Tuncay Özdemir Yazdı : Enkazdan Sağ Kurtulan Yabancı Düşmanlığı ve Demografik Tehlike

Somutta öne çıkan iki hususa dikkat edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Birincisi; toplumun zaten teşne olduğu yabancı düşmanlığının devlet açısından her vesileyle kullanılmaya hazır bir kart olarak elde bulundurulmasının sağladığı olanakla deprem sonrası devletin deprem bölgelerine müdahalesinde görülen hazırlıksızlığın sonucu olarak ortaya çıkan acziyeti gizleme, sorumluluktan kaçma ve otorite kaybının önüne geçilmesi isteğidir.

Maraş ve Hatay merkezli peşi sıra depremler şimdiden ortaya çıkan ve orta-uzun vadede daha da görünür hale gelecek sonuçları hesap edildiğinde bizleri pek çok meseleyi yeniden düşünmeye teşvik ediyor. Pek çok şehir yerle bir oldu. On binlerce insan yaşamını kaybetti. Yüzbinlerce insanın depremden doğrudan etkilendiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Ben bu yazıda kimi odaklarca hiç zaman kaybedilmeksizin tedavüle sokulan mültecilere dair nefret söylemini yabancı düşmanlığı başlığı altında tartışacak, son olarak demografik tehlikeye işaret etmeye çalışarak yazımı bitireceğim.

Hepimizin yakından takip ettiği gibi henüz depremin ortaya çıkardığı facia tablo idrak dahi edilememişken, yani her birimiz bir şaşkınlık ve üzüntü girdabında yakınlarımızdan haber almaya çalışırken birden fazla saikle başlatılan başta Suriyeli ve Afgan mülteciler nezdindeki nefret söylemi daha ötesi ve kötüsü nefret pratiklerinden bahsediyorum. Burada lafı hiç eğip bükmeden sosyal medyaya düşen görüntüler nezdinde rahatlıkla ifade edebiliriz ki bahsettiğimiz şey devletin kolluk güçlerinin de failleri arasında bulunduğu yargısız infaz, dahası işkencedir.

Tartışmaya altık oluşturması amacıyla yakın siyasi tarihimize kuş bakışı bakmak istiyorum. Bilindiği üzere, olaylar ve olguları tarihselci bakış açısıyla el almadığımızda onları anlamamız imkanız hale gelecektir.

Bugün Türkiye Cumhuriyeti olarak andığımız siyasal coğrafyada, 1. Emperyalistler Arası Paylaşım Savaşı sonrası Osmanlı İmparatorluğundan ulus devlet formasyonuna geçiş sürecinin mottosu ’’tekleşme’’ idi. İmparatorluk bakiyesi olan Ermenileri, Rumları, Çerkezleri, Arnavutları ve elbette Kürtleri, Türk kimliğinde birleştirmek, ama öyle etnik kimlikleri yani dinlerini ve dillerini koruma olanaklarını temin ederek değil ki bu zaten ulus devlet mantığına aykırıdır, bilakis, köklerinden kopararak hafızasızlaştırma hedefi, ulus devletin kuruluşunda temel rol oynayacak strateji olarak benimsendi.

Resmi ideoloji de denilen bu coğrafya özelindeki uluslaşma paradigması bunun için inşa edildi. Öncelikle bir kurtuluş savaşı miti uyduruldu, öyle ya her ulusun bir kurtuluş ve ‘’Kuruluş Moment’’ine ihtiyacı vardır, sonra da Mustafa Kemal nezdinde bir ‘’Kurucu Baba’’, bir ‘’Ulusal Kahraman’’ kültü yaratıldı. Bu dönemde önce Yunanlar nefret objesi olarak seçildi, onun öncesinde Ermeniler zaten büyük bir kıyım eşliğinde kovulmuştu. Daha sonra 6-7 Eylül Pogromu ile İstanbullu Rumlar hedef haline getirildi ve sonrasında Zilan, Koçgiri ve Dersim Katliamları büyük Kürt ve Alevi kıyımı olarak tarihe geçti. Bu silsile daha da yakın tarihimize baktığımızda Roboski’de, Azerbaycan-Ermenistan savaşına Türk devletinin müdahil olması gibi pek çok irili ufaklı örnekle devam etti.

