“SIYRILIP GELEN(LER)”LE İSYAN ZORUNLUDUR!

EŞİTSİZLİK, SAVAŞ VE YIKIM TABLOSU

“III. BÜYÜK BUNALIM”IN, “GENEL KRİZ”İN DÜNYASI

BELİRSİZLİK-İKTİDARSIZLIK AĞINDA ULUSLARARASI İLİŞKİLER

KUZEY KUTBU’NDAN UZAKDOĞU’NUN DOĞU ÇİN DENİZİ’NE

GERİLİM ODAĞI: KORE’NİN “GÜNEY”İ İLE “KUZEY”İ

JAPONYA İLE ÇİN

RUSYA’NIN SORU(N)LARI

“YENİ” PAYLAŞIM ODAĞI: UKRAYNA

YERKÜRE İSYANLARDA

“SIYRILIP GELEN(LER)”LE İSYAN ZORUNLUDUR![1]

 

TEMEL DEMİRER

 

“Ölçülü olmak ölümcüldür.
Aşırılık kadar,
hiçbir şey başarılı olmaz.”[2]

 

Biliyorum; 30 Mart 2014 yerel seçimlerinin ortaya koyduğu “yüzdeler”, “rakamlar” kimilerinin sükut-u hayale uğrattı!

Emma Goldman’ın, “Oy vermek bir şeyleri değiştirseydi yasaklanırdı,” saptamasını yıllardır telaffuz etmekteki ısrarımdan mı nedir; sükut-u hayale uğrayanlarla ya da “yüzdeler”/ “rakamlar”la uğraşmak yerine “sıyrılıp gelen(ler)”in işaret ettiğini önemseyip, altını ısrarla çizip, “Vurun ulan vurun ben kolay ölmem” diyen gelenektenim…

“AKP ile karanlık kazandı” diyenlere sürdürülemez kapitalizmle her şey zaten zifiriydi; bu pisliği zorunlusu olduğumuz isyan temizler ve temizleyecek de…

Yeter ki, umutlarımız ve isyanımız Yalçın Ergündoğan’li, Zeynep Gambetti’li,Hasan Cemal’li Gülen’li zırvalardaki üzere,[3] CHP ve “Yetmez ama evet”çi liberallerin açmazlarıyla sınırlanmayıp; ufkumuz onlarla karartılmadan Nevzat Çelik’in dizeler haykırılsın:

“çok olmadığımız kesin/ çok olan tarafta değiliz/ çok olan tarafta olmayacağız/ türkiye’de kürt olacağız/ kürtlerde ermeni/ ermeniler de süryani/

gidip almanya’da türk olacağız/ hollanda’da surinamlı/ fransa’da cezayirli/ iran’da azeri/ amerika’da zifiri zenci olacağız/ çoğalan zencide mutlaka kızılderili/ israil’de Filistinli/

köpeğin karşısında kedi/ kedinin karşısında kuş olacağız/ kuşun karşısında börtü böcek/ hakemler hep karşı takımı tutacak/ ve biz hep yedi kişiyle tamamlayacağız maçı/

çiçeklerden kamelya olacağız/ az kolumuzun tarafında/ solda olacağız/ bu itirazın ilk şartı/

solda da az olacağız/ devrimi çoğaltırken çünkü/ bir başka devrime hızla azalacağız/ bu da itirazın ikinci şartı!”

Evet, evet tam da böyle olacak…

Siz bakmayın 2500 siyaset ve iş insanını bir araya getiren Dünya Ekonomik Forumu’nun, “Krizde en kötü dönem geride kaldı” vurgusuyla, “Ekonomide çöküş ihtimalinin geride kaldığı ancak aynı yolda devam etmek gerektiği mesajı vermesine…

Ya da ‘Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi’ndeki Yardımcı Doç. Dr. Hüseyin Yılmaz’in, “İstikrarlı ve çalışkan Çinlilerin, kapitalizmin yetiştirdiği agresif ve hırslı Batı toplumlarından farklı olması, krizlerin oluşmasında tampon görevi görecektir,” diyen zırvasına!

Sürdürülemez kapitalizmin eşitsizlik, savaş ve yıkım tablosundaki egemen figür istikrarsızlıkla karakterize olan krizdir.

 

EŞİTSİZLİK, SAVAŞ VE YIKIM TABLOSU

 

Kimse inkâr edemez!

Sürdürülemez kapitalist krizin devreye soktuğu “Büyük Durgunluk”un yedinci senesinde küresel eşitsizlik giderek derinleşiyor…

Veriler, en üst yüzde 1’lik gelire sahip ultrazenginlerin, 1980-2010 arasında gelirlerini ABD, Kanada ve Avustralya’da yüzde 60-70; İtalya’da yüzde 40; bir zamanların sosyal refah devletleri olarak anılan İskandinav ülkelerinde ise en az yüzde 50 oranında artırdığını belgeliyor. Gelir dağılımındaki bozulmanın nedenlerini açıklayan önemli olguların başında ulus-ötesi şirketlerin otuz yılda elde ettikleri baş döndürücü servet birikimi yatmakta. İmalat sanayinde faaliyet gösteren 1.318 adet en güçlü ulusötesi şirketin iştirakleri ve ortaklıkları ile birlikte imalat sanayi sektöründeki küresel gelirin yüzde 60’ını elde ettiği biliniyor. Bu resme küresel finans “oyuncularını” da eklediğimizde, servetlerdeki yoğunlaşmanın boyutları daha da netleşiyor: 2010 yılında sadece altı bankanın -Bank of America, JP Morgan Chase, Citigroup, Wells Fargo, Goldman Sachs and Morgan Stanley- küresel finans sektörünün yüzde 60’ını kontrol ettiği görülüyor.[4]

Küresel anlamda gelirlerin yoğunlaşması ve bozulması 1980’lerden bu yana ivmelenmiş. Söz konusu dönem küresel kapitalizmin merkezlerinde kârlılığın gerilemesi ve üretkenlik kazanımlarının yavaşlaması ile betimlenmekte…

Facundo Alvaredo, Anthony B. Atkinson, Thomas Piketty ve Emmanuel Saez’in hazırladığı rapor, Kuzey ülkeleri arasında gelir dağılımı eşitsizliği bakımından ilk sırada gelen ülkenin ABD olduğunu ortaya koyarken; 1970’den 2013’e ülkedeki en yüksek geliri kazanan yüzde 1’lik grubun şu andaki gelir dağılımından yaklaşık yüzde 20’lik bir pay aldığını ortaya çıkardı.

ABD’de 1980’lerden bu yana hane halklarının milli gelire oran olarak toplam borçları yüzde 70’lerden başlayarak iki misline ulaşmış. Aynı dönemde en üst gelire sahip yüzde 5’lik kesimin toplam milli gelirden almakta olduğu payın da yüzde 22’den yüzde 34’e değin yükselmiş olduğu gözleniyor.[5] Gelir dağılımındaki bozulma, finansallaşma ve borçlanma bir sarmal gibi birbirini besleyip, 2008 küresel krizinin önkoşullarını hazırlayarak bugünlere ulaşmış. Finansallaşma kapitalizmin kaçınılmaz krizlerini erteleyebilmek için geliştirilen en önemli araçlardan birisi. Diğerleri ise sosyal dışlanma, şiddet, çatışma ve demokratik kazanımların geriletilmesi…

‘Uluslararası Para Fonu’ (IMF) raporunda ülkeleri gelir dağılımında artan adaletsizliği karşı uyararak, birçok Kuzey ve Güney ülkelerinde ekonominin artan gelir adaletsizliğiyle karşı karşıya olduğunu vurguladı.

‘The Wall Street Journal’daki haberde IMF Başkanı Christine Lagarde, toplumsal huzursuzlukların nedenlerinden birinin de gelir adaletsizliği olduğunun altını çizerek, gelir eşitsizliğinin “dışlanma ve yeteneklerin harcanması” gibi tehditler arz ettiğine dikkat çekiliyordu.

Ayrıca IMF Birinci Başkan Yardımcısı David Lipton, “Gelir dağılımının durumunu zenginliğin dağılımıyla karşılaştırırsak, zenginliğin çok daha eşitsiz dağıldığını görebiliriz,” derken; benzer şekilde Oxfam’ın bir araştırması da “Dünyanın en zengin 85 kişisinin, dünya nüfusunun en yoksul yarısına eşit zenginliğe sahip olduğu”nu açıklıyordu.

Bu felaket tablosunda ‘Save the Children’, her yıl 1 milyon bebeğin, doğduğu ilk gün hayatlarını kaybettiğine dikkat çekiyor!

‘Deutsche Welle Radyosu’nun, ‘Avrupa’nın Artık Etleri Afrikalıların Tabaklarında’ başlıklı haberinde, Avrupalılar daha sağlıklı olduğu için göğüs, but gibi kısımları tüketirken, sakatat, kanat ve boğaz gibi daha az tüketilen ve sağlık açısından çok da iyi olmayan kısımlar Afrika’ya ihraç edildiğinin altı çiziyor!

Büyüyen açlığın orta yerinde savaş(lar) ve yıkım(lar) tam gaz sürerken; dünyada bir yılda kaç cinayet işleniyor dersiniz? 524.000. Bir önceki yıla göre 40 bin artmış…

2008-2013 döneminde “barış endeksi”nin ibresi “savaş endeksi”ne kaymış. Aynı dönem, barışa yaklaşan ülke sayısında azalma var, bu ülkelerin sayısı 48’e düşmüş. Barış endeksinden uzaklaşan ülke sayısı 84’ten 110’a çıkmış…

Birbirini yiyip öldürüp bitiren bir dünya var karşımızda…

Mesela her 100 bin kişi başına düşen cinayet sayısı, 2008’de 6.7 iken, 2013’te 10.9’e yükselmiş…

100 bin kişiye düşen mahkûm sayısı 160’a yükselmiş…

İç çatışmalarda ölenlerin sayısı 5 kat artmış. 2008’de 38 binden, 2013’e 180 bine dayanmış. Yıl başına ortalama 50 binden fazla…

2012 yılında şiddetin dünyaya maliyeti, 9.46 trilyon dolar! Bir önceki yıl 8.12 trilyon dolardı!

