Maria, Rosa ve Hypatia / Algül Umutlu

Derler ki, Hypatia’nın gözleri kapanmadan önce gökyüzüne dikilmişti, astronomide yaptığı son araştırmalarının sonucuna, bilimin ulaştığı son seviyeye bakıyordu uzun uzun. Rosa’nın gözleri elbette tartışmasız Alman devrimine kilitliydi. Ne yalan söyleyeyim ben de kendi ülkeme ve daha kısa süre önce büyük umutlarla kuruluşunu selamladığım Üçüncü Enternasyonal’e diktim gözlerimi ölmeden önce

Aslında “Bir Yanım Derya’da Çalkanır Şimdi” de olabilirdi bu yazının başlığı, sevgili Feridun Berkin’in Maria’yı yattığı kimsesizler mezarlığından alıp deryada yitirdiği yoldaşlarının yanına bıraktığı su altı performansına verdiği isim gibi; ama ben 15’lerden çok, ölümlerine gıpta ettiği iki kadınla birlikte anmayı yeğledim Maria’yı.

“Ölümün de gıptası olur muymuş” demeyin hemencecik. Maria’nın anlattıklarını duyunca anlıyorsunuz büyük bir hüzünle, gıptası da olduğunu normalde yaşamın en doğal sonucu olan bu işe insan eli karıştığında.

Koymasına koydum başlığı da sanki sayıma sondan başlamış bir başlık gibi geldi bu da bana. Hypatia demeliydim önce aslında; günümüzden 1600 yıl önce yaşamış olan Hypatia, Rosa ve Maria gelmeliydi sonra sırasıyla.

Ülkelerinin en çalkantılı döneminde yaşamışlardı her üçü de. Yaşadıkları çağa kulak vermiş, ülkelerinin sorunlarıyla ilgilenmiş ve her biri diğerinden beter vahşi ölümlerle cezalandırılmışlardı tarihin çarkını tersine döndürmek isteyenlerce.

Nerede görsem hemen tanırdım hem İskenderiyeli Hypatia’yı hem Alman sosyalist hareketinin kutup yıldızı Rosa Luxemburg’u da adını bile doğru düzgün bilmezdim Maria’nın. Oysa onca yıl ezbere söyledik Nazım’ın On Beş’lerle ilgili yazdığı şiirleri.

Göğsümde 15 yara var!
Sarıldı 15 yarama
kara kaygan yılanlar gibi karanlık sular!
Karadeniz boğmak istiyor beni,
boğmak istiyor beni,
kanlı karanlık sular!!!

Esas yılanlar, çıyanlar Maria’nın başına çöreklenmiş, yavaş yavaş nefesini kesmekteymişler meğerse o sırada bilemedik.

Hem de ne yılanlar. Aşık olduğu Zeus’un kızı Persefoni’yi kaçıran ve hapsettiği yeraltındaki sarayındaki yaşantıyı kabullenmesi için ona yapmadığını bırakmayan yeraltı tanrısı Hades bile solda sıfır kalırdı onların yanında. Öylesine acımasız, öylesine nefret dolu; o kadar kirlenmiş ki duyguları.

İlk defa nerede, nasıl okudum, ya da kimden duydum bilemiyorum ama, Maria’nın hikayesini ilk öğrendiğimde dayak yemiş gibi olmuş, günlerce kanamıştı içim. Elimizde fazla bir bilgi de yoktu ilk günlerde, ne bir fotoğraf ne de bir resim. Bir fotoğraf dolaşıyordu internet sayfalarında, Enternasyonal toplantılarının birinde, kalabalık bir erkek topluluğu arasında Mustafa Suphi’nin yanında oturan, güzelliğiyle de dikkat çeken bir kadın. Kimisi Maria diyordu buna, kimisi de Semiramis. Kimse bilmiyordu Semiramis kimdi? Maria kim? Aynı kişi miydi ikisi de yoksa; cevap da yok.

Yıllar sonra 2019 yılında Selanik’te bir sergide rastladım ona, bir dönem İttihat ve Terakki’nin de merkezi olan Selanikte. Osmanlı’nın en çalkantılı dönemi olan 2.  Abdülhamit zamanından beri devam eden ve hâlâ yakın tarihimize vurduğu damganın izleri silinmemiş olan “derin” bir örgüttür İttihat ve Terakki.

