Tahir Demirtaş yazdı | Sessizliğin Çığlığı; Cemile’yi Hatırlamak

“Geride akşamın küllenen ateşi
Ve susturulmuş çocuk sesleri kaldı”

Kürdistan, sessizliğin egemenliği içerisinde işgal ediliyordu. Postalarıyla gelmişlerdi ölüm mangaları kuşatılmıştı kentler. Kurşun sıkılıyordu her bir şeye, yağmalanıyordu hayata dair bütün imgeler. Umutlar, sevinçler, hayaller talan ediliyordu. Viraneye çevrilmişti evler, harabeye dönüşüyordu kentler. Kasvetli zamanlardı, sessizliğin çığlığı taş duvarlarla örülü kentlerin üstünde yankılanıyordu. Eylüldü aylardan, şairler bu Eylül’e tanıklık etselerdi mısralarından söküp atarlardı.

Karanlığın gölgesinde pusuya yatmışlardı. Kuşatmanın ayak sesleri duyulurken, siluetleri yansıyordu toprağa ölüm mangalarının. Bu kaçıncı seferdi bilinmez ama yeniden çevreleniyordu kerpiç evler. Dürbünler elden düşmüyor zırhlı araçlar konumlanıyordu yol başlarına ve tepelerin zirvelerine. Çocuklar düşleriyle yaşama dokunurlarken, sokaklar yıldızlara ulaşmaya çalışan çocukların kahkahalarına kulak kabartmayı özlemişti. Zırhlı araçlar ışıklarını açıp, mehter marşlarıyla sokaklara girmeye başlamıştı. Umutlu düşler, kabusa döndü yıldızlar ise göç etti. Böyle başladı her şey, zamana ve hayata ilk kurşun sıkılarak…

Sancıyla ilerliyordu zaman. Yaşam artık bodrum katlarına, yaralanmış evlerin içerisinde sıkıştırılmıştı. Yara bere ve kan revan içerisinde kalıyordu insanlık. Boğuluyordu, vuruluyordu. Ateşlerin külleriyle yanıyordu düşler, sonra kirpiklere sıçrıyordu alevler. Sokağa çıkmak, güneşi görmek, gökyüzünün enginliğine dalmak yasaktı. Yasaktı sevdaya ve aşka dair hayaller. Ağıtlar ve sloganlar iç içe geçmiş, hakikate hürmeti haykırıyorlardı. Bırakmayacaklardı öykülerini, hatıralarını, hüzünleri, sevinçlerini, kimliklerini ve dillerini geride; sırt dönmeyeceklerdi gerçeğe ve umuda. Uçaklar ve zırhlı araçlarla vurulurken bir kent, talan edilirken bellekler, yıkıntılar arasında çatlamış dudaklardan erdemin mısraları dökülmeye devam ediyordu.

Aylardan Eylüldü. Zaman asılı kalmıştı, tükenmişti soluğu. Sokağa çıkmıştı bir çocuk, gökyüzünü sarmalamaya çalışıyordu. Arkadaşlarıyla göz göze geldi, gülemiyordu. Uykusuz ve yorgundu. Ağıtlar ve barut kokusu sinmişti üzerine. Taşımakta güçlük çektiği belliydi. Tebessümü yüz hatlarından sıyrılıp gitmişti. Gözlerine ilişen kanla, kirpiklerindeki yaşla gökyüzünü seyretmeye koyuldu. Gözleri koştuğu caddeye ilişti, sokaklara baktı boydan boya, arkadaşlarına kilitlendi gözleri ve derin sessizlik çöktü kentin üzerine. Bir haykırış yankılandı ıssız sokaklardan. Oynadığı yere düştü Cemile, kardeşinin yakınlaştığını, gökyüzünün uzaklaştığını gördü.

Ağıtlar, feryatlar dağlardan duyuldu. Annesi sarmaladı bedenini Cemile’nin. Aynı acıyı tekrardan yaşamanın sancısıyla doldu gözleri. Zaman durmuştu artık. Boğuk hıçkırıklar eşliğinde sarmaladı kızını. Ellerini, saçlarını, yüzünü öptü. Kucaklayarak evin içerisine getirdi. Duvarlara haykırdı acısını, ışığını yitirmiş lambalarla paylaştı kederini. Cemileyle uyudu o gün. Sonra kına sürdü Cemile’nin ellerine ve saçlarına. Çünkü kınayı severdi Cemile. Yıkadı Cemile’yi sarıp sarmaladı. İki büklüm yapıp koydular temiz bir torbaya Cemileyi. Buzdolabının kapısını araladı amcası, üşür mü kaygısını taşıyan annesi titreyen elleriyle Cemileyi yerleştirdi dolaba. Yavaşça kapanırken kapı, yaşamın anahtarı da kayboldu. Günlerce yürek ritmini kaybetmiş bir bedenle kaldılar yan yana. Eylüldü aylardan, şairler bu Eylül’e tanıklık etselerdi mısralarından söküp atarlardı.

Kuşların ahenkli kanat çırpışından geriye kalan, gözlerinden toprağa dökülen yaş oldu. Dağlar iki büklüm olmuş, yapraklar dökülmeden zemheriyi yaşıyordu. Asırlık meşe ağaçları, gökyüzüne bakamıyor kökleri toprağa tutunmayı bırakmıştı. Karıncalar artık bedenlerini taşıyamaz hale gelmiş, evlerini terk etmeye koyulmuşlardı. Kasvetli bir zaman aralığıydı, büyük haykırışlar içerisinde yankı bulan bir sessizlik vardı. Sessizliğin yankısı ovalarda dalgalanıyordu. Eylüldü aylardan, yapraklar çoktan rengini yitirmişti.