Sivil Devlet ve Devrim

İnsanın özgürleşme eğilimi ve devrim denilen başka bir öge daha vardır Devletin baş sorunudur bu Devleti en çok, devrimin derinliği korkutur Devrim sadece görünen devlete değil, onun dayandığı sisteme, biçimlendirdiği tebaaya, sivil devlete de derinlemesine yöneliyor, tüm bunları yıkma yeteneğini gösteriyor mu? Devleti en çok ilgilendiren budur. Devleti yıkan devrim, eğer devletin çok yönlü varlığına karşı bir yürüyüş içinde değilse kendi yaşama şartını zaten ister istemez kendi çabasıyla ortadan kaldıracaktır

Muzaffer Oruçoğlu (16-04-2019) Devleti, toplumun dışında ve tepesinde, antagonist çelişkilerin bir ifadesi olarak, topluma hükmeden, onu yönlendiren bir baskı aracı olarak tarif etmek yeterli değildir. Devlet, tebaanın hamisi, toplumsal iradesizliğin iradesi, bilgisizliğin bilgisi,  varlığın ve onun tarafından yaratılan maddi ve manevi değerlerin bekçisi vs. olmanın ötesinde bir olgudur. Devleti ortaya çıkaran, devlet eden çok yönlü ögeleri nerede aramak gerekiyor? Sanırım öncelikle, toplumu kuşatan, görünmez bağlarla bir  pandora yumağına dönüştüren maddi ve manevi şartlarda, tarihte ve insanın doğasında aramak gerekiyor.

İnsan, var olduğundan bu yana hep korktu ve dayanışma, yönetilme ihtiyacıyla hep yönetildi hep. İlk devlet korkusu, doğanın insan ruhunda yarattığı korkudur. İlgisizliğin, bilgisiz yokluğun, inancın ve ihtiyacın zirvesinde yaşayan insan, kendi yönetme yetilerini bir dış güce teslim ederek ve ona yabancılaşarak onun tarafından hep yönetildi. Hiçbir zaman yönetemedi kendi kendini. Tarih öncesi yalın ilkellik şartları, sürüye, en güçlü, en becerikli ve en deneyimli Teke-insanı izlemeyi dayattı. Teke-insan, sürünün maddi ve manevi kılavuzu, iki ayaklı devletiydi. Onun aklı, iradesi, davranış silsilesi, sürünün yaşamını, varlık düsturunu belirliyordu. Anaerkil dönemde de benzeri bir durum söz konusuydu. Kabile, kendini doğuran, çoğaltan, var eden anaya bağımlıydı. Yasasız ilkel hukukun ve ahlakın dokunulmaz sembolü olan ana, kabilenin devleti gibiydi. Kabilenin ruhunu, yaşamını biçimlendiren, kendine benzeten ve bunu inanç düzleminde de de aynen kuran biricik otoriteydi. Durum, ataerkillik ve tarım toplumuna geçişle birlikte, devletin çok daha organize, şumüllü bir tarzda ortaya çıkışıyla birlikte sürüp, günümüze kadar geldi. Bu tarihsel süreci şöyle bir kaba sıralamayla özetleyebiliriz: Köleci, Antikite devletler; feodal aristokrat devletler; kapitalist- aristokrat, mutlakiyetçi geçiş devletleri ve günümüzün, vantuzları kılcal damarlar gibi çoğalıp, toplumu saran, “demokratik” devleti; yani, finans kapitalin, ideolojik, siyasal, sosyal, kültürel, askeri, bürokratik vb. aygıtı, modern oligarşik devlet.