2. Abdülhamit’in, 1876 yılında, Osmanlı Devleti’nin ilk anayasası olan Kânûn-ı Esâsî’yi ilan edilip ilk Mebusan Meclisi’ni açmasının üzerinden iki yıl bile geçmeden, Osmanlı Rus savaşını bahane ederek her şeyi askıya alıp ülkeyi “mutlak monarşi” ile yönetmesine bir tepki olarak doğmuştu İttihat ve Terakki.

Enver ve Talat’ın yönetimindeki örgüt, Balkan Komitacılarından öğrenilen yöntemleri de kuşanıp günümüzdeki MİT’in (Milli İstihbarat Teşkilatı) önceli olan Teşkilat-ı Mahsusa’yı da kurarak öyle bir atılmışlardı ki “hürriyet ve eşitlik” mücadelesine, kısa denilebilecek sürede alıvermişlerdi iktidarı.

Ancak, tıpkı yıkılması için yoğun çaba harcadıkları 2. Abdülhamit gibi, bunlar da 1913 yılındaki Mahmut Şevket Paşa suikastını bahane edip kendilerine karşı çıkan bütün muhalefeti bastırmak için büyük bir sürek avına çıkacaklardı artlarında büyük bir hayal kırıklığı bırakarak.

Bu sürek avından payına düşeni alacak olanlardan biri de Mustafa Suphi idi tabiî ki.

İstanbul Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra gittiği Paris’te Siyasal Bilgiler öğrenimi görüp ülkeye dönünce kapılmıştı o da İttihat ve Terakki’nin estirdiği özgürlük ve hürriyet rüzgarının büyüsüne. Ancak, büyünün etkisi fazla sürmemiş, 1911’de Selanik’te yapılan “ünlü” kongreye katıldıktan sonra, eleştirilerini sıralayıp muhalefetteki “Milli Meşrutiyet Fırkası” yanında belirlemişti saflarını.

Sonrası İttihat ve Terakki’nin gazabı.

Binlerce muhalif gibi, yargılanma, cezalandırılma, sürgün günleri… Ve elbette her baskı döneminde olduğu gibi ülkeden kaçışları.

Talihsiz bir dönemdedir Suphilerin Sinop’tan firar edip Rusya’ya sığınmaları. Tam da Rusya’nın İngiltere ve Fransa ile birlikte Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı’ya karşı savaşa giriştiği, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın patladığı dönemdir.

Elbette Osmanlı tabiiyetinden biri olarak karşı kamptan sayılıp savaş esirlerinin tutulduğu kamplara atılacaklardı Çarlık yönetimince. Atıldıkları bu kamplarda karşılaşırlar ilk sosyalist düşüncelerle ve dahası burada karşılarlar Büyük Ekim Devrimini de. Ardından Doğu Halkları Kurultayı başlar. Komintern ile tanışma. Ve Türkiye Komünist Partisi’nin kuruluşu.

Mustafa Kemal önderliğinde yürütülen ulusal Kurtuluş Savaşı’na katılmak ve Komünist Parti’nin faaliyetini açıktan yürütmek için ülkeye dönüş kararı almıştı ilk başkanı olduğu Komünist Partisi.

“Cevat Yoldaş” diyordu Suphi, Ahmet Cevat’a, “Bizim meslek dervişlik! Gideceğiz. Sonuna gelince?”

Gittiler de.

Rüya gibiydi Kars’ta Kazım Karabekir tarafından karşılanışları. Bütün onurlarına düzenlenen yemekler, yapılan iltifatlar, günlerce sürecek olan bir oyalama taktiğiydi aslında. Komintern’in de üyesi olan bu grup ulusal kurtuluş savaşına katılmak için gelmişlerdi ülkelerine ve tek şartlarıydı komünizm propagandası için fırsat ve olanağın sağlanması Ankara’ca. Sovyetleri kızdırmadan def etmek gerekirdi bu belayı ama nasıl? Günlerce oyalanış. Ardından Ankara yerine, Erzurum üzerinden İttihatçı örgüt ve çetelerin en güçlü yeri olan Trabzon’a zoraki yolculuk. Bütün yolculuk boyunca kışkırtılmış insanların küfürleri, hakaretleri, sataşmaları, tacizleri… Ve 28 Ocak 1921’i 29 Ocak’a bağlayan gece, on beş yoldaşıyla birlikte bindirildikleri kayıkta, Enver’in has adamı kayıkçı kâhyası Yahya ve adamları tarafından Karadeniz’in azgın sularına gömülüşleri…

