YAŞAMI DEĞİŞTİRMEK İÇİN TÜM RENKLERİYLE ÖRGÜTLEMEK [1]

“İnsan, uğrunda ölümü göze
alabileceği bir şey bulmadığı
müddetçe insan değildir.”[2]

Yaşamı, tüm renkleriyle, hep beraber, “11 Tez”in ısrarlı yaratıcı/ yıkıcılığıyla birlikte, el ele, omuz omuza örgütlemek insan olmanın ve kalmanın “olmazsa olmazı” olsa da, sürdürülemez kapitalizmin yıkım ve yoksulluk dünyasında hiç de kolay değildir…

KAPİTALİST VAHŞET

Erkin Başer’in, “Bitmeyen kriz hâli”[3] olarak betimlediği sürdürülemez kapitalist yıkım ve yoksulluk müthiş bir vahşet dünyasıdır; tıpkı Jale Özgentürk’ün, “Kriz kapitalizmin ‘sosyalleşmeye’ başladığı tartışmasını açmıştı, durum ‘vahşilik’ günlerinin döndüğünü gösteriyor,” saptamasındaki üzere!

‘Dünya Ekonomik Forumu’nun (WEF) ‘Küresel Riskler 2014’ raporuna göre, yerkürede endişe büyüyor.

WEF’in yöneticisi Martina Gmur, “2014 yılı kesinlikle rahat geçecek bir yıl değildir,” derken; sosyal tansiyonun yükselebileceğini, Arap Baharı sonrası Kuzey Afrika bölgesindeki siyasi istikrarsızlığın artacağını, 2011 Mart ayında Suriye’de başlayan tüm bölgede etkisini gösteren iç savaşın ve işsizliğin endişe verici boyutlara taşınacağını, sadece Ortadoğu ve Kuzey Afrika değil, Avrupa, Kuzey Amerika bölgelerinde de bu konuların 2014’ün en önemli başlığı olacağını ifade ediyordu.

Rapor, 2014 yılı için en çok kaygı yaratan 10 riski önem sırasına göre şöyle sıralıyor: 1) Önemli ekonomilerde kamu maliyesi krizi. 2) Yapısal yüksek işsizlik. 3) Su krizi. 4) Ağırlaşan gelir eşitsizliği. 5) İklim değişikliğine karşı önlem almakta ve uyum sağlamakta başarısızlık. 6) Daha sık aşırı hava durumu olayı (su baskını, kasırga, yangın). 7) Küresel yönetişim başarısızlıkları. 8) Gıda krizi. 9) Önemli bir mali kurumun ya da mekanizmanın çökmesi. 10) Derin siyasi, toplumsal istikrarsızlık.

Sürdürülemez kapitalist istikrarsızlığın talanı ve yıkım nedeniyle dünyada her 8 kişiden biri aç…

“ABD’de gelir uçurumu büyüyor”ken;[4] hükümet kayıtları ve akademik çalışmalar ülkede gelir dağılımının 20 yılda giderek kötüleştiğini ortaya koyuyor. Söz konusu kesitte Amerika’nın en zengin yüzde 5’lik diliminin gelirleri yüzde 17 arttı… Çok kazananla az kazanan arasındaki gelir eşitsizliğinde fark yüzde 273’e dayandı… ABD Başkanı Obama, ülkede kazanılan paranın yüzde 50’sinin nüfusun yüzde 10’unu oluşturan üst tabakaya gittiğini belirtti.

ABD’deki gelir dağılımının 1970’lerin sonundan bu yana sürekli olarak bozulduğunu ifade eden Obama, 1970’lerde en üst gelir diliminde yer alan kesimin toplam gelirin yüzde 30’unu alırken bugün bu oranın yüzde 50’ye çıktığını hatırlattı.

Obama, İkinci Dünya Savaşı sonrası ekonominin büyüme yıllarında bir şirket genel müdürünün ortalama bir işçiden 20-30 kat daha fazla kazandığını, ancak bugün bu oranın 273 kata kadar çıktığı ifade etti.

Bunların yanında ‘Oxfam’ın ‘Çok Az Şey İçin Çalışmak’ başlıklı raporuna göre, dünyada süper zenginler ile yoksullar arasındaki uçurum gittikçe açılıyorken; mevcut 1.426 milyarder listesine 2013 yılında toplam 210 kişinin daha katıldığı ve bunların servetinin de 5.4 trilyon olduğu kaydedildi.

Rapora göre dünyanın en zengin 25 kişisinin serveti, 3.5 milyar yoksulun servetine eşit. Uçurum kapanmayacak biçimde derinleşiyor Dünyada en zengin 25 kişinin, dünyanın yarı nüfusu olan 3.5 milyar kişiden daha fazla parası olduğu ortaya çıktı. Çok zengin insanların sayısının arttığını, özellikle Hindistan’da on yıl içinde 6’dan 61’e çıktığı belirtilen raporda, bu zenginlerin net varlığının ise 250 milyar dolara ulaştığını kaydedildi.

‘Oxfam’ Yönetim Kurulu Başkanı Winnie Byanyima, “XXI. yüzyılda dünyanın nüfusunun yarısı, 3-3.5 milyar insan, sayıları bir otobüse sığabilecek elit insandan daha az servete sahip,” dedi.

Tüm bunlarla birlikte UNICEF tarafından 161 ülkeden istatistiklerin derlenmesiyle ortaya çıkan raporda, dünya genelinde 2012 yılında doğan çocukların sadece yüzde 60’ının doğumdan hemen sonra kaydedildiği belirtildi.

Yoksulluğun çocuk nüfusuna en büyük etkisi sağlık hizmetleri ve beslenme alanında. BM verilerine göre yeterli sağlık hizmeti alamadıkları ve yetersiz beslendikleri için 2012’de 6.6 milyon çocuk 5 yaşına ulaşamadan hayata gözlerini yumdu. Bu ölümlerin yarısı Nijerya, Kongo, Hindistan, Pakistan ve Çin’de gerçekleşti. Çocuk ölümlerinin ana nedeni ise hastalıklar.