Sadece 2008’de Irak’ta iç savaşta ölenlerin sayısı 10.050 kişi. Sadece Suriye’de 2012’de 72.900 kişi öldürüldü.

Irak’ta yılda kaç kişi öldürülüyor bilginiz var mı? Sadece 2013’te 8000’den fazla sivil insan! Yaralıları saymıyoruz…

Sürdürülemez kapitalizmin ölüm ve yıkım makinesi tam istim çalışırken; dünyanın en büyük 10 silah ve savunma sanayi şirketinin piyasa değeri fırlayıveriyor!

Suriye’nin ardından Mısır’ın da karışması, silah şirketlerinin hisselerini yeniden hareketlendirdi. Kriz nedeniyle pek çok ülkenin savunma harcamalarını azaltması sonrası kârları zayıflayan silah ve savunma sistemleri üreten firmaların hisseleri, Libya’ya askeri müdahale sonrasında tavan yapmıştı.

Hisseleri en fazla yükselen şirket ABD’li Raytheon olurken; piyasa değerini en fazla artıran şirket de United Technologies oldu. Dünyanın en büyük savunma şirketi ABD’li Lockheed Martin Corporation’ın hisseleri Mısır’da gösterilerin başladığı 1 Temmuz’dan bu yana yüzde 14.8’e yakın yükseldi.

Yine ABD’li Boeing’in hisseleri temmuz başından bu yana yüzde 2 artışla 105.33 dolara çıktı. Şirketin piyasa değeri de 1.5 milyar dolarlık artışla 79.5 milyar dolara yükseldi.

İngiliz BAE Systems PLC’nin hisseleri yüzde 10.69 artış yaşarken; piyasa değeri 14.2 milyon pounda ulaştı (21.9 milyon dolar). Şirketin 1 Temmuz’dan beri kazancı 1.374 milyon pound, yani 2.1 milyon dolar oldu.

 

SİLAH SEKTÖRÜNDE KİM NE KADAR DEĞER KAZANDI?[6]
Raytheon’un hisseleri yüzde 16.5 arttı. Piyasa değeri ise 3.5 milyar dolar yükselerek 24.8 milyar dolara çıktı.
General Dynamics’in hisseleri yüzde 10 artarak 87 dolara dayandı.
Northrop Grumman hisse değerini yüzde 14.6 yükseltirken; piyasa değerini 2.8 milyar dolar artışla 22 milyar dolara ulaştırdı.
Hollanda merkezli EADS’ın hisse değeri yüzde 11.5 yükseldi. Şirket piyasa değerini 3.9 milyar Avro, yani 5.1 milyar dolar artırdı.
İtalyan Finmeccanica’nın hisse senetleri yüzde 9, piyasa değeri de 197 milyon Avro (262 milyon dolar) yükseldi.
ABD’li United Technologies’in hisseleri yüzde 11, piyasa değeri de yaklaşık 10 milyar dolar artış gösterdi.
ABD’li L-3 Communications’ın ise hisseleri yüzde 7; piyasa değeri 550 milyon dolar arttı.

 

GÜVENLİK SEKTÖRÜNDE 5 BÜYÜK ŞİRKET[7]
AEGIS Defence Daha önce Papua Yeni Gine’ye paralı asker göndermekle suçlanan Tim Spencer tarafından 2002 yılında kurulan İngiliz şirketi. Bağdat ve çevresinde görev yapıyor.
DYNCORP International LLC 25 bin çalışanı olan esas uzmanlık alanı kişilerin korunması, asker ve polislerin eğitilmesi, lojistik destek olan bir ABD Şirketi. Afganistan, Irak ve Kolombiya’da çalışma yürütüyor.
ACADEMI Irak’taki katliamları sonucu adını önce Xe Services LLC olarak değiştirdi. Sonra Academi adını alan şirketin 20 bin çalışanı var.
TRIPLE Canopy Inc 2003 yılında kurulan ABD şirketinin 5 bin çalışanı var. Irak ve Ürdün’deki operasyonlarda yer alıyor.
REFLEXIVE Responses (R2) Michael Roumi tarafından yönetilen şirkette Blackwater’ın eski ortaklarından Eric Prince de yer alıyor. Abu Dabi ve Suudi Arabistan’da olası isyan ve kitle eylemlerine müdahale etmek amacıyla 800 paralı askerin yer aldığı bir birlik oluşturdu. Şirketin 580 çalışanı olduğu tahmin ediliyor.

 

V. İ. Lenin’in, “Silahsızlanma, sosyalizmin amacıdır”; Fidel Castro’nun, “Soygun felsefesine son verirseniz, savaş felsefesi de ortadan kalkar,” uyarılarının altını çizerek ilerlersek…

Evet, “barışçı” İsveç Hükümeti, aralarında Suudi Arabistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman’ın da bulunduğu ülkeleri silahlandırmayı sürüyor. 26 Şubat 2014’de kamuoyuna açıklanan istatistikler İsveç’in 2013 yılındaki silah satışının 2012 yılına kıyasla yüzde 22 oranında artarak 11.9 milyar krona yükseldiğini gösteriyorken; ‘Save The Children’ın, “Ateş Altındaki Çocukluk: Suriye’de İki Yıllık Çatışmanın Etkisi” başlıklı raporunda, 2 milyon çocuğun yardıma muhtaç olduğu, çocukların eline silah verildiği, hamal, muhafız, muhbir olarak kullanıldıkları, 8 yaşındakilerin bile insan kalkanı yapıldığı belirtildi.

1991 yılında Körfez Savaşı’nda 150.000 insan ölmüş ve 75.000 insan da yaralanmıştı. Körfez Savaşı ve Irak işgali sürecinde 12 yılda 5 yaşın altında tam 500.000 çocuk öldü! Bugün hâlâ savaşın yarattığı koşullar nedeniyle her gün 250 insan yaşamını yitiriyor. Savaş sırasında 8 milyon varil ham petrol Basra Körfezi’ne yayıldı ve 30.000 deniz kuşu yok oldu. Mezopotamya da 15.000 km2 sulak alan yok edildi. Irak işgalinde 2.000.000 insan öldü, 5.000.000 çocuk yetim, 1.000.000 kadın ise dul kaldı. 6.000.000 insan da göç etmek zorunda kaldı. Libya işgalinde 50.000 insan ölürken en az 25.000’i de yaralandı.

UNICEF verilerine göre Latin Amerika’dan Afrika’ya kadar 25’ten fazla ülkede 18 yaşın altında 300 binden fazla çocuk asker bulunuyor. Bu çocuk askerlerin yüzde 40’ı kız çocuklarından ve genç kızlardan oluşuyor. Kızların büyük kısmı da seks kölesi olarak kullanılıyor.

‘Fransa ve Batı Afrika Ülkeleri Ekonomik Topluluğu’ üyesi ülkeler tarafından işgal edilen Mali’deki siyasi ve askeri krizin, ülke genelinde yaklaşık 700 bin çocuğun eğitimini etkilediği bildirildi.

BM Çocuklara Yardım Fonu UNICEF, 15.5 milyon nüfuslu ülkede yaklaşık 700 bin çocuğun krizden etkilendiğini belirtti.

UNICEF, bu çocuklardan 200 bin kadarının okula gidemediğini, Ocak 2012’den bu yana ülkenin kuzeyindeki 115 okulun kapalı, yağmalanmış ya da yıkılmış olduğunu, bazılarında ise patlamamış bombaların bulunduğunu vurguladı.

‘Küresel Kölecilik Endeksi’ne göre, dünya çapında yaklaşık 30 milyon insan köle koşullarında yaşıyorken; ‘Walk Free Foundation/ Özgür Yürü Vakfı’nın hazırladığı kölecilik endeksine göre, Türkiye’de de 110 ile 130 bin arasında kişi köle durumundayken; AB’de 880 bin kişinin “köle” olduğu veya “6 bin köle olabilir” denilen İngiltere’nin Londra’sında üç kadının 30 yıl bir evde “köle” olarak zorla tutulduğu ortaya çıktı!

İşte sürdürülemez kapitalizmin çocukları katleden; insan(lar)ı köleleştiren dünyası!

 

“III. BÜYÜK BUNALIM”IN, “GENEL KRİZ”İN DÜNYASI

 

IMF Başkanı Christine Lagarde’ın, Avrupa ve ABD’de yaşanan sorunlar çözülemezse bunun dünyada büyük bir krize yol açacağına dikkat çektiği; Bertell Olman’ın, “Bu krizden çıkış çok zor!” notunu düştüğü tabloda daha uzun yıllar sonra ermeyecek bir “dünya ekonomik krizi” yaşıyoruz. Kriz, iplerini koparmış bir boğa gibi ülkeden-ülkeye, bölgeden-bölgeye yayılıyorken; küresel kapitalizmin 1970’lerden bu yana yapısal bir kriz içinde süründüğü, bu krizi mali genişlemeyle, balonlar şişirerek öteleme kapasitesini de artık yitirdiği herkesin malumu…[8]

1970’lerin başından bu yana ötelenen “aşırı birikim”, “fazla kapasite” sorunu birden görünür oluyordu. ABD bir imparatorluk projesine başlar, Afganistan ve Irak’ı işgale hazırlanırken 1929 Büyük Bunalımı anımsanıyordu.

Ancak “tren” yavaşlayamıyor. Kredi balonu patlıyor, mali kriz ve “büyük durgunluk” başlıyordu. Kurtarma paketleri, sonra niceliksel genişleme derken mali sermaye, durgunlukla boğuşan merkez ülkelerden çevreye gidiyor. Çevrede koşullar yeniden bozulmaya başlayınca sermaye yeniden merkeze dönmeye çalışıyor. Ama merkezde durum parlak değil. Devletlerin mali krizi söz konusu, yeni bir köpük şişirmek olanaklı değil. Sanırım mali sermaye için artık “kaçacak” yer kalmadı… 2014 çok tehlikeli bir yıldı…[9]

2014’ün büyük durgunluk koşulları altında, yavaş ve durağan büyüme hızları, gerileyen ücret gelirleri, yüksek işsizlik oranları ve isyanlarla/ çatışmalarla geçeceği herkesin malûmu…

Evet, artık “büyük durgunluk/ great recession” kavramıyla da betimlenen küresel kriz, 2007’de önce ABD konut piyasasında bir “finansal çalkantı” olarak gözlendi; hızla tüm yerküreye yayıldı, 2008 sonunda küresel ticaret ve sermaye akımlarının tahrip edilmesiyle birlikte şiddetlendi. 2010 ve sonrası ise küresel ekonominin farklı coğrafyalarında, farklı biçimlerde etkisini göstermeye başladı: AB ekonomilerinde kamu maliye ve borç krizi; Uzak Asya ve kalkınmakta olan piyasa ekonomilerinde yavaşlama, durgunluk ve artan işsizlik yanında Ortadoğu, Uzakdoğu ve Kuzey Afrika’da artan şiddet ve toplumsal çatışma olarak karşımıza dikildi.