Yıllar sonra öğrendik o on beş yoldasın içinde bir de kadının olduğunu. Yanı başında yoldaşları boğazlanıp birer birer denize fırlatılırken, onun da elleri kolları bağlanarak kanlı, karanlık, buz gibi bir gecenin koynunda, yörede astığı astık, kestiği kestik, Enver Paşa’nın sadık adamı kayıkçı Yahya’nın evine kapatıldığını. Çok fazla bilgi yoktu hakkında. Günlerce tecavüz edilip elden ele dolaştırıldıktan sonra öldürüldüğü dışında.

İşte, tam bir asırdır yatmakta olduğu kimsesizler mezarlığından kalkmış, konuk olduğu Selanik’teki bir sergide, sessiz çığlıklarıyla dikilivermişti öylece karşıma.

Selanik, sadece İttihat ve Terakki’nin merkezi olmakla kalmamış, çok sonraları 12 Eylül’ün tufanından kaçan binlerce “mağdur”a da cömert bir sığınak olmuştu.

Bu sığınanlardan biri olarak 12 Eylül’den neredeyse 40 yıl sonra, yeniden Yunanistan yollarındaydım işte.

Muzaffer Oruçoğlu’nun Maria adlı tablosu

Hem de 12 Mart’ta girdiği cezaevinden 12 Eylül döneminin ortalarında çıkmış olan, sevgili Muzaffer Oruçoğlu’nun resim sergisi için. Yıllar önce can havliyle kendimizi attığımız bu şehre, şimdi “Bütün Dünya Evim” isimli bir sergiyle dönüyorduk. Bundan daha güzel, daha anlamlı bir şey olabilir miydi?

Onlarca resim vardı sergi salonunda; her biri birbirinden güzel, anlamlı, birbirinden ilginç hikayelerle dolu.

Ama sadece bir tanesi vardı beni olduğum yere çivileyen.

Ne renk ne de ışık harmonisiydi beni bu resme çeken.

Ben diyeyim hüzün, siz deyin o ne kelime, hüzünden öte korkunç bir acı, keder, hatta ölüm. Öyle bir hüzün ki resimden taşıp size doğru akan, akmakla da kalmayıp sarıp sarmalayan, ta iliklerinize işleyip belinizi büken, nefesinizi kesen.

Tablo değil, sanki canlı cenaze diye mırıldandım kendi kendime. Biraz daha yaklaştım. Saçlarındaki derya kuşlarıyla tanıştım. Tıpkı, hüzün gibi, kuşların acı çığlıkları da dolana dolana gelip yerleşiyordu yüreğinizin baş köşesine.

Karşısında durup bir süre sessizce baktım, sonra bir sandalyeye çöküp konuşmaya başladım.  Maria’sın sen dedim, tanıdım. Sadece ben değil, inan kadınların çoğu tanıyor artık seni. Haklısın kırılmakta, çok geç kaldık seninle tanışmakta; ama bir kere tanıştıktan sonra da inan ruhumuzun ta derinliklerinde, iliklerimizde hissettik çektiğin acıları. Gerçekten kahroluyoruz o kahredici kapatılmışlığından bihaber onlarca yıl yaşadığımız, On Beş’lerin türküsünü her fırsatta söyleyip de senin varlığından bile haberdar olamadığımız için. Ama suçumuz yok bu konuda da, fazla bir şey yazılıp çizilmedi ki daha önce, ne vatandaşı olduğun koskoca Sovyetler Birliği’nde ne de bizde. Ne olur affet bizi Maria. Nasıl direnebildin sen o cehennem azabına tek başına?

