Mevki/makam düşkünleri değil, ama bir esaretten kurtulma ve alternatif bir toplum yaratma angajmanlarında samimi olanlar, dost güçler arasındaki anlaşmazlıklara dostane yöntemlerle çözüm bulunabileceğini anlama konusunda Kaf dağından bakanlardan ve amigoca yuhalayan ya da alkışlayanlardan daha yakındırlar
“Pusulasız bir halde girdik yeni yüzyıla”
HABER MERKEZİ (21-01-2019) Bu söz, Amin Maalouf’un “Çivisi Çıkmış Dünya” başlıklı kitabının ilk cümlesidir.
Devamında ise, “…entelektüel dünyanın, finans dünyasının, iklimin, jeopolitiğin, etiğin çivisi çıkmış durumda” tespiti yapıyor Maalouf.
İlk bakışta karamsar gibi görülebilir belki, ancak yaşananlara, dünyamızın hâl-i pür-melâli’ne kuş bakışı baktığımızda eksik bile kaldığını görüyoruz söylenenlerin.
Eski ve yeni sömürgeci ittifakların insanlığı ve gezegenimizi benzersiz bir felakete sürüklediği, önceki yüzyıllara ait toplumsal denge, arayış ve paradigmaların altüst olduğu, dost-düşman kavramlarının birbirine karıştığı, hiç denenmemişler gibi bin yılların din doğmalarına, ulusçuluk efsanelerine doğru bir geri dönüşün yaşandığı, çoğu sınıfsal ve ulusal öznelerinin daha muhalefetteyken düşmanlarına benzemeye başladıkları göz önünde bir durumdur.
“Çivisi çıkmış bir dünya”nın, bir de Ortadoğu’su var ki, kâinata şenlik!
Bir kadınlar hapishanesi olmanın yanında, “azınlık” tabir edilen bir etnik topluluklar, inanç ve kültürel kimlikler mezarlığına da dönüşen, iç ve dış çatışma dinamikleri giderek bilenen, beterin de beteri bir kaos coğrafyası…
Karşı karşıya bulunduğudumuz manzara, yörüngesi etrafında dönüp durmayla eksen kaymalarının yarış halinde olduğu, çok katmanlı bir uygarlık iflası halinin hüküm sürdüğü; ama yanısıra, kaderine razı olmayı reddeden bir direniş, tükenmeyen bir umut ve çıkış arayışının da varlığını sürdürdüğü bir olgular bütünüdür.
Daimi gündem: Dersim
Yaklaşan yerel seçimlerin vesile olduğu Dersim tartışmalarına “uzaktan” katılmayı düşünmüyordum doğrusu.
Ancak, hakkaniyet ve iyi niyet sınırlarını aşan, demokratik/sosyalist dinamikler arası dayanışma ilişkilerini tahrip potansiyeli taşıyan yazı ve konuşmalara tanık olmak, anlayışlara dair birkaç söz etmeyi gerekli kıldı. Zira gerilimi tırmandırma heveslisi yaklaşımlar -belki farkında olmadan- manipülatif/provakatif dış müdahalelere de alan açmış oluyorlar.
Teşkiat-ı Mahsusa mirasından gelen, sınırsız bütçe, lojistik imkân ve kadro ağı bulunan kozmik derinlikli devlet kurumlarının, dost güçler arasında zaman zaman oluşabilecek konjonktürel, taktik anlaşmazlıklara hangi emellerle yaklaştıkları, nasıl yoktan fay hatları yaratabildikleri, olanları ise ne tür maharetlerle derinleştirebildikleri trajik tarihsel tecrübelerden biliniyor. Bunu anlamak için herhangi bir istihbarat generalinin 30-40 yıl sonra yayınlanacak anılarını beklemek gerekmiyor.
Üzerinde ittifak müzakereleri yürütülen Dersim kent belediyesi seçimi ne Med hanedanlığının, ne de Sasani ve Osmanlı/Cumhuriyet imparatorluklarının başkent belediye seçimi olmadığına değil. Nihayetinde 37 bin nüfuslu, 26 bin seçmenli bir belediyeden söz edildiği halde neden gerilimli bir seçim içinde seçim, kampanya içinde kampanya iklimi? Sonuçta sistem içi bir yerel seçim değil mi sözkonusu olan.