Burada bir parantez açarak suçu tek başına Cumhuriyet’e atma haksızlığına düşmemek adına 1. ve 2. meşrutiyetin, bilhassa 2. Abdülhamit’in Balkanlardaki icraatlarını yani Balkan halklarını birbirine düşürmek için türlü entrikalarını, İttihat ve Terakki’nin yine Balkanlarda yaptıklarını ve yine Anadolu’da Ermenilere yaptıklarını söylemeden geçmeyelim ki Osmanlı İmparatorluğu için haklı bir ifadeyle ‘’Halklar Hapishanesi’’ dendiğini biliriz.

İçinde bulunduğumuz yıl itibarıyla 100 yılı deviren Cumhuriyet’in yabancı düşmanlığı ile maluldür. Bizler, resmi ideolojinin bir kurumu olarak milli eğitim tedrisatından geçmiş bireyler olarak okullarda yabancı düşmanlığı öğretilerek büyüdük. Yakın zaman öncesinde okullarda her sabah okutulan öğrenci andı bunun en çıplak göstereniydi. Türküm, doğruyum, çalışkanım demek yetseydi keşke, varlığımızı Türk varlığına armağan ettik. Böylelikle daha çocukken dimağımız iğdiş edildi. Rejim yani hiç sakınmadan adlı adınca çağırmak gerekir ki ‘’faşizm’’ bizleri yabancı düşmanı, ırkçı, zihni, dimağı iğdiş edilmiş ‘’makbul vatandaşlar’’ olarak formatlamak istedi. Aramızdan şanslı olanlarımız insani değerlere ancak devrimci demokratik sosyalistlerle tanışmış olma imkanı üzerinden bu zehri bir miktar da olsa bünyesinden söküp atabildi.

Peki şimdilerde, 2000’li yıllar Türkiyesinde durum ne?

2002’yılında uluslararası sermayenin marifetiyle operasyonel şekilde devlet yönetimine getirilmiş politik İslamcılar aradan geçen 21 yılın sonunda, büyük kavgaların sonucu olarak hak ettikleri biçimde devlet aygıtını fütursuzca kullanma kudretine erişmiş durumdalar. Artık rahatlıkla islamofaşist karakteri ile çağrılmayı hak eden, ve başında bir ‘’Türk Tipi Führer’’in bulunduğu egemen siyasi çevre kendi iktidar döneminde yabancı düşmanlığında sınır tanımadı. Bunu nasıl ya da nereden anlıyoruz? Uzağa gitmeye gerek yok; bizzat Recep Tayyip Erdoğan’a bakalım. Buraya bir döküm çıkarmak hayli zor ancak; Cemevleri cümbüş evleridir, affedersiniz Ermeni’nin yanı sıra LGBTİ bireyler hakkında sayısız aşağılama sözü kulaklarımızda hala çınlıyor. Yanı sıra yakın zaman önce Azerbaycan’ı Ermenistan’a saldırması için teşvik etmekteki yüksek gayretleri ve Kürtlerin Suriye’nin Kuzeyinde (Rojava’da) elde ettiği kimi siyasi kazanımlara karşı amansızca saldırması da bunlara örnek gösterilebilir.

Buraya kadar olan kısmı imam osurduğunda cemaatin tepkisinin ne olacağı ya da balığın baştan kokması metaforundaki anlam ile özetleyebiliriz.