Uzun süre hiç konuşmadı, sonra yüzüme hiç bakmadan, iç sesiyle tane tane anlatmaya başladı:

Kızıl bir gelinciktim ben bundan tam bir asır önce, 28 Ocak 1921’de, kanlı, karanlık bir gecede, Karadeniz’in azgın sularına gömülen, On Beş’lerin arasından hoyratça koparılıp alınmadan önce.

Adım tek başına kimseye bir şey ifade etmez aslında, sizler bile soyadımdan tanırsınız beni; Türkiye Komünist Partisi’nin kurucusu Mustafa Suphi’nin Odessalı hayat arkadaşı ve yoldaşı Maria Suphi. Halbuki Suphi ile evlenmeden önce de bir hayatım vardı benim, büyük altüst oluşlara tanıklık eden, direniş ve mücadele dolu güzel bir hayat yaşadım o lanet güne kadar ben.

Rus edebiyatının kurucularından Puşkin’in sürgün şehri Odessa’da doğdum.. Fransızcanın ikinci dil olduğu, Avrupai yaşam tarzıyla ünlü 19. Yüzyıl Rus İmparatorluğu’nun dördüncü büyük kenti Odessa.

Sokaklarında özgür ruhların ironilerle dans ettiği, halklar mozaiği, güzel mi güzel, cıvıl cıvıl bir liman kenti. 1905 Devrimi’nde, kemiğe dayanmış bıçağı işçi isyanlarıyla çekip çıkaran öfke ve başkaldırının bir adıdır aynı zamanda Odessa.

Koskoca Çarlık filosuna karşı Potemkin Zırhlısı’nın gönderine kızıl zafer bayrağının çekildiği ve kanlı savaşın geçtiği ünlü merdivenlerinin Potemkin’e çevrildiği yerdir burası.

1914 yılında, Sinop zindanlarından kaçan, ilk göz ağrım, yürek yangınım.

Mustafa Suphi ve yoldaşlarına kucak açan ve 1917 Şubat’ında otonomi ilan eden bu şehirde büyüdüm ben.

Öylesine mutlu, delişmen, sevecen…

Bundandır yüreğimin böylesine coşkulu adımlarımın bu denli kararlı olması. Ve yıllar sonra ülkenizde atıldığım kör kuyunun dibindeki en zifiri karanlık günlerde bile gözlerimin hep bir merdiven araması…

Aslında bütün dünya bilir bizim hikayemizi:

28 kanunisaniyi unutma!
“siyah gece
“beyaz kar
“rüzgar
“rüzgar”.

            trabzondan bir motor açılıyor
sa-hil-de-ka-la-ba-lık!
motoru taşlıyorlar
son perdeye başlıyorlar!

Ah Nazım usta ah… Senin de dediğin gibi On Beş’lerin hepsi dövüşerek komünistçe öldüler, 1921 yılının 28 Ocak’ında Karadeniz’in azgın sularında kalbimize gömüldüler.

Ya ben Nazım usta ya ben. Tarihin tozlu sayfalarına bile giremeyen ben.

O gün, on beş yoldaşının kanlı bir kasap çengelinde sallanışını gördükten sonra, hemen oracıkta kadınlığıma göz dikilen ben.

Engerek yılanları ve çıyanlar tarafından her gün, her gece, taç yaprakları bir bir yolunan ben.

Yeşil dalları kırılan, onuru ayaklar altında alınan. Yıllarca can çekişe çekişe, her gün her saat ölen ben.

Daha mı az komünist oldum sizce?

Görseniz, 1905 devriminde kurtarıcılarını bekleyen Odessa gibiydim kapatıldığım zevk odalarında. Öylesine çaresiz, öylesine umutsuz. Öylesine de isyan dolu. Boyun eğmek nedir bilmeyen.

Öfkeden taş kesilmiş, kulaklar tetikte, en küçük bir işareti beklemekte.

Günler, haftalar, aylar geçti böylece.

Ne bir haber ne bir umut ne bir çıkış yolu.

Biliyor musun, çakal sürüsü çöreklenirken etime Hypatia düşerdi hep aklıma. Onu düşünürdüm ben.

Antik çağda, ders verdiği okulun kapısında, Kıpti Hristiyan bir çetenin linç ettiği, özgür düşüncenin sembolü, güzeller güzeli, İskenderiyeli ilk kadın matematikçi Hypatia.