Beş yaşına ulaşmadan çocukların ölümüne neden olan hastalıkların başında sıtma, zatürree ve ishal geliyor. Bu hastalıklar, günde yaklaşık 6 bin çocuğun ölümüne neden oluyor. Beslenme yetersizliği de ölümlerin neredeyse yarısından sorumlu olan bir diğer önemli etken. Küresel çocuk ölümlerinde başı, Afrika’nın büyük nüfuslu ve yoksul ülkesi Nijerya çekiyor. Çocuk ölümlerinin yüzde 30’unun yaşandığı ülkede, ölümlerin yüzde 20’si sıtma ve AIDS’e neden olan HIV virüsüyle bağlantılı rahatsızlıklardan kaynaklanıyor.

BM verilerine, ölen her 8 çocuktan 1’i, Nijeryalı. İstatistikler içler acısı bir durum sergilerken gerçek tablonun daha da kötü olduğu tahmin ediliyor.

“Çocuklar” dedim…

Dünyada her yıl 2.5 milyon çocuğun kaçırılarak satıldığı ve bunun yarısından çoğunun kız çocuğu olduğu tahmin ediliyor. 90 milyon çocuğun sokakta yaşadığı biliniyor. Dünya üzerinde her yıl yaklaşık 1.2 milyon çocuk iş gücü ve cinsel sömürü nedeniyle kaçırılıyor.

Dünya genelinde milyonlarca çocuk zoraki olarak çalıştırılırken, birçoğu da yasadışı alanlarda ve tehlikeli iş kollarında istihdam ediliyor.

Evet, dünyada 215 milyon çocuk işçi bulunduğu tahmin ediliyor. Bunların çoğu tam zamanlı çalışıyor ve eğitim imkânından uzaklar. Tek işleri çalışmak… Çocuk işçilerden 41 milyon kız ve 74 milyon erkek ise çok tehlikeli koşullar altında çalışıyor.

Afrika’da 5 ila 17 yaş arasındaki her 4 çocuktan 1’i çocuk işçi durumunda. Dünyadaki çocuk işçilerin yüzde 60’ı tarım sektöründe çalıştırılıyor.

Örneğin Tanzanya’da altın madenlerinde çalışan binlerce çocuğun hastalık ve ölüm riskiyle burun buruna olduğu ifade ediliyor. ‘İnsan Hakları İzleme Örgütü’ yerin metrelerce altındaki madenlerde 24 saate varan vardiyalarla çalıştırılan, en küçükleri sekiz yaşındaki bu çocukların suiistimaliyle ilgili yeni kanıtlara ulaştı.

“YA COĞRAFYAMIZ” MI?

“Ya coğrafyamız?” mı!

Orhan Bursalı’ya göre, “Türkiye yoksullaşarak büyüme ligindeki ülkeler arasında!”

‘The Economist’e göre, Türkiye 80 ülke arasında “dünyaya gelmek için en iyi 51. ülke” oldu…

ING’nin finansal eğilimlere ışık tutmak amacıyla aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 10 ülkede yaptığı araştırmaya göre, “Türkler anlık yaşıyor, yeterli geliri olmadığından yakınıyor, sırtını aileye dayıyor”…

Türkiye nüfusun yüzde 16.3’ü yoksulluk riski altında. Bu oran yüzde 13.8 iken, kırsal yerlerde yüzde 16.3 oldu…

TÜİK’in 2011 yılı ‘Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’na göre, Türkiye’de her 100 kişinin 16.1’i yoksul. Yani 11 milyon 670 bin yoksul var…

Türkiye’de nüfusun en yoksul ve en zengin yüzde 10’luk kesimleri arasındaki gelir farkı 2010’da 11.8 kat iken 2011’de 11.9 kata çıktı…

AKP, iktidara geldiği 2002’de dış borç 130 Milyar Dolar’dı. Temmuz 2013’de 337 Milyar Dolar’dı; Kişi başına kamu borcu 2918 Dolar’dı Temmuz 2013’de 4500 dolar oldu…

Borç faizine giden para 1923-2002 yılları arasında toplam 135 Milyar dolardı. AKP’nin sadece 9 yıllık iktidarı döneminde 408 Milyar dolar oldu. Yani AKP dönemindeki borçlanmanın faizi, tüm ülke tarihini üçe katladı…

Yurttaşların bankalara borcu 6.5 milyar dolardı. 2013’de 250 milyar dolara ulaşıp, tam 38 kat arttı…

Kredi ve kart borcu batık kişi sayısı 5 yılda üç milyona yaklaştı. Asgari tutarı ödeyerek yaşayan 10 milyon kişi var…

TÜİK’in Eylül 2012 verilerine göre, 44.7 milyon kişi borçla yaşıyorken; bunların 19 milyonu borcunu ödeyemiyor. Nüfusun yüzde 16.1’i (11.6 milyon kişi) yoksulluk sınırının altında, 18.5’i sürekli yoksulluk riski altında. 1000 kişiden 602’si temel gıdalara erişemiyor ve ancak dirimsel varlığını sürdürebilecek besinlerle yaşamını sürdürüyor…

Erdoğan’ın başbakanlığı döneminde (2002 ile 2013 Mayıs arası dönem) kredi kartı sayısı yüzde 363 artarak 15.5 milyondan 56.4 milyona çıkmıştır. 2008’de 185.5 milyar TL olan kredi kartıyla yapılan işlem tutarı 2012 yılında yaklaşık iki katına çıkarak 361.3 milyar TL’ye ulaşmıştır. 2008-2012 döneminde her bir kart başına yapılan harcama ise yaklaşık yüzde 50 artarak 4.5 bin TL’den 6.8 bin TL’ye çıkmıştır…

Türkiye’de sadece 2012 yılında 6.5 milyon yurttaş icralık oldu… Kredi kartı borçları, banka kredileri, su-elektrik gibi fatura borçları da dahil birçok kalemde tahsilat yapılamayınca 2011 ve 2012’de toplam 11 milyon 927 bin 775 icra dosyası açıldı…

BDDK verilerine göre 2012 yılında takipteki alacaklar yüzde 25.2 arttı…

“Borcumu ödeyeceğim” deyip ödeyemeyen 1 milyon 20 bin kişiye dava açıldı, 525 bini mahkûm oldu, toplam 71 bin borçlu cezaevine girdi…

