Futbol, Horoz ve Çöp

fransaErdal Emre (15-06-2016) Öyle efsunlu ve çok işlevli bir fenomendir ki şu futbol, Lokman Hekim’in ‘her derde deva’ formülü halt etmiştir yanında.

‘Yediden yetmişe’ herkesle bir şekilde ilişki kurup kendine çeker. Ya da herkes, hoşuna giden bir yön bulur onda.

Geniş toplumsal gruplar için seyir ve zevk değeri yüksek bir spor/oyun  olan futbol, kimileri için mafyalaşan küresel bir rant kaynağıdır da. ‘Milli devlet’ ve milliyetçiliklerini inşaada geç kalmış kimileri için patolojik bir ırkçı/milliyetçi saplantı iken, ‘yüksek kültür’ elitleri için, horlanan popüler/’alt kültür’ün omurgasıdır. Dar ‘sol’ vizyonda ‘kitlelerin afyonu’ gibi bir şey iken, devletler halinde örgütlenmiş egemenler için bir ‘bahis kumarı’nı organize etme ve ondan ‘aslan payı’ alma olanağıdır. Toplumların diplerinde sıkışan yıkıcı enerjiyi boşaltarak, durumu egemenlerin lehine çevirme mühendisliğidir aynı zamanda futbol… Sponsor şirketler ve tüm bir kapitalist dünya için astronomik kârların elde edildiği bir sanayi dalı, emek dünyasının dikkatini asli sorun ve dertlerden uzaklaştırmanın ideal bir manevra alanıdır.

Herkesin kendi takımı için dua ettiği, yeryüzünün en büyük tapınaklarına sahip bir ‘din’ olduğu da söylenebilir onun…

Milyonları benzer duygularla bir araya getiren bu spor dalının ‘büyüsü’ daha uzun yıllar konuşulacağa benziyor.

2002 yılında yapılan ‘Dünya Kupası’nda oynanan Çin-Brezilya maçını 330 milyon kişinin TV’den izlediği hatırlanırsa, konunun evrensel, ticari ve sosyo-kültürel  boyutları daha iyi anlaşılmış olur.

“İlk örneklerine M.Ö. 2500 yıllarında eski Mısır ve Çin’de rastlandığı” söylense de, belli kurallar çerçevesinde oynanan ve zamanla yeni kurallarla biçimlenerek günümüzeki ‘endüstriye’l düzeyine ulaşan modern futbolun İngiltere doğumlu olduğu bilinir.

İlk resmi futbol müsabakasının günümüzden yüz kırk dört yıl önce -30 Kasım 1872- ve dört bin kadar seyircinin huzurunda, İngiltere ile İskoçya arasında, Glaskow’da oynandığı kayıtlıdır.

Devletlerin, çokuluslu şirketlerin ve medyanın (günümüzde You Tube, Facebook ve Twiter gibi sosyal medya araçlarının) da müdahalesiyle, nerden nereye gelindiğini hep beraber görüyoruz.

Irkçılık Tartışmaları ve Horozlar

2016 Avrupa Futbol Şampiyonası’na ev sahipliği yapan Fransa, vasat bir seremoni ve maçla açılışını yaptığı turnuvaya büyük umutlar bağlıyor.

Zidan-Deschamps kuşağının 1998’deki ‘Dünya Kupası’nda gösterdiği başarılarının tekerrür etmesini arzuluyor…

Çok farklı renk, inanç ve etnik kökenden gelmiş oyunculardan oluşan milli takımın elde ettiği o kupa zaferi, dönemin merkez siyasi güçlerince “Fransız entegrasyon/uyum modelinin başarısı” olarak lanse edilmiş ve hayli zaman reklamı yapılmıştı. Tarihinde ilk kez ‘Dünya Kupası’nı almış olmanın zafer sarhoşluğuyla yere göğe sığdırılamayan Zidan ve arkadaşları, o zamanlar da ırkçı/sağın saldırı hedefiydi. “Göçmen/Afrika Milli Takımı” diyerek alay ediyordu…

Başkan Holland’ın, Vals hükümetinin, sponsor şirketlerin, yaklaşan başkanlık seçimleri aday ve aday adaylarının, Avrupa Şampıyonluğu Kupası’nı kaldırmaya çok ama çok ihtiyaçları var. Zira ‘işler kesat’. Hiçbir şey yolunda gitmiyor. Avrupa Birliği projesinin istendiği gibi yürümediği, rakiplere karşı arzulanan ‘büyüme hızını’ nın bir türlü yakalanamadığı, üç ayı aşkın süredir devam eden ‘sosyal hareketler’le çalkalanan, pek çok meydan ve sokağında çöplerin toplanmadığı, sel felaketi ve nehir taşmalarının ‘evsizleştirdiği’ kalabalıkların hükümet/devlet karşıtı öfkesinin tam olarak yatışmadığı, “terör tehdidi” gerekçesiyle uzatılan “olağanüstü hal” gibi kaotik bir iklimde kazanılacak bir kupanın rüyası bile güzeldi…

Peki, hangi ekip kazanacaktı bunu?