İlk ondan ögrendim ben “sorgulanmadan hiçbir bilginin kullanılamaması gerektiği”ni ve gerekirse bu uğurda can vermeyi. Çocuk yaşta babasından öğrenmiş o da.

Resimlerinden tanırdım onu, her yerde görürdünüz o dönemde bile, kâh ders verirken dönemin en ünlü şahsiyetlerinin önünde kâh ölüme götürülürken yerlerde sürüklene sürüklene sokaklarda.

Düşünsenize Rönesans sanatçılarından Rafael’in resmettiği ünlü Atina Okulu” tablosuna girebilmiş tek kadındır o; merkezinde Platon ile Aristo’nun olduğu tabloda, onlarca erkek arasında, bembeyaz giysileri ve sarı uzun saçlarıyla dimdik ayakta, gururla öyle güzel bakmaktadır Parmenides’in yanı başında.

Hep ne derdi acaba diye düşünürdüm, güzeller güzeli Hypatia, yattığı yerden bir an için kalksa da görebilseydi eğer, hâlâ kadınların aynen kendisi gibi kurbanı olduğunu her dinden yobazların. Linç edilmesinin üstünden 1600 yıl geçtiği halde hem de.

İnanır mısın öyle bir cehennemdi ki yaşadığım, gıpta ederdim tarihin ilk siyasi kadın cinayeti olan Hypatia’nın taşlanarak öldürülmesi gibi korkunç bir ölüme bile. Bilirdim ki, onca güzelliğine rağmen, kadınlığı değildi Hyapatia’nın ölümünde hedeflenen, siyaseti, duruşu ve kurulu düzene vuruşuydu nefret edilen.

Yobazların, taciz, tecavüz ve işkenceleri altında günbegün ölüme giden bir kadın gıpta etmesin de ne yapsındı böylesi bir ölüme.

Bir de Rosa’ya gıpta ettim. Rosa Luxemburg’a.

Bizden yaklaşık iki yıl önce yoldaşı Karl Liebknecht ile birlikte öldürülüp Berlin’in kanallarından birine atılan Alman devriminin kutup yıldızına.

Elbette sadece Karl ile birlikte, askerlerin dipçikleri arasında can verişi değildi onu unutulmaz kılan. Kautsky, Bebel, Bernstein gibi dönemin ağır toplarıyla giriştiği polemikler akıllardadır hâlâ; hele de Lenin’le yaptığı tartışmalar. Öylesine güzel, öylesine vurucu eleştirirdi ki. Ataerkilliğin kadın ruhu üzerinde bıraktığı “erkeği olduğundan iki kat daha büyük gösteren büyülü ayna görevi”nin yıkıcı etkisinden nasibini almamış kadınların soyundandı o. Kim neyse oydu onun gözünde, lafı eveleyip gevelemenin bir anlamı yoktu. Üstelik de Clara Zetkin gibi dönemin “pos bıyıklı” erkeklerinin kendisine yüklediği “Kadın Sorunu”na kapanıp da diğer sorunlardan el etek çekmeye hiç niyeti yoktu. Erkeklerle kıran kırana politik mücadeleye girebilecek güçte, azminde ve kapasitedeydi o. Aşıktı aynı zamanda, hem de tepeden tırnağa. Ama ihanetin ucunu görünce hiç tereddüt etmeden kesmesini bilmişti ilişkisini. Üstüne mi geliniyor, küçük bir silah edinivermişti hemen “ne olur, ne olmaz” zorlamalarına karşı. Ah ne kadar isterdim ben de yanımda küçücük bir silahın olmasını. Dişimle, tırnağımla ettiğim mücadele yetmedi yok etmeye onları. Öylesine isterdim ki, o gece orada, tıpkı Rosa gibi, on beş yoldaşım ile birlikte Karadeniz’in azgın sularına gömülmeyi. Olmadı işte. Yahya kâhya ve avaneleri bozdu her şeyi.

Aslında sadece tetiği çekendi onlar, planın sahipleri başkaydı.

