Kadın örgütlülüklerini esas almalı, en geniş birlikteliklerde yer alıp kadın katliamlarına karşı yaşam hakkını savunmalıyız! Bu eşitsiz yapıyı değiştirmek için ise kadının özne ve iktidar olma mücadelesi açısından yaşamı sorgulamaya başlaması hayati önemdedir
HABER MERKEZİ (08-11-2018) İnsan olmanın gitgide utanç verdiği bugünlerde 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma gününü karşılamaya hazırlanıyoruz. Yalanın gerçekle at başı gittiği bu ülkede cinsiyetçilik her zaman olduğu gibi bugün de egemenlerin elinde işlevsellik kazanmaya devam ediyor. Şiddet araçlarının biz ezilenlerin yaşamındaki tezahürü burjuvaların sınıf aidiyetidir, saltanatlarının teminatı, ideolojisidir. Kadına, işçiye, artlarında coplarla örgütlenmemesini salık veren burjuva sınıfının terbiye aracıdır. İşte tam da buradan, alanlarda da haykırdığımız gibi bu düzenin ‘fıtrat’ında kadın düşmanlığı vardır. Çünkü kadının gündelik yaşamı da direniş alanıdır. O dört duvar ardına atılan, mutfaklara hapsedilen, yetmez deyip kendinden başka herkesin ‘malı’ görülen kadının, çok yönlü bu şiddet karşısında kendini nasıl koruyacağını düşünmesi bile günlük yaşamının bir direnme biçimine dönüşmesine gebedir. Kadınlar için yaşam hakkı, insan olma onuru, onların her saniye yeniden uğraşarak kazanması gereken bir mücadele alanıdır çünkü.
Eril yargı sisteminin kontrolünde olan TC mahkemelerinden adalet beklemek bir yana, kadın cinayetlerine yönelik yargı sürecinin erkeğin ‘namusu’ üzerinden yürütülüyor olması erk zihniyetin göstergelerinden biridir. Erk zihniyetin görünen yüzü olan Erdoğan, önce erkek adalet diyerek eşitsizliği savunuyor, kadın düşmanlığını hak haline getiriyor, üstüne de “Kadın cinayetleri mi? İnançlı insan kadına şiddet uygulamaz” diyor aymazca. Bu nutuklara şaşırmıyoruz çünkü eril iktidarın ‘erkekliği’ toplumsal kurum ve pratiklerde sürekli olarak onaylaması sınıf varlığının zorunluluğudur. Özgürleşmemizin, yaşam hakkımızı savunmamızın hatta gündelik yaşamımızı örgütlememizin karşısına böyle çıkarlarken, kadın katilleri tahrik indirimiyle salıverilirken soruyoruz; şiddet ne kadar sınır ötesinde, ne kadar başka evde, ne kadar yanı başımızda, ne kadarı içimizdedir? Sorumuza bir yanıt direniştedir. Evde, mutfakta, yatak odasında, fabrikada, kamyon kasasında yaşamaya bırakmadığınız her kadın bugün kadın örgütlenmesinin filizinde yaşıyor.
Irkçılık nasıl hastalık değilse, kadın düşmanlığı da sapıklık da tecavüz de bir hastalık değil, münferit olaylar hiç değil, bizzat erkek egemen devlet tarafından toplumsal bir olgu haline getirilen sistemli bir politikadır. Bugün tam da taciz-tecavüz şebekesi gibi çalışan devlet yetkililerin açıklamalarını hatırlamanın yeridir. Erkek yargıyı hatırlamanın zamanıdır. Televizyon programlarında “Babam bana tecavüz etti” diyen kızını öldüren babaya kamuoyunda mahcup olduğu yönünde indirim veren, tecavüz edene zaten bakire değildi indirimi veren, tecavüz gerçekleşmediği için “yarım kaldı” indirimi veren erkek yargıyı hatırlamanın zamanıdır. Demokrasi öyle yaman bir işmiş ki bu memlekette, her şeyden tahrik oluyor. Kadının tayt giymesinden tahrik oluyor, işçinin hak aramasından, gencin gelecek mücadelesinden, sanatçının sanatını icra etmesinden, devrimcinin ilericinin yaşam hakkı mücadelesinden tahrik olup gazla, copla, işkenceyle, tankla, topla saldırıyor. Ve bunun adı ultra demokrasi oluyor.