Bitmeyen ve hep üstü örtülmeye çalışılan ırkçılık tartışmalarının gölgesinde sahaya çıkan bir ‘Milli Takım’ mı?

‘Milli Takım’a alınmayan Cezayir asıllı futbolcu Karim Benzema’nın antrenör Dider Deschamps için yaptığı, “Fransa’nın ırkçı kesimlerinin baskısına boyun eğdi” açıklaması hâla tartışılıyor. Üstelik Benzema dengindeki bir diğer Arap asıllı futbolcu Hatem Ben Arfa da alınmamıştı bu takıma…

Karşı ırkçılığı körükleyen selefi kökenli cami projelerine üç milyon Euro bağışta bulunduğu söylentileri, Benzema’nın haklı tepkilerini ortadan kaldırmıyor.

Irkçı/ulusal cephenin genç milletvekili Marion Maréchal-Le Pen, durumdan kendine vazife çıkararak Benzema’ya verdiği yanıtın da, “Doğduğu ve eğitimini aldığı Fransa sayesinde multi-milyoner oldu; beğenmiyorsa, ‘ülkem’ dediği Cezayir’e gidebilir” diyordu.

Irkçı yaklaşımla Araplardan arındırılmış haliyle bile ‘Fransız Milli Takımı’ bir Afrika karması/bir yabancı ‘Milli Kakım”dı aslında.

Fransız toplumundaki Arap karşıtı duyguların köklü ve çok yönlü nedenleri vardır.  2015 yınının Ocak ve Kasım aylarında Charlie-Hebdo, Hyper Cacher, Bataclan ve altı dolayında Kafe/Restoranda El Kâide ve IŞİD çetelerince gerçekleştirilen katliamlar,  mevcut Arap/İslam karşıtlığına yeni ivmeler ekledi.

‘Milli Futbol Takım’ı üzerindeki ırkçı/ayırımcı baskıların yaratığı rahatsızlıklar dinmiş değil. Galya Horozu’nun sembolize ettiği milliler, zorlu Romanya galibiyetiyle taraftarlarını umutlandırdı. Lehte düşünenler için Galya Horozu, cesareti ve karanlığın üzerine doğan aydınlığı simgeliyordu. Karşıtlarına göre ise “Horoz, bir ayağı bokun içinde şarkı söyleyen tek hayvan”dı dünyada.

Holiganlık/Şiddet ve Futbol

Dünya holiganları futbola ve tribünlere el koymuş gibidir. Futbol onlarsız anılmaz hale geldi…

Marsilya kentinde oynanan İngiltere-Rusya maçının öncesi ve sonrasında yaşanan ‘holiganlar muharebesi’, futbol-şiddet tartışmalarını yeniden gündem yaptı. Aslında bunun gündemden hiç çıkmadığını söylemek daha yerinde bir saptama olacak…

1985 yılında Brüksel’de yapılan Liverpool-Juventus maçında esnasında yaşanan ve 39 kişinin ölümüyle sonuçlandığı için tarihe “Heysel Faciası” olarak geçen olayın ardından, Avrupa’da ‘futbol ve şiidet’ konusunda ‘köklü’ denebilecek önlemler alınmıştı. Özellikle, holiganlarıyla ünlü İngiltere’de uygulanan kimi idari ve polisiye tedbirler sonucunda, trübünlerle saha arasındaki tel örgülerin kaldırılması gibi ‘ilerlemeler’ bile sağlanmıştı.

Son çeyrek yüzyılda sporda, onun en popüler ve küresel dalı olan  futbolda şiddet sorunsalına dair çok sayıda araştırma/inceleme yayınlandı. Spor sosyologları, psikologlar, toplumbilimciler, filozoflar… konuştu. Politikacılar bile “spor barış, dostluk ve kardeşlik içindir” çağrıları yaptılar. Daha da ileri giderek “sporu siyasete alet etmemek gerekir” yollu temennilerde bulundular; tıpkı “dini siyasete alet etmemek gerekir” dedikleri gibi.

Ama mesele bütün yakıcılığıcıyla yerli yerinde kaldı.

İlgili tüm ciddi araştırmacılar, sporda/futbolda toplu öldürmelere varan şiddet olaylarının çok boyutlu, derin sebepler sonucunda ortaya çıktığı hususunda hemfikirdirler.

Nihayetinde, değeri 500 milyar  doları aşan bir pasta var orta yerde…

‘Endüstriyel’ sporun ‘doğasında bulunan’ ve rekora, daima daha ileriye, daha yükseğe/derine, daha fazla madalya, kupaya ulaşma hedefi, sporcunun sağlığını hiçe saymakta, onu ölümcül bir baskı altına almaktadır. Klübün, sponsor şirketlerin, medyanın ve  seyircinin yarattığı baskı yetmiyormuş gibi, sporcunun bedenine yapılan tıbbi/kimyasal müdahaleler ölümlere de neden olabilmektedir.

2003 yılında Fransa’da yapılan ‘Konfederasyonlar Kupası’ kapsamındaki Kolombiya-Kamerun  karşılaşması sırasında geçirdiği kalp krizi sonucu yere yığılan Kamerunlu Marc-Vivien Foe’nin yaşamını yitirmesi tek trajik olay değildir.