“Politik ölüler” diyordu Suphi onlara; politikalarını yakından izlediği İttihatçılar, Hürriyet ve İtilafçılara. Onlardan ayrı bir yere koyuyordu Türkiye’nin meşru burjuva önderliği olarak gördüğü ve İttihat ve Terakki ile onca çelişkisinin olduğunu bildiği Mustafa Kemal’i.

Ölü olmasına ölü bunlar ama, böyle ortalıkta oldukları sürece çürüyen her ölü gibi zehir saçmaya devam edip Türkiye’nin geleceğini de zehirleyecekler derdi.

Aslında dediği gibi de oldu sonunda.

Kazım Karabekir’in, 15’leri, çeşitli ayak oyunlarıyla, egemenlik alanları olan Trabzon’a yönlendirmesiyle verdiği pası alıp Kurtuluş Savaşının komünist ayağına karşı büyük bir gole çevirerek saçmışlardır zehirlerinin en ölümcül olanını İttihatçılar.

O zehir sayesinde değil mi hâlâ her gün, her saat, durmadan “bir bebekten katil  yaratabilmeleri” kendi karanlık dünyalarında, kolayca hem de? Şöyle bir bakın çevrenize, kaç kâhya Yahya, kaç Topal Osman sayıvereceksiniz bir çırpıda.

Dedim ya, o karanlık günlerde sadece vücudum vardı ortada; Suphi ile birlikteydim hep düşlerimde, yanı başımda katledilen yoldaşlarımla. Hypatia’yı düşündüm en zor zamanlarımda, Rosa’yı düşündüm. Özlemlerini, savaşımlarını, son anlarını…

Derler ki, Hypatia’nın gözleri kapanmadan önce gökyüzüne dikilmişti, astronomide yaptığı son araştırmalarının sonucuna, bilimin ulaştığı son seviyeye bakıyordu uzun uzun.

Rosa’nın gözleri elbette tartışmasız Alman devrimine kilitliydi.

Ne yalan söyleyeyim ben de kendi ülkeme ve daha kısa süre önce büyük umutlarla kuruluşunu selamladığım Üçüncü Enternasyonal’e diktim gözlerimi ölmeden önce.

Daha Birinci Kongresinde Suphi’nin İttihatçıları “Türk Emperyalizmi” olarak nitelendirdiğini bile bile, üstelik de eline bulaşmış binlerce Ermeni’nin kanı daha kurumamışken, Enver’i Berlin’den alıp Bakü’deki Doğu Halkları Kurultayı’nda büyük bir coşkuyla “görücüye” çıkaran, Zinovyev başkanlığındaki Üçüncü Enternasyonal’e.

Bu Enternasyonal’in, Kurultay’da yapacağı konuşma Suphi ve arkadaşlarının “Kurultay’a değil Halk Mahkemesine” sloganlarıyla engellendiği halde Radek tarafından allanıp pullanan ve Zinovyev’in treniyle geldiği Bakü’den yine Zinovyev’in treniyle Moskova’ya dönen Enver şahsında İttihatçılarla kurdukları ilişkilerine…

Seksiyonlardan birisi olan Türkiye Komünist Partisi Başkanı Mustafa Suphi ve yoldaşları, katledildiği halde bunun hesabını hakkıyla sormayan, soramayan Üçüncü Enternasyonel’e ve vatandaşı olmakla övündüğüm, dünyanın ilk sosyalist devrimini yapmış olan kendi ülkeme.

Hâlâ kanar içim düşündükçe.

Ah derim kimi zaman, birisi gelse, alsa götürse beni, deryada yitirdiklerimin, yanı başına koyuverse, yeniden doğsam orada. On beş kasap çengelinde sallanan on beş kesik baş, on beş yoldaş. Kucaklaşsak doya doya yılların özlemiyle. Şarkılar söylesem onlara. Suphi, Hayyam’dan dizeler okusa eski günlerdeki gibi, dans etsek hep birlikte, horon tepsek deli dalgaların tepelerinde. Bir dalgadan diğer dalgaya atlarken haykırsam sesim okyanuslarca yayılsa:

            Hepsinin adını unutsan dahi,
            bir 28 Kânunisaniyi
            bir de Maria Suphi’yi sakın unutma.