Ve nihayet Türkiye’deki banka hesaplarında 1 milyon lira ve üzerinde parası bulunan kişi sayısı yüzde 28 arttı. 2013 yılında yeni zengin sayısı 66 bin 846’ya yükseldi. Türkiye’de milyonerler kulübüne 15 bin kişi daha katılmış oldu…

Türkiye paradan para kazanma cenneti oldu… Yabancı sermaye 25 yılda borsa ve kamu borçlanma senetlerine toplam 102.8 milyar dolar yatırdı. 42.8 milyar liralık kârı ülkelerine transfer etti. Yabancı sermaye hâlen 90 milyar dolarlık hisse senedi ve portföy sahibi…

 

İNSAN(LIK) HÂL(LER)İ

 

Söz konusu tablo insan(lık) hâl(ler)inde derin yaralar açıyor…

Alper Hasanoğlu’nun, “Çoğumuz konformizm tuzağında debelenip duruyoruz. Ruhsal ve manevi hazza maddi tatmini tercih ediyor ya da bilinmeze adım atma cesareti gösteremiyoruz,” diye betimlediği kapitalist yabancılaşma dünyasında[5] kötümserlikle beslenen bir “körleşme” ile “vurdumduymazlık” yaygınlaşmaktadır…

Kötümserliği o kadar içselleştirmişiz ki dilimize yansımış.

“Nasılsın”? “Eh,” “Şöyle böyle,” “Fena değil,” “İdare ediyoruz.”

Kötümserlik kültüre, topluma yayıldı mı, kuşaktan kuşağa devam edebiliyor.

Kolay mı? Kötümserlik edilgenliktir; pısırıklıktır; korkaklıktır…

Platon’un, “Korku, köleliktir,” diye betimlediği gayrı insani hâl için ‘Korkudan Korkmak’ başlıklı yazısında Aziz Nesin, “İnsanın korkuya karşı moral yapısını koruması, a) Kendini korkutan güçle uyum sağlayarak; b) Ona boyun eğerek; c) Onunla özdeşleşerek; d) Ya da büsbütün edilgen kalıp ‘hiçbir şey etmemek’ yollarıyla sağlanabiliyor,” notunu düşerken; insan olmak/ kalmak ısrarındakilerin kötümser olma olasılığı yoktur, olamaz da! (Tam da bunun için, “Kendinizi kötü hissettiğinizde Gezi’yi düşünün,” der Gündüz Vassaf…)

Eğer olursa; işte o zaman kötülüğe iştirak eden toplumsal körleşme devreye girer…

Toplumsal körleşme, bilincin körleşmesi. Gözünün önünde olup bitenleri bile görmemek için yollar bulmak. İnandıkları, peşinden gittikleri kişilerin her söylediğine inanmaya hazır olmaktır.

Hitler’i Führer yapan da bu toplumsal körleşme olmuştur. Mussolini İtalya’nın Duçe’si olmak için bu toplumsal körleşmeden yararlandı. Toplumsal körleşmenin yardakçıları da vardır.

Jose Saramago’nun ‘Körlük’ünde, insanın nasıl gördüğünü bile görmeyip bilincini kapattığının hikâyesi anlatılırken; Elias Canetti de ‘Körleşme’sinde dünyada bütün haksızlıkların temelinde bunun yattığına dikkat çeker.

Toplumsal körlükten malûl olanlar, soru sormaktan kaçar, eleştiriye tahammül edemezler. Bundan ötürü de insan olmanın/ kalmanın sorumluluklarına sırt dönerler…

Yani “Her varlık (monad) eşsiz ve biriciktir, yaşamak insanlık için büyük bir armağan olduğu kadar onurlu ve yüce bir görevdir,” diyen Gottfried Leibniz’ı anlamazlar!

Ya da felsefeci Lawrence M. Friedman’ın, “yatay toplum” diye ifade ettiği sıradanlığın bir parçasına dönüşürler. Yatay toplumda insanların davranış eylemleri, adları restoranlardaki mönü listeleri gibi kalıplaştırılmıştır. Nerede yemek yiyeceklerinden tutun da nerede eğlenecekleri, hangi AVM’ye gidecekleri, neyi nasıl yapacakları ve ne giyeceklerine kadar belirlenen mönü listelerinin dışına çıkmak olanaksızdır. Var olan mönüyü değiştirmek olanaksız veya çok zordur. Çünkü ‘cafe’ mönüsünde olmayan bir içeceği istemek gibi bir şeydir. Mönü hazırlayıcıları; farkında olmadıkları güçlerdir, oradaki kafe sahibi bile değildir. Bu güçlerden en önemlisi “medya”dır. Yönetir ve yönlendirir…

İnsanı insan olmaktan çıkararak, onu var eden vicdana yabancılaştıran -egemen- “toplumsal körleşme” karşısında anımsanması gereken Max Stirner’in, “Efendi kölenin yarattığı bir şeydir. İtaat sona ererse, efendilik de sona erer,” uyarısını kulağına küpe eden vicdandır!

Çünkü vicdan duygusu insan olmak ve kalmak inadıdır. İnatçıdır, nesilden nesile geçer. Vicdan duygusunu yok etmek için ne kadar çok yol bulunursa bulunsun, insanlığın belki de bu en görkemli, en insana yakışır özelliği asla yitmez. Vicdan duygusu ancak bilgiyle, özenle çoğaltılabilir.

 

TÜRK(İYE) İNSANI

 

Bu tabloda Türk(iye) insan(lık)ının verili durumuna gelince…

Zeki Demirkubuz’un, “İkiyüzlü bir toplumuz”; Ayfer Tunç’un, “Biz mutsuz bir toplumuz, yetmiş altı milyon depresyondayız. Bir yandan ülkenin yaşadığı bu ağrılı dönüşüm sürecinden payımıza düşeni yaşıyoruz, bir yandan kendi psikolojik hâllerimizle karşılaşıyoruz, bu da ağrılarımızı artırıyor,” diye tanımladığı memleketin ruh hâline ilişkin olarak Psikiyatr Alper Hasanoğlu da şunları ekliyor:

“Toplumun ruh hâlini şu anda çaresizlik, belirsizlik ve güvensizlik duyguları belirliyor. İnsanlar ne kendilerine ne başkalarına güveniyor; çaresiz hissediyorlar. Her şey, özellikle de gelecek çok belirsiz. Bir model olarak baktığımızda, belirsizlik, çaresizlik ve güvensizliğe ‘depresyonun üçayağı’ diyoruz zaten. Yani şu an toplum bir depresyon yaşıyor.” “Hayata küsme bozukluğu yaşıyoruz.”