Ayrıca bugün için “Avrupa Kaynıyor” başlığı yeterli olsa da “Avrupa Yanıyor” başlığını kullanacağımız zaman çok uzakta değil.

Merkezden çevreye giden mali dalganın kaldırdığı kayıklar, bu dalga çekilirken karaya oturma riskiyle karşı karşıya. Market Watch’a göre “bir mükemmel fırtına yaklaşıyor”![10]

Özetle sürdürülemez kapitalizm, tarihinin garip bir noktasında! Geleceğ(in)e ilişkin belirsizlik, kaygı, kuşku egemenken; ‘The Financial Times’dan Samuel Brittan’ın “eşitsizlik kavramını ekonomi lügatinden kovun” çağrısı da boşuna değil.

Kolay mı? Küreselleşme, emeğe yönelik büyük saldırı demek!

UNCTAD’ın yayımladığı ‘Ticaret ve Gelişme Raporu’nun 14. sayfasındaki (1.4 No’lu) grafiğe baktığınızda, dünya ekonomisinin çıktısı içinde emeğin aldığı payın 1980’de yüzde 63’ten 2011’de yüzde 54’e gerilediğini görürüz.

UNDP’nin 2010 yılında yayımladığı Rodriguez ve Jayadev imzalı, “Emeğin Gerileyen Payına İlişkin Bir Araştırma”nın 27. sayfasında emeğin payının 1960-70 döneminde arttığını, 1970’ten sonra gerilemeye başladığını, gerilemenin 1980’den sonra hızlanarak mali krizle birlikte adeta bir çöküşe dönüştüğünü gösteriyor.

Bu madalyonun öbür yüzüne ilişkin verileri de Credit Suisse’in açıkladığı servet raporunda görmek olanaklı. Rapora göre dünya nüfusu içindeki yetişkinlerin yüzde 68.7’sinin (3.2 milyar insan) yıllık geliri 10 bin doların altında. Bu yüzde 68.7, 241 trilyon dolara ulaşan global toplam hane halkı gelirlerinin ancak yüzde 3’ünü edinebiliyor. Buna karşılık yetişkinlerin binde 7’sini oluşturan, yıllık geliri 1 milyon doların üzerinde 32 milyon kişi, 98 triyon dolarla toplam hane halkı gelirinin yüzde 41’ine ulaşabiliyor. Yıllık geliri 100 bin dolar – 1 milyon dolar aralığında olan 361 milyon kişi yetişkin nüfusunun yüzde 7.7’sini oluşturuyor ve toplam gelirin yüzde 42.3’üne ulaşıyor. Kısacası, dünya yetişkin nüfusunun yüzde 8.4’ünün, toplam hane halkı gelirinin yüzde 80’ini edindiğini görüyoruz.

Bu müstehcen adaletsizliği yansıtan verilerden başka sonuçlar çıkartmak da olanaklı. Hane halkının toplam geliri 2012 yılında 241 trilyon olmuş. Bu büyüklüğü, yüzde 80’ini kimin aldığını unutmadan, mali piyasaların 800 trilyona ulaşan hacminin (borç köpüğü) karşısına koyduğumuzda, bu mali krizden kimin sorumlu olduğunu, yüzde 8.4’ün yükü yüzde 90’ın üzerine yıkmaya çalıştığını görebiliriz. Boşuna mı yüzde 99 yüzde 1’e karşı ayakta… [11]

Küreselleşmenin geleceğini ve iflas etmiş bir modeli tartışırken; ekonomik kriz içinde hükümetlerin mali sermayeyle yaptığı “anlaşma”nın, Dr. Faust’un Mefistofeles ile yaptığı anlaşmayı anımsattığı da unutulmamalı!

‘The Guardian’dan Seumus Milne’in işaret ettiği gibi, İngiltere hükümeti, mali sermaye ne diyorsa yaparken; ‘The Financial Times’dan Martin Wolf da, ‘Kemer Sıkma Politikalarının Üzücü Bilançosu’ başlıklı yorumunda, “On milyonlarca insan gereksizce sıkıntı çekiyor” diyordu.

Wolf, Avrupa kemer sıkma politikalarının, “nispi maliyetleri yeniden düzenlemek, emek piyasalarındaki reformları gerçekleştirmek için, gaddarca da olsa tek yol olduğunu” kabul ediyor ama bunun borç krizini aşmaya yetmediğini vurguluyordu.[12]

İşte bu noktada da insan(lık)ın karşısına krizin acılı yıkım tablosu dikiliyor!

i) Avrupa’da kemer sıkma önlemlerine rağmen kamu borçları rekor düzeye ulaştı. Bölgenin borç yükü ortalaması yüzde 90’a, bütçe açığı ise yüzde 5’e yaklaştı. Oysa Maastrich kriterlerine göre, AB üyesi olmak için borcun GSYH’ye oranının yüzde 60’ı, bütçe açığının ise yüzde 3’ü geçmemesi gerekiyor![13]

ii) Portekiz hükümeti, 2014 bütçesinde 3 milyar 900 milyon Avro’luk tasarruf öngörürken memurların ve emeklilerin maaşlarında yine kesinti yaptı![14]

iii) Yunanistan, 30 bin memuru işten çıkarıyor. İşten çıkarılacak memurlar listesinde isimlerini gören binlerce kişi sokaklara döküldü, çok sayıda kamu binası işgal edildi![15]

Yunanistan’da parlamento binlerce kamu çalışanının işten çıkarılmasına ilişkin tasarıyı onayladı![16]

iv) Bir yandan borç sorunuyla, diğer yandan durgunluk ve işsizlikle mücadele eden Avrupa’da kriz giderek derinleşiyor. İspanya’daki kriz, gıda sektöründe tüketimi düşürdü![17]

v) Fransa’nın da “kemer sıkmaya” gitme gereği giderek daha fazla konuşulur, tartışılır hâle gelmeye başladı… Krizle kamu gelirleri azaldı, harcamalar hemen kısılamadığı için borç stokları hızla arttı. Kamu harcamalarının 2017’de yüzde 53’e düşürülmesi planı var![18]

vi) Avrupa’yı baştanbaşa saran ve özelikle Yunanistan, İspanya gibi ülkeleri derinden sarsan ekonomik kriz, Avrupa’nın nüfus yapısını değiştiriyor…[19]

Ekonomik kriz sonucu İspanya’yı terk eden yerli ve yabancı sayısında patlama yaşanıyor. İspanya İstatistik Kurumu (INE), 2012 yılının ilk dokuz ayında 420 bin kişinin ülkeden ayrıldığını açıkladı![20]

vii) ‘Bank of America’, 3000 kişiyi işten çıkartacak![21]

‘Der Sonntag’ın haberine göre düşen kârları telafi etmek için İsviçreli UBS bankası 3 bin ila 5 bin, Credit Suisse ise bin ila 2 bin arasında çalışanını işten çıkarak. Habere göre UBS, 900 çalışanını bilgi teknolojileri biriminden diğer 2 bin ile 4 bin çalışanını ise yatırım bankacılığı ve diğer bankacılık faaliyetleri birimlerinden çıkarmayı planlıyor![22]

Dünyanın ikinci büyük ağır vasıta devi İsveçli Volvo Group, “net kâr kaybı”ndan dolayı 2 bin iş biriminin ortadan kaldıracaklarını açıkladı![23]

viii) Avro bölgesinde işsizlik oranı 2013 mart’ında yüzde 12.1’e çıkarak yeni rekorunu kırdı. Avro ülkelerinde işsizler ordusuna bir ayda 62 bin kişi daha eklendi. Bölgede işsiz sayısı 19.2 milyon kişi ile 1995’ten bu yana en yüksek seviyeye ulaştı. Genç işsizlik yüzde 24’e kadar çıktı![24]

Avrupa’nın üçüncü büyük ekonomisi İtalya’da, genç işsizlik oranı yüzde 40’ı aştı![25]

ix) İtalya’da işsiz kaldıktan sonra girdiği depresyon sonucu intihar eden 28 yaşındaki Fausto Genovese tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti. Bir mühendislik firmasında çalışan Fausto Genovese işten kovulduktan sonra 5 ay boyunca işsiz kaldı. Bu süreç sonunda bunalıma giren genç adam, 21 Aralık 2013’de intihar etti! Ekonomik kriz İtalya’da birçok vatandaşı zorluyor. Benzer şekilde Fausto Genovese’nin kendini ateşe vermesinden birkaç gün sonra ekonomik sıkıntıları sebebiyle 51 yaşındaki bir adam da Vatikan’da kendini yakarak intihar etmişti![26]

x) Avrupa tasarrufa gidiyor… Ekonomik krizdeki Yunanistan yılda 3 bin kişinin tedavi gördüğü akıl hastanelerini kapatıyor… Almanya’da da elektrik kullanımını azaltmak isteyen bir belediye sokak lambalarını söndürüp el fenerini önerdi![27]

xi) Krizin etkisi hissediliyor: Gelişmiş dokuz ülke ve en hızlı gelişen üç ülke tüketicisi ekonomik kaygı içinde. Özellikle İspanya ve Fransa’da kaygılar giderek arttı. İspanya’da kaygılı tüketici oranı 2011’de yüzde 77’den 2013’te yüzde 84’e çıkarken Fransa’da yüzde 55’ten 2013’te yüzde 67’ye yükseldi. 2010’da kaygılı tüketici oranı yüzde 48 olan İtalya’da ise söz konusu oran yüzde 71 olarak görüldü![28]

