Fransa: “Gece Ayakta!”

frans ayakat resim“Lidersiz/sözcüsüz, doğrudan katılımcı demokrasiyle” ekonomiden feminizme, biyolojik tarımdan Ortadoğu’ya, göçmen/sığınmacı sorunundan küresel ölçekli ekolojik felaketlere, kapitalizmin yıkıcılığından özgürlük karşıtı “güvenlikçi” politikalara, yükselen ırkçı tehlikeden “vatandaşlık statüsünün geri çekişmesi riski”ne, erkek egemen dünyanın sorunlarından yeni bir toplum projesine kadar oldukça geniş bir yelpazede kollektif tartışmalar yürütülüyordu.

Değişik versiyonlarıyla komünistler, anarşistler, sendikacılar, feministler, apolitikler, sanatçılar, aydınlar… Herkes vardı tartışmalarda. ‘Her kafadan bir ses’ çıkıyor, çok seslilik ve ‘kaosta’ geleceğin uyumu aranıyordu…

Erdal Emre (07-06-2016) Mart başından bu yana Fransa’nın sokakları tüm ülkeyi ısıtmaya devam ediyor.

Sel baskınları ve Sein Nehri’nin taşması dahi, eylem alanlarının ateşini söndürmeye yetmedi.

Yeni iş yasasına karşı başlayan ve giderek birikmiş toplumsal hoşnutsuzlukları yüzeye çıkaran direniş üçüncü ayını doldurdu.

Daha ilk günlerden itibaren bir yayılma potansiyeli taşıyan protesto ve direniş hareketi, beklendiği gibi gün gün yeni ivmeler kazanarak, “sivil bir halk ayaklanması”na dönüştü.

Ne direniş karşıtı itibarsızlaştırma manipülasyonları ve manevraları, ne de “sosyalist” etiketli Vals hükümetinin polis şiddeti hareketi dizginlemeye yetmedi.

Petrol rafinerilerinden Metrolara, Nükleer enerji santrallerinden devlet demir ve hava yollarına kadar geniş bir alana yayılan hareket, anketlere göre toplumun %70’nin desteğini almaktadır.

Yakıt istasyonlarında uzayıp giden kuyruklarda bekleyenler, sabahları işine – okuluna yetişemeyen kalabalıklar giderek siyasileşen bir tartışmanın da içine çekiliyordu. Doğaldır ki tepkiler, farklı sosyal katman ve görüşlere göre değişiyor. Ama değişmeyen ortak payda, Fransa’nın iyi yönetilmediği, ‘sağ’ı ve ‘solu’yla tüm parlamenter güçleri hedef alan derin bir güvensizlik ve de hızla trdikalleşen tepkilerdi.

 Öfkenin Kıvılcımı Yasa

‘Yeni İş Yasası’nda çalışma yaşamına ilişkin olarak yer alan en dikkat çekici maddeler genel hatlarıyla şunlardı:

– 35 saatlik haftalık resmi çalışma süresi 48′ saati de aşarak, 60 saate kadar uzyacaktı.

– Maaş indirimi konusunda işverenlere daha fazla hak tanınacaktı.

– Çalışanların yıllık izinlerini ne zaman kullanacakları konusunda ilgili şirketler daha çok söz hakkına sahip olacaktı.

– Değişik türden ücretli izin olanaklarının kullanım hakkı işverenlerin tercihine bırakılacaktı.

– İşten çıkartmalar büyük oranda işverenlerin inisiyatifine verilecekti.

– İlk sekiz saat için yüzde yirmi beş, sonrası için ise yüzde elli olan mesai ücreti yüzde on ile sabitlenecekti.

– Kıdem tazminatına bir üst sınır getirilecekti…

Yukarıda özetle sıralanan konular kapsamında ifadesini bulan ‘Yeni Yasan’ın resmi gerekçesi, “İşsizliği azaltmak” olarak açıklanıyordu.

Myriam El Khomri’nin ağzından açıklanan yasa tasarısı, son yıllarda artan işsizliğe “çözüm bulma” iddiasıyla gündeme getiriliyordu.

El Khomri’ye göre, çalışma saatlerinin uzatılması ve sözleşmelerdeki kural değişiklilkeri ile işverenlere sağlanan yeni avantajlar istihdamı artıracak ve böylece “işsizliğin azalmasını” sağlayacaktı.