Evet Üsküdar Üniversitesi Feneryolu Polikliniği’nden Psikolog Zehra Erol’un, “Kişilik bozukluğuna dikkat” çektiği Türkiye’nin ruh sağlığı giderek bozuluyor, ruhsal bozukluklar da şekil değiştiriyor. Psikiyatrist Prof. Özcan Köknel, Türkiye’nin yüzde 60’ının ruh sağlığının yerinde olmadığını, bu oranın içinden yüzde 20’nin de mutlaka tedaviye ihtiyacı olduğunu belirtirken; ‘Türkiye Şizofreni Konfederasyonu’ Başkanı Doç. Dr. Haldun Soygür da, “Türkiye’de her 100 kişiden biri şizofren. Hastalar arasında yüzde 10 oranında şiddet potansiyeli var,” diye ekliyor…

Araştırma şirketi ‘Gallup’un, 143 ülke üzerinde yaptığı “Ülkeler Ne Kadar Acı Çekiyor’ araştırmasında ilk sırayı Bulgaristan alırken, Türkiye 16’ncı oldu. Buna göre “Türklerin yüzde 18’i ülkedeki yaşam konusunda acı çektiğini” söylüyor.

Kaotik belirsizliğin geleceksizlik kaygısını derinleştirdiği toplum psikolojisi hakkında Doğan Kuban, “Bizimkinin adı tutuculuk değil, cehaletle birleşen yozlaşmadır”; sosyal antropolog Doç. Aykan Erdemir, “Bu topraklarda nefreti besleyen güçlü bir damar hep olmuştur,” notunu düşerlerken; coğrafyamızda devasa bir toplumsal çürüme yaşanmaktadır.

Mesela… Antidepresan ilaç kullanımı 5 yılda 10 milyon kutuya çıktı.

Türkiye’de depresyon tedavisinde kullanılan antidepresan ilaç tüketimi 5 yılda yaklaşık 10 milyon kutu artarak 26 milyon kutuya dayandı.

2008’de 16 milyon 537 bin 260 kutu antidepresan ilaç satışı yapılırken söz konusu dönemde yaşanan ekonomik krizle antidepresan tüketimi 2009’da 19 milyon 62 bin 74 kutuya, 2010 yılında da 22 milyon 741 bin 972 kutuya yükseldi.

Ayrıca Türkiye’de 10 yılda 30 bin intiharla, intihar patlaması yaşandı. 2003-2012 yılları arasında intihar edenlerin oranında yüzde 36 artış oldu.

Türkiye genelinde 2012 yılında ölümle sonuçlanan intihar sayısı, 3 bin 225 kişi olarak belirlendi. İntihar edenlerin yüzde 72’sini erkekler, yüzde 28’ini kadınlar oluşturdu.

Yüz bin nüfus başına düşen intihar sayısını ifade eden kaba intihar hızı, 2012 yılında yüz binde 4.29 oldu. Diğer bir ifade ile her yüz bin kişiden dördü intihar etti.

İki şey daha…

İlki: ‘Zorunlu Askerlik Sırasında Yaşanan Hak İhlâlleri’ başlıklı rapora göre, 22 yılda 2.221 asker intiharı olduğunu biliyoruz. Yılda ortalama 100 intihar demek bu.

İkincisi de: “Van’da 12 yılda çoğu 20’li yaşlarında 564 kişi intihar etti.”[6]

Yaşanan toplumsal çürüme ile beşeri değerler hızla erozyona uğramaktadır; birkaç örneği hızla sıralayalım!

i) Türkiye’de cinsel saldırı suçları beş yılda yüzde 30 arttı. 15 yılda tecavüzden yargılanan 409 polis, asker, özel timci, korucu ve gardiyan cezalandırılmadı…[7]

ii) Dünya ülkelerinin yardımseverliklerini ölçen ‘Dünya Bağışlama Endeksi’ne göre Türkiye yardımseverlik sıralamasında ölçülen 146 ülke arasında 137’nci yani sondan sekizinci oldu…

iii) ‘Ipsos Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nün araştırmasına göre, “Halkın yüzde 77.5’i evlenen kadın mutlaka bakire olmalıdır” cevabını veriyor…

iv) Bahçeşehir Üniversitesi’nin ‘2012 Değerler Araştırması’na katılanların yüzde 87’si eşcinsellerle, yüzde 84’ü içki içenlerle, yüzde 76’sı da AİDS hastalarıyla komşu olmak istemiyor… “Türkiye dünyada kişiler arası güvenin en düşük olduğu ülkeler arasında yer alıyor. Bu durum 1990’dan bu yana değişmiyor. Türkiye’de, her 10 kişiden 9’u genel olarak insanlara güvenilmeyeceği düşüncesinde. 1990 ile 2011 arasında dört alanda değerler hemen hemen sabit kaldı. Bunlar dindarlık düzeyi, kadının toplumsal statüsü, siyasi katılım ve hoşgörü. 10 puanlık bir skalaya göre toplumun dindarlık oranı 1990’da 6.98 iken bugün 7.01, kadının toplumsal statüsü 2.61 iken 2011’de 3.01, siyasi katılım 2.38 iken 2.04 ve hoşgörü 3.38 iken 4.01 düzeyinde tespit edildi. Bu dört değer alanında meydana gelen değişme yok mertebesinde”…

v) ‘Engelli Ayrımcılığını Önleme ve Mücadele Platformu’nun anketine göre, halkın yüzde 67.5’i engellilere özel mahallelere sıcak bakmazken, yüzde 70.’3’ü ise engelli komşu istemediğini söylüyor…

vi) Türkiye’de ihtiyaç malzemeleri sıralamasında kitaplar 235. sırada yer almaktadır… 10.000 kişide 1 kişi düzenli kitap okuyor… 1 kişinin kitap okumaya ayırdığı zaman dünya ortalamasının üçte biri…

vii) ABD’de yayımlanan Amerikan Tıp Dergisi’nde yer alan bir araştırmaya göre Türkiye’de 100 kişi içinde ateşli silaha sahip olma oranı 12.5 olarak açıklandı…