Yabancılara karşı yaklaşım açısından AKP’li yıllar bize başka ne gösterdi? Türkiye’nin ABD’nin Suriye’ye ilan ettiği savaşa ABD tarafında müdahil olmasıyla Suriyelilerin doğal olarak Türkiye’ye kitlesel şekilde giriş yapmasını takip eden süreçte ‘’Suriyeli Düşmanlığı’’ adeta bir fenomen haline dönüştü. Suriyeli sığınmacılar sistemli olarak kriminalleştirildi. Sosyal medyadan, kızlarımızı taciz ediyorlar, çalışmadan senin benim vergilerimle rahat yaşıyorlar, bunlar nasıl erkek ki ülkelerinde savaş varken burada keyif çatıyorlar gibi, feodal, cinsiyetçi, militarist nosyonların harmanlandığı bir sosla linçlendiler. Bu linç somut olarak kimi Suriyeli ailelerin katliamına uzanan hadiselere kadar vardı. Ki bu noktada ilgili nefret söylemini Türkçülük esasıyla yabancı düşmanlığının bir görünümü olarak icra etmekle görevli faillerin kendilerine daha ziyade Kemalist ya da Atatürkçü diyen, Ulusalcı, ya da Kemalizmle sorunu olmayan Türkçü, milliyetçi çevreler olduğunu açıktır.

Burada yine bir parantez açarak kitlesel göç ile gelen başta Suriyeli ve Afgan mülteciler noktasında islamofaşist AKP hükümetinin stratejisinin ne olduğuna değinmek gerekir. Birincisi düzensiz göç ile gelen sığınmacıları ucuz emek gücü olarak iş piyasalarına koşmak (böylelikle patronların gözüne girmek, kapitalist sermaye rejimini böylelikle desteklemek) İkinci olarak Avrupa Birliğine karşı bilinen ‘’Kapıları açarız!’’ tehdidi ile kullanılan bir koz olarak elde tutmaktı. Yanı sıra içerdeki kitlelere ‘’Bakın Müslüman kardeşlerimize sahip çıkıyoruz, bu bizim görevimiz’’ diyerek babacan pozları kesmek.

Buraya kadar hepimizin bildiği ancak konumuz bağlamında hatırlamaya ihtiyaç duyulan bir özet vermiş oldum. Şimdi ise depremden (6 Şubat) bu yana olanlar özelinde tartışmaya devam etmek istiyorum.

Somutta öne çıkan iki hususa dikkat edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Birincisi; toplumun zaten teşne olduğu yabancı düşmanlığının devlet açısından her vesileyle kullanılmaya hazır bir kart olarak elde bulundurulmasının sağladığı olanakla deprem sonrası devletin deprem bölgelerine müdahalesinde görülen hazırlıksızlığın sonucu olarak ortaya çıkan acziyeti gizleme, sorumluluktan kaçma ve otorite kaybının önüne geçilmesi isteğidir.

Burada yabancı düşmanlığının siyasete nasıl tahvil edildiğini kavramak açısından Recep Tayyip Erdoğan’ın depremden hemen sonra 3 ay süreyle ilan ettiği OHAL’in tek elle tutulur gerekçesini güvenlik yani yağma olarak koymasından anlayabiliriz. Başından beri bir kaç tekil olaydan başka bir şey ifade etmeyen, hele ki iddia edildiği gibi mültecilerin karıştığı asla sabit olmayan ancak başta Suriyelilere ve Afganlar başta olmak üzere mültecilere atfedilen yağma olayları OHAL’e yani devletin bu kritik süreci alabildiğine merkezi ve despotik biçimde yönetebilmesine zemin olarak hazırlandı.

Hepimizin internetten takip ettiği konumuz bağlamındaki olayların kısa-eksikli bir dökümünü yapmak istiyorum;

Suriyelilerin ve Afganların yağma yaptığı yönünde iddiaları dile getirenlerin başında şaşılmayacağı üzere Zafer Partisi lideri Ümit Özdağ vardı. İşi yağmacılara karşı ‘’vur emri’’ verin diyerek Orduya çağrı yapmaya kadar götürdü. Bir mülteci katliamıydı istediği. Çok kısa süre sonra Ümit Özdağ’ın video paylaşarak hedef gösterdiği kişilerin Suriyeli olmadığının ortaya çıkmasına rağmen özür dilemekten kaçınması devletin bu anlamdaki pişkinliğinin göstergesi olarak kabul edilmeli.

