Daha önce Çığlık romanı ile okurlarla buluşan Murat Kahraman bu kez ”Bitmeyen Veda” isimli Roman çalışması ile okuyucuları ile buluşacak Kahraman’ın ”Bitmeyen Veda” isimli roman’ı Sancı yayınları tarafından basıma hazırlanıyor
Murat Kahraman (22-09-2018) Murat Kahraman’ın yeni romanı ”Bitmeyen Veda” Sancı yayınları tarafından basıma hazırlanıyor. Daha önce Çığlık romanı ile okurların karşısına çıkan Murat Kahraman’ın aynı zamanda bir çok makale ve öykü çalışması da bulunmaktadır. Üretimlerinde kendine özgü bir tarz yakalayan Murat Kahraman’ın Bitmeyen Veda romanı da Çığlık romanı gibi bizleri derin acılara, hüzünlere, sevdalara ve kavganın güzelliğine götürmektedir. Çığlık romanında olduğu gibi Bitmeyen Veda romanında da Murat Kahraman yine bizleri Kaypakkaya geleneğinin yaşanmış betimsiz sevdalarına ve yaşanmış olan sarsıcı süreçlerine götürmektedir.
”Bitmeyen Veda”nın hikayesini Murat Kahraman kendi özgün yorumuyla şöyle aktarmaktadır;
”Bazen bazı şeyler öyle bir unutulmaya bırakılır ki, kendi varlığını bile hissedemez olur. Rüzgarın bile kucaklamak için çaba sarf ettiği güzellikler yüzüstü bırakılır. Zaman aşımının işlemediği güzellikler, dinlenmeye bırakılınca farklı bir renkle karşısına çıkar insanın. “Gırtlağın mı felç oldu be yavrum?”dedirten cinsten suskunlaştırır insanı. Evet herkesin gırtlağı bir şekliyle felç olduğu zamanlar olmuştur hayatta. Benim de yutkunarak sustuğum zamanlar oldu.
Lakin, iyilik hep kötülüğün altında saklanmak zorunda değildir ya… Açığa çıkıp, “ben buradayım, yaşıyorum!”diye bağırır.
Bağırır da… Kimsenin buna engel olmaya gücü yetmez. Çünkü bunun adı HAKİKATTIR. Hakikat, kimsenin niyetlerine göre tanımlanamaz. O olduğu gibi gösterir kendisini…
Cüneyt KAHRAMAN’ın yaşamını konu alan romanı, kitapta asıl kaynak olarak beslendiğim Cüneyt’in annesiyle görüşmemizin uzaması üzerine bu çalışmayı erteledim ve bu kitabı öne aldım. Anayla 17 yıl sonra görüşmemiz gerçekleşti. Bu konu da Ana’nın rızalığını aldım. Cüneyt’in romanın çıkmasını bir an önce çıkmasını istemesine rağmen bu ricamı anlayışla kabul etti.
Yaklaşık on bir aya yakın yazdığım romanı nihayet bitirdim.
BİTMEYEN VEDA kitabını ben yazdım, fakat kitap “sizin hikayeniz.” Kitap basıma hazırlanıyor. Benim gibi profesyonel yazma olanakları olmayan biri için yazma sürecinde insanın içine işleyen acılar, hayal kırıklıkları, umut pırıltıları, yıkımlar ve insanların mücadele azimleri karşısında uykularım kaçtı. Çoğu zaman iştahım bile kapandı.
Kitap beni içine aldı ve hamur gibi yoğurdu. Halkıma uygulanan çifte baskı ve zulüm karşısında içim fena halde acıdı. İple boğulan, iftiraya uğrayan, itibarsızlaştıran ve çaresiz kalan yoksul halkın evlatlarının hikayelerini kaleme dökerken ellerim tutuşur gibi oldu. Evet itiraf etmeliyim ki, haksızlık karşısında öfkemi daha da bileyen gözyaşlarıma hakim olamadığım bir çok an oldu.