Finans çalışanları iş kaybı stresinden dolayı hastalanıyor. ‘UNI Küresel Finans Birliği’nin 2013 araştırmasına göre finans sektörüne yönelik küresel bir araştırma, bu alanda çalışan kişilerin yeni düzenlemeler ve yeniden yapılanma stresi nedeniyle sağlıksız hâle geldiğine işaret etti![29]

Yaklaşık yüzde 70’i gelecek kaygısı taşıyan ve emekliliklerindeki finansal durumlarından endişeli olan Japonların kaygıları mutluluklarını da etkiliyor. Japonların yalnız yüzde 36’sı mutlu olduğunu söylüyor![30]

xii) Mali sorunlar nedeniyle sıklıkla grevlere sahne olan Yunanistan’da ekonomik krizin “gizli kurbanı” hapishaneler oldu. Avrupa Konseyi’nin 2013 mayıs’ında yayımladığı yıllık rapor, AB’deki en kalabalık hapishanelerin, gardiyan sayısı yetersiz kalan ve boş yer sıkıntısı yaşanan Yunanistan’da olduğunu gösterdi. Rapora göre Atina’dakiler dahil hapishanelerdeki mahkûm sayısı 2013 yılında rekor seviyeye ulaştı. Hapishanelerin çoğu kapasitelerinin 2, hatta 3 katı dolu olduğundan yeni gelen yüzlerce tutuklu mahkemeye çıkana kadar saatlerce veya günlerce polis gözetimindeki hücrelerde kötü şartlar altında tutuluyor. Hapishane Çalışanları Federasyonu Başkanı Spyros Karakitsos sistemin çökmekte olduğu uyarısı yaptı. 2013 Eylül rakamları 12 bin 479 mahkûmun 8224 koğuşa “tıkıştırıldığını” ortaya koydu![31]

Yunanistan’da hapisten kaçan mahkûm, krizden kırılan ülkeyi görünce 20 saat sonra döndü… Cinayet suçundan müebbet hapse mahkûm edilen 48 yaşındaki mahkûm, 16 yıldır tutuklu bulunduğu Volos’taki Kassavetias cezaevinden 21 Ağustos 2013’de firar etti. Cezaevinde yapılan gece sayımında firar ettiği anlaşılınca polisin arama çalışmaları başlattığı mahkûm, 20 saat sonra geri dönüp teslim oldu![32]

xiii) Ekonomik kriz nedeniyle kredi borcunun ödeyemeyen İspanya halkının evlerine el konulması, ülkede yeni bir sorun doğurdu: Konut stoku fazlası! Bu stoku eritmeyi ve inşaat sektörünü yeniden canlandırabilmeyi hedefleyen hükümet, İspanya’da 160 bin Avronun üzerinde değere sahip ev alan yabancıya oturma izni verilmesini öngören bir yasa çıkartıyor![33]

İspanya borçlarını ödemek için her şeyini satıyor… 19 Aralık 2013 tarihli ‘Le Monde Gazetesi’nde İspanya’nın havalimanlarını, hastanelerini, bankalarını, tarihi binalarını ve hatta gökdelenlerini satılığa çıkardığını yazdı![34]

Avro Bölgesi’nde yaşanan borç krizinden en çok etkilenen ülkeler İspanya ve Yunanistan, AB vatandaşı olmayanların da bu ülkelerden ev alması hâlinde oturma izni veriliyor![35]

xiv) İspanya’nın yaşadığı ekonomik kriz toplumun her kesimini etkilerken, kültür-sanat etkinlikleri de büyük ölçüde kesintiye uğradı. Kültürel hizmetlerden alınan verginin yüzde 8’den yüzde 21’e çıkartılmasının ardından, 2013 devlet bütçesinde kültür-sanat etkinliklerinde ortalama olarak yüzde 30’luk bir kesinti yapıldı. 52 resmi kütüphanenin bütçesi yüzde 60 azaltılırken, 2013’de yeni kitap alımında yardım yapılmayacağı açıklandı. Madrid’deki müzeler de kemer sıkmak zorunda kalırken, Prado Müzesi yüzde 30, Reina Sofia Müzesi yüzde 25, Thyssen Müzesi yüzde 33’lük kesinti yaptı![36]

 

BELİRSİZLİK-İKTİDARSIZLIK AĞINDA ULUSLARARASI İLİŞKİLER

 

Eski dünya düzeni öldü ama öldüğünü bilmiyor. Yapısal kriz, mali genişleme (küreselleşme) hegemonyacılığın son baharıydı. Mali kriz, bir hegemonya boşluğu ortamında yeni olasılıkları zorlamaya başladı. Dün dünle beraber gidiyor ama bugünün getirmekte oldukları henüz belirsizken; sürdürülemez kapitalizmin ekonomik çürümesi kaçınılmaz olarak siyasete, uluslararası ilişkilere de yansıyor.

George Soros’a göre, “Dünyada aşılamayan siyasi krizlerin sayısı gittikçe artıyor. Bu küresel yönetişimin bozulduğunu gösteriyor”… “Böylece bir iktidar boşluğu oluşuyor.”[37]

Şanghay İşbirliği Örgütü Genel Sekreteri Büyükelçi Zhang Deguang, “Dünya artık çok kutuplu,” notunu düşerken; Ergin Yıldızoğlu’nun ifadesiyle, “Artık ABD ve Batı’nın tek başına olayları belirleme kapasitesi yok. ‘Tek kutuplu dönem geride kaldı’. Batı liderliği bu yeni koşullara adapte olmakta büyük zorluk çekiyor. Bu tabloda ‘iktidarsızlık’ çok belirginleşti. Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi, bir başlangıç değil başlamış olan belirsizliğin, iktidarsızlığın sonuçlarından biri.”

“ABD ve Avrupa’nın bir hesap hatası, Rus ordusunun Kırım’a girmeye başlamasına neden oldu. Birçok yorumcu Asya’da Japonya ile Çin’in küçücük bir ada için bir savaşa doğru ilerlediğini düşünüyor. Çok yönlü, karmaşık ittifaklar, rekabet kaygıları içinde büyük güçlerin manevra alanları giderek daralıyor.”

Ve en önemlisi ABD-Rusya ilişkilerinin eski uyumlu günlerine geri dönmesi artık mümkün gözükmüyor.

 

KUZEY KUTBU’NDAN UZAKDOĞU’NUN DOĞU ÇİN DENİZİ’NE

 

Bunun birçok alâmeti var; mesela…

“Küresel ısınma ile özellikle Kuzey Kutbu’nda insan kullanımına açılan alanlar hükümranlık tartışmasını da başlattı. ABD, Kanada, Rusya ve diğer kuzey ülkeleri yeni tarım, enerji ve maden alanları kazanmanın sevincini yaşıyor. Ancak bu heves yeni rekabetleri de birlikte getiriyor”ken; Rusya, derinliklerinde 10 milyar ton petrol ve gaz rezervi bulunduğu sanılan Kuzey Kutbu’nu fethe çıkıp, “Soğuk Savaş” rüzgârlarını okyanus tabanına taşıdı. Rus bilim adamları, 2 Ağustos 2008’de iki mini denizaltı ile Kuzey Kutbu’nda okyanus tabanının 4 kilometre dibine inip Rus bayrağı dikiverdi. Amaç 1.2 milyon kilometrekareye yayılan Lomonosov Sıradağları’nın deniz yatağından Sibirya anakarasına bağlı olduğunu ispattı.

27 Mart 2009 tarihinde ‘Rus Ulusal Güvenlik Konseyi’, ABD, Danimarka, Kanada ve Norveç’in de hak iddia ettiği bölgeye 2020’de üs kurulacağını ve üsse “askeri güvenliği sağlayacak” birlikler konuşlandırılacağını ilan etti.

Bununla beraber dünya petrol ve doğalgaz rezervlerinin yüzde 20’sinin yer aldığı kutuplarda hiç toprağı olmayan Çin’in de harekete geçmesi ABD, Rusya ve diğer Avrupa ülkelerini alarma geçirdi.

Ayrıca Kuzey Kutbu için paylaşım savaşına tutuşan Rusya ve ABD’den geri kalmayan Kanada, egemenlik iddiasını güçlendirmek için Arktik Ordusu’nu kurmak dahil bir dizi adımı ardı ardına atıyor. Savunma Bakanı Peter MacKay, ülkenin en kuzeydeki eyaleti Northwest Territories’in başkenti Yellowknife’da törenle Arktik askeri birliğini resmen hizmete soktu. MacKay, 60 askerle kurulan Yellowknife İhtiyat Birliği’nin 2019’a kadar gerek asker gerek teknik açıdan tam tekmil hâle geleceği vurgusuyla, “Birlik, bölgede görev yapan Canadian Rangers ve Kanada Ordusunun bir parçası olarak, ülkemizin egemenliği ve hükümranlığı adına görev yapacaktır” diyerek, Savunma Stratejisi kapsamında bölgedeki tüm birliklerin günün şartlarına ve son teknolojiye göre yenileneceğini kaydetti.

Kuzey Kutbu’nun paylaşımı yanında bir de Göktürk Tüysüzoğlu’nun, “Uluslararası güç savaşının yeni adresi” olarak ifade ettiği Uzakdoğu’nun Doğu Çin Denizi’nde bir patlama söz konusu…

Asya Pasifik’te uzun süredir sıcak seyreden sular aniden kabardı. ABD ve Çin arasındaki hegemonya savaşının baş muharebe alanlarından biri olmaya namzet bu bölgede hamle yapma sırası Çin’deydi. Çin, ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiki Japonya ile arasındaki ihtilaflı Diaoyu (Japonlara göre Senkaku) adaları ve nüfuz alanını kapsayan hava sahasında “savunma amaçlı” tek taraflı bir deklarasyonda bulundu ve “Bu hava sahasına giren her kuş önce beni bilgilendirecek” dedi.

