Üç Melanet

tek din bayrakErdal Emre (03-12-2015) İnsanlığın kayıt altına alınabilen son 12 bin yılı boyunca (bir kaç nesil hariç) tüm insan kuşaklarının boğazlaştığı, bilinen, ortak kabul gören bir olgudur. Çok eski çağlardan bu yana söz konusu boğazlaşmaların en kanlı ve trajik olanları, hiç kuşkusuz milyonlarca insanın suça ortak edilmiş olanlarıdır. Otuz yıl, yüz yıl ve dünya savaşları böyle savaşlardır.

Şiddet ve savaş, insanın en yıkıcı en barbar eylemidir. Bu vahşi eyleme, hiç bir kazançları olmadığı halde büyük yığınların malzeme yapılmasında üç melanet hep başı çekmiştir :

Tanrı, Vatan ve Devlet.

Bunlardan ikisi hakkında ünlü İspanyol film yönetmeni Luis Buñuel bakın ne diyor : ” Tanrı ve Vatan, yenilmesi mümkün olmayan bir ekiptir; tüm zulüm ve katliam rekorlarını ellerinde tutarlar “.

Yenilmelerinin mümkün olmadığı tespiti bir yana, gerçekten de İnsanlık tarihinin en kitlesel ve korkunç cinayetleri hep Tanrı, din, bayrak ve vatan adına işlenegelmiştir.

Bu iki argümanı yeniden ve yeniden üreterek çok etkili tarzda kullanan ise adına devlet denilen melanettir. Bir başka deyişle, devlet olarak örgütlenmiş muktedirlerdir.

Devlet (ler), ‘zor’unlu eğitime dayalı bir resmi tarih ve ideolojiyle çocuk yaşta insanların beynini dizayn eder ve ardında da ‘zor’unlu ya da paralı askerlikle üniforma denilen çuvala tıkarak ölüme sürerler. Tarihleri boyunca kitlesel boğazlaşmaların, istila ve fetihlerin resmi motifi,kimi zaman “Kutsal toprakları kurtarma” “Allah’ın mesajını götürme”, kimi zaman ise, “medeniyet ve demokrasi götürme” olmuştur. Ya da “vatan savunması”… Görünürde herkes vatanını savunuyor ! O nedenlede yeryüzündeki tüm devletlerin askeri bakanlıklarının ismi “milli savunma bakanlığı”dır. Hiç mi hiç bir “milli saldırı bakanlığı” yok; ama dünya da yangın yeri…

Binlerce yıl boyunca insan kuşaklarının bilincini dumura uğratan, dolayısıyla da yaşamlarını karartan tanrı, din, vatan, bayrak, devlet gibi kavram ve sembollerin hangi tarihsel aşamada ve nasıl ortaya çıktıklarını -en kaba hatlarıyla bile- incelemek bu yazının boyutlarını aşar. Ancak, milli sınırlarla çevrili “Vatan” kavramına bir kaç cümleyle de olsa değinmek gerekiyor. Zira bu kavram, dinci ve Irkçı/milliyetçi gericiliğin elinde sol saflara kadar sirayet eden tesirli bir virüs haline gelmiştir.

  1. yüzyıl sonlarından itibaren adım adım tarih sahnesine çıkan Burjuvazi, kendinden önceki mülk sahibi sınıflarla uzun soluklu bir mücadeleye tutuştu. Feodal aristokrasi ve engizisyona karşı mücadelesinde “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” şiarıyla halkı da yanına alarak Cumhuriyet ve ulus devlet hedefine ulaştı.

İhtiyaç duyduğu büyüklükte, ortak bir dilin konuşulduğu, bir milli pazar yarattı. Yarattığı bu pazarı dış rekabete karşı korumak için de ulusal birliğini oluşturdu. Böyleliklede milli pazar, onu koruyan milli devlet, milli vatan, milli eğitim, milli bayrak ve diğer tüm “milli” aksesuarlarlabirlikte günümüzdeki milliyetçi ideolojiler de doğmuş oldu. Parelel olarak da “millet düşmanlığı”, “vatan hainliği” gibi yaftalar …

Dünya’da olduğu gibi Türkiye’de de “vatan hainliği” suçlaması idama varan ağır cezalara çarptırılır.