Kitap bana ait olmadığını düşündüğüm için, gelirine dokunma gibi bir hakkımın olmadığını düşünüyorum. Daha önce yayınlanan kitaplarımda olduğu gibi gelirine dokunmayacağım. Bu kitabın gelirini, bu hikayelerin yaratıcılarında en mağdur kesime bırakıyorum. Size ve yitirdiğiniz yakınlarınıza ait olan yaşınılmış fakat kaleme alınmamış yaşantıları nasıl korur ve büyütürsünüz, o da size kalmış bir durum.
Kitabın ismini KUŞATMA, SOĞUK SUYUN KOKUSU ve BİTMEYEN VEDA koyma konusunda bir kararsızlık yaşadım. Sonuçta romanın ismini BİTMEYEN VEDA olarak koymayı uygun buldum.
Kuşatma
Kuşatma, iki güç arasında kalan ve yüzüne yastık bastırılarak sesi kısılan insanların hikayesini anlattığı için düşdüm. Güç karşısında korkup çirkinleşenlerin karşılık, güç karşısında;
DÖVÜŞTÜLER, YENİLDİLER AMA NE ZALİME BOYUN EĞDİLER NE DE MAZLUMA ZALİMLİK YAPTILAR erdemiyle boyun eğmeyenlerin hikayesi vardır.
Herkes konuşacak. Belki de yazacak. Herkes kendi tanıklığını “haklı” çıkarmak için mazeretler de uyduracaktır.
Lakin tarih soğukkanlıdır ve vicdan sahibi değildir; kimseye acımaz. Gördüğüne kılıf uydurmadan doğrudan hakikatin ismiyle çağırma yeteneği vardır.
Soğuk Suyun Kokusu
SOĞUK SUYUN KOKUSU’nu ise tarih kitaplarında eşi Çorumlu Elif Hanım’la köylerinde biri olan Sevtil’e ve Bozan Yaylasına sığınan Ermenilerin kadın ve çocuklarını peynir postları arasında saklayan ve kurtaran dedemiz Meme Ağa’nın, Çemişgezek’teki tek Rum köyü olan Mamsa’daki Hay-Horomların Yunanistan’a sürgün kararından sonra Eğin’e kadar komşularına eşlik etmesi hikayesi vardır.
Meme ağa, dönüş yolunda Kırklar Dağında dağ keçileriyle yaşayan dağların dervişi Sela Qere’de rızalık istemeye gider.
“Axuçan’ın Dergâhı’na sığınan Çorumlu yetim kadını almayacaktın. Deli Yusuf’un oğlu Şah İsmail’le kız kardeşin Gıjele’yi evlendirmeyecektin. Deli Yusuf, rayberliğin izini bozdu. Sen de talipliğin töresini bozdun. İkiniz de lanetlisiniz. Gayrı ikinizde dua tutmazsınız.”diyen dağların divanesi Sela Qere, Meme Ağa’yı red eder.
Xızır orucundaki kurban kesiminde misafirliğe davet eder ve Xızır Cemi yapmasını ircasında bulunur.
Sela Qere, yörenin en varlıklı ve zengin adamının elini öpmesini ve rızalık dilemesini kabul etmez. Xızır orucuna gelmeyeceğini söyler. Nedeni ise o zamana kadar yaşamayacağını ileri sürer. Tedbir olarak da bir an önce tası tarağı toplayıp ziyaret yurdu olan Jaru Diyarı terk etmesini emreder.
Sonrası özetle şöyle gelişir:
Memi Ağa, reddedilişi çaresiz bir şekilde kabul ederek geri döner. Akşam güneşinin dağların yamaçlarını kan rengine boyadığı an, kuzeyden gelen sesi duyabilmek için eline kulağına götürür. Sesi daha iyi duymak için, semeri ceylan derisinden, yuları gümüşten olan atından aşağı iner. Kiraz irisi siyah gözlerini atın arka sol bileğindeki beyaz halkaya taktığı gümüş halhallara sabitleyerek sesileri dinler. Dağlardan esen rüzgârın başlarını güneye eğdiği ormanın sesine kulak verir. Tağar çayının yankılanan sesini dinler. Tağar çayının suları, Kırklar dağındaki karların serin anısını hâlâ sakladığı bir anda, evet tam o anda pusuya düşer.