Alternatif bir gelecek tasarımına sahip direnişçi güçler için yerel yönetimlerin kazanılması -yarını bugünden inşaa etmenin mikro örneklerini yaratmak bakımından- elbette önemlidir. Ancak kaybedilmesi de, ne Demokratik Konfederalizm projesinin, ne de bir sosyal devrim projesinin sonu olur.
Öte yandan, sözkonusu Dersim olunca en olağan bir ittifak anlaşmazlığından dahi vazife çıkaran kimi “yazar”ların meseleyi garip bir öfke ve iştahla geniş bir sahaya yayma çabaları da ayrıca dikkat çekici.
Peki, kabul edilebilir küçük bir düşünce farklılığı dahi neden bunca harlanarak etrafı tutuşturma kıvamına gelebiliyor?
Hangi sosyo-kültürel bileşimler ve politik fay hatlarıdır Dersim tartışmalarını hep gündemde tutan?
En genel ve derindeki neden, Dersim’in tarihsel, kültürel özgünlüğüdür elbette.
Bir iç soykırıma uğramasının yarattığı ağır travma, evrensel ufuklu düşünce akımlarına, sosyal hareketlere açık duruşunun yanında, “dış müdahale” gibi algıladığı yaklaşımlardan duyduğu endişe ve gösterdiği direnç de onu tartışma gündeminin baş sıralarında tutmuştur.
Budana budana dört dağ içine sıkıştırılmış, küçücük nüfusuyla kıyaslanmayacak denli bir özgül ağırlığa sahip Dersim’i sıkça tartışmaların merkezine çeken başlıca nedensellikler kanımca şöyle sıralanabilir:
İlki, İttihatçı/Kemalist ve neo-Osmanlıcı geleneğinin öteden beri “dahili tümör” gördüğü bu coğrafya parçasını yeniden fethetme, onun heterojen uyuma dayalı kültürel dokusunu tarumar etme çabasıdır. Dinmeyen bir nefretle onu Türk-İslam sentezi içinde eritme ısrarıdır.
Dersim, Osmanlı ve devamı Cumhuriyetin bir önceki “dâhili tümör”ü Batı-Ermenistan’la olan coğrafi, kültürel yakınlığı da bir tür suç telakki edilmiş, onu ebedi boy hedefi yapmanın bir nedeni sayılmıştır.
1915-23 arasında aşamalı olarak gerçekleştirilen 20 yüzyılın ilk büyük soykırımıyla Batı-Ermenistan’ın Misakı-Milli (ve Kuzey-Kürdistan) dâhilinde iç edilmesi bile, Türk gericiliğinin Ermeni karşıtı nefretini yatıştırmaya yetmemiş olmalı ki;
Türk Tarih Kurumu Başkanlığı yaptığı yıllarda Prof. Yusuf Halaçoğlu’nun ağzından, “Bugün Kürt olarak bilinen hatta hatta söyleyeyim; Alevi Kürt olarak bilinen insanlar maalesef Ermeni’den dönmedir” denilerek Dersim merkezli çok sayıda Kızılbaş Kürt ve Zaza aşiretlerinin Ermeni kökenleri hatırlatılmış, patolojik bir kindarlığın bu yüzyıl da devam edeceğinin sinyali verilmiştir.
İkincisi, Sünni İslam’ın empoze edilmesinde fazlaca bir mahsur görmeyen, bölgenin özgün farklılıklarını, halkın bir kesiminin kendini Kürt etnik kimliği içinde tanımlamak istemediğini görmek ve duymak istemeyen, Dersim’in yekpare Kürt olduğunu düşünen ve buna uygun bir politik hat takip eden kesimin ısrarıdır. Bu milliyetçi yaklaşımda -eski kötü refleksleri zaman zaman nüksetmekle birlikte- demokratik esneklik istikâmetinde önemli mesafeler alındığı da teslim edilmesi gereken bir olgudur.
Ezilmenin, başkalarını ezmeyi meşru kılmayacağı gerçeğini derinlemesine anlamak, kalıcı bir Kürt aydınlanmasın da minimum gereğidir.
Üçüncüsü, Biri hâkim, diğeri mahkûm iki ayrı milliyetçi zorlamaya da tepki olarak bir başka etnik benmerkezci, “Zazacı” bir bakış açısı ve örgütlenmenin varlığıdır. Her etnik, inanç ve politik benmerkezci görüş açısı gibi “Zazacılık” da ruhunda tektipleştirici bir darlık, çoklu etnik, kültürel toplumsal dokudan duyulan korku ve endişeleri barındırıyor.
