Kapitalizmin total egemenliğinin hüküm sürdüğü günümüz dünyasında küresel mali sermayeyi mafyadan, mafyayı devletten, devleti kapitalizmin dizginsiz sınıfsal tahakkümünden ve her dört kategoriyi birbirinden ayırmak, hiçbirini anlamamakla eşdeğerdir.
“Namussuzların çatışmasından gerçek fışkırır”
Filmlerin gerçeğe, gerçeğin seri filmlere karıştığı, dizi hayranı izleyici kalabalıkların efsunlanmış halde seyre daldığı, biçare muhalif cenahın ise karamsar bir umut ve şaşkınlıkla gelecek video bölümlerini beklediği ilginç zamanlara tanıklık ediyoruz…
Güç, çıkar ve sermaye grupları arasındaki kavganın, kendi yasallığını da neredeyse düpedüz “ilga” ederek bir çeteler federasyonuna dönüşen devlet yapılanmasının tetiklediği lağım saçılımı, mafya, devlet, temiz toplum gibi malum pek çok tartışmayı da güncellemiş oldu.
Mafya olgusu ve kavramı 17. yüzyıl ortalarında Sicilya’da doğduğu haliyle kalsaydı eğer, yaşananlar muhtemelen daha kolay izah edilebilirdi. Ama küresel mali oligarşinin, ulus devletlerin başındaki egemen haydut kastların bizatihi kendilerinin mafyalaştığı son 30 yıllık bilanço bütün yüzeysel yaklaşımları geçersiz kılmaktadır.
Kapitalizmin total egemenliğinin hüküm sürdüğü günümüz dünyasında küresel mali sermayeyi mafyadan, mafyayı devletten, devleti kapitalizmin dizginsiz sınıfsal tahakkümünden ve her dört kategoriyi birbirinden ayırmak, hiçbirini anlamamakla eşdeğerdir.
***
Tekel kabileleri ve devlet içi kent eşkıyaları arasındaki bitimsiz iktidar kavgalarının zaman zaman kanalizasyon patlaması ve sıcak çatışma şeklinde yüzeye vurması eşyanın tabiatı gereğidir.
“Mala çökmek”ten can almaya varan suç envanterinin üzerindeki asırlık örtünün hiç değişmediği gerçeği de öyle: “Din”, “bayrak”, “ezan”, “vatanın, milletin, devletin bekası”…
Osmanlı’nın devamında ortaya çıkan askeri Cumhuriyet ve temsil ettiği toplumsal düzen (geleneksel Türk aydın yanılsamasının ve ulusalcı/nasyonal-sosyalist vatancıların bütün demagojik güzellemelerinin aksine) kapitalist-emperyalist dünyanın bir parçasıydı ve öyle olmaya devam ediyor. Bu bakımdan Osmanlı’dan Cumhuriyet’e nesiller boyu süren Sultanlar, Şefler, Paşalar, irili-ufaklı Reisler ve mensup oldukları sınıfsal klanlar arası sürtüşme ve çatışmaların inişli-çıkışlı ama sürekli olan seyrinde şaşılacak bir durum yok aslında.
Karşı karşıya bulunduğumuz devlet, bir yanıyla da hayli “özel” bir devlettir. 1. paylaşım savaşı hezimetinin akabindeki yeniden yapılandırılması itibariyle de İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) ve “özel teşkilat” (Teşkilat-ı Mahsusa) ekolüne dayanıyor.
Yeni örgütlenmesine entegre edilen bol reisli soykırım çeteleri, “özel harp dairesi”, “özel harekât”, “özel kuvvetler” gibi terör mihraklarıyla bugünkü devlet, Teşkilat-ı Mahsusa’nın tekil ve toplu siyasi cinayetlerinden soykırım edimlerine uzanan kanlı bir mirasının üzerine bina edilmiştir.
Reisler arası ebat ve kategori farkı, aralarındaki türdeşliği ortadan kaldırmıyor. Tersine işin çıplak özünü “racon”a uygun tarzda ayan ediyor.