Bakırköy Psikiyatri Tedavi ve Araştırma Merkezi psikiyatri uzmanı Dr. Ayhan Akcan, bireysel silahlanmanın beş yılda silahlanmanın yüzde 50 arttığını söyledi…

viii) İnternet sitesindeki ‘Nasıl Yardım Edebilirsin?’ formu kanalıyla 2012’de 16 bin 338 kişi, ulusal güvenlikle ilgili konularda MİT’e ihbarda bulundu…

ix) KONDA’nın “yolsuzluk ve rüşvet operasyonu” ile ilgili ‘Ocak 2014 Barometresi’ndeki ankete göre, yurttaşların yüzde 77’si gibi yüksek bir oranı bakan ve bakan oğullarının rüşvet aldığını, yüzde 62’si Halkbank üzerinden yapıldığını düşünüyor. AKP seçmeninin yarıya yakını “rüşvet var” demesine karşın bu durumun oy tercihlerini değiştirmeyeceğini belirtmeleri dikkat çekiyor…

x) Ve nihayet çocuklar… 660 bin çocuğa taciz… Türkiye’de çocuğa yönelik cinsel saldırıların 5 yılda yüzde 400 oranında artması…

20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü, Türkiye’nin gerçeklerini gündeme getiriyor. Adalet Bakanlığı verilerine göre, Türkiye’de çocuğa karşı işlenen cinsel taciz, saldırı ve istismar suçları ile ilgili davaların sayısında 2008’den 2013’e kadar olan 5 yıllık süreçte yüzde 400 oranında artış yaşandı. Uzmanlar, adli mercilere yansımayan olaylar da göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’de 2012’de en az 660 bin çocuğun cinsel taciz ve tecavüze maruz kaldığını belirtti. ‘Şefkat-Der’in raporunda, Adalet Bakanlığı verilerine göre, Türkiye’de çocuğa karşı işlenen cinsel taciz, saldırı ve istismar suçlarının 2008’de 7 bin 500, 2009’da 13 bin 812 iken; 2011’de 18 bin 334, 2012’de ise 33 bin 992 olduğuna dikkat çekildi…

Emniyet Genel Müdürlüğü verilerine göre, 2010-2013 kesitindeki 4 yılda kayıp çocuk sayısı 30 bine yaklaşmıştı. Kayıt altına alınmayan kayıp durumlarıyla bu sayının çok yüksek oldu açıktır…

Alın size Türk(iye) insan(lık) hâli…

 

VİCDAN YAŞAMA TÜM RENKLERİYLE SAHİP ÇIKAR

 

Benim ifadeye gayret ettiği vicdanı; “İnsanlar için ölebileceksin,/ Hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,/ Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,/ Hem de en güzel, en hakiki şeyin/ Yaşamak olduğunu bildiğin hâlde,” vurgusuyla şöyle anlatır Nâzım Hikmet:

“Hep bir ağızdan türkü söyleyip/ hep beraber sulardan çekmek ağı,/ demiri oya gibi işleyip hep beraber,/ hep beraber sürebilmek toprağı,/ ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,/ yârin yanağından gayrı her şeyde/ her yerde/ hep beraber!/ diyebilmek.”

Evet, evet yanılmadınız, sizlere yaşam karşısındaki radikal sosyalist duruştan söz ediyorum…

Geriye gitmenin mümkün olmadığı ama ileriye koşmanın serbest olduğu bir yol olan yaşamın bizim ona verdiğimizden başka bir anlamı yoktur.

Yaşamımızın büyük bir bölümü, yaşama yön verme çabalarıyla geçer.

Yaşamın yönünü bulmaya çalışırken, yaşamın yolunu bulmak; yön bulmaya çalışırken de yolsuz kalıp, zorlanmakla geçer.

“Zor” ama bir o kadar da güzel şeydir yaşamak/ yaşatmak…

Akıl, tutku, aşk ve mücadele ile örülen yaşam Nâzım Usta’nın dediği gibi “Nerede ve nasıl olursak olalım, hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanır.”

Bunun için de “yaşamak şakaya gelmez,/ büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın/ bir sincap gibi mesela,/ yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,/ yani bütün işin gücün yaşamak olacak./ /

yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,/ yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,/ hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,/ ölmekten korktuğun hâlde ölüme inanmadığın için,/ yaşamak yanı ağır bastığından…”

Söz konusu özellikleriyle de, yaşatmak için ölmeyi de göze almaktır bazen. Çünkü sadece doğum-ölüm arası zaman değildir yaşam; aslında zamanın asla öldüremediğidir. Bunun için de Virginia Woolf, “Yaşam bir rüyadır, uyanmak bizi öldürür”; Ara Güler, “Yaşam size verilmiş boş bir filmdir. Her karesini mükemmel bir biçimde doldurmaya çalışın”; George Carlin, “Yaşam, aldığımız nefes sayısıyla değil, nefesimizi kesen anların sayısıyla ölçülür,” notunu düşerler…

Kolay mı? Tam zamanlı bir okul, evrensel bir öğretmendir yaşam…

Asla tükenmeyen; düşüp düşüp kalkmakla betimlenen; gelip geçmiş şeylerin; gelip geçmemiş şeylerin; gelmeyip geçmiş şeylerin toplamı; rengi; çeşitliği; çoğul farklılığıdır yaşam…

Yaşamı betimleyen, insanlık tarihine anlam yükleyen onun çeşitliliği ve renkleridir…

Mesela kırmızı tutkuyu, hareketi ve devinimi gösterirken; mavi ise durgunluğu, huzuru ve dinginli muştular.