Masterchef yarışma programının önceki yarışmacılarından Uğur Kardaş’ın Afganlar için enkazdan çıkanların kollarını kesip soygun yapıyorlar söylemi infial yaratmıştı ancak bunun da sonradan tamamen kulaktan dolma, asılsız bir iddia olduğu ortaya çıktı.

Zafer Partisi Bursa İl Başkanlığı attığı twette Türkiye’yi de içine alan bir Ortadoğu deprem haritası paylaşarak ‘’Depremin sebebi, Arap levhasının, Anadolu levhasını itmesidir. Arap levhası yaklaşık 10 yıldır Anadolu levhasını itiyor. Bir yandan Suriyeli istilacılar, bir yandan Arap Levhası. Coğrafya kaderdir’’ dedi. İbn-i Haldun’un insanın içine doğduğu iklim ve kültürün yaşantısı üzerindeki belirleyici etkisini ifade eden sözünü kendi ırkçılığına alet etmekte beis görmeyen bu tweet sahibinin söz konusu levhaların henüz ortada hiç bir kavim, millet ve belki insan denen canlı formu yokken yani milyonlar yıl önce oluşmuş olabileceği ihtimali hiç aklına gelmemiş olmalı. Böylesi akıl yoksunluğuna ne demeli bilemiyorum.

Deprem bölgesinden gelen bilgilere göre enkazdan çıkarılan ya da konutu artık barınma için güvenli olmayan afetzedeler güvenli bölgelere taşınırken yabancılar ayrımcılığa tabi tutularak ikinci plana atıldılar. Önce ‘’mülteci olmayan’’ların taşınacağı sonra sıranın kendilerine geleceği söylendi.

21 Şubat Dünya Anadil Günü’nde paylaştığı tweetinde İstanbul milletvekili Dilşat Canbaz; YİMER (Yabancılar İletişim Merkezi) de 7 dilde hizmet veriyor ancak bu diller arasında Kürtçe yok. Halbuki Dilşat Canbaz’ın da haklılıkla ifade ettiği gibi günlerce deprem bölgesinde Arapça, Kürtçe, Türkçe feryatlar birlikte yükselmişti.

Keza yine deprem bölgelerinden Türkçe konuşamadıkları için yardım isteyemeyen, sağlık hizmetlerine erişemeyen, cenazelerini kaldıramayan, dahası enkaz altındayken kendilerine yardım edilmeyeceğini düşünerek bildikleri tek dil olan Arapça yardım istemekten korkan ve belki de bu yüzden hayatını kaybeden insanlardan bahsedebiliriz.

Bu konuda son olarak sosyal medyada pervasızca paylaşılan işkence görüntülerine değinmeden olmaz. Açık seçik biçimde, kameralar tarafından kayda alınmasında mahsur dahi görülmeyen yargısız infaz görüntüleri pek çok boyutuyla tartışılmayı ve mahkum edilmeyi hak ediyor. Yağma yaptıkları iddiasıyla en çok da yabancılar hedef gösterilerek uygulanan ‘’acele adalet’’ görüntülerinde ellerinde sopa, kürek ve silahlarla nöbet tutup devriye gezen necip milletimizi sözüm ona ahlaksız yağmacılardan koruyan her bir kişinin kendi özel hayatlarında ne denli sünepe, düşkün ve türlü ahlaksızlıkla meşgul olduğunu araştırmaya bile gerek yoktur çünkü biliriz, bu profil yanı başımızda, içimizde, toplumumuzdadır. Ayrıca yağma denildiğinde tüyleri diken diken olan bu vatanseverleri 6-7 Eylül pogromundan, varlık vergisinden, Ermeni soykırımından da hatırlarız. Seka, Tüpraş, Telekom, Tekel, Petkim gibi yağmaların en büyüklerinde sessiz kalmayı tercih eden bu kahramanlarından yine de vatanseverliklerinden sual olunmaz.