Dünyanın tam ya da yarı Şeriatla yönetilen ülkelerinde ise, “Allah” ve “din düşmanlığı” çok vahşi ve ilkel yöntemlerle cezalandırılır.

Din ve Allah, Bayrak ve Vatan gibi kavramlar, toplumların baş belâsı hanedan azınlıkların elinde birer silah olmaya devam etmektedir. Halkların hak/hukuk ve özgürlük arayışları çoğu zaman bu araçlarla rayından çıkarılır. Barbarlığın sultanlarına itiraz edip de “vatan haini” ya da “din ve allah, millet ve devlet düşmanı” damgası yemeyen, kendini hapis veya sürgünde bulmayan kaç siyasi muhalif, aydın ve sanatçı bulunur ? Egemen sınıflar, bu silah ve argümanları kendi iç kavgalarında birbirlerini iktidardan bertaraf etmek için de kullanırlar. Yakın tarihte Menderes ve Özal’ın tasfiyesi, şimdilerde ise Ergenekoncular-AKP-Cemaat kavgasında olduğu gibi…

Sol bu kavramlara nasıl yaklaşmalı ?

Tarihsel olarak Sağın silah envanterinde bulunan bu kavramlarla fazla oynama ve onları devşirme çabası, sol değerlere yarardan çok zarar getirmektedir. Sol, aksatmadan cuma namazına da gitse, düzenli olarak ramazan orucunu da tutsa, hatta hacca bile gitse yine de “halkımıza” yâr olmayacaktır.

23-Nisan cocuklarının coşkusuyla milli bayrak sallamak, “Vatanperverlik” iddiasında milliyetçi gericilikle yarışmaya kalkışmak solculuk değildir. Öyle olsaydı eğer, bir zamanların süper “sol/sosyalist”i Doğu Perinçek çoktan Türk-İslam sentezcilerinin baş tacı olmuştu. Perinçek, “Muhammed büyük bir medeniyet devrimcisidir” demekle ümmetçi gericiliğe yaranamadığı gibi, “Musta Kemal büyük bir cumhuriyet devrimcisidir” demekle de devlete ve Irkçı/milliyetçi cenaha yaranamadı. En hararetli milliyetçiliği kendisi yaptı/yapıyor yine de olmadı/olmuyor. Uğruna büyük cefalar çektiği devletinin parlementosuna dahi bir türlü giremedi.

Tüm sembolleriyle birlikte dinci gericilikle Irkçı/milliyetçi gericiliğin orijinali dururken kopyasına neden rağbetedilsin ? Sol’un sol kalarak güçlenmesi, yeniden umut olabilmesi için öncelikle, tarihsel/kültürel köklerinden, temel değerlerinden kuşkuya düşmemesi gerekir.

İnsanı hiçe sayan, onu kullaştıran tanrısal ahlâk ve dinsel hukuk ile giriştiği ideolojik mücadele, solun utancıdeğil, gururu omalıdır. Aynı devrimci duruş devlet/bayrak/vatan/millet kültüyle mücadele hususundada geçerlidir.

Elbette ki sol, kendi tarihindeki hata ve sapmalarla da tabu tanımaz bir cesaretle hesaplaşmalıdır. Eski ve yeni, modern ve postmodern tanrı ve dinlerle hesaplaşmayı göze alıp da, kendi günahlarıyla hesaplaşamayan bir sol, gerçek sol olamaz.

Ama bunu yaparken, aleyhindeki konjonktürel güç dengelerine boyun eğerek, dizginsiz de geri çekilmemelidir. Zira bu düzeyde bir geriye düşüş, Halkların evrensel demokratik ilerleyişlerine bir katkı olmayacaktır.