Renkler çağrışımlarla yüklüdür. Çağrışımların yarattığı anlamlar, evrensel belleğin ve kültürün ortak dilini oluştururlar. Evrensel bilinçaltını oluşturan en önemli kodlar arasında yer alır renkler.

Renklerden ve seslerden oluşur hayat…

Yaşama anlam katan renklerinden soyutlayabilir miyiz?

Çok renkliliğin hayatı güzelleştirdiğini unutabilir miyiz?

Unutamayız!

Ama unutanlar; yani yaşamı siyah beyaza indirgemek isteyen tek tipçiler de vardır!

Onlar hayatın gerçeğini inkâr eden; çok renkliliği doyasıya yaşanmasına izin vermeyen lanetli egemenlerdir!

O hâlde kapitalistlerin renk körlüğünden malûl bir dünyada yaşa(tıl)dığımız gerçeğini unutmadan; üstünü karanlık örtse de, renklerin gecede de devam ettiğini ve her şeyin kendi rengince konuştuğunu göz ardı etmemeliyiz…

Kolay mı?

Renk(ler) ışıktır; rengin kökeni ışıktır… Kırmızı’dan mor’a uzanan renk skalasının farklı zenginliği, çeşitliğidir…

Dünyayı güzelleştiren şeydir çeşitlilik; tek tiplikten daha iyi ve güzeldir.

Farklılığın zenginliğini farketme hâlidir.

Çok olma durumudur; spektrum, yelpaze gibi…

Nihayet tek tipe meydan okuyan farklılıktır.

Hayatı anlamlandırmaya yarayan, sıradanlığın aşılmasını sağlayan şeylerin bütünlüğü olarak çelişkiyi, hayata içkin çeşitliği en yoğun yansıtan kavramdır farklılık.

Karşılaştırma kavramıdır; çoğulculuk için olmazsa olmazlardandır.

Şey(ler)in birbirinden ayrılması durumudur; bir kimse veya nesnenin bir başkasıyla karıştırılmamasını sağlayan ayrılıktır.

Fark, ayrımdır, toplumsal bilince dayanan her olay ve olguyu bütün ötekilerden ayıran özelliktir.

Farklılık, kendisini diğerlerinden ayıran özelliktir; egemen(ler) açısından tahammülü zor olandır.

Çünkü tek tipçi benzerlikle zıtlaşan bir kavramdır; başkalıktır; “Herkes benim gibi olsun”culuğun panzehiridir farklı olmak…

Egemenlerin hazmedemediği olgu… Oysa dünyanın dönmesini sağlar. Çünkü evrende herkes ama herkes birbirinden kültürel olarak farklıdır ve bütündür.[8]

 

BİRLİKTE ÖRGÜTLENMEK İÇİN ÖRGÜT

 

Hayatı tüm renkleri ve çeşitliliğiyle savunmak için örgütlemeli, birlikteliklerimizin sınırlarını emek ve özgürlükten yana genişletmeliyiz…

Unutulmasın birliktelik, birlik olma hâlidir; beraberliktir, örgütlülüktür; özveri, fedakârlık, empati gerektiren insan(lık) hâlidir…

Örgütlü olmak; kapitalist vahşet karşısında insan olmak/ ve kalmak babındaki biricik çözüm(ümüz)dür; Edmund Burke’nin “Kötüler birleştiği zaman, iyiler de bir araya gelmelidirler; yoksa, teker teker giderler,” sözündeki gibi…

Dünyayı değiştirerek yeniden inşa etmenin/ toplumsal yeniden yapılan(dır)manın biricik ekseni; insan ile örülmüş dokusu olarak örgütlemek, ortak bir amaç uğruna ve hatta bu amacı gerçekleştirmek için örgüt her şeyimizdir. Onunla var oluruz ve kendimizi ona katarak büyür, özgürleşir, gelişiriz.

Örgüt bir bütündür.

Örgüt ideolojidir, programdır, tüzük ve kurallar bütünüdür, kadrodur, savaşçıdır.

Örgüt kurumlaşmaktır.

Örgüt kolektivizmdir.

Bir arada olmanın gücüdür.

En büyük güç, en aşılmaz barikat halkın örgütüdür.

Bu hâliyle de dünyayı değiştirebilmenin yegâne koşuludur. Çünkü örgüt iradelerin birleşmesidir. Bir iken iki olmak, binken milyonlar olmaktır. Değiştirmek istediğimiz şey sonuna kadar örgütlüyse, düşman bize karşı bütün hücreleriyle örgütlüyse yani, bizim de örgütlü olmaktan başka çaremiz yoktur. İstediğimiz kadar iyi ve güzel olalım, kolumuzu kanadımızı nasıl da kırdıklarını görmedik mi? Çünkü biz örgütsüzüz.

Örgütsüzlük coğrafyamızdaki tüm yabancılaşmanın, yalnızlaşmanın, yozlaşmanın yegâne sebebidir. Örgütsüzsen güçsüzsündür. Ve tüm iyilik ve güzelliklerin düzenin emrindedir. Düzene muhalif duyguların, bizzat düzen tarafından yine onun yararına kullanılır. Çünkü örgütsüzsündür. Çünkü nasıl mücadele edeceğini bilemezsin. Dahası korkarsın. Korku insanın en doğal hislerinden biridir. Korkuyu aşmaksa insan olabilmenin gereğidir. Korkularımızı birleşerek aşabiliriz. Aksi takdirde hep konuşuruz, ama hiç bir şeyi değiştiremeyiz.

Nihat Behram’ın işaret ettiği gibi: “Tek insan nedir ki, sadece bir damla/ uçsuz bucaksız gökyüzünün boşluğuna savrulmuş/ sarhoş, başıboş bir yağmur damlacığı…”

Hâlbuki örgüt yaşamın kendisidir. Genç ve diri olabilmektir. Ortak iradedir. Dayanışmadır. Direnebilme gücüdür. Dahası düşmanı yenebilmektir.