Geriden kendisini takip eden Bırexili marabasına, kaçıp kurtulmasını emreder.
Ezizan’a sırtını yaslayan Bozan yaylası, dirseklerini Hovik’e dayamış gibi Tağar çayına teras olarak kullandığı yerde, “Ben, Karabali, Ferhatan ve Qoçanlılar arasındaki sınır taşıyım,” diyen Meme Ağa, sularda ayaz kokusu geldiği bir vakitte; yani SOĞUK SUYUN KOKUSU hissedilen bir anda devlet tarafından Hazari’nin altında katledilir. Sevtil başta olmak üzere ovaya köylerine ve Vaksıvan’a yakın olan arazilerine el konulur.
Bitmeyen Veda
Yedi yıl boyunca yas bağlayan Şare’nin yassı ve yıllar sonra karşılaştığı kişiyle vedalaşmak istememesi vardır:
“
(…)
Suda boğulan birinin yaptığı gibi, kuru bir dala tutunurcasına koluna yapıştı. Ces
aretinin ödülünü alır gibi, olduğundan daha fazla kadınca bir sesle:
“Xanumanlar’da gördüğüm günden beri bir nem gibi usul usul içime çöktün. Tam on yıldır…”
Aralarına bozkır sessizliği çöktü. Gecenin içinde, deri bir kolye üzerinde tesadüfen asılı kalan kırık boncuk gibi asılı kaldılar.
Kadının kavradığı kolu, istem dışı geri çekti. Sonra avucuna bıraktı. Kadının uzun, biçimli ve etli avucu içinde kayboldu elleri. Avuçladı parmaklarını. Götürüp kalbinin üstüne indirdi. Kadının ustura başı gibi keskin olan sevgisinin yoğunluğundan ürküttü. Yıllanmış bir şarap gibi mayalanmıştı tutkusu. Gizli, karşılıksız ve yaşanılmamış aşkı, zaman aşımına uğramış bir mevsimin izleriyle doluydu.
Belki bir yıl hiç kıpırdamadan sustular. Yağmalanmış bir savaş ganimeti gibi yorgun bir iklime girdiler.
“Neden ama?”
“Değer verdiğim, sevdiğim her şey ölüyor Şare.”
Verilen cevap, en son duymasını istediği sözcüklerdi. Koca bir ağrı gibi yüreğini hapseden duygu, kendisini yıllar önceki bir zaman diliminde kilitleyip bırakmıştı.
“Sen benim payıma düşen mucizesin!”
“Seni sevmek istemiyorum.”
“Sevmeyi kusur olarak görüyorsun.”
“Seni seversem, sen de zamansız ölürsün Şare!”
“Bulmaca çözer gibi konuşma benimle! Doğru dürüst konuş!”
“Gitmemiz lazım Şare!”
“Bu kez vedalaşmak yok! Buna izin vermeyeceğim” dedi kararlı, kesin ve tavizsiz bir sesle.
Şare, güzel olan her şeyin bedelini fazlasıyla ödemişti. Kendilerini kalın ve sır vermez bir sessizliğin içinde çepeçevre saran gecenin sağırlığını yırtar gibi, ince bir intikam alır gibi emir verdi.
Kuzeyden esen rüzgâr, hafif bir ıslak çalı gibi bodur çekem ağacını güneye eğdi. Işıl ışıl parlayan kıvırcık saçlı kadının nemli kirpiklerini yaladı rüzgâr. Kollarını baharın yeşil dalları gibi boynuna doladı. Her duygunun hakkını veren tavizsiz bir sesle:
“Hayır, sadece alnımdan öpme. N’olursun!”