Söz gelimi, bu gün üç dilin konuşulduğu bu coğrafyada söze “Dersim’in dili ve kültürü” klişesiyle başlanır. Daha geçen yüzyılın başlarında orada Ermenice diye bir dilin konuşulduğu, neredeyse her dağında-vadisinde, çeşmesinde-değirmeninde, kömünde-mezrasında ayak ve parmak izleri bulunan Ermeni uygarlığının belirgin etkisi minimize edilir, hatta gizli bir rahatsızlık duyulur.
Dördüncüsü, kimilerine göre “kökü dışarıda yabancı ideolojilere kanmış”; Karl Marks’tan Roza Lüxemburg’a, Mao’dan Anna Goldman’a, Che Guvera’dan Bakunin ve Murray Bookchin’e kadar nice düşünür ve eylem insanının geliştirdikleri evrensel çaplı komünal çözüm önerilerine gönül vermiş “hayalperestler”in varlığıdır.
Devletlerin minyatür kopyaları olmaya hevesli çevrelerin bakışında, “Biyolojik dedelerimizin, yerli değerlerimizin rehberliğinde yürümek varken, elalemin dede ve ninelerinin peşinden gitmekte ısrar eden şu aymaz solcuların yaptığı da bir değil beş değil”di artık!
Onlar cümle canlılardan daha fazla eziyet görüp ölseler bile, “yeni” tip gerici reflekste, “Bölge halkına devletten daha fazla zarar veren” ve hâlâ “devrim/sosyal kurtuluş deyip duran iflah olmaz gafillerdi.”
“Her kelin yalnızca kendi başına merhem aradığı”, “her kuşun kendi sürüsüyle uçtuğu” ve “sağ gözün sol göze fayda etmediği” bir devirde hâlâ “bölge ve dünya halklarının birlik ve kardeşliğinden”, “modası geçmiş sosyalizm ve komünizm”den söz eden çağın Donkişotları da Dersim’in gündemde kalmasında rol oynuyordu.
Vurun komüniste-dinsize
Geçen yüzyılın son çeyreğinden itibaren sessiz-sedasız zihinlere yuvalanan,
“herkesin kendi gerçeği var”, “evrensel düşünse sistemleri, genel kurtuluş reçeteleri ve akıl çökmüştür”, “en doğrusu tüm birey, cemaat ve kimliklerin kendi köklerine, atalarının inanç sistemlerine dönmeleridir”… Türü post modern düşünce klişelerinin Dersim kültür coğrafyasını da etkilememesi imkânsızdı.
Bu düşünce sisteminde, iyi ile kötü, haklı ile haksız, güzel ile çirkin arasındaki ayrımlar belirginsizleşirken, ortak doğrular ve birlikte çözümler de tarihe emanet oluyordu. Dolayısıyla da, bir dünya sistemi olan kapitalizmin alt edilmesi de imkânsızdır.
Ekonomik planda “küreselleşme”ye, politik planda ise “yenidünya düzeni”ne denk düşen
Postmodern ideoloji, 20. yüzyıl devrimlerinin Sosyalizm ve Komünizm adına yaptıkları savunulması/bağışlanması imkânsız hata ve suçlarından da ziyadesiyle yararlanmıştır.
Ama artık, -bir zaman daha etkinliğini sürdürse de- dünya ölçeğinde yaşanan gelişemeler, onun da sonuna gelindiğini gösteriyor.
Fransa’da Kasım-2018 ortalarından bu yana devam eden Sarı Yelekliler Hareketinde “La Commune” diyen ve etrafını tutuşturma potansiyeli yüksek seslerin giderek çoğalması da, postmodern mitlerin çökmeye başlamasına güncel bir kanıttır.
Bir zamanlar “Komünizm ayağa kalk!” diyen Kapitalist/Emperyalist dünya ve Vatikan, şimdilerde kendi krizlerine çare arıyor.
Her çoğunluğun kendi azınlığını ezmesi, bir beşeriyet yasası olsa gerek! Aynı şekilde, “yukarı boşalmayan enerjinin aşağıya boşalması” yasasına uygun olarak, cellatlarıyla baş edemeyen birey ve toplulukların kendi çoçuklarını, kendinden zayıf gördüklerini dövmesi de galiba bir başka insanlık açmazı…
Biata razı edilemeyen “azınlık”ları küçük düşürme örneklerinden birine de Ovacık belediye deneyi ve “nohut- fasulye komünizmi” metaforu üzerinden tanık olduk.
