılarını nereye kadar vardıracağını da ek not olarak OHAL’e iliştirmiştir.
Diğer yandan;
Mesela, maden facialarında kurtarma çalışmalarında deneyim kazanmış çok sayıda kurtarma ekipleri varken bunların hiçbirinin deprem bölgesine seferber etmek devletin aklına gelmedi.
Mesela, ilk saatlerde tüm dünyaya Uluslararası yardımı da içeren 4.seviye alarm olarak duyurulan depremin gereği olarak ilk elden de seferberlik ilan edilmesi gerekirken (ve mantık bunu gerektirirdi, fakat o OHAL ilan etmeyi iktidar çıkarına uygun buldu) devamında ise hemen dünyaya yapılan yardım çağrısına paralel olarak arama/kurtarmada kullanılacak tüm araç ve iş makinaları bölgeye sevk edilebilirdi.
Mesela, bu türden doğal afetlerde yer almış, kurtarma ekiplerinde çalışmış, eğitim görmüş, uzmanlaşmış vb olanlara acil seferberlik çağrısı yapılabilirdi.
Mesela, havalimanları, uçaklar (kargo uçakları dahil), tren seferleri bu türden kurtarma ekiplerini ve araçlarını yurt dışından gelenleri de dahil hızla bekletmeden deprem bölgelerine taşıyacak şekilde planlanabilirdi,
Mesela, daha önce yapılan deprem tatbikatlarında olduğu gibi olası internet-telefon-elektrik hatlarında yaşanacak sorunları gidermek adına hızla seyyar GSM operatörleri, jeneratörler vs. devreye sokulabilirdi.
Bunları uzatmak ve çoğaltmak mümkün. Fakat faşist devlet ve onun iktidarı halktan yana böylesi bir reflekse sahip olmadığını gösterdi.
Halktan yana, halkın çıkarına böylesi bir refleks gösterecek yeteneği de yoktu zaten, gösterdiği refleks(sizlik) sınıfsal niteliğine, karakterine ve politik çıkarına uygundu.
Bugüne kadar halklara hiçbir hayrı olmayan faşist nitelikli bu devlet, tüm kurumlarıyla ve egemenlik sistemiyle enkaz altında kaldığını çok net göstermiştir. Halklara düşen bu enkazın geciktirilmeden kaldırmasıdır, enkazın kaldırılması haktır, ertelenemez görevdir.
Dayanışma ağları, koordinasyonlar birleştirilerek birleşik örgütlü güç geliştirilmeli, faşist devlet altında kaldığı enkazla birlikte halkın örgütlü gücüyle temizlemeli…
Yalnız on binlerce insan hayatları enkaz altında kalmadı, şehirler binalar yerle bir olmadı. Yerle bir olan yerleşim yerlerinde, yüzlerce yıllık tarih, halkın binlerce yıllık kültürü, birikimi enkaz altında kaldı, yüzlerce-binlerce yıla dayanan gelenek-görenek, yüzyılların birikimine dayanan ortak toplumsal yaşam, dayanışma ve ortak mücadele kültürü, oluşan ortak hafıza… kültürel, tarihsel, duygusal, deneyimsel büyüklüğü düşünüldüğünde depremin yıkıcı sonuçlarının ölçüye vurulamayacak kadar büyük olduğu daha iyi görülebilir.
Bu büyük yıkım, aynı zamanda Türk devletinin “Cumhuriyet” tarihinin ikinci yüzyıla devrettiği egemen burjuva siyasetinin sonucu, geçmişten bugüne devrettiği gerici mirasıdır. Cumhuriyetin öteki yüzü, gizlenmeye çalışılan halklar düşmanı yüzüdür bu. Deprem bölgesinde enkaz altına gömülen hayatların, tarihin, birikimin, kültürün müsebbibi, ikinci yüzyıla devredilmek istenen faşist ceberrut devlettir, onun bugüne kadarki siyasi iktidarlarıdır.
Faşizmin yapmak istediği her daim buydu. Halktan yana, halkın çıkarına, ortak yaşama dair olan her şey egemen sınıfların, gerici ve faşist iktidarların çıkarına terstir. Yaşanan bu depremi kader planının bir parçası olarak olumlayan, “her şer’de bir hayır” gören mantıkta buradan besleniyor.