Ateş gibi yanan yüzünü avuçlarının içine aldı. Önce kirpiklerinin ucundan öptü. Yasını bu gözlerden çıkan yaşlarla tutmuştu. Gözyaşları, kirpiklerinden süzülerek biçimli yüzünü yıkamıştı…
Peşinden de yüzüne farklı bir biçim veren düzgün burnundan öptü. Özlediği, düşlediği, beklediği, acı çektiği ve hatırladığı zaman bu güzel burun sızım sızım sızlamıştı.
Yüzünü, tütün sakallı gencin boynuyla omuzu arasındaki çukura yasladı. Yaralı, güçsüz ve yavru bir güvercinin çıkardığı sese benzer bir inilti çıkardı.
Ağlıyor muydu bu kadın yoksa?
Kuzeyden esen rüzgâr saçlarını savurdu. Yüzünü kapattı.
Kıvırcık saçlarından öptü.
Teselli vermenin bir hükmü yoktu artık. Saçlarında ertelenmiş zamanların özlemi kokuyordu. Hiçbir şeye benzemeyen bir koku vardı. Eskiye ait fakat kaybolduğunu düşündüğü kokular yayıldı gecenin içine.
Neydi o ismini bilmediği güzel koku? Ciğerine kadar içine çekti. Kille mi yıkamıştı o güzel saçları yoksa?…
Saçlarında, merhametin tedavi eden sesi uyanıyordu uykusundan. Şefkatin kol kanat geren korumacılığı saklıydı. Günah, kabahat olmaktan çıkmış bir erdeme dönüşmüştü.
Binlerce şarkıya sığdırılmayacak kadar zengin ve masalsı bir an, göz açıp kapayınca kısa sürdü.
Gece, ne cimriydi ama!…
Zaman sudan da hızlı akıp geçmişti…
Dağın yamacına çöken sisin içinden gelen köpek sesleri, Nergiz’in, gurmancık sineğinin neden olduğu öksürmeyle birbirine karıştı;
“Güz sonu, kış ağzı sen bizi almaya gel Cemal!”
Talih, küçük grubun geleceği için ağlarını örüyordu.
Köpek havlamaları, toplu ulumaya dönüştü. Epey devam etti. Sonra yavaş yavaş kaybolmaya başladı…”
***
Zulfikar’ın annesi Ani’nin, çocukluğunu bildiği evine gelen gencin gitmesine izin vermemesi vardır:
“
(…)
Uykusunu kaçırmak için yüzünü suyla yıkadı. Ensesini de ıslattı. Üşüdü. Islattığı yerleri omzuna attığı battaniyenin ucuyla kuruttu. Sırtını taşa yaslayarak oturdu. Pulımiri’ye tarafından gelen baykuşun ötüşünü dinledi.
“Altıma gelin” diye bağıran yıldızlara dikti bakışlarını tekrar. Uçsuz bucaksız gökyüzündeki milyonlarca yıldız kümesi sonsuzluk, özgürlük hissini kışkırtıyordu.
Hayret yıldızlarda hiç kıpırdamıyordu. Kayan yıldız da yoktu. Çobanyıldızı güneye eğilmiş, parlıyordu. Yıldızların Tanrıçasını aradı. Yoktu o gece. Neredeydi şimdi acaba?
Varlığını unutmaya bağladığı bir zaman dilimi içindeki gelgitlerle geçen gece ilerlemişti. Gecenin bitimine üç saate yakın bir zaman ancak kalmıştı. Karşı yamaçta taşlar yuvarlandı. İnsan mı yoksa ayının mı taşı yuvarladığını ayrıt edemedi. Rüzgâr yön değiştirince sesler de kesildi. Daha büyük bir kaya yuvarlanınca sesleri daha net duydu. Arkadaşını uyandırmak için çadırın içine girdi. Çadırın içi nefes alışverişler ve iç çekişler altında eziliyordu.
Aynı yastığa başlarını koyan iki kız kardeşin saçları tavuskuşunun kuyruğu gibi yastık üzerine yayılmış, birbirine karışmıştı. Yüzlerini uzun kumral saçları kapatmıştı.