Konumuz bağlamında iki konuyu önemli görüyor ve tartışmak istiyorum demiştim. İlkini yukarıda ifade etmiş oldum. Tartışmak istediğim ikinci husus ise demografi. Şurası kesin ki, deprem özelinde yabancı düşmanlığını konu ederek bir biçimde göçmenlikten, mültecilikten bahsediyorsak demografiden de bahsetmeliyiz ve kaçınılmaz olarak depremin orta uzun vadede daha iyi gözlemlenebilecek demografik sonuçları olacak. Daha doğrusu olası demografik değişimlere ne yönde müdahale edileceği sorununu gündemimize almalıyız.

Bu noktada önemli bir hatırlayarak devam edelim. Depremin vurduğu 10 il aynı zamanda dünyanın en büyük mülteci nüfusuna ev sahipliği yapan illeri arasında yer alıyor. BM raporlarına göre Kilis’te yaşayan her iki kişiden biri, Antep, Urfa ve Hatay’da ise her 4 ya da 5 kişiden biri göçmen. Buraların aynı zamanda, Alevi, Hristiyan, Arap, Kürt, Ermeni nüfusuyla Türkiye siyasi coğrafyası içinde demografik ve kültürel bir özgünlüğün yanında aynı zamanda öne çıkan tercihleri ile politik özgünlük taşıdığı da görülüyor. Bu nedenle buraların yıkımının bir anlamda ortaya çıkacak büyük nüfus hareketleri daha doğrusu bölgenin büyük oranda insansızlaşması sonucu bir kültürel yıkım anlamına geldiğini de rahatlıkla söyleyebiliriz ancak bu şu anda konumuz değil.

Deprem sonrası oluşan manzaradan anlaşıldığı kadarıyla başta Hatay ve Maraş deyim yerindeyse yerle bir oldu. Buraların çok yoğun göç vereceğini öngörmek mümkündür ki Elbistan’ın şimdiden deprem öncesi 200 bin olan nüfusunun can kayıpları ve göçlerle beraber 30 bine kadar düştüğü bilgisi var. Aynı dramatik nüfus kaybının depremin etkilediği diğer bölgeler içinde geçerli olduğunu düşünebiliriz. Bu durum bölge insanın göçmesi, kimisinin mültecileşmesi, bölgenin yeniden imarına dair ciddi soru işaretlerinin oluşacağı gibi pek çok anlam ve soruyu beraberinde getirecektir.

Bu illerin elbette çevre illeri ile beraber deprem sonucu kısa orta ve uzun vadede yaşanacak göç hareketleri beraber oluşacak demografik yapı değişiklikleri sonucu kültürel dokusunun ve politik atmosferinin bu süreçleri büyük oranda tayin edecek devlet kurumlarının sürece müdahaleleri ile dizayn edilecek olması tehlikesinden bahsediyoruz.

Hükümetin zaten yıllardır bölgede yürüttüğü savaş, kurumsallaştırdığı yoksulluk ve bölge ekolojisine barajlar ve benzeri yollarla müdahale etmesi sonucu insansızlaşmaya yol açtığı bir durum söz konusuydu. Dolayısıyla devletin bölgede yeniden oluşacak imarı, gelişecek nüfus hareketlerini kendi uzun vadeli çıkarları doğrultusunda kullanmayacağını düşünmek saflık olur. Bu nedenledir ki, demografik değişimi öngörmek, bu sahada uzman afet demografları ile birlikte hareket ederek politik uyanıklığın elden bırakılmaması önemlidir.