Yıkımın büyük, yıkımın derin olduğu ortadadır. Bu yıkımın daha da büyümesini ve derinleşmesini engellemek ise ertelenemez görevdir. Bu anlamda, halkların kurtulması gereken bir “bekaa” sorunu olduğu ve bunun güncelliğini koruduğu açıktır.
Deprem sabahı günün ilk ışıklarıyla deprem bölgesine akan halklar, ilerici-demokratlar, devrimci-sosyalistler, BMG ve Emek ve Özgürlük İttifakı bileşenleri tüm olanaksızlıklarına, faşist devletin baskı ve engellemelerine rağmen koca yürekleriyle dayanışmayı ördüler, örmeye deva ediyorlar. Dayanışma kampanyaları, emek seferberlikleri başlattılar, yerellerde koordinasyonlar kurarak dayanışmayı ortaklaştırmaya çalıştırdılar. Tırnaklarıyla enkazları kazdılar, gerici güruhların saldırısına uğradılar, hesap sorulacağı tehditleriyle baskılandılar, tekbir getiren paralı-cihatçı faşist çetelerin yaratmak istedikleri korku iklimine teslim olmadan ilk günkü duyarlılıklarıyla çalışmaya devam ettiler-ediyorlar. Bu muazzam bir dayanışma ve örgütleme-örgütlenme örneğidir. Bu örnek, ‘99 Gölcük depreminde görülenden daha ileridir ve Taksim-Gezi parkı başkaldırısında kendisini yenileyen örgütlenmenin de ilerisinde bir potansiyel barındırıyor.
Şimdi, geç kalınmışta olsa yerellerde oluşan ve BMG’nin ve bileşenlerinin içinde yer aldığı ya da içinde yer almadığı ilerici-demokrat-devrimci tüm dayanışma ağlarının, koordinasyonların ilk önce birkaç köy-ilçe-il düzeyinde birleştirilmesi, devamında ise tüm deprem bölgesini içine alacak şekilde koordine edilmesi hedeflenmelidir. Bu çalışmada Birleşik Mücadele Güçleri ve bileşenlerine büyük sorumluluk düştüğünü belirtmeye de hiç gerek yoktur, bu kendiliğinden anlaşılmış olmalıdır.
Dayanışma içinde olan ilerici-demokrat-devrimci tüm grupları-örgütleri, yerelde dağınık örgütlenen farklı veya özgün çalışma yürüten (sırf yemek, sırf ilaç dağıtımı, sırf elbise temini vb yapan gruplar) tüm dayanışma gruplarını ayırımsız-ötelemeden, küçük büyük ayrışımına gitmeden bir araya getirmek, onları da dahil ederek daha genişine ve yaygınına ve daha merkezlisine ulaşmak hedefiyle rol almak, devrimci öncülük misyonu gereğidir.
Hem yerellerde edinilen parçalı tecrübenin hem toplanan yardımların dengesiz birikimi hem de sahip olunan mevcut olanak, imkan ve yeteneğin birleştirilerek daha merkezi ve planlı bir çalışmanın yürütülmesi için gereklidir bu. Bu aynı zamanda birleşik gücün enerjisini açığa çıkaracak, daha büyük dayanışmanın, daha güçlü mücadelenin ve daha yaygın birleşik örgütlenmenin ayrı bir motivasyon kaynağı olacaktır.
Birleşik Mücadele Güçleri’nin önünde devrim mücadelesinin gelişim dinamiği olacak bir fırsat vardır. Bu başarılabildiği oranda;
- a) Faşist iktidarın OHAL’le süslenmiş “yardımlara çökme”, “dayanışmayı engelleme” saldırılarına ve artacağı kaçınılmaz olan tutuklama-gözaltı-işkence saldırılarına karşı,
- b) Çetelerin planlı-örgütlü provokasyonlarına karşı,
- c) Devletin ve iktidarın suçlarını gizlemeye çalışmasına ve yıkılan bölgeye ilişkin uygulamaya sokacağı yeni kirli planlarına karşı barikat oluşturulması-güçlü karşı koyuşların örgütlenebilmesi, güçlü birleşik mücadelenin örülebilmesi daha olanaklı olacaktır.
Faşist devletin ve onun iktidarının altında kaldığı enkazı ancak ve ancak halk yığınlarının örgütlenmiş birleşik büyük gücü temizler.