Ve bir an dahi unutulmamalıdır ki dünyanın lanetli efendilerinin en büyük kâbusu kolektif sınıf hareketinin, ezilenlerin isyancı tarihsel bloğunun örgütlenmesidir ki, bunun ne demek olduğunu en iyi Adnan Yücel’in dizelerindeki şu kararlılık anlatır:

“Ey her şey bitti diyenler/ korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler./ ne kırlarda direnen çiçekler/ ne kentlerde devleşen öfkeler/ henüz elveda demediler./ bitmedi daha sürüyor o kavga/ ve sürecek/ yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!”

 

İHTİYAÇ(IMIZ) AŞKLA İSYAN

 

Birlikte örgütlenmek için örgüt için ihtiyaç(ımız), Ece Ayhan’ın “aşk örgütlenmektir bir düşünün” vurgusunu unutmadan aşkla isyandır…

Latince’de “Amor omnia vincit!/ Aşk her güçlüğü yener” diye haykıran “Aşk” deyip geçmeyin!

José Saramago, Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldıktan sonra törenden çıkarken gazeteciler ödülün kendisi için ne anlam ifade ettiğini sorunca, “Boşverin bunları. Hayatımda aldığım en önemli ödül Pilar Del Pilar’dır. Aslına bakılırsa en büyük devrim de aşktır!” yanıtını verdiği aşk, devrimcidir, isyancıdır…

Rosa Luxembourg’un, “Aşk, otoritenin, hiyerarşinin ve tüm kurumların ötesinde aşktır. Aşk, özgürlük varsa aşktır”; Can Yücel’in, “Aşırı solcudur aşk… İnsanın sol yanını hedef alır. Ve bu kadar solcuyken, imkânsızdır sağ çıkmak”; Jacques Lacan’ın, “Aşk, sahip olmadığımızı istemeyen birine verme gayretidir”; Ayhan Bozkurt’un, “Ne olursa olsun, aşk çok derin bir duygudur… Aşk insanı insanlaştırır,” diye tanımladıkları Onun hakkında “Karl Marx, aşkın hiçbir maddi kaygı ve çıkar olmadan yaşanması gerektiğini düşünüyordu. Ancak kendisinden önceki idealizmden farklı olarak Marx, aşkın özgür bireylerin özgür eylemi ve yaşamı olarak kurulmasını; sadece bireylerin keyfine bırakmıyor, aşkın ve ‘acı’nın özgürleşmesini toplumsal kurtuluşla sıkı sıkıya bağlıyordu.

Yani, aşkın kurtuluşu tek başına bireylerle değil, bireyleri kuşatan, koşullandıran, her gün bir takım iş ve eylemleri yapmaya zorlayan, bir kültür ve gelenek sistemini üreten ilişki biçimlerini kökten değiştirmekle ilgilidir.”[9]

Aşkla isyanın ne demek olduğunu; “Bütün ideolojik ayrılıkların temeli; devrim isteyip istememeye değil, (çünkü sosyalist geçinen herkesin subjektif niyeti genellikle devrimin olması doğrultusundadır) devrim yapmak için yola çıkmaya, savaşmaya cesaret edip edememeye dayanır. İşte bu yüzden, devrim için savaşmayana sosyalist denmez,” diyen Mahir Çayan’dan Haziran/ Gezi İsyanına uzanan tarih(imiz) çok iyi anlatır…

Haziran/ Gezi İsyanı çok önemli olmasına karşın “ağaç meselesi” değildi… Kadınların, gençlerin, mağdurların omurgasını oluşturduğu hareketinin özü özgürlük talebiydi.

Neo-liberal yıkım mağdurlarının, eve kapatılmaya çalışılan kadınların, toplumun dışına itilmek istenen LGBTİ bireylerin, çevrecilerin, yıllarca ötekileştirilen Alevîlerin, gençlerin yani tüm ezilenlerin öfkesinin sokaklara, alanlara taşmasıydı.

‘Ha’aretz’den Louis Fishman’ın, “İstanbul protestocuları Başbakan Erdoğan’a şu mesajı verdi: Türk hükümeti dünyanın en büyük göz yaşartıcı gaz stokuna sahip olsa bile, bu, kendisine muhalefet edenleri susturmaya yetmez,” diye betimlediği hareket için ‘The Daily Telegraph’ da başyazısında şunları ifade ediyordu:

“Halk protestoları tehlikeli, kontrol edilemeyen bir yangının hızıyla tüm Türkiye’ye yayıldı. En az 67 kent yürüyüşlere sahne olurken göstericiler İstanbul’un kalbindeki Taksim Meydanı’nı de facto ele geçirdi.”

Tarihinde görülmemiş katılım ve uzunluktaki kitlesel eylem, rejimi sarsarak, derin bir istikrarsızlığa mahkûm etti.

Bu nedenle polisin attığı biber gazı kapsülü sonucu sağ gözünü tamamen kaybeden 34 yaşındaki Erdal Sarıkaya’nın, “Gezi Direnişi tüm Türkiye’nin dönüm noktası oldu,” saptaması müthiş önemlidir.

Çünkü Haziran/ Gezi İsyanı, “Boşver memleketi, hayatını kurtar” öğüdüyle yetişmiş bir gençliğin “Memleket kurtulmadan, birey kurtulmaz,” diyerek verdiği yanıttır.

Söz konusu kalkışmayla gençlerin bir bölümü için “aktif apolitiklikten” “aktif politikliğe” geçişin yolunu açmıştır.

Eylemdeki gençlerin, önemli bir muhalefet işlevi gördükleri de açıktır. Bu işlev, halk kesimlerini de değişik nedenlerle de olsa harekete geçirdi.

Bu gençler gökten zembille inmedi. Bu gençlerin çoğu 1968’i, 1978’i, 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü, baskıyı, sindirilmeyi, mücadele etmeyi yaşayan kuşakların çocukları… Bellekti bu, kaydedip, zamanı gelince anlamlandırandı…

Yani Haziran/ Gezi İsyanı tarihsel birikimin bugünüydü…

Kolay mı?

İsyanlar insanlık tarihinin en görkemli kesitleridir ki, tam da bunun için “Devrim ezilenlerin şölenidir,” demişti V. İ. Lenin…

Haziran/ Gezi İsyanı da, Che Guevara’nın “Dayanışma ezilenlerin inceliğidir,” saptamasını doğrulan bir şölendi.