Kafasını yastık yerine içi elbise dolu olan iri heybelerin üstüne koyarak yarı oturur bir vaziyette uyuyan Şahin’e baktı. Güzel yüzü gevşemiş, daha diş çıkarmamış bir bebek gibi sessizce uyuyordu. Sadece göğsü düzenli aralıklarla inip kalkıyordu. Yavaşça omzuna dokundu. Kıpırdamadan sadece gözlerini açtı.
“Bir anormallik mi var” dercesine baktı.
“Kalk, gidiyoruz yoldaşım” diye fısıldadı.
Sanki hiç uyumamış gibi ayağa kalktı. Başka bir zaman kimden duyduğunu hatırlamadığı bir sözü anımsadı:
“Biri uykuda kalktığı o anki hâline bak. O insanın niyetini ele verir” demişti. “Eğer suratı asıksa içi karışıktır. Suratı düzgünse içi duru ve temizdir.”
Sahi bu söz sahibi kimdi?
Şahin, ses çıkarmadan bir dakika içinde hazırlandı ve çadırın ağzına çıktı.
Gitmeleri gerekiyordu. Hem de vedalaşmadan. O gün orada kalmanın geç ama vedalaşmadan gitmenin de çok erken olacağını iyi biliyordu.
Vedalaşsa da üzüleceklerdi. Evin kadını kesin yine feryadı figan edecekti. Bu kesindi. Hatta belki de bırakmayacaktı. Ama vedalaşmaması durumunda ise hem üzülecek hem de gücenecekti. Yıllar sonra karşılaşmış, ayrılmayacakmış gibi kendilerini ağırlayan insanlara “gidiyoruz” demek üzerdi onları. Sonra “gidiyoruz” ne demekti? Ya bir daha geri gelmezlerse? Onlar da “ne kadar burada kalacaksınız?” dememişlerdi. Yarın kendileri için en yağlı ve besleyici yemekleri yapacaklardı. Hatta misafirleri için yamalı olmayan yeni giysilerini bile giyeceklerdi.
Gece karanlığında davetsiz konuk olmuşlardı. Ve yine gece karanlığında vedalaşmadan ayrılıyorlardı. Ayrılıklar, bulaşıcı bir hastalık gibidir, derler. Bu hastalığı o insanlara bulaştırmanın ne anlamı var ki? Ayrılırken gözlerini birbirlerinde kaçıracaklardı bu kesin. Bu her ayrılıkta olağan bir şeydi.
Gitme kararı, üstünden bir yükü indirir gibi rahatlatmıştı kendisini. Bir rüya gibi hafifti artık. Çadırlardan uzaklaştıklarında güneyde anlaşılmaz belirsiz sesler geliyordu. Vijan Karakolu’nun gür ışıkları göründüğünde evlerden bir saat mesafeyle uzaklaşmışlardı. Vijan Karakolu’nu basarken yaralanan Hıdır Yeter’in öldüğü tepeyi merak etti.
Karanlık, Şavaklılar’ın güneş gören tereyağı gibi usul usul eridi. Şafağın gelişini karşılayan ur kekliklerin şakıyışı yankılandı her iki yakada. Aç bir kurt güneye indi. Ölmüş bir koyundan geriye kalan tüyleri kokladı. Uçurum başında nöbet tutan pezküvinin (dağkeçisi) silueti düştü sulara.”
***
“Acıları bile bir ömrü vardır,” sözünü duyan, 38 silahşörlü Lolanlı amcanın, Kureyşanlı Aliyi Makli’den bahseder ve baş işaret parmağını öperek;
“Bazı şeylerin yarası, hatırası daha çok incitiyor insanı evladım.”diye cevap veren ihtiyar ve ailesinin konuklarıyla karşılaşma ve vedalaşmaları vardır.
***
Ermeni Gılanlı Aşireti’ne mensup Rupen’in köyü olan Gorcan’a doğru iç yolculuğuna çıkması vardır:
“Büyük nenesinin bir aile hatırası olarak sakladığı Büyük Dikran’ın gümüş parası neredeydi şimdi? Kendi resmini bastığı ama Yunanca yazılı olan gümüş paranın nereye kaybolduğunu merak etti.