Kadına yönelik şiddetin bu kadar normalleşmesi, değersizleşmesi ve teşvik edilmesinde medyanın cinsiyetçi dili bir kenara bırakılır gibi değil. Her güne bu manşetlerle uyanıyoruz. Çileden çıkan adam, öfkesine yenik düşen adam, kıskanan adam, reddedilen adam, tecavüz edemeyen adam… Cinsiyetçi medya için bir kadın katliamının haber değeri ancak şu satırlar oluyor: “Çocukların annesiz kalması”… Şiddeti teşhir etmek ne demek, medya erkeğin kadını katletmesinin toplumsal ahlaka dayalı nedenleri açarak etek giydiğinden, boşanmayı istediğinden, onu reddettiğinden öldürüldüğünü yazarak hak ettiğini buldu ifadesini haberleştiriyor… Çokça gördüğümüz gibi; kocası, eski-yeni sevgilisi, abisi, akrabası kadını öldürüyor “aldattı” ,“namusumuza leke sürdü” ,“evden kaçtı”, “evlenmek istemedi” diyor ve cinsiyetçi medya haberi “aldattığı için öldürdüğünü söyledi!” “namusunu lekelediği için kızını öldürdüğünü söyledi! “barışma teklifini kabul etmediği için öldürdüğünü söyledi!” diyerek veriyor. Mesaj çok net: “Geleneksel cinsiyet rollerinin dışına çıkarsan, evinin penceresinde erkeğini beklemezsen, yaşamak istersen, itaat etmezsen, seni öldürürüz, bu bizim hakkımız!”
Erkek egemen devlet, yargı kurumları ve cinsiyetçi medya, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini korumaya devam ederken, katili savunmaya ve bir bütün toplumun kadın katili olmasını teşvik etmeye devam ediyor. Yapılmak istenen budur aslında. Katili korumak bir yana bir toplumun kadınlık üzerinden katil olması sağlanmaya çalışılıyor. Geçmişten bugüne eril bakış açısı devlete kurumlarına ve topluma öyle hâkimdir ki ensest, kadına yönelik şiddet “aile içi sorun”, tecavüz “bir rıza sorunu” olarak değerlendirilmekte, kadının kendisi ve bedeniyle ilgili tüm kararları da yine bu eril söylemlerle belirlenmeye çalışılıp yaşam hakkı yok sayılmaktadır. Eril politikalara bağlı giden medyadaki dil ve yasalar vasıtasıyla topluma sirayet edince haliyle kadına yönelik her türlü kötü muamele meşrulaşmış olup tecavüz, taciz ve ölüm karşısında kadının itiraz etmemesi doğal hale gelirken birbirinden daha vahim şiddet ve ölüm haberleri malumun ilanı oluyor yalnızca.
Ama şiddetin ne dili ne ırkı ne de bölgesi vardır. Cinsleri milliyetleri inançları bölerek yönetmek yüzyıllardır gericilerin tutturduğu nakarattır. Tıpkı inkâr ve asimilasyona dayalı devlet politikasının yıllardır şiddeti ve ‘cahilliği’ Kürdistan’la sınırlandırmaya çalışması, gerçekleştirdiği her katliama vatan adı takması gibi. Şiddetin kaynağı ne halk veya sokak hareketi, ne devrimciler, ne beyaz atletli paşa bıyıklı insanlar, ne şiddete eğilimli insanlardır. Şiddetin bir tek kaynağı vardır, o da iktidarın, gerici devletin kendisidir. Kapitalizm ve ataerkin geliştirdiği toplumsal cinsiyet hiyerarşisi ve ideolojisine dayalı eril söylem kadının ‘mağduriyetinin’ temel nedenidir. Kadının bu toplumsal konumu sistem tarafından sürdürüldüğü, şiddetin olağanlaştırıldığı ve yaygınlaştırıldığı kadın örgütlenmesinin zayıf olduğu her gün kadına yönelik şiddet kader olarak algılanmaya devam ederken, erkek de ‘dayanamayıp’ kadını katlettiği için ödüllendirilmeye devam edilecektir.
Kadın örgütlülüklerini esas almalı, en geniş birlikteliklerde yer alıp kadın katliamlarına karşı yaşam hakkını savunmalıyız! Bu eşitsiz yapıyı değiştirmek için ise kadının özne ve iktidar olma mücadelesi açısından yaşamı sorgulamaya başlaması hayati önemdedir. Yoksa devlet ve gericiler bize sokağa çıkmamayı, sanat icra etmemeyi, hak aramamayı, erkeğe katil olmayı, Kürde Çerkese Türkleşmeyi çözüm olarak sunmaya devam edecektir…
Gazete Patika