Küçük reislerden S. Peker, “iyiliği de kötülüğü de vatan sevgisi için yaptım” şizofrenisini sergilerken de, “biz hepimiz aileyiz her suçta beraberiz” ikrarında bulunurken de, bir olgular toplamının yüzde 5’ine işaret ederken de ders veriyor bir bakıma. Hem de, küresel çaplı bir olgusal bir gerçeğin içeriden bir faili ve tanığı olarak…
Tarih, “tripod ve kameranın” olmadığı zamanlarda da kimi küçük reislerin büyüklere ve aynı zamanda tebaa yığınlara verdiği derslerle doludur…
Topal Osman’ın da bir kamerası ve tripodu olsaydı da, Mustafa Kemal ağabeyininin gasp, komplo, Hristiyan ve komünist karşıtı cinayetlerini tek tek anlatsaydı keşke! Ama ömrü vefa et(tiril)medi. İsmail Hakkı Tekçe isimli meslektaşına öldürtülmeden önce Gazi M. Kemal ağabeyinin ganimet malı köşkünü basarak doğrudan hesap sormaya yeltenmesi, dönemin küçük reisini canından etmeye yetmişti.
***
Noam Chomsky’nin Aziz Augustin’e referansla aktardığı ünlü korsan hikâyesini hatırlatmakta yarar var:
“Büyük İskender esir aldığı bir korsanın hikayesini anlatır. İskender korsana, ‘Sen hangi cesaretle denizlerde saldırganlık yapabildin?’ diye sorar. Korsan, ‘Sen hangi cesaretle tüm dünyaya saldırabildin?’ diye cevaplar. Ve konuşmasını şöyle sürdürür: ‘Ben sadece çok küçük bir gemiye sahip olduğum için korsan diye adlandırılıyorum, sense aynı şeyi çok büyük bir donanmayla yaptığın için imparator olarak adlandırılıyorsun’…”
Haramilik temelli bir uygarlık modelinde küçük bir korsandan imparatora, ufak bir çete reisiliğinden sultan sarayına çıkılan pek çok yolun varlığı, milyonlara kavratılması gereken bir sınıflı toplum gerçeğidir.
Üstü “kutsallık” peçesiyle örtülü büyük yalanların serseme çevirdiği yığınların asırlık aldanışları da yüzlerine çarpılmak zorundadır. Çünkü, “Devletin, dinin ve ailenin kutsallığı”na dair anlatılagelen kadim masallar, türlü resmî yalanların, köklü esaret ve eşitsizliklerin sürgit devamını kolaylaştırıyor…
Devletin Bekası ve Muhalefetin Sefaleti
Turancı “serdengeçti” küçük reisin çırılçıplak ettiği soylu ve soysuz bakanlara, millet vekillerine, devlet görevlerine, “çakma gazetecilere, yorumculara, solculara” ve “Doğu amca”sına dair ifade ettiği birbirinden ilginç gözlem, teşhis ve tanıklıklarda musibet değeri taşıyan ögelerin varlığı bir gerçektir.
Tabi bu gerçeğin anlaşılabilmesi, “bir musibetin bin nasihatten daha değerli” bir işlev görebilmesi için de temel toplumsal duyargaların komaya girmemiş olması gerekiyor.
Kendisine verilen “ülkeye dönüş” sözünün tutulmamasına, üstelikte “mahremi”ne erkek polislerle girilip arama yapılmasına çok öfkelenen küçük reisin, devletin malum makamlarında oturanları “kibrit kutusuna” ve itin kıçına sokup çıkarırken bile söz konusu makamların “kutsallığı”na toz kondurmaması ise ortak akit gereği ayrı bir manidarlıktır.
Kuşkusuz algısı, tarih bilinci, değerleri ve duruşu sağlam muhalifler için yaşanan/yaşanacak olan itiraf ve ifşaatlarda şaşılacak bir yan yoktur. Ama devleti yol-su-elektrik hizmeti götürmek zanneden, onun sınıfsal bir tahakküm aracı olması şeklindeki tarihsel, asli işlevini kavramayan safdil bakışlardaki şaşkınlığın altı çizilmeye değer…
MHP’nin bir yarısını diğerinin seçeneği sanmak, yeni-Osmanlıcı kamptaki cemaat partilerinin birini ötekinin alternatifi zannetmek, fabrika ayarlarına dönmeyi vaat eden CHP ve parçalarından kendi birleşik eserleri olan yüz yıllık suç ve kötülükleri aşıp adalet tesis edeceğini beklemek, tek kelimeyle kronik aymazlığın/müzmin aldanmanın taşıyıcısı olmak demektir.