Hay Mirakyanlıların üç aile olarak yaşadığı Mazgir’in Xozunkix köyüne gitme önerisini arkadaşlarına götürme kararı aldı. Köydeki yaşlılar aracılığıyla siyah bir örtü gibi üstü örtülen, kimsenin dokunmaya cesaret etmediği ve lanetlenen geçmişini tüm ayrıntılarıyla bilmek istiyordu. Peri suyunda boğulduğu söylenen ama cenazesi bulunmayan dedesi Kâzım’ın, Gorcanlı ağa tarafından zehirlenen diğer altı kardeşlerinin ismini merak etti. Gorcanlı ağa, yedi kardeşin en küçüğü olan altı yaşındaki dedesi Kâzım’ı ve en küçük halası olan Amanat’ı neden sağ bırakmıştı? Lazwan’da evlenen dedesinin kız kardeşi Amanat’ın yanına gitmeyi düşündü. Belki büyük halası kendisine bir şeyler açıklayabilirdi…
Çarsancak’ın geçmişini, ailesinin diğer üyelerinin bir sır gibi kaybolmasını düşündü. Nenesi Yemoş’un hayal meyal anlattığı söylencelerin bir masal olmadığını her geçen gün yaptığı araştırmalarla anlıyordu. Bir hafta önce uğradıkları Rabat’ın yıkık mimarisin ve zamana meydan okuyan, deve sırtına benzeyen taş köprüsünün yapılış tarihini ve kullanılan tekniği merak etti. Ani’nin kraliyet katedralini inşa eden Ermeni mimar Dırtad’ın ya da öğrencilerin eli değmiş miydi acaba?”
***
Rupen, bir başka birliğin üyesi olan yoldaşı Bahtiriyanlı Şahan’la bir şafak vakti buluşması vardır:
“Aşireti Bahtiyaranlıların lideri Şahan Ağa’nın Sıncık dağının Şövge’ye doğru olan mevzilerine doğru tekrar yanan ışığı izledi. Bir ay önce ziyaret ettiği mevzilerin kenarları boş mevzi kovanlarıyla doluydu. Savaşılan, yenilen, boğazlanan ama teslim olunmayan bir tarihin canlı tanıkları gibiydi boş mevzi ve kovanlar. Dedesi ünlü Bahtiyaranlı silahşor Şah İsmail’in de içinde olduğu ve Ovacık’a gidecek hattı kesen mevzileri Bahtiyaranlılar koruduğu hâlde neden sebepsiz yere Tilek’te yedi kişinin öldürüldüğünü düşündü. Nenesinin, “Tilek’e giderseniz Şah İsmail’in torunu olduğunuzu söylemeyin. Vururlar sizi” sözünü hatırladı.
Deşt Karakolu’nun olduğu bölgede garip sesler geceye karıştı. Bahtiyaran Aşireti’nin ’38’den sonra teslim olmayan ve bulduğu ilk fırsatta karakollara saldıran Çavdar Ali’nin musahipleri tarafından tuzağa düşürülme biçimini hatırladı. Karakola teslim edilen ünlü silahşör Çavdar Ali, canlı canlı karakolun neresinde yakılmıştı acaba? Yakıldıktan sonra külleri nereye gömülmüştü? Küller toprağı mı gömülmüştü yoksa suya mı atılmıştı? Geçmişle gelecek arasındaki bağ neredeydi? Kimdi bunun sahibi, yaratanı ve kahredeni? Akrabası Çavdar Ali’nin ismini taşıyan Seypertekli Lace Xıdır Ali’yi çıldırtan korkunun tonunu düşündü. Hem asker hem de Apocular tarafından dövüldükten sonra deliren ve bir daha konuşmayan Lace Ali Xıdır’ın tanık olduğu ve gizlediği gerçek neydi? O insanın yüzüne yapışan sessiz bakışlar, hangi dilsiz çığlığın meramıydı? Neredeydi sahip, hakikat ve Jaru Diyar’ın insafı? Hepsi kaçıp nereye sığınmıştı?…”
***
“(…)
kapalı defterler açılıyor
yavaş yavaş
tozlanmış sayfaları siliyorum
nemli mendilinle anam.