Günümüzün tekelci kapitalist devleti, görünen (resmi) ve görünmeyen (sivil) biçimiyle tarihin şu ana kadar tanık olduğu en gelişmiş devlettir. Tekelci kapitalizmin sırf baskı kuran politik bir aracı değil, koruyucu, düzenleyici hizmet tanrısıdır aynı zamanda. Hemen her yerde görebiliriz onu. Sermaye birikiminin sürekliliğinin sekteye uğradığı, üretimin maddi koşullarının bozuldu, emek sermaye çelişkisinin keskinleştiği, ücretlerin ve iş koşullarının belirlendiği, azami karın zora girdiği vb. yerlerde öncelikle onu görürüz. Yatırımları teşvik etmek, kredi ve para işlemlerini kontrol etmek, vergi toplamak, bölüşümü ve dış pazarı ayarlamak, egemen sınıf ilişkilerini düzenlemek, güçlendirmek onun işleridir. Çatışan egemen sınıfların birbirlerini yenemedikleri denge durumlarında, bazen hakem görünümündedir o; Bonaparttır, Bismarktır. Gerçekte ise onun mutlak tarafsızlığından, özerkliğinden söz edemeyiz. Alman İdeolojisi’nde Marks, “zümrelerin gelişmelerinde henüz sınıf aşamasına tamamıyla varmamış ülkelerde,” “nüfusun hiçbir bölümünün ötekileri egemenliği altına alacak duruma ulaşamadığı ülkelerde, devletin özerkliği mevcuttur,” diyor. Ve buna da Almanya’daki durumu ve “modern devletin en eksiksiz örneği,” olarak gösterdiği Kuzey Amerika’yı örnek gösteriyor. Bu ülkelerde gerçek durum, Marks’ın tespiti gibi midir, tartışmasını bir yana bırakalım da, devletin göreceli bağımsızlığı ya da özerkliği, bence bir görünüm, bir yanılsamadır. Burjuvalaşmış aristokrasinin en iri kesimlerini temsil eden, küçük toprak sahiplerine ve lümpen proletaryaya da dayanan Bonapart’ın devletini, bütün sınıfların karşısında tarafsız veya özerk görme gibi bir hataya da düşmüştür Marx. Tabi ki devlet, işaret etmeye çalıştığım tüm bu gücüne ve özelliklerine rağmen, kapitalist toplumun can alıcı karakteristiklerine, temel dönüşüm dinamiklerine tam anlamıyla hakim değildir.

“Genel iradenin realitesi”, “refahın mimarı ve hamisi”, Hegel gibi filozofların gözdesi olan bu devletin bir de görünmeyen ve de resmi olmayan sivil gücü vardır. Bu güç, tebaadır. Tebaa, kendi sosyal özü ile varlığını ölümsüzlüğe taşıyan tüm akli, ahlaki ve manevi değerlerini, devletin bir parçası haline getirmeden  koruyamayacağına inanan, tek tek bireylerden ve aile başta olmak üzere, devletin minyatürü durumunda olan örgütlerden oluşur. Tebaa, görünen devleti, kendi cismani ve ruhani vatlığının ruhu haline gelen güdüsel bir gücün gözüyle, yani görünmeyen devletin gözüyle görür, onu kendilerinin dışında, hayatı kuran ve yöneten bir cevher olarak değerlendirir.

Hegel’in Tin’indeki yavuz çelişkileri, tebaayı oluşturan bu bireylerin ruhsal derinliğinde çözen, itaat huzuruna, refaha ve güce dönüştüren şey devlettir. O, bu alanda da her yerdedir; tarihte, dinde, ahlakta, alışkanlıklarda, gelenekte, yani bir bütün olarak inanç ve kültürdedir.

İnsanın maddi ve manevi dünyasında, alt üst ilişkisinin, yönetim hiyerarşisinin kurulmadığı tek bir alan yoktur. Bu hiyerarşi, vazgeçilmez bir yaşam tarzı olarak içselleştirilmiş ve bazı alanlarda da kutsanmıştır. Dünyanın Tanrı tarafından yönetilmesini, yönetilme işinin kutsanması olarak da değerlendirebiliriz. Yönetici kutsanır, onaylanır ve itaatle güçlendirilir. Bu güç, yönetilenin yöneticiye yabancılaşmasını daha bir derinleştirir. Tanrı otoritesinin  güçlenmesi ile yönetici insan otoritesinin güçlenmesi birbirine bağlıdır. Yani dünyevi otorite, uhrevi otoritenin güçlenmesini ister. Bunun tersi de doğrudur.

İnsanın yönetilme ihtiyacı, devletin envaiçeşit yönetme biçimlerine yol açtı. Şu anda bu biçimlerin en yaygını demokrasidir. Demokrasi, insanın, insani zannettiği bir sistemin yönetim biçimidir. Kontrol ve baskı biçimlerinden birisi de diyebiliriz buna. Tabi, demokrasinin de biçimleri vardır. Diğer toplum biçimlerini bir kenara korsak, gerek sosyalist gerekse kapitalist toplumlarda, demokrasinin değişik biçimlerine rastlarız. Tekel öncesi demokrasi, mali oligarşinin egemen olduğu dönemlerin demokrasisi yani tekel demokrasisi. Sosyalist demokrasi, bürokratik devlet demokrasisi, komün demokrasisi. Bu ve benzeri  demokrasilerin kuruluşunda, sevk ve idaresinde devