Toplumsal Hareketler Denkleminde Marksizm ve Post-Marksizm Arasındaki Kalın Çizgiler!

Gorbaçov’un Perestroika ve Glastnost politikalarıyla birlikte, marksist çevrelerdeki ideolojik kriz daha da derinleşti. Sınıf ve sosyalizm perspektifi giderek muğlaklaşmaya başladı. Tamda böylesi koşullarda, değişik tonlarda marksizm reddiyeleri çoğalmaya başladı. Post-Marksizm’de bu bulanık ortamda yeşermeye başladı. Berlin Duvarının yıkılışıyla birlikte Neo-liberalizm zaferini ilan ederken, Post-Marksizm’de bu zafere eşlik ediyor ve ideolojik cepheden, Marksizm’i liberalleştirerek katkı sunuyordu

Hiç bir düşünce birden var olmaz ve ortaya çıkmaz. Her düşünce, maddi bir zemin ve kendisine referans aldığı öncüllerine yaslanarak oluşur. Sınıflar mücadelesinin seyri de düşünce akımlarının oluşumunda ve gelişmesinde önemli bir faktördür. Nasıl ki, 1905 devriminin yenilgisi sonrasında umutsuzluğa kapılan V.Bazarov, A.Bogdanov, A.V.Lunaçarski gibileri Marksist felsefeyi reddederek savruldukları gibi, tarihin her aşamasında yeni yeni retçilerin ortaya çıkması, çokta şaşırtıcı değil. Ernesto Locklau ve Chantal Mouffe’nin 1987’de yayınladıkları Hegemonya Ve Sosyalist Strateji adlı kitaplarıyla fitilini ateşledikleri Post-Marksizm akımı da, yeni taraftarlar edinerek gelişti ve kendisini Marksist addeden çevrelerde azımsanmayacak çapta ideolojik krizlere ve savrulmalara neden oldu, olmaya da devam ediyor. Hangi argümanlarıyla, daha isabetli bir ifadeyle hangi reddiyeleriyle bu kriz ve savrulmalara neden olduklarına girmeden önce, bu reddiyenin hangi konjonktüreler süreçte ortaya çıktığına ve tarihsel köklerine dair kısaca da olsa, değinmekte fayda var.

Tarihsel Arka Plan Ve İdeolojik Kökleri

  1. Emperyalist paylaşım savaşından sonra gelişerek Avrupa’nın göbeğinde sosyalizmin iktidarlaşmasından korkmaya başlayan emperyalistlerin sınıf mücadelelerinin ve sosyalizmin önünü kesmek için, sosyal devlet, refah devleti politikalarını devreye soktular. Bu, emperyalist sermaye için yeni bir birikim süreci olurken, ekonomik ve sosyal hakların genişletilmesiyle de sınıf çelişkilerini örten ve gerileten bir işlev gördü. Sönümlenmeye yüz tutan sınıf hareketlerinin yarattığı boşlukta çevre, barış, feminizm, nükleer savaş karşıtlığı gibi muhalefet hareketlerin boy vermeye başlaması, sınıf eksenli politikaları öteleyip, tartışılır hale getirdi.

Bu kriz daha aşılamamışken, 1974 krizi patlak verdi. Bu krizin yarattığı sonuçları gidermek ve yaratacağı yıkımları önlemek için emperyalistlerin bulduğu neo-liberal politikanın 70’ler sonrası devreye sokulması ve ardından gelen Gorbaçov’un Perestroika ve Glastnost politikalarıyla birlikte, Marksist çevrelerdeki ideolojik kriz daha da derinleşti. Sınıf ve sosyalizm perspektifi giderek muğlaklaşmaya başladı. Tamda böylesi koşullarda, değişik tonlarda Marksizm reddiyeleri çoğalmaya başladı. Post-Marksizm’de bu bulanık ortamda yeşermeye başladı. Berlin Duvarının yıkılışıyla birlikte neo-liberalizm zaferini ilan ederken, Post-Marksizm’de bu zafere eşlik ediyor ve ideolojik cepheden, Marksizm’i liberalleştirerek katkı sunuyordu.

Sınıf ve emekçi halkların, devrimci mücadelesinin geri çekildiği, emperyalist sermayenin hem ideolojik ve hem de ekonomik olarak elde ettiği bu göreli üstünlük koşullarında gelişen Post-Marksizm, ideolojik referanslarını, yine kendileri gibi devrimin geri çekildiği tarihsel uğraklarda umutsuzluğa ve inançsızlığa kapılanlarda buldu. Kautsky’deki, kapitalist sermayenin giderek merkezileşmesiyle zorunlu olarak sosyalizme varılacağına ilişkin, devrimi, devrimci sınıf mücadelesini ve sınıf iktidarını reddeden evrimci bakıştan ve 2. Enternasyonal’den başlayarak, 2. Paylaşım savaşında Stalin ve 3.Enternasyonel tarafından işgal altındaki ülkelerin KP’lerine önerilen, işgale karşı herkesle birleşme ve iktidarın paylaşılması olan Vatan Cephesi politikasındaki yanlışlık ve eksikleri, Kruşçev’in ‘’barış içinde bir arada yaşama’’, ‘’halkın devleti’’, ‘’ileri demokrasi’’ ve ‘’yenilenmiş demokrasi’’ teorisi ve pratiğini, Althusser ve Gramsci’nin de kimi yanlış anlayışlarını ve kimi doğrularını da çarpıtarak kendilerine ideolojik dayanak aldılar.

Sınıfların reddiyesi ve varlık ve bilgi ilişkisi

“Marksist kategorilerin günümüzde ne ölçüde geçerli olduklarını ciddiyetle tartışmak, ancak bir evrensel sınıfın ontolojik olarak ayrıcalıklı konumuna dayanan her türlü epistemolojik imtiyazdan vazgeçtiğimiz taktirde olanaklı olacaktır’’ E. Laclau, C. Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, s. 10.
Marksist felsefe ve belirlenimlerini reddettiklerini baştan vurgulayarak işe koyuluyorlar. İlk hedefleri de doğal olarak sınıfların varlığı gerçeği ve bu gerçeği ifade eden kavramlar oluyor.

“Evrensel sınıf ve öznelerin içinden konuştukları epistemolojik yuva bütünüyle ortadan kalkmıştır. Onun yerine her biri kendi indirgenmez söylemsel kimliğini kuran seslerin polifonisi (her kafadan bir sesin çıkması) almıştır.’’ belirlemeleriyle, ilk cümlelerinde sınıflar gerçeğini reddediyorlar, ikinci cümlelerinde de ise, hangi toplumsal kategori içinde yer aldıklarının belirlenmesini bireylerin tercihlerine bırakıyorlar. Ve bütün anlayışlarını bu iki temel bakış üzerinden inşa ediyorlar.

Burada birincisi; sınıfların varlığı ve yokluğu bireylerin veya düşünürlerin hayallerinin bir ürünü ve sınıfsal kategorilerin belirlenmesini düşünsel soyut ve keyfi bir belirlenim olarak görüyorlar. İleride tarih felsefesinde de göreceğimiz gibi, varlık ve bilginin yerini değiştirerek idealizmi savunuyorlar.

İkincisi; Sınıfların varlığı gerçeği her hangi bir düşünürün veya insan beyninin ürünü değildir. Sınıflar, üretim araçlarıyla aralarındaki ilişkide ortaya çıkar. Yani üretim araçlarına sahip olanlar ve olmayanlara göre her hangi bir zihinsel kategorileştirmeye gerek kalmadan fiili olarak var olurlar. Bireylerden veya düşünürlerin zihinsel faaliyetlerinden bağımsız olarak ortaya çıkmışlardır ve tarihsel olarak üretim tarzına bağlı olarak değişim gösterirler. Bireyler, kendi dışındaki bu nesnel gerçeği kavramlaştırarak bilgiye ve bilince dönüştürürler. Bunun haricinde birey, hangi sınıfa veya toplumsal tabakaya ait olduğuna dair istediği gibi söylemsel kimlik kurabilir. Ama bu söylemsel kimlik, var olan gerçekliği değil, olsa olsa içinde taşıdığı arzularının ifadesi olur.

Üçüncüsü; söylemsel kimliğini kuran bireyleri esas aldıkları için geçmiş ve geleceği de kimliğini kuran seslerin polifonisi üzerinden ele alıyorlar. Bu görüşleriyle, kapitalizmin bireyi ve bireyciliği esas alan hedefiyle ortaklaşıyorlar. Dolayısıyla kapitalist sistemin parçası ve ideologlarına dönüşüyorlar.

Reddettikleri sınıf gerçeğinin yerine, toplumsal kategori olarak kendi “söylemsel kimliklerini kuran, her hangi bir sınıfa aidiyet taşımayan bağımsız bireylerden oluşan’’, sınıflar gerçeğinden azade insanlar topluluğu, kendi söylemleriyle toplum. Bu nedenle Epistemolojik yuvadaki kavramları da atarak kendi ideolojik kavramlarını kurarlar. Bir toplum vardır ve bu toplum gelirlerine göre zenginler ve ezilenlerden oluşmuştur.

İktidar, Toplum ve Birey

Engels’in “Ailenin, Özel mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı çalışmasında “Devlet, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olmaları olgusunun ürünü ve belirtisidir. Nerede sınıflar arasındaki çelişmelerin uzlaşması nesnel olarak olanaklı değilse, orada devlet ortaya çıkar. Ve tersine; devletin varlığı da, sınıf çelişkilerinin uzlaşmaz olduğunu tanıtlar.”
Bu ne demektir: Bu, devletin, bir “hakem” ya da “uzlaşma organı” değil ama, sınıflararası uzlaşma olanaklı olsaydı ortaya bile çıkamayacak, hele ayakta hiç kalamayacak olan devletin “bir sınıf egemenliği organı, bir sınıfın bir başka sınıf (karşıtı) üzerindeki baskı organı” olması demektir.
Post Marksistler devlet/iktidar varlığı, ekonomiden bağımsız, alt-yapı, üst yapıya simetrisine bağlı görmez. Devleti elinde tutan temel bir sınıfın varlığını reddeder. Onlara göre hegemonya kavramı ekonomiye ait değildir.

Post-Marksistlere göre ise; “her hangi bir iktidar kendini empoze edebilmişse bunun nedeni bazı kesimler tarafından meşru bulunmasıdır’’ Bu devlet anlayışından da görüleceği üzere, devleti sınıfsal özünden ve kimliğinden soyutlayıp genelleştirmektedirler. Sınıflardan bağımsız, ne olduğu belli olmayan bazı kesimlerin kabulüyle meşruluk kazanan bir iktidar anlayışı, aslında mevcut burjuva gerici ve faşist diktatörlükleri meşru görmenin dolaylı kabulüdür.

Egemen sınıf dışındaki diğer sınıf ve katmanları da, esas olarak ta “söylemsel kimlik oluşturan’’ bireyleri eklemleyerek, iktidarları ortaklaştırıyorlar. Sonuçta onlara göre toplum, bilinçleriyle bir birine eklemlenen bireylerden oluşmaktadır. Bu eklemlenme hali, her ne kadar bağrında belirli çatışmalı uzlaşmazlıkları taşıyor olsa da, bu antagonizmalar iktidarlaşmanın ve mevcut sermaye iktidarları içinde bir arada bulunmalarına engel teşkil etmemektedir.

Ve burada şu sorular kaçınılmaz oluyor; madem sınıflardan bağımsız ve bir birine eklemlenen bazı kesimler tarafından meşru bulunan ve ortak bir konsensüsle oluşan bir zor aygıtı, baskı aracı olan bir devlete neden ihtiyaç duyulur? Ya da, toplumsal konsensüsle oluşan devlet, neden zor ve baskı aygıtını kime karşı kullanmak üzere tekeline almıştır Bu devletin görevi nedir? Laclau ve Mouffe ikilisine göre; ’’toplumsal failler arasındaki farklılıklara dayanan eşitsiz bir ilişki, antagonist olmadığı gibi, bütün antagonizmaların ortadan kaldırılmasının da ideal koşullarını ortaya çıkarmaktadır.’’

Bu post- Marksist bayların yukarıdaki sözlerine göre, burjuvaziyle proletarya, ezenle ezilen, sömüren ve sömürülen, mülksüzleştirenle mülksüzleşen, ulusal ve inançsal baskılara, katliamlara maruz kalanla, baskı ve katliamı gerçekleştirenler arasındaki ilişki antagonist değil, uzlaşır çelişki olduğunu, bu nedenle çatışmaya gerek olmadığını tembih eyliyorlar. Her şey bir yana, bütün Marksist önermeler bir anlıkta olsa bir kenara bırakıldığında, gaspçıyla emeği, ulusal, inançsal, cinsel hakları gasp edilenlerle arasında fiiliyatta bir uzlaşmazlık vardır.

Üstelik burada gaspçının zoru ve zor araçları devreye sokulmuştur. Zorun devreye girdiği yerde, bu zor ister ekonomik zor olsun, isterse diğer çıplak zor aygıtları ve araçları fark etmez, her hangi bir uzlaşmanın koşulu yoktur, olamazda. Bu nesnel gerçeklik, ne bireylerin ne sınıfların ve nede belirli, onların kavramıyla söylersek, toplumların iradelerine bağlı veya öznel niyetlerine bağlı değil. Bunların zihinsel faaliyetlerinin bir ürünü değil. Her şeyden bağımsız gaspçının, katilin amaçlarına bağlı olarak gerçekleştirdiği somut bir eylemdir.

Katliamcıyla katledilenin arasındaki antagonist çelişkinin uzlaşır farklılık olduğu saçmalığı, Post-Marksistlerin ideolojik olarak nerede ve hangi sınıfların safında olduklarını gösteren bir örnek olarak hafızamızın bir köşesinde kalsın şimdilik. Aslında öğütledikleri şudur; egemen olana tabii olunmalıdır. Egemenin isteklerine tabii olunduğunda egemenle tabii olanlar arasında her hangi bir uzlaşmaz çelişki kalmaz ve bu tutumla var olan diğer çelişkilerin ortadan kaldırılmasının ideal koşulları da ortaya çıkar.

Görüldüğü üzere bu, egemen olana boyun eğ, ses çıkarma demekten başka bir şey değil. Boyun eğmez de itiraz edersen, o zaman çatışma başlar anlayışlarını; “eğer kadınları özneler olarak kuran söylemler olarak safça ve basitçe tabii bir konumda sabitleştirseydi kadınların tabii olmalarına karşı bir mücadele hareketi olarak feminizm hareketi ortaya çıkmazdı’’ örneğiyle somutluyorlar.

Burada iki sorun var. Birincisi, feminist hareketi kadınları verili iktidara ve erkek egemen ilişkisine tabii kılmadıkları için kızıyorlar; ikicisi ise, kadın mücadele hareketinin ortaya çıkış sebebinin cinsiyetçi baskı ve zordan dolayı değil, feminist söylemden dolayı ortaya çıktığıdır. Neden sonuç ilişkisini tersten kuran bu yaklaşım, idealizmle kurdukları yakın akrabalık ilişkisine güzel bir örnek teşkil etmektedir.

Laclau ve Mouffe’ye göre, tarih bir sınıflar mücadelesi tarihi değil. Çünkü tarihi yapan söylemsel kimliklerini kuran aydınlanmış öznelerin bir birlerine eklemlenmesiyle gelişen bir süreçtir ve bu süreç bu öznelerin önce bilincinde oluşur, sonra bunları harekete geçirir ve tarih oluşur. Hegel’in tarih mantığının bir başka versiyonuyla karşı karşıyayız. Verili koşulların, sınıfların varlığı antagonistiğinin zorunlu sonucu olan çatışma ve mücadele yoktur. Nesnel gerçekliğin inkarı üzerine kurulu bir tarih anlayışına sahipler. Tarihi bireyler yapar ama, tarih yapma bilgisine vararak yaparlar.. Önce bilgi sonra hareket. Neden- sonuç ilişkisi yine tersten kurularak, Hegel’inde gerisine demir atmakta epeyce hünerli olduklarını gösteriyorlar.

Post-Marksistlerin ideolojik tutarsızlıklarının en somut örneği, iktidar meselesidir. Bu nedenle net cevap vermek yerine, kimi muğlak ifadelerle geçiştirirler. Şöyle diyorlar; ‘”egemenliğin ortaya çıktığı alan bir merkezi özü olan, kapalı ve dikişli bir bütünselliği içermemektedir.’’ , “toplumsalın tamamlanmamış ve açık karakteri gelişmemiş’’. Mevcut egemenlik ilişkilerini, daha doğrusu mevcut her türden gerici iktidarlarını böyle tanımlıyorlar ve itiraz ediyorlar. Bu olmamalı diyorlar. Nasıl olmalı sorusuna cevapsa; “egemenlik boyutu ancak toplumsalın açık, dikişsiz karakteri gelişirken yükselir’’. Kimlerle ? “politikanın öznesi hegemonik eklemlenme pratiği içerisinde konjonktürel olarak bir araya gelen özne konumlarıdır. Bu özne konumları tekil sınıf çıkarlarına karşılık gelmeyen değişik toplumsal grupları içermektedir.’’ Hangi yolla? Elbette ki, sivil itaatsizliklerle.. Nereye ? Radikal demokrasiye..

Nihayet Kurtuluş Reçetesi Radikal Demokrasi

Sınıf gerçekliğinin reddi ve sınıfın yerine ikame edilen birey ve bu bireylerin tüm farklılıkalarına karşın birbirlerine eklemlenmesiyle meydana gelen toplum ve bunların hegemonyanın birer öznesi olması anlayışı, doğası gereği, çözüm önerilerini de bunu tamamlayacak bir mantık silsilesi içerisinde oluşturacaktır. Antagonist farklılıklara rağmen ileri bir demokrasi, çoğulcu bir demokrasi şemsiyesi altında eklemlenerek biraraya gelecek olanlar, antagonist farklılıkları aşmanın ideal koşullarını yaratmış olacaklar. Bu da doğrudan temsille, çoğulculuk ilkesi gereği tüm farklılıkların hakların tanınmasını sağlayacak olan radikal demokrasiyle gerçekleşecektir. Radikal demokrasiyi inşa için devrimci güçlere yaptıkları somut öneri ‘’Solun liberal demokratik ideolojiyi reddetmek yerine, onu radikal ve çoğul bir demokrasi doğrultusunda derinleştirmesi ve geliştirmesi’’dir.

Bu mümkün mü?

Mülkiyeti, üretim araçlarını elinde tutan ve bunlarla toplumsal emeği gasp eden egemen sermaye sınıfı var oldukça ve bunlar devlet denilen zor ve baskı aracını ellerinde bulundurdukça, demokrasi ve Post-Marksistlerin perspektifindeki radikal demokrasi, bir hayal olmanın ötesinde başka bir şey değildir. Ki, hangi formasyonda olursa olsun, hangi sınıfın egemenliğinde bir yönetim tarzı olursa olsun demokrasinin kendisi özü itibariyle sınıflar gerçeğinin bir ürünüdür ve sınıfsal bir karakter taşır. Sınıf kavramını atıp, yerine hangi kavram ikame edilirse edilsin nesnenin özü değişmez.

Post-kapitalizmin ideolojik mimarlarının radikal demokrasisiyle hegemonya aygıtı içerisinde heterojen bir şekilde yer alan antagonizmanın kutupları, antagonizmayı tolere etmez, aksine antagonist çelişkilerin birikmesine ve çatışmanın kaçınılmazlığını koşullar. Hiç bir hegemonik ilişki, uzlaşmaz çelişki yaşadığı toplumsal kategoriyi hegemonyasına ortak etmez. Varlık nedeninin ve egemenlik tekelinin inkarı olur.

“Liberal demokratik ideolojiyi sahiplenme’’ önerisi, kendileri gibi devrimi reddetme, sermayenin egemenliğine teslim çağrısından başka bir şey değildir. Her ne kadar devrimci güçlerin ağırlıklı kesimi , ideolojik olarak kimi noktalarda etkilenip, kimi argümanlarını ve kavramlarını anlayışlarına kattılarsa da, Post-Marksizm’in bu sınıf işbirlikçisi saldırılarına karşı esas olarak kararlı bir duruş ortaya koydular. Ama bu çağrıya kulak verenlerde oldu. Murat Belgenin başını çektiği Birikim çevresi başta olmak üzere kimi aydınlar bu Post-Marksizm’in Türkiye-Kuzey Kürdistan temsilciğini üstlendi.

İmralı imzalı savunma ve kaleme alınan kitaplar, Kürt ulusal hareketini büyük oranda etkiledi. Post-Marksistlerin sınıf hareketine karşı öne çıkardığı ekoloji, ulusal, cins, inançlar, kimlik kurma vb. gibi toplumsal sorunlar, geniş kitleler tarafından öteden beri dillendirilen ve mücadelesi verilen temel haklardır. Devrimci güçler, güçleri ve olanakları ölçüsünde bu hareketlerin yanında ve içinde olarak, devrim perspektifli mücadelelerin bir parçası olarak ele almaktadırlar. Fakat bu görevini yerine getirirken, sınıfa karşı görevlerini layıkıyla yerine getirmediğinden dolayı, fiili olarak Loclau’ların söylem stratejisiyle buluştukları gibi bir görüntü sergilemektedirler. Birde buna, yine Loclau’ların sivil itaatsizlik, sivil toplumculuk stratejisini yansıtan açık alan çalışmaları eklenince, hiçte hakketmediği bir görüntünün sahibi oluyor. Bu görüntünün öze dönüşüp dönüşmemesi bu güçlerin ortaya koyacakları iradelerine bağlıdır.

Bu makale ilk olarak Halkın Günlüğü Gazetesinde yayınlanmıştır.