1994 Dünya Kupası’nda ABD- Kolombiya maçında kendi kalesine attığı gol nedeniyle takımının mağlup olmasından sorumlu tutulan Escobar, ülkesine döndükten hemen sonra silahlı saldırıya uğrayarak hayatını kaybetmişti.

Latin Amerika ve Ortadoğu ülkelerinde rakip takım ve seyirci grupları arasında çıkan ve toplu ölümlerle sonuçlanan sayısız facia vardır. Bu örneklerden biri de, 1967 yılında Türkiye’de, Kayserispor ile Sivasspor arasında oynanan ve  48 kişinin ölümü, 600 kişinin yaralanması, trübünlerin yakılıp yıkılmasıyla biten karşılaşmada yaşanmıştı.

Futbol tribünleri, ülkelerin/toplumların aynasıdır bir yanıyla. Oraya dikkatli baktığımızda, hakim ırkçı/milliyetçi nefreti, ayırımcılığı, erkek egemen değerleri, sosyal katmanlar arası keskinleşen zıtlıkları, şike skandallarıyla çalkalanan/çürüyen federasyonu, mafyayı, kulüpleri, basını, spor bakanlığını: özetle, ‘Devleti ve milletiyle’ tüm bir toplumsal sistemin dramını görebiliriz.

“Türk Malı” Holiganlık

Holiganlığın ulus markaları, değişik renk bayrak taşımaları çok biçimsel ve yüzeydeki bir farktır.

Dersimli futbolcu Deniz Naki ve Diyarbakır/Amedspor kulüp ve taraftarlarına kan kusturan, H. Dink cinayetinin ardından tribünlerde “Hepimiz Ogün Samastız”  sloganları atan Türk holiganlarıyla, göçmenlere ve siyahlara karşı nefret kusan Doğu ve Batı Avrupalı holiganları arasındaki tek fark, ayrı diller konuşmalarıdır.

“Milli birlik ve beraberlik halinde” aylar önceden başlayan “Viyana kapılarına dayandık”, “3. Viyana kuşatması” ajitasyonuyla ortalama seyirciyi dahi milliyetçi histerinin içine iten, Yunanistan ile oynanan maçta Yunan  milli marşını ıslıklayan, Paris katliamlarındaki kurbanların anısına yapılan saygı duruşunu tekbir ve kurt ulumalarıyla sabote eden/ettiren ve ardından da dünyaya ‘Talat paşa açıklamaları’ yapan zihniyet şizofrenik değil de nedir?

Milli Takımlar teknik direktörü Fatih Terim, bir önceki resmi turnuva için hazırlanan tv reklam spotunda Türk milli takımını “kanının son damlasına kadar mücadeleye” çağırmıştı.  Son reklam spotunda ise “milli formaya ruh” çağırısı yapıyordu. Bu çağrıların da etkisiyledir ki, uluslararası bir futbol karşılaşması Türk holiganlığının algılarında kolaylıkla mitolojik bir “İstiklal Harbi”ne, düşük skorlu sıradan bir galibiyet dahi “destan yazdık, tarih yazdık” türünden kışkırtıcı avuntulara dönüşebiliyor.

Devlet gücünü ele geçirenlerin, devletin kendisinin holiganlaştığı  Türkiye gibi ülkelerde tribün holiganlarıyla baş etmek  çok zaman alacaktır…

Sonuç Yerine

“Olağanüstü Hal” uygulamasının, direnişlerin, “Ben sendikalara boyun eğmem” diyen hükümet restinin, kaldırılmayan çöp tepeciklerinin, holigan şiddetinin ve IŞİD cinayetinin gölgesinde başlayan Avrupa Futbol Şampiyonası’nın yeni olaylara gebe olduğunu söylemek kehanet olmayacaktır. Avrupa ve çeperinde, Ortadoğu’da, hatta Amerikan seçim kampanyalarında ve Orlando’da yaşanan sosyo-politik konjonktürel durum, gelişmenin yönünü de gösteriyor aslında.

Fransa için 10 Temmuz’daki final maçına kadarki süre, diken üstünde geçecektir.

Büyük mülkiyet ve para kaynaklarını kontrol eden güç sahipleri ve devlet iktidarları, sebep oldukları, oluşumuna katkıda bulundukları tüm toplumsal/sınıfsal ihtilafların anaforunda kıvranmaya devam edecektir.

Yalnızca sporun/futbolun değil, bütün bir gezegenin ve insanın kirlenmesinden sorumlu olanların, holiganların ve ırkçı/milliyetçi paramiliter çetelerin yaratıcılarının rahat bir yaz geçirmeleri zor görünüyor.

Böylesi bir ortamda Fransa muktedirleri bir ‘kupa zaferine’ çok ihtiyaç duyuyorlar…

Kupa’yı kim kaldırırsa kaldırsın, ‘Kupa zaferi’ kimlere  ‘züğürt tesellisi’ olursa olsun, Avrupayı  sıcak bir gelecek bekliyor.

Erdal Emre