Demokrasilerde nohutun yeri
Nedendir bilinmez, insanoğlu -ve kızı- kimi bitki ve sebze türüyle çok fazla uğraşır. Örneğin ot, odun, fasulye, nohut ve hıyar gibi.
Sözgelimi, “kuru fasulyenin kendini nimetten sayması” alay konusudur insan için. Ya nohutun hali! Onun durumu daha bir içler acısıdır. Şehire taşınıp leblebi olduğunda bile kurtulamaz aşağılanmaktan. “Ektiğim nohut biçtiğim nohut, içine sıçtığım nohut, şehire geldin de leblebi mi oldun lan” denilerek onun evrim geçirmesi dahi kabul edilmez…
Başka biri(leri)ni aşağılamanın kimseyi yüceltmeyeceğini her aklı başında insan bilir.
Ovacık belediye deneyi ve kazanımlarıyla, HDP’li belediyelerin tecrübe ve kazanımlarını yan yana, birbirlerini zenginleştiren birikimler olarak ele almak yerine karşı karşıya koymak, birini küçültüp diğerini yüceltmeye çalışmak her bakımdan zararlı bir anlayıştır.
Diyelim ki bir belediye, son icat teknolojiyle postmodern tarım üretimi yapıyor. Kendi buluşu olan yapay hafızayı, yukarıda uyduları, aşağıda genetik mühendisliği ve nano teknolojiyi de işe koşturarak beşeriyetin bugüne kadar tanık olmadığı düzeyde bir tarımsal üretimle göz kamaştırıyor. Teknoloji ve tarımsal üretim fazlası, Ortadoğu’ya bile sığmıyor.
Varsayalım ki demokrasi kültürümüzün gelişimi sınır tanımıyor. Federal/konfederal sınırları çoktan aşmış, diğer kıtaların kapılarına dayanmıştır. Ekran ve gazete dolusu görgü ve kültür sahibi kadın-erkek yazarların kalemleri ışık damlıyor, gelecek yüzyıllara not düşüyor. Eriştiğimiz demokratik, entelektüel, sanatsal ve estetik zirve baş döndürüyor…
Bu gelişme düzeyi, olağandışı boyutlardaki bu mühendislik ve aydınlanma birikimi insana ne kazandırır, neyi öğretir?
Herşeyden evvel enginleştirir, Kâmil insan olmayı öğretir.
Sonuç yerine
Ateş hattında yaşayanlar, harami ittifaklarla boğuşmanın ne demek olduğunu bilenler, en sıradan bir eylem birliğinin dahi ne kadar kıymetli olduğunu bilirler.
Mevki/makam düşkünleri değil, ama bir esaretten kurtulma ve alternatif bir toplum yaratma angajmanlarında samimi olanlar, dost güçler arasındaki anlaşmazlıklara dostane yöntemlerle çözüm bulunabileceğini anlama konusunda Kaf dağından bakanlardan ve amigoca yuhalayan ya da alkışlayanlardan daha yakındırlar.
Eşit ve özgür bir gelecek mücadelesinin önde yürüyenleri eleştiriye, samimi uyarılara, uzatılan dost bir ele çok ihtiyaç duyar, değer verirler.
Çünkü eleştiri ve dostça uyarılar, olguları çok boyutlu görmemize, yanlış karar ve uygulamalardan sakınmamıza değerli katkılar sunarlar.
Giderek kararan bir Ortadoğu ve Türkiye’de direniş öznelerine düşen görev, “Nasıl birlikte yürünemez”i kanıtlamak değildir/olmamalıdır.
“Demokratik konfederalizm bir devlet sistemi değil, halkın devlet olmayan demokratik sistemidir” görüşü doğru anlaşılıp uygulanabiliyorsa şayet, HDP ile SMF arasındaki tek ya da ayrı ayrı adaylarla yarışma meselesinin fazlaca bir sorun olmaması gerekir.
Aslolan, küçük bir Fatih’le uğraşırken büyüklerini gözden kaçırmamak ve denizi geçip, gelip çayda boğulmamaktır.