Kapitalistlerve yönettikleri devlet, yani modern sosyal sınıflar arasındaki uçurumun yaratıcıları, sebep oldukları işsizliğe bu önlemlerle çare bulacaklardı! K.Marks ve M.Bakuni’nin kulakları çınlasın!

Ama sokaklara – meydanlara dökülen yüzbinler biliyorlardı ki, patronların çalışma kanununa uyma zorunluluğunu büyük oranda ortadan kaldıran bu yasa ile Fransız kapitalistleri, işçi sınıfı ve emek cephesinin çetin ve çaplı kavgalarla elde ettiği kazanımları geri almak istiyordu.

Tepkiler, Yansımalar

Fransa da taşan direniş ile ilgili olarak en medyatik ve saldırgan tepki, direnişçi sendika yöneticilerini hedef alıp, “Haydutlar ve teröristler gibi davranıyorlar” diyen Medef (Türkiye’nin Tüsiad’ı – Müsiad‘’ı)  başkanından, yani ‘patronların patronu’ Pierre Gattaz’dan geliyordu.

Medef şefinin bu hakaretine verilen zıpkın gibi yanıt gecikmedi; Sol Parti’nin liderlerinden Jean Luc Mélanchon (eğrileri bir yana, yerinde bir müdahaleyle), Gattaz’ı “sosyal parazit ve gaspçı” olarak niteledi, “Medef’in diktatörlüğüne hayır” dedi.

İktidardaki “Sosyalist Parti”den de farklı sesler çıkıyordu. Örneğin iktidar partisinin merkez karar kurulu üyesi, Komünist kökenli Gérard Filoche, yasayı “ultra liberal” ve “çalışanların güvenliğine karşı termonükleer bir saldırı”,  “Fransa’nın son yüzyılda gördüğü en büyük karşı devrim” olarak tanımladı.

Sokak ve meydanların tepkisi ise kendine hastı; daha genç ve daha dinamik… “Çalışma yasası ve onun dünyasına karşı” yürütülen mücadelenin bir militanı olan sosyoloji öğrencisi 20 yaşındaki Jérémy, “…değişiklik masayı devirdikten sonra gelecektir” diyordu annesine.

“Dünyayı değiştirin ya da onu yakın” dövizi taşıyordu bir başka anarşist genç. *

“On vaut mieu que ça / Bundan daha iyisini hakediyoruz” ve ” Birlikte kazanacağız” diyordu kalabalıklar.

Fransa kentlerini sarıp sarmalayan bu seslerin sınırları aşarak, bir düzineye yakın Avrupa ülkesinde yankı bulması “sürpriz” değildi.

 Nuit Debout / Gece Ayakta

Paris’in Cumhuriyet Meydanı’nda başlayan ve çok geçmeden 80 dolayında kente yayılan “Nuit Debout / Gece Ayakta” hareketi çifte şiddetle karşılandı.  Polisin -Türkiye’deki Padişah’ın bile kınamalarına sebep olan-  ölçüsüz saldırılarına, şirketler dünyasının medya şiddeti eşlik etti. Polis şiddetine karşı kendini savunan gençlerin direnişleri medya tarafından, “Haydutlar / Kırıcılar”, “Küçük burjuva anarşistleri” diye tanımlanıp kınandı, ‘mahkûm’ edildi.

Daha başından güçlü bir yayılma potansiyeli taşıyan hareketin önlenmesi gerekiyordu. Ama olmadı. Ne “olağanüstü hal” ve “terör” bahanesi, ne sel felaketi ve ne de 10 Haziran’da başlayacak olan Avrupa Futbol Şampiyonası gerekçesi eylemleri yatıştıramadı. Zira sorunların kökleri derdindeydi. “Gece Ayakta” forumlarında tartışılan konuların çeşitliliği, ‘Çevreci’, ‘Komüncü’, ‘Sanatsal’ vb. türden renkli atölye çalışmalarının zenginliği, ziyaretçilere evrensel boyutta mesajlar taşıyordu.

“Lidersiz/sözcüsüz, doğrudan katılımcı demokrasiyle” ekonomiden feminizme, biyolojik tarımdan Ortadoğu’ya, göçmen/sığınmacı sorunundan küresel ölçekli ekolojik felaketlere, kapitalizmin yıkıcılığından özgürlük karşıtı “güvenlikçi” politikalara, yükselen ırkçı tehlikeden “vatandaşlık statüsünün geri çekişmesi riski”ne, erkek egemen dünyanın sorunlarından yeni bir toplum projesine kadar oldukça geniş bir yelpazede kollektif tartışmalar yürütülüyordu.