Çin’in bu ilanı yalnızca ABD ve Japonya’yı değil Güney Kore, Vietnam, Filipinler gibi bölgedeki birçok ülkeyi ve uluslararası ticareti etkileme potansiyeline sahip bir hamleydi. ABD, Çin’in bu çıkışının fiyakasını bozmak için hemen hamle yaptı ve B-52 bombardıman uçaklarını “yasaklı” semalarda gezdirdi. Japon yolcu uçakları ve Güney Kore savaş uçağı da Çin’in tek taraflı ilanına riayet edilmeyeceğini gösteren diğer örnekler oldu.

Özetle Doğu Çin Denizi’nde, Çin’in ilan ettiği yeni hava savunma sahası, bölgede gerilimin yükselmesine neden oldu. Çin’in savunma sahasını Doğu Çin Denizi’ndeki Japonya, Tayvan ve Güney Kore’nin hak ilan ettiği sulara doğru genişletmesi, yeni hava sahasından geçecek uçakların güzergâhlarını ve kimliklerini Çin’e önceden bildirmemesi takdirinde “acil savunma önlemlerinin” uygulanacağının açıklanması tepkiye neden oldu. Çin’e meydan okuyan Amerikan ve Japon jetleri, 29 Kasım 2013’de Çin’in savaş uçakları tarafından yakın takibe alındı.

Bunun üzerine ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, 5 Aralık 2013’de Çin Cumhurbaşkanı Xi Jinping ile Pekin’de görüştü. 5.5 saat süren görüşmede Doğu Çin Denizi’ndeki gerginlik önemli yer tuttu.

İş bununla sınırlı da kalmadı. Kuzey ve Güney Kore arasında sular 31 Mart 2014 sabah saatlerinde yine ısındı. Kuzey Kore’nin gerçek mühimmatla yaptığı tatbikat sırasında attığı top mermilerinin Güney Kore sularına düşmesine, Seul’un cevabı gecikmedi.

 

GERİLİM ODAĞI: KORE’NİN “GÜNEY”İ İLE “KUZEY”İ

 

Kore’nin “Güney”i ile “Kuzey”i, hep gerilimli ilişki(sizlik)lerin odağı oldu.

Mesela… Kuzey Kore’nin Güney Kore’ye ait Yeonpyeong Adası’na yönelik saldırısında 2 asker öldü, 18 kişi yaralandı. Kuzey Kore’nin, Yeonpyeong Adası’na açtığı top ateşinde yaralananlardan 5’inin durumu ağır. Yaklaşık 1200 kişinin yaşadığı adada topçu ateşi nedeniyle onlarca ev yanarken ada sakinleri de evlerini tahliye ediyor.

Mesela… Güney Kore’de sürgünde olan Kuzey Kore rejiminin eski üst düzey yetkililerinden Hvang Jang-Yop’un, Güney Kore’deki evinde 9 Ekim 2010’de ölü bulunduğu ve istihbarat servislerinin cinayet ihtimali üzerinde de durduğu kaydedildi.

Mesela… Kuzey Kore ve Güney Kore donanmaları arasında çatışma çıktı. Güney Kore yetkilileri 10 Kasım 2009’da Sarıdeniz’de meydana gelen olayda, Kuzey Kore donanmasına ait bir devriye gemisine kendi karasularını ihlâl etmesi üzerine önce sözlü uyarı yapıldığı ardından ateş açıldığını belirtti.

Mesela… Sarı Deniz’de seyreden Güney Kore donanmasına ait bir gemiye Kuzey Kore gemisince torpido saldırısı düzenlendi. 1500 tonluk bir gemi torpido saldırısı sonucu Kuzey Kore’nin batı kıyılarında battı.

Mesela… Güney Kore, 1950-1953 Kore Savaşı’nın ardından teknik olarak hâlâ savaş hâlinde olduğu Kuzey Kore’yle tansiyonun giderek yükseldiği sularda yeni bir tatbikat düzenlendi. Ülkenin batı sahillerinde 5 Ağustos 2010’da başlayan ve bir hafta kadar süreceği açıklanan tatbikata yaklaşık 4 bin 500 Güney Kore askeri, 20’den fazla savaş gemisi ve denizaltı, 50 savaş uçağı katıldı. Kuzey Kore’ye uyarı niteliğindeki tatbikatlar, 2010’un mart ayında bir Güney Kore gemisinin batması ve 46 askerin ölmesiyle bölgede yükselen tansiyonu daha arttırırken; Seul, tatbikatların Kuzey Kore’nin nükleer tehdidine ve saldırı olasılığına karşı hazırlık niteliğinde olduğunu savunurken yakın müttefiki Güney Kore’de yaklaşık 29 bin askeri bulunan ABD de Seul’e her türlü desteği vereceğini açıklamıştı.

Mesela… Güney Kore Devlet Başkanı Lee Myung-bak, kabine üyelerini Kuzey Kore’nin provokasyonuyla karşılaşabilecekleri konusunda uyardı. ABD ve Güney Kore, Kuzey Kore’ye karşı caydırıcılık amacı güden ortak askeri tatbikata 28 Kasım 2010 tarihinde başlarken Kuzey Kore füze rampalarını sınıra kaydırdı.

Mesela… Kuzey Kore, Güney Kore’nin gövde gösterisi niteliğinde askeri tatbikat başlatmasının ardından, “kutsal bir savaşa hazırlandığını” bildirdi. Kuzey Kore resmi ajansı KCNA’nın haberine göre, “Kuzey Kore Devrimci Silahlı Kuvvetleri, düşmanca eylemlere karşılık vermek amacıyla, nükleer caydırıcılık temelinde, Kore tarzında adil, kutsal bir savaşa hazırlanmaktadır” denildi.

Bu ve benzeri sebeplerle Kuzey Kore, BM’nin yaptırım kararlarına meydan okuyarak Güney Kore’yle saldırmazlık anlaşmasını yürürlükten kaldırdı.

Ardından da Kuzey Kore 30 Mart 2013’de Güney Kore’yle “savaş durumuna girdiğini” ilan ederken, “Seul ve Washington tarafından yapılacak provokasyonlara önceden haber verilmeksizin misillemede bulunulacağı” uyarısı yaptı ve “Roket gücünün ABD’li emperyalistlere hesap sormak için zaten hazır olduğunu” söyledi.

Kuzey’in bu tutumu elbette boşuna değildi; ‘The Daily Telegraph’ın üst düzey ABD’li bir yetkiliye dayandırdığı haberine göre, Güney Kore’deki Amerikan özel güçlerinin komutanı General Neil Tolley Florida’da katıldığı bir konferasta Kore savaşından beri Pyongyang yönetiminin yeraltına binlerce tünel inşa ettikleri vurgusuyla, “Biz de Güney Koreli ve ABD’li askerleri Kuzey’e özel keşif için gönderdik,” dedi.

Yani ABD ve Güney Kore özel birliklerinin, askeri yapılandırmasına ilişkin istihbarat toplamak amacıyla Kuzey Kore’ye sızdıkları aşikârdı.

Kolay mı? Kore’nin “Güney”i ile “Kuzey”inin geriliminde ABD hep başat aktör oldu.

Mesela… ABD ile Güney Kore’nin ortak tatbikatı Doğu Asya’da gerginlik yarattı.

Bölünmüş Kore Yarımadası’nda savaş tamtamları çaldı. Kuzey Kore, ABD’ye meydan okuyarak “nükleer güçle karşılık verme” tehdidinde bulundu.

Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC) Ulusal Savunma Komisyonu, “ABD ve Güney Kore ile savaşa her zaman hazır olduklarını” duyurdu.

Kuzey Kore’nin savaş tehditlerine ABD de gerilimi tırmandırarak yanıt verdi. ABD B-2 bombardıman uçaklarından sonra bölgeye hava kuvvetlerinin en modern ve pahalı savaş uçakları olan, “görünmez başlık” taşıdığı için radarlar tarafından da yakalanmayan F-22 saldırı uçakları gönderdi.

ABD Güney Kore’ye karşı savaş durumu ilan ettiğini açıklayan Kuzey Kore’ye gözdağı vermeyi sürdürüyor. ABD “hayalet uçak” B-2’lerden sonra bu kez saldırı uçağı F-22’leri bölgeye gönderdi. Güney Kore Devlet Başkanı Park Geun-hye de, Kuzey Kore’nin olası bir saldırısına “sert yanıt” verecekleri uyarısında bulundu.

ABD’nin Güney Kore’ye B-2 hayalet bombardıman uçağı göndermesine Kuzey Kore’den yanıt gecikmedi. Kuzey Kore’nin lideri Kim Yong-un, “Mevcut durum göz önünde bulundurularak ülkesinin roket gücünün ABD’li emperyalistlere hesap sormak için zaten hazır olduğunu” söyledi. Kim, ABD’nin nükleer yeteneğe sahip iki B-2 uçağı göndermesinin ardından, ABD’nin “tehdit ve şantaj aşamasının ötesine geçerek pervasız bir döneme girdiğini” belirtti.

Kuzey Kore, ABD’yi vurmakla tehdit etti. Kuzey Kore KCNA ajansı, uzun menzilli füzeler de dahil, tüm topçu birliklerinin savaşa hazır pozisyona geçirilmesi için emir verildiğini duyurdu. Birliklerin, Kuzey Amerika’daki Hawaii ve Guam da dahil ABD’nin Asya-Pasifik’teki tüm askeri üslerine saldırı pozisyonuna geçmeye hazır olduğu belirtildi.

Kuzey Kore, Rusya, İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerinin elçiliklerini boşaltmaya hazır olmalarını istedi. Pyongyang yönetiminin iki orta menzilli füzeyi seyyar rampalara yerleştirerek doğu kıyıları yakınlarındaki tesislere gizlediği bildirilirken Güney Kore’nin de füze savunma sistemi yerleştirilmiş iki gemiyle önlem aldığı açıklandı.

Bunun üzerine ABD, Guam Adası’na füze savunma sistemi yerleştirirken Pyongyang yönetimi nükleer silah kullanımına onay verdi. Kuzey Kore ordusu, nükleer silahların kullanımı da dahil olmak üzere, ABD’ye karşı “acımasız” askeri operasyon başlatmak için nihai onay aldığını duyurdu.

Bu gerilimler bitmedi; yerli yerinde patlayıcı biriktirerek duruyor!