Örneğin “Biber gazından kaçarken insanların birbirine ‘afedersiniz’ dediği bir eylem’di”![10]

Lice ile Taksim’i, coğrafyamızın tüm meydanlarını birleştirendi.

Gaz bombaları altında sevgilisine aşkını ilan eden delikanlının, tuttuğu takımın renkleriyle isyan ateşini tutuşturan taraftarların, evinde bulduğu sağlık malzemelerini sırt çantasına koyup yaralılara yardım için sokaklara koşan liseli kızın, TOMA’lar karşısında gitar çalan gencin yüreğini ateşledi.

Ethem’(ler)e, Mehmet’(ler)e, Abdullah’(lar)a, Medeni’(ler)ye, Ali İsmail’(ler)e, Ahmet’(ler)e Ferit’(ler)e yönelik cinayetler unutulmayacak ve hepsinin hesabı sorulacaktır. Çünkü Haziran daha bitmedi.

Kuluçkaya yatan isyan, yeniden patlayacak!

O günlere aşkla, örgütle hazır olmalıyız; yaşamı tüm renkleriyle örgütleyip, değiştirmek için…

 

13 Şubat 2014 10:08:24, Ankara.

 

N O T L A R

[1] 1 Mart 2014 tarihinde Aka-Der’in İzmir’de örgütlediği “Yaşamı Tüm Renkleriyle Birlikte Örgütlüyoruz” etkinliğinde yapılan konuşma… Kaldıraç, No:153, Mart 2014…

[2] Jean Paul Sartre.

[3] Erkin Başer, “Bitmeyen Kriz Hâli”, Siyaset, No:9, Kasım 2013, s.16.

[4] “ABD’de Gelir Uçurumu Büyüyor”, Birgün, 28 Kasım 2013, s.5.

[5] Karl Marx’ın ilkin, ‘1844 El Yazmaları’nda ifade ettiği “yabancılaşma”nın doruk noktası her şeyin ama her şeyin yani acının, derdin kederin, mutluluğun, hüznün, geleceğin geçmişin, sevginin, saygının, aşkın; insana, doğaya, “ölçülemez” olana dair ne varsa; hepsinin meta/ para ile ölçülür olmasıdır…

[6] Yusuf Ziya Cansever, “Ürküten Tablo”, “Kamera Direnişi Hücrelik”, Cumhuriyet, 9 Kasım 2013, s.3.

[7] “Bu Rakamları Görmez Görsün”, Taraf, 24 Ağustos 2013, s.5.

[8] Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünüdür kültür.

Bütün insan(lık) yapıtlarının toplamı olarak kültür, insan ve çevresi ile ilgili her şeyi kapsamına almaktadır. İnsanların tüm yaratıcı etkinlikleri ve bu etkinlikler sırasında ortaya çıkan değer yargıları kültürün birer parçasıdır. Kültür, insan topluluklarının tarihsel geçmişi, gelişme özellikleri, üretim biçimleri ve toplumsal ilişkileri ile ilgilidir.

Tarihi, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün değerlere denk düşen kültür, tarihin akışı içinde toplum tarafından yaratılan bütün değerler ve onların yaratılması, kullanılması ve aktarılmasına ilişkin araçları kapsar.

İnsanın, insanlığa kattığı değerler bütünü olarak sosyal antropolojinin en önemli konularından biridir kültür. İnsanın doğa karşısında hayatta kalabilmesini ve çevreye uyumunu sağlayan araçtır. Kültür, “Doğaya karşı insanın yaptığı her şeydir,” demiştir Karl Marx.

Kültür, insanlığın ortak bilgi birikiminden yararlanılarak, yaşamı kolaylaştırma doğrultusunda, olayları doğru dürüst değerlendirebilme donanımına sahip olma anlamına da gelir.

Kısaca; insana dair her şeydir. İnsanları “biz” yapan tüm maddi ve manevi değerler bütünüdür. Topluma önceki kuşaklardan geliştirilerek aktarılan; toplumun üyelerinin çoğunluğunca değerli bulunan eylem ve değerleri kapsar.

Kültürsüz insan yoktur. Kültürle “genel kültür” karıştırılmamalıdır. İnsan bir toplumda doğar ve her toplumun kültürü vardır. Hayata ve yaşama ilişkin toplumun kültürü dışında bir kültürü bilmeyen insan kültürsüz değil, ötekinin kültürünü bilmeyen insandır.

Kabaca, “insanın doğa karşısında ürettiği her şeydir.” Sınıfsallaşarak oluşturulmuş gruplandırma çeperidir; dinamiktir. Tıpkı toplumsal değişme gibi, kültür de değişmektedir. Toplumsal değişime bağlanarak değişmektedir.

Kurgulanabilir bir şeydir. Çeşitli araçlarla olana şekil verebilir, toplumsal belleği yeniden oluşturup, yeni bir kültür yaratabilirsiniz.

Ludwig Wittgenstein’ın, “Kültür bir içtüzüktür ya da bir içtüzük varsayar,” diye tanımladığı kültür genetik bir ifade değildir, öğrenilerek aktarılır. Toplumsal bir üründür ve dil aracılığı ile taşınır.

Kültür; öğrenilir, aktarılır, süreklidir, tarihidir, toplumsaldır, işlevseldir, değişkendir, evrenseldir yani kültürsüz toplum yoktur.

İnsan kültür sayesinde yaşadığı çevreye uyum sağlar. Her toplumun kültürü kendine özgüdür ve kültür sınıfsaldır!

Nihayet “Hiçbir kültür ürünü yoktur ki aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın. Ve kültür ürününün kendisi gibi, elden ele aktarılma süreci de nasibini alır bu barbarlıktan. İnsanlık kurtulmadıkça, ezilenler ezenlerden intikam almadıkça kültür de bir barbarlık belgesi olmaktan kurtulamayacaktır,” diye ekler Walter Benjamin.

[9] Arif Koşar, “Aşkın Tek Taşlaşması!”, Evrensel Pazar, 9 Şubat 2014, s.7.

[10] “Birinci Ders: Direnişin Zamanı ve Mekânı Olmaz”, Cumhuriyet, 23 Haziran 2013, s.7.