Devletin kendisinin bir numaralı organize suç örgütü olduğu gerçeğini atlayarak suç örgütü aramak, maalesef kimi toplumların kolektif ahmaklık vesikasıdır.
Devleti ve onun iplerini elinde tutan muktedir sınıfsal kastların dışında bir mafya arama çabası cehalet değilse eğer, hedef saptırmadır.
“Devletin kutsallığı”na “ulu önder”, “ebedi şef”, “büyük reis”, “ulu hakan”, “eşsiz başkan”, “erişilmez komutan” gibi figürlere dair uydurulan efsaneler ne kadar büyük ise, işlenen cinayetlerin, zimmete geçirilen toplumsal zenginliklerin, bir sistem dahilinde uygulanan türlü işkence ve tecavüz edimlerinin varlığı da o ölçüde büyüktür.
***
Bilmem kaç numaralı videosunda “bela yaklaşıyor” diyordu günümüzün küçük reisi. Ne zaman uzaklaştı ki, diye sormak dahi gerekmiyor kendisine. Geçmişten bu yana farklı boy ve çaplarda reislerin, paşaların, padişahların, “ebedi” ve “milli şef”lerin varlığının kendisi bir belalar toplamı değil miydi zaten?
Herkesin birbirinin başına silah dayadığı Meksika açmazı, haydutlar/gangsterler dünyasında sık rastlanan geçici bir denge durumudur. Ama günün birinde denge durumu bozulur ve açmaz hali aleni bir çatışmayla, bir çete kampının diğerini alt etmesiyle çözülür. Ama yalnızca geçici olarak…
“Kayıt dışı ekonomi” diye ismi değiştirilmiş uluslararası silah, uyuşturucu, kadın ve göçmen ticaretinden kirli para aklamaya, tekil ve toplu cinayetlerden etnik ve dini çatışmalar körüklemeye varan organize insanlık suçlarının asli sorumlularını devlet dışında aramak, tek kelimeyle bilinç karartmak, hedef saptırmaktır.
Herbiri “vatan aşkı”yla yanıp tutuşan paramiliter narko reislerin üreyip büyüdükleri bataklık, Ocak-1913 darbesinden bu yana devlet iktidarı için tepişen Türkçü/ulusalcı kanat ile Dinci/ümmetçi kanadın ortak eseridir.
Resmî ideolojik varyantların pan-İslamcılık ile pan-Türkçülük, Kemalcilik ile Türk-İslam sentezciliği arasında gidip gelmesi olgusu, ne acı ki sol muhalefet dinamiklerini ve geleneksel Türk aydın bilincini dumura uğratmaya devam ediyor.
Bu durumun (aslında dramın), sosyalist ve komünist olma iddiasındaki öznelere ne tür çetin sorumluluklar yüklediği gerçeğini hatırlatmaya gerek var mı, bilmiyoruz.
Böylesi tarihsel eşiklerde muhalif öznelerin sorumluluğu yalnızca durum analizi yapmak değildir herhalde.
Yürürlükteki devlet aygıtının ve ayakta tuttuğu toplumsal düzenin şurasından burasından tamir ve rehabilite edilemeyeceğini en iyi bilen/bilmesi gereken komünistler olduğu halde, neden, sahip oldukları zengin tarihsel ve sosyo politik kültür mirasına rağmen silkinip ayağa kalkamazlar.
Ve neden hâlâ atomlara ayrışmak, dizginsiz etrafa saçılmak yerine, enerjilerini esaretinden hoşnut olmayan sınıfsal katmanların örgütlenmesi, caydırıcı kitle hareketlerinin harekete geçirilmesi için kullanamazlar?
Bunu anlamak ve bir felç halinden kurtulmak çok mu imkânsız?
Bir çeteler federasyonu olan devleti ve temsil ettiği kaotik soygun düzenini radikal bir tarzda aşma ihtiyacının gereklerine uygun bir ideolojik-siyasi- kültürel ve örgütsel hat izlemek için bir yarım yüzyıl daha mı kaybetmek gerekiyor…