 

JAPONYA İLE ÇİN

 

Bunlara bir de, ABD’ye karşı dürüst olacaklarını, kendi etkin dış politikalarını yürüteceklerini söyleyen Japon Demokrat Partisi’nden (DPJ) Yukio Hatoyama ve “İmparatorluk ruhunu kamçılayan, pasifist anayasayı çöp atmayı, Kuzey Kore’ye saldırmayı, Çin’e karşı silahlanmayı ve nüfus patlamasını vaat eden,” ‘Japonya’da Mutluluğu Gerçekleştirme Partisi’ gibi figürlerle betimlenen Japonya ile Çin meselesi öne çıkıyor.

Japonya ile adalar konusunda gerginlik yaşayan Çin, 300 metre uzunluğundaki uçak gemisi Liaoning’i törenle denize indirdi. Japonya-Çin-Tayvan’ın rol aldığı adalar kriziyle Güney Çin Denizi’nde egemenlik tartışmaları alevlendi.

Çin ile Japonya arasında yaşanan ada krizine Tayvan’ın da müdahil olması ile Doğu Çin Denizi’ndeki tansiyon tekrar yükselmeye başladı. Japonya, kendi egemenlik alanı saydığı sulara giren Tayvanlı balıkçı gemilerini püskürtmek için tazyikli su kullandı.

Burada bir parantez açıp ekleyelim: ABD istihbaratına göre 2030’da güç dengeleri Asya’ya kayacak. Pax-Americana yavaşlarken, dünyanın en büyük ekonomisi Çin olacak.

ABD’de 16 istihbarat teşkilâtının bağlı olduğu ‘Ulusal İstihbarat Direktörlüğü’nün hazırladığı raporda, 2030’un dünyasında güç dengelerinin Asya’ya kayacağı öngörüldü.

Tek kutuplu dönem sona ererken; ABD, 2020 itibariyle ekonomik üstünlüğünü Çin’e kaptırmaya başlayacak.

Yani Henry Kissinger’in, “ABD’nin müttefiki olmak, ABD’nin düşmanı olmaktan daha tehlikelidir,” saptamasıyla karakterize olan ABD (ve Japonya) hegemonyası ile Çin kaçınılmaz olarak çatışacak!

 

RUSYA’NIN SORU(N)LARI

 

Bu durum, Rusya’yı da doğrudan ilgilendirip, etkileyecek elbette…

Hem de Rusya, ABD ile AB karşısında Putin ile “farklı” bir duruş sergiliyorken…

Mesela… “Bizi tahrik ediyorsunuz. Bu işin boyutları çok ciddi” diyen Rusya, ülkedeki muhalif hareketlerin faturasını ABD’ye kesiyor. “Soğuk Savaş”ın iki ana aktörü arasındaki ilişkiler yeniden geriliyor.

Rusya Dışişleri Bakanı Yardımcısı Sergei Ryabkov, ABD’nin demokrasi desteği adı altında muhalif organizasyonlara bütçe sağladığını ve bu yardımların iki ülke ilişkileri açısından sorun oluşturmaya başladığını açıklıyor.

Ayrıca İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’la 2 Kasım 2009 tarihli görüşmesinde, iki ülkenin belli konularda yakınlaşabileceğini, buna karşılık anlaşmazlığa konu olan asıl sorunlarda, bir anlaşmaya varmanın henüz gündemde olmadığını açıkladı.

Gerçekten de Rusya’nın ABD (ve AB) ile soru(n)larının büyümesinde Kosova’dan Kırgızistan’a uzanan ve en son örneğiyle de Ukrayna’daki müdahalenin rolü çok büyük.

Mesela… Dmitriy Babiç, “Ayrılıkçı bir bölgenin bağımsızlığının herhangi birkaç devlet tarafından değil de ABD ve AB tarafından tanınması, dünyada son derece tehlikeli bir süreci başlatıyor ve diğer ayrılıkçı bölgeler için de örnek oluşturuyor. Fakat bu seçimlerde, Kosova’nın bağımsızlığının tanınıp tanınmaması değildi söz konusu olan. Bu devletin bundan böyle sadece Arnavutlar tarafından mı yönetileceği, yoksa Kosovalı Sırp nüfusun, en azından yerel düzeyde siyasi süreç üzerinde etkisini mi koruyacağı idi,”[38] derken; Paddy Ashdown ile Richard Holbrooke da uyarıyorlar:

“Bosna Sırp Cumhuriyeti, Rusya’nın da desteğiyle uzun vadede Bosna’dan ayrılmaya yönelik bir politika izliyor. 1992’de savaşı başlatan korku ve şüphe canlandı, Boşnak ve Hırvat milliyetçiliği de yükselişte. AB ve ABD hızla harekete geçmezse işler hızla çirkinleşebilir.”[39]

Soru(n), sadece Kosova’daki gerilimle sınırlı değildi.[40]

Asya’ya el atan ABD’nin Kırgızistan’daki mevcudiyeti de ayrı bir soru(n) idi.

Tom Malinowski’nin, “Demokrasi vaadiyle iktidara gelen fakat baskı ve yakınlarını kayırmak dışında bir şey yapmayan bir hükümetin yönettiği Kırgızistan’da,… ABD Orta Asya’yı Afganistan için bir tedarik güzergâhı olarak görüyor ve insan hakları ihlâllerine ses çıkarmıyor,”[41] diye tarif ettiği yönetim “Geliyorum diyen bir isyan”la devrildi…

Kırgızistan’da 6 Nisan 2010’de ayaklanan muhalifler hükümeti devirdi. Olaylar sırasında çok sayıda kişi yaşamını yitirdi.

Bişkek’te 7 Nisan 2010’da devlet başkanlığı binası önünde polis ile muhalif göstericiler arasında çıkan çatışmalarda 40 kişi öldü. Muhalif kaynaklar ise ölü sayısının 100’ü bulduğunu bildirdi.

Ayaklanan muhalifler hükümeti devirerek geçici hükümet kurdu. Başbakan Birinci Yardımcısı Akılbek Japarov, Talas’ta göstericiler tarafından dövülerek rehin alınırken muhaliflerin Kırgızistan televizyon merkezini ele geçirmesinin ardından tüm televizyon yayınları kesildi.

Olaylar üzerine ülkede olağanüstü hâl ve sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Bişkek’te devlet başkanlığı binasının önünde toplanan binlerce gösterici, polislerin araçlarına ve silahlarına el koydu. Göstericilere engel olamayan polislerin bazıları dayak yerken bazıları kaçmak zorunda kaldı.

Nihayetinde Kırgızistan’da ABD kaybetti ki, Ukrayna da o kesitte devreye girdi…

 

“YENİ” PAYLAŞIM ODAĞI: UKRAYNA

 

Fehim Taştekin’in, “Tarih bazı coğrafyalar için hiç değişmiyor. Dün Osmanlı ile Çarlık Rusya ya da Lehistan (Polonya) ile Rusya arasında paylaşım savaşına maruz kalan Ukrayna, bugün de AB-ABD ile Rusya arasında bir tahterevalli,” diye tarif ettiği hâle ilişkin olarak “Ukrayna, Avrupa’nın yeni muharebe alanı mı?” sorusu dillendiriliyor.

Evet, evet, “Bir taraftan ABD’nin stratejik hesapları, diğer taraftan Rusya’nın stratejik çıkarları, AB’nin iktidarsız müdahaleleri, Almanya’nın kararsızlığı arasında Ukrayna halkı bu tarihsel mirasının, dünya siyasetinin fillerinin ayakları altında ezilmeye başlıyor.”[42]

Tüm bunların ardında bir “Turuncu Senaryo” yatıyor!

Ukrayna’da “Turuncu Senaryo”nun ürünü olan Yulya Timoşenko’nun Devlet Başkanlığı seçiminde mağlup olmasıyla, Doğu Ukraynalıların desteğine sahip olan Viktor Yanukoviç seçildi.

Yani Batı yanlısı liderlerin bitmeyen iç çekişmeleri yüzünden krizlere teslim olan Ukrayna’da Yanukoviç’i başkan seçti. Seçim sürecine AGİT tam not verdi.

Fabrizio Tassinari’nin, “Turuncu Devrim’i destekleyip sonrasında Ukrayna’yı iyi yönetim konusunda teşvik etmeyen AB, ülkenin bugün yaşadığı yönetim krizinin kısmi sorumlusu sayılabilir. AB Kiev’e ne üyelik vaat etti, ne de iç dönüşümleri desteklemek için genelde kullandığı cezaları ve teşvikleri devreye soktu,”[43] diye tarif ettiği süreç yolsuzluklarla anılan AB’ci Timoşenko’nun hapsine kadar uzandı.

AB’den uzaklaşılıp, Rusya’ya yanaşılan “Batı’yla Rusya’yı dengeleme politikası”yla[44] Yanukoviç döneminde yolsuzluklar ile baskılar yine gündemdeydi…

Örneğin Anayasa Mahkemesi’ne yeni üyeler atayan Ukrayna Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç’in, 2004 öncesi sisteme dönülerek yetkilerini arttırma isteği karşılık buldu. Mahkeme parlamenter sisteme geçiş düzenlemesini iptal etti. Yeniden devlet başkanının elinde toplandı. Böylece Ukrayna yeniden, 1996 Anayasası’nda belirlenen başkanlık sistemine geri dönmüş oldu.

Yanukoviç iktidarının da Timoşenko’yu aratmayan iktidarı, faşist destekli muhalefet tarafından devrilmesini devreye soktu.

İrem Köker’in ifadesiyle, “Ukrayna’da devlet mekanizmalarının muhaliflerin eline geçmesi ve polisin çekilmesiyle oluşan otorite boşluğunu aşırı milliyetçi Sağ Sektör dolduruyor. Sağ Sektör’e bağlı paramiliter güçler, hem parlamentonun hem de devlet başkanlığının korumasını üstlenmiş durumda. Bu grup, Ukrayna’nın farklı yerlerinden gelen genellikle 20’li yaşlardaki genç erkeklerden oluşuyor. Meydandaki muhalif hareketlerin en organize olan grubu olarak da dikkat çekiyor. Ayrıca, olaylar sırasında polisle en çok çatışmaya giren gruplar arasında başı çekiyor. Bu grubun, silahlı olduğu yönünde de iddialar var. Bugün elinde bir torbanın içinde tüfekle gezen bir Sağ Sektör üyesi haricinde bu grubu silahlı hiçbir zaman görmedik. Ancak meydandaki Molotof kokteyli, sopalar ve krikolar gibi ilkel çatışma silahlarının çoğunu da bu grup elinde tutuyor. Kiev’de güvenlik birimlerinin görevini bu grup yerine getiriyor”du.