Değişik versiyonlarıyla komünistler, anarşistler, sendikacılar, feministler, apolitikler, sanatçılar, aydınlar… Herkes vardı tartışmalarda. ‘Her kafadan bir ses’ çıkıyor, çok seslilik ve ‘kaosta’ geleceğin uyumu aranıyordu…

Sistemin “sol” entellektüelleri, gençliğin moral gücünü kırmak için bir yandan Paris Komünü’nün, reel sosyalist deneylerin ve 68’in yenilgilerini hatırlatırken, öte yandan, ‘O zamanlar Proudhon gibi, Marks gibi gelecek tasavvurları olan bilge dava adamları vardı. Ya şimdikiler? Şimdikiler umutsuz, vandal…’ diyebiliyorlardı. Ve onlara göre, “Bu hareket işçi sınıfına zinhar bulaşmamalı/bulaştırılmamalıydı” elbette.

 Yasa “Bahane!”

Evet, bir yerden sonra “El Khomri yasası bahane”ydi. Tıpkı 2005’de Paris banliyölerini yakan ayaklanmalar, 2010’da ’emeklilik reformu’na karşı gelişen kitlesel mücadelelerde olduğu gibi, görünür gerekçeler birer “bahane”den ibaret idiler. Aslında ve bir yanıyla ultra liberal kapitalist barbarlığın ulaştığı düzey sorgulanıyor, bir çıkış aranıyordu. ‘Gidişat normal değil’di. 68’e ve daha önceki zamanalara göndermeler yapılıyordu. Yeterince evrensel ve de tarihsel bir kaçınılmazlıktı olup bitenler. Bu nedenle de, yankılar/yansımalar, Fransa’nın sınırlarını aşarak, Belçika, Almanya, İspanya, Kanada, Hollanda, Lüksemburg ve İsviçre gibi ülkelere, hatta Tayland’a kadar ulaştı. İspanya’nın 8, Belçika’nın 9 kentinde haftalarca devam eden dayanışma eylemleri örgütlendi.

Dünya çok küçüktü artık. Bu nedenle de, sosyal hareketler birbirini kolaylıkla tutuşturabiliyordu günümüzde.

“Burada duramayız…  Hep savunmaya dayalı mücadeleden çıkmak gerekir,” diyordu Frédéric Lardon.

François Ruffin ise, “Gece Ayakta” hareketinin bütünsel, politik bir perspektiften yoksun olduğunu kabül etmekle birlikte, “kendiliğinden” olduğunu söyleyenlere itiraz ediyordu.

 Özetle;

Toplumun emek ve gençlik cephesinde biriken huzursuzluklar, ortalama beş yılda bir yığınsal öfke dalgaları halinde sokaklara/meydanlara taşıyor. Tarihsel seyir açısından kaçınılmaz bir olgudur bu.

Kapitalizmin bireyi ve toplumu çözen, ona yabancılaşan özü, sınıflar arası uçurum ve çatışmaları derinleştirmeye devam ediyor.

Fransız toplumunun tüm politik özneleri ‘doğal’ olarak protesto ve direniş dalgalarını devşirmeye çalışıyor. Sistemin klasik sağ/”sol” partileriyle ırkçı/faşist hareket 2017’deki başkanlık seçimlerinin stratejik ve taktik hesaplarıyla hareketi manipüle  etmeye çalışırken, dertleri/talepleri olan emek dünyasının ve gelecek umudunu hızla kaybeden yeni nesillerin çözüm arayışları sistemle çatışmaya devam ediyor.

Yani ‘et ve can derdi’ diyalektiği burada da işlevini sürdürüyor.

Eylemsiz/direnişsiz hak ve özgürlük taleplerinin havada kalacağı tarihsel tecrübeyle yeterince biliniyordu. Yalnızca sanat ve edebiyatın estetiği içinde kalan eleştiri ve itirazların çözüm olmayacağı da…

Yakın vadede bir yolu bulunup kısmi geri adımlarla, üç aydır yaşanmakta olan direniş dalgası yatıştırılacaktır… Ama görünen o ki, orta ve uzun vadede Fransa emek cephesi ve kapitalizm karşıtları yalnızca ‘gece’ değil, gündüz de ayakta kalacaktır.

Erdal Emre

6 Haziran-16

*Marianne/Sayı 998