öfkem, mendilini kurutan rüzgâr oluyor.
Zamanlamayı iyi yapmazsan
merhamet bile,
en kaba cinayete dönüşür.
Onun için derim ki,
acıma kendine!
Masumiyet bile suça dönüştü
onun için
asla affetme kendini!
…
Vur lo
de
vur!
(…)”
Diyen söze,
“27 yıl önce Kaypakkaya’yı sen mi ihbar eden CA sen misin?”diyen Cenk’in 27 yıl sonra iz süren devrimci intikam bilincinin yanıtı vardır.
***
Ve
ve gözleriyle sessizce vedalaştıklarında,
“Vicdan ve acı duyma duygusunu kaybeden o yaratık yaşarsa, kendimi asla bağışlayamam. Ve onu vurursam asla katil de olmayacağım!”diyen Şahin’in, bir kaç ay önce yakalayıp halk mahkemesinde sorgularken bırakın işkence yapmayı, gözlerini ve ellerini bile bağlamadıları 66 sivilin katilinin ayaklarına kapanıp “af” dilendiği yerde, “ayağa kalka ve ölümün önünde düşkünleşme!”emri vardır. Üst üste yığılan hesapların toplamı ödendikten sonra yürür ve:
“Siren sesleri daha da yaklaştı. Sokaklar geride kalmış anılara benziyordu. İşten eve döner gibi yürüyen Şahin, acelesi yokmuş gibi heyecanlı olan arkadaşının peşinden yürüdü. Tutulan yollarının tam aksi yönüne doğru, Spartalıların Persliler’i mağlup ettiği sahile doğru yürüdü. Ölü Deniz tarafında esen rüzgârın getirdiği ıslak tahta kokusunu genzine doldu. Bir hoş oldu. Bir roman kahramanı gibi gururluydu. Tanrıçalara ev sahipliği yapan arduvaz renkli deniz, iç çekiyordu. Kabarıyor, şişiyor ve nefes alır gibi hareket ediyordu.”
***
Ve yine Mazgirt’te bir pusuda kaybettiğimiz Sinsorlu yoldaşım ve can kardeşim Alişer’in (Ecevit Bulut) 6 yıl aradan sonra annesini bir kaç dakikalığına ziyaret ettiği ve annesinin istemediği vedalaşma vardır.
Eşini kaybeden 14 çocuk olan Alişer’in yoksul annesi, Oğluna bir geceliğine kalmasını söyler ama oğlunun zamanı yoktur. Arakadaşlarıyla çocuk ve yaşlı ölümünde ve de ev yakmakta rolü olan biriyle bitmemiş hesabı vardır. Annesiyle vedalaşarak gece karanlığına karışan oğlu arkasında seslenişi vardır.
Evet Jele, Düzgün, Buyere, Haskar kardeşlerin yıldız mahşeri altında bağdaş kurduğu; yani dört dağın diz kapaklarının birbirine değdiği vakit, yüzünü Buyer’e döner. Sağ işaret parmağını bir yaya gibi kıvırarak öper. Gece sulara sığının yoksul bir ananın ziyaretlere seslenen duaları vardır:
“(…)
Sonra da yüzünü Mamıke, Pulımıriye ve Pulur üçgeninde yıldızlı göğe doğru yükselen Buyer’e doğru çevirdi.
‘Sen Ana Buyer, daykemıne delal (güzel anneceğim)! Eğer beni duyuyorsan cevap ver! Benim öksüz yavrumu, göğsüne yatak yaptığın Xızır gölünün içindeki bir damla su yap! Onu zalimlere karşı koru!’