Yanukoviç’in devrilmesiyle, “Batı’nın Ukrayna’daki ‘ikinci turuncu devrim’ denemesi en başta ciddi bir psikolojik yenilgi. İlk raundun sonucu Kiev’in aşırı sağcı soslu yeni oligarklara teslimi ile Rusya Kırım’a tek kurşun atmadan konması”nı[45] devreye sokarken; her şey birden alt üst oldu.

“Rusya’nın Ukrayna’ya bağlı Kırım özerk bölgesine müdahalesi, Batı basınında Rusya’nın yeni emperyal hayallerinin bir parçası olarak değerlendiriliyor ve Batı’nın kararlı bir tutum sergilemediği koşullarda Rusya’nın eski Sovyetler Birliği ülkelerinin tümü açısından tehdit oluşturacağından korkuluyor”ken;[46] Ukrayna’da kıvılcımı çakan yeni “Soğuk Savaş”ın şok dalgalarının Doğu Avrupa’yı sarması gecikmedi.

Polonya ve üç küçük Baltık ülkesi Estonya, Letonya ve Litvanya diken üstünde. Rusya Devlet Başkanı Putin’in bölgede Rus azınlığın hamiliğine soyunması; ABD ve AB’nin artık NATO koruması altındaki Polonya ve Baltıklar’a ortak savunma vaatlerini vurgulaması tehlikeli bir gidişata işaret.

Öyle ki, Kırım’ın Rusya’ya ilhakıyla başlayan sürecin hangi noktada durulacağı artık kimse kesin olarak söyleyemez hâlde. Net olan bir şey varsa şimdilik, “tarihin argümanlarının tekerrür ettiği”dir…

Ancak burada bir not düşmeden geçmeyelim: “… ‘Ukrayna emperyalizmin hedefi oldu’ savına dayanarak taraf tutmak doğru olmaz! Burada büyük güçler karşı karşıya. Çıkacak bir çatışma, ‘haksız bir çatışma’, paylaşım savaşı olacaktır,”[47] başka bir şey değil…

 

YERKÜRE İSYANLARDA

 

Ekonomik kriz ile siyasal istikrarsızlığın büyüyerek derinleştiği yerküre de kaçınılmaz olarak isyanlardadır…

Kolay mı? Kapitalizmin yapısal krizi içinde, uluslararası sermayenin kullanımına, mali sermayenin talanına açılan bu ülkelerin halkları, yoksullaşma, işsizlik, toplumsal istikrarsızlık, ideolojik karmaşa yoluyla krizin tüm yükünü omuzlarında hissederler.

Sermaye daha fazla kâr, daha hızlı dolaşım, daha fazla tüketim peşinde koşarken finanse ettiği teknolojiler, işsizliğin artmasını hızlandırır. Hem bu eğilimler önümüzdeki dönemde etkilerini göstermeye devam edecekken, mali şoklar (yapısal kriz) bu eğilimleri daha da güçlendirecektir.

Teknolojik gelişmeler; işsizliği daha da artırarak, gelir dağılımını daha da bozarak gençler arasında hızla öfkeye dönüşen adaletsizlik duygusu yaratmakla kalmıyor, haberleşme ve örgütlenme alanlarında (sosyal medya vb.) gelişmeler bu öfkenin örgütlenmesini de kolaylaştırıyor.[48]

İsyan büyüyüp, yaygınlaşıyor…

Elbette her isyan başarıya ulaşmıyor; başkaldırıya “yenilgiler” de dahildir!

“Yenilmişsek”, bundan bir kez daha ayaklanmamız gerektiği sonucu çıkar; mücadelenin inşa hâlindeki bir tarih olduğunu asla unutmadan…

Bu durumda ne “Toplumsal olaylar yararlı sonuçlar üretmiyor” sonucu, ne de “Hadi bir daha, daha iyisini yapalım” sonucu çıkar. Çünkü, “toplumsal olaylar” kendiliğinden, ama toplumun dokusunda biriken moleküler değişikliklerin sonucu (kasırgalar, depremler gibi) patlak verirler. Bu yüzden de tekrarlanamazlar!

Biri olur biter, sonra, bir zaman bir başkası, mutlaka ve de hiç beklenmedik biçimde patlak verir.

Siyasi öznelere de bunları tekrarlama hayali kurmak yerine, bunlardan öğrenmek görevi düşer…

Bir toplumsal olay başladığında, buradaki enerji kendini, önüne koyduğu talepleri yaşama geçirmeye başlamasına uygun bir örgütsel biçimle ifade edemiyorsa, başka projelere sahip örgütlü yapıların, hatta ülke dışındaki hesapların sunak taşında kurban edilebiliyor. ‘The Financial Times’da Prof. Mazover’in Lenin’den atıfla, vurguladığı gibi “örgüt şart”![49]

Evet, “Biz hatalarımızdan korkmuyoruz. Devrimin patlamasıyla insanlar azizlere dönüşmüyor. Yüzyıllardır ezilmiş, korkutulmuş, sefalet ve cehalet içinde tutulmuş, vahşileştirilmiş olarak yaşamış olan emekçi sınıflar devrimi, hatalar da yapmadan gerçekleştiremezler. Ve benim daha önce de söylediğim gibi, burjuva toplumunun cesedi ve tabut içinde çivilenip mezara gömülüp bitmez. Hâl edilmiş kapitalizmin cesedi bizim içimizde, ortamızda çürümeye başlar, havayı zehirler, varlığımızı zehirler ve yeni olanı, taze, genç, canlı olanı eskinin, çürümüşlüğün ve ölümün binlerce bağıyla bağlayıp boğmaya çalışır,” diyen V. İ. Lenin’in cüretiyle baş kaldırılması gerekiyor.

İnsan(lık) tarihi zulme karşı isyanların-başkaldırıların, ateşlerin mirasıyla doludur. İsyan ateşi hiç sönmeden süregelen bir mirastır.

Söz konusu ateş, Cegerxwîn’in, “Ev dema serbestî ye/ Bindestî êdî nema” “Bu özgürlük çağıdır/ Boyunduruk yok artık” dizelerindeki ezilenlerin, mazlumların yüreklerindeki birikmiş hardır…

Fransızca’sıyla, “Apres moi, le deluge”; İngilizce’siyle, “After me the deluge”; Almanca’sıyla, “Nach mir die Sintflut” İsveççe’siyle, “Efter mig syndafloden”; İtalyanca’sıyla, “Dopo di me il diluvio”; Portekizce’siyle, “Depois do diluvio”; İspanyolca’sıyla, “Despues de mi el diluvio” yani “Benden sonra tufan” diyen sürdürülemez kapitalizm karşısında Benedictus de Spinoza’nın, “barış, sadece savaşın olmaması demek değildir. Barış bir yaşam biçimidir…”

Albert Einstein’ın, “İnsanlar savaşa savaş açmadıkları sürece hiçbir şey savaşı ortadan kaldıramaz…”

Bertolt Brecht’in, “Barışsa bir armağan gibi verilmez/ insana:/ savaşa karşı/ barış için/ katillerin önüne dikilmek gerek,/ ‘hayır yaşayacağız!’ demek./ indirin yumruğunuzu suratlarına!/ böylece mümkün olacak savaşı önlemek…” diye tarif ettikleri gerçek ve gereklilik asla göz ardı edilmemelidir.

Çünkü, hiç ama hiç unutulmaması gerektiği üzere, “Komutana karşı haklı bir tepki gösteren asker, amire karşı haklı bir tepki gösteren memur, kocasına karşı haklı bir tepki gösteren kadın; bunların hepsi iki kat cezaya çarptırılmaz mı? Zayıflar için haklı olmak bir suçtur!” der Amin Maalouf…

Öyleyse şimdi; “İsyan için ille de çoğunluk olmak gerekmez, birkaç kararlı önder ve haklı bir dava yeterlidir,” diyen Henry Louis Mencken’in sözlerini hatırlayın!

Unutulmasın: Mitolojik ya da tarihi kahramanlara baktığımızda; Prometheus’tan Spartaküs’e, Şeyh Bedreddin’den Lenin’e, Che Guevara’ya kadar bu önder karakterlerin gerek kendi kahramanlıkları gerekse halkları harekete geçirmekte göstermiş oldukları gayret ve üstünlükleri devrim tarihinin asıl belirleyen unsurları olmalarına yetmiştir. Öyle ki bu kahramanlar, yaşamları, gelenekleri nesilden nesile aktarılmış ve yol göstermiştir Edip Cansever’in dizelerindeki şu özlemle:

“Gül kokuyorsun, amansız kokuyorsun/ bu koku dünyayı tutacak nerdeyse/ gül, gül! Diye bağıracak çocuklar bütün/ herkes, hep bir ağızdan: gül!/ ve her şeyin üstüne bir gül işlenecek/ saçların, alınların, göğüslerin üstüne/ yüreklerin üstüne/ bembeyaz kemiklerin/ mezarsız ölülerin üstüne/ kurumuş gözyaşlarının/ titreyen kirpiklerin üstüne/ kenetlenmiş çenelerin/ ağarmış dudakların/ unutulmuş çığlıkların üstüne/ kederlerin, yasların, sevinçlerin üstüne/ ve her şeyin üstüne bir gül işlenecek…”

 

1 Nisan 2014 11:02:10, Ankara.

 

N O T L A R

[1] 5 Nisan 2014’de Mersin’de, 6 Nisan 2014’de Adana’da DHF’nin düzenlediği “Milyonların Korosuyla Haykıracağız Türkülerimizi” etkinliklerinde yapılan konuşma… Kaldıraç Dergisi, No:155, Mayıs 2014…

[2] Oscar Wilde.