Komşusunun kendisine verdiği gümüş tabaktaki suyu, karanlığa karışan birliğin arkasına doğru göğe fırlattı. Titreyen ıslak elleriyle başına vurdu önce. Sonra yere çömeldi. Avuçladığı başını sağa sola salladı. Bildiği tüm duaları hıçkırıkları eşliğinde tekrarladı. Uğultuyla boğulan garip geceyi dinledi. Durmadan yanıp sönen ışıklar, sahipsiz seslerle kulak kabarttı. Yüzünü suyla ovan kızının dizine yasladı başını. Kollarını ovan komşu kızların ritmine bıraktı kendisini. Göğsünde, tam da firari oğlunu emzirdiği meme uçlarına iğne gibi bir sızı batıyordu. Karartısı, korkularla kapalı gecenin içinde kaybolan yavrusunun sır olduğunu düşündü. Tükenmiş, küflenmiş ve küskün ruhların istilası altında olan talihe lanet okudu.
İçinde anlaşılmaz bir şeyler koptu. Yavruları öldürülmüş dişi bir kurt gibi inledi. İçinde kopan şeyin sesini duyar gibi oldu. ‘Kimsesizlik ayrı bir şey, yalnızlık ise ayrı bir şeydir,’ diyen ölü eşinin sözünü hatırladı…”
***
Kitap ismini yukardaki yaşanmışlıklar ve ona benzeyen hikayelerin ağır basmasından dolayı aldı. Bu vesileyle bu kitabın oluşmasıda emeği geçen arkadaşların önerisini de alarak BİTMEYEN VEDA isimini koymayı uygun buldum.
BiTMEYEN VEDA romanın arka kapak yazısını paylaşıyorum. Dirençle ve umutla kalın…
***
“Saç köklerine kadar tiksintiyle dolmuştu. Öfke gırtlağına kadar dolmuştu. Sonra korkudan çuval gibi taşın önünde büzülen Çilli’ye seslendi:
“Son bir sorum olacak?’ diye sesine düzen vermeye çalıştı:
“Babam katledildikten sonra parmağındaki yüzüğü kim çaldı?”
Böğrünü yılan ısırmış gibi irkildiler dinleyeciler. Titreyerek, durmadan dudaklarını yalayan suçluya baktılar.
(…)
Halk mahkemesinin kurulduğu yerde suçluların gitmesine müsaade etmişti. Katil avcıyken av olmuştu. Sorgucu avken, avcı olmuştu. Ve avına yaşamak için kendi elleriyle yol vermişti. Avcı, avken erdemleri kendisini mahvetmişti; ama avcı, avken suçları onu kurtarmıştı.
Avcının saplantı derecesindeki sorulara cevap arama merakı son bulmuştu. Sanki üzerindeki bir yükü indirir gibi rahatlamıştı. Fakat geçmişe dair olan anıların tümü yara almıştı. Derin bir yerde, uzaklarda kanayan bir kaynağı vardı yaraların… Vefanın, aşkın, arkadaşlığın, komşuluğun hakkı yara almıştı. En çok da ekmek ve tuz hakkı yara almıştı. İntikam da dahil hiçbir şeyin tadı kalmamıştı artık. Oysa hasarlı hatıralar, ağır yaralı geçmiş ve kötü yazgı onu maziden bile öç almaya itiyordu. Öç alma isteği, sadece yaşamını değil; gideceği yolun istikametini de belirliyordu.
Bu kadar suç yığını içinde, hayat, artık kendisi için hiçbir umut vaat etmiyordu. İçi oyulmuş gibiydi. Hiçbir şey hissetmiyordu.
“Sizi koruyamadığım için özür dilerim… Özür dilerim… Keşke ölseydim de siz yaşasaydınız!…” diye inleyerek, boşluğa konuştu.
Mutlak, sıkışmış ve ağırlaşmış gece karanlığını dinledi. Lanetlenmiş, kirlenmiş ve aforoz edilmiş bir dua gibi çürümüştü karanlık. İdeallerin kokuşmuş bir yumurta kadar değeri kalmamıştı artık…”