[3] “Günümüzü açıklayamayan XVIII. yüzyıldan kalma kavramlarla olan biteni değerlendirmeye çalışan, ‘soğuk savaş’tan kalma söylemlerle kendisini ‘sol’ diye tanımlayan bazı çevrelerin ısrarla ‘ülkücü’ tanımlaması ile karşı çıktıkları Mansur Yavaş’ı çeşitli defalar izledim, konuşmalarını dinledim. Fikrim o ki, CHP’nin -ya da belki de diğer partilerin- tüm adayları içinde, Belediyecilik anlamında da en iyi adayı Mansur Yavaş’tı. Kim ne derse desin, eğer Ankara’da oy kullanıyor olsa idim, hele de karşısında Ankara’yı tam bir ‘çiftlik’ gibi yöneten Melih Gökçek gibi biri varsa, tereddütsüz oyumu Mansur Yavaş’a verirdim.” (Yalçın Ergündoğan, 1 Nisan 2014… https://www.facebook.com/photo.php?fbid=10152285695168279&set=a.10150168928153279.317864.681398278&type=1&theater )

“HDP Danışma Kurulu Üyesi Zeynep Gambetti, ‘Peki, kabul, bıçak kemiğe dayandı: HDP Genel Merkez, İstanbul seçimlerinden çekilsin, oyların CHP’ye gitmesi çağrısında bulunsun!’ diye tweet atıp İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Sırrı Süreyya Önder’i de etiketledi.” (Mustafa Küçük, “HDP’li Gambetti’den CHP Çağrısı”, Hürriyet, 21 Mart 2014… http://www.hurriyet.com.tr/gundem/26054835.asp)

“Hasan Cemal, bugün yayımlanan oy tercihini açıkladığı yazısı ile ilgili olarak da, ‘İlk defa adını koyarak oyumu kime vereceğini açıkladım. CHP’ye oy vereceğim. Bu benim CHP’li olduğumu göstermez, benim CHP’yi çok beğendiğimi göstermez,’ dedi. (“Hasan Cemal: CHP’ye oy vereceğim, bu benim CHP’li olduğumu göstermez”, 24 Mart 2014… http://t24.com.tr/haber/hasan-cemal-bu-gece-youtube-ve-facebookun-kapatilacagi-soylentileri-var/254263)

[4] Veriler ve daha geniş bilgi için: Journal For A Progressive Economy, Mart 2014… http:// www.progressiveeconomy.eu/

[5] Kaynak: Michael Robert Blog, “Is Inequality the Cause of Crises?”: http:// thenextrecession.wordpress.com/

[6] Pelin Ünker, “Kanla Besleniyorlar”, Cumhuriyet, 13 Ağustos 2013, s.11.

[7] Murat Kuseyri, “Savaş da Özelleştiriliyor”, Evrensel, 12 Nisan 2013, s.11.

[8] “2013’ün Aralık ayında, mali piyasa analistlerinin bloklarında, ABD borsasının 1929’daki ani çöküşünü, günümüzdeki borsa grafiğiyle karşılaştıran ilginç bir grafik dolaşıyor, yeni bir borsa balonu oluştuğundan söz ediliyordu. 2014 yılında 26 Ocak’tan 12 Mart’a yana dünyanın çeşitli yerlerinde toplam 10 üst düzey bankacı şüpheli koşullar altında öldü. (Ergin Yıldızoğlu, “Yine Bir Şey mi Olacak?”, Cumhuriyet, 12 Mart 2014, s.4.)

[9] Ergin Yıldızoğlu, “Piyasalarda Ocak Sıkıntısı…”, Cumhuriyet, 3 Şubat 2014, s.11.

[10] Ergin Yıldızoğlu, “Dünya Ekonomisinde Yeni Dönem”, Cumhuriyet, 16 Eylül 2013, s.8.

[11] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Uzun Durgunluk’ ve ‘Küreselleş-me’…”, Cumhuriyet, 14 Ekim 2013, s.13.

[12] Ergin Yıldızoğlu, “Korku Piyasalara Geri Döndü…”, Cumhuriyet, 4 Mart 2013, s.11.

[13] “AB Maastrich’ten Sınıfta Kaldı”, Yeni Şafak, 27 Ekim 2012, s.7.

[14] “Portekizliler 2014’te de Kemer Sıkacak”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2013, s.10.

[15] “30 Bin Memur İşten Çıkarılacak”, Cumhuriyet, 21 Kasım 2012, s.10.

[16] “Komşuda Kıyım”, Cumhuriyet, 19 Temmuz 2013, s.10.

[17] “Avrupa’da Kriz Derinleşiyor”, Cumhuriyet, 8 Ocak 2013, s.11.

[18] Uğur Gürses, “Fransa’da Sosyal Devlet Kalkanı Tehlikede”, Radikal, 17 Aralık 2012, s.20.

[19] “Kriz Yoksulları Yerinden Yurdundan Ediyor”, Gündem, 19 Mayıs 2012, s.4.

[20] “Fakirlikten Kaçtılar!”, Haber Türk, 15 Ekim 2012.

[21] “3000 Bankacı İşsiz Kalacak”, Cumhuriyet, 26 Ekim 2013, s.11.

[22] “Credit Suisse ve UBS 7 Bin Kişi Çıkaracak”, Hürriyet, 22 Ekim 2012.

[23] “Volvo 2 Bin Kişiyi Çıkaracak”, Cumhuriyet, 26 Ekim 2013, s.11.

[24] “İşsizlik Çığ Gibi Büyüyor”, Cumhuriyet, 1 Mayıs 2013, s.10.

[25] “İtalya’da İşsizlikte Yeni Rekor”, ntvmsnbc, 31 Ekim 2013… http://www.ntvmsnbc.com/id/25476131/

[26] “İşsiz Adam Kendini Yaktı!”, Milliyet, 29 Aralık 2013… http://dunya.milliyet.com.tr/kendini-yakti-/dunya/detay/1814765/default.htm?ref=yahoo

[27] Reha Erus, “Avrupa Darda”, Hürriyet, 22 Aralık 2013, s.7.

[28] “Kaygı, Sınırları Aştı”, Cumhuriyet, 16 Ekim 2013, s.11.

[29] “İşsizlik Korkusu Hasta Ediyor”, Cumhuriyet, 17 Ekim 2013, s.10

[30] “Japon Yalnız ve Mutsuz”, Cumhuriyet, 16 Ekim 2013, s.11.

[31] “Yunanistan’da Kriz Hapishaneleri Vurdu”, Radikal, 31 Aralık 2013, s.29.

[32] “Krizi Gördü, Koşarak Hapse Geri Döndü”, Akşam, 23 Ağustos 2013, s.5.

[33] “160 Bin Avro’ya İspanya’da Oturma İzni!”, Vatan, 20 Kasım 2012, s.8.

[34] Gila Benmayor, “İspanya’da Her Şey Satılık”, Hürriyet, 27 Aralık 2013, s.15.

[35] Yorgo Kırbaki, “Ev Alana Oturma İzni”, Hürriyet, 22 Kasım 2012, s.13.

[36] “Kriz Sanatı da Vurdu”, Hürriyet, 22 Kasım 2012, s.13.

[37] New York Review of Boks, 26 Mart 2014.

[38] Dmitriy Babiç, “Kosova Seçimleri: Bölünmeye Giden Yol”, Rus resmi haber ajansı RİA Novosti, 16 Kasım 2009.

[39] Paddy Ashdown-Richard Holbrooke, “Bosna Yeni Bir Felaketin Eşiğinde”, The Guardian, 22 Ekim 2008.

[40] Bosna, yoksulluk ve yolsuzluğa başkaldırdı… Boşnak, Sırp veya Hırvat bütün Bosnalılar 2014’ün Şubat başından beri eylemde. Kundaklanan binaların üzerine “Bizi açlık birleştiriyor, etnik farklılık ayıramaz!”, “Kahrolsun milliyetçilik!” sloganları yazılıyordu. (Kıvanç Eliaçık, “Bosnalıları Açlık Birleştiriyor”, Radikal İki, 23 Şubat 2014, s.9.)

Bitme ya da devam etme eğilimi gösterse de protestoların ülkenin geleceği üzerinde kalıcı etkiler bırakacağı aşikâr. Bosna’da 4 Şubat’ta başlayan protestolar, 1995 yılında sona eren savaştan bu yana görülen en şiddetli eylemler. Kısa sürede ülke geneline yayılan gösteriler şimdiden “Bosna Baharı” adını almış durumda, buna karşılık esasında Bosna siyasi ve ekonomik anlamda kara bir kışın ortasında bulunuyor. (Hamdi Fırat Büyük, “Bosna’da ‘Bahar’ Hasreti”, Radikal, 18 Şubat 2014, s.17.)

[41] Tom Malinowski, “Kırgızların Öfkesi Kimseyi Şaşırtmadı”, Foreign Policy, 9 Nisan 2010.

[42] Ergin Yıldızoğlu, “Ukrayna’da Filler Tepişiyor”, Cumhuriyet, 24 Şubat 2014, s.10.

[43] Fabrizio Tassinari, “AB Kiev’i Göz Göre Göre Kaybetti”, Open Democracy, 3 Şubat 2010.

[44] “Ukrayna’nın Geleceği Rusya’da Değil, AB Üyeliğinde”, Financial Times, 24 Şubat 2010.

[45] Ceyda Karan, “Rusya’ya ‘Turuncu Devrim’ İşlemiyor”, Taraf, 9 Mart 2014, s.12.

[46] “Batı, Ukrayna İçin Ne Kadar Bedel Ödeyebilir?”, Evrensel, 8 Mart 2014, s. 11.

[47] Ergin Yıldızoğlu, “Bir Semptom Olarak Ukrayna”, Cumhuriyet, 5 Mart 2014, s.4.

[48] Ergin Yıldızoğlu, “İsyanlar Boşuna Değil: Uygarlık Tehlikede”, Cumhuriyet, 19 Mart 2014, s.12.

[49] Ergin Yıldızoğlu, “Kitleler ve Diktatörler”, Cumhuriyet, 26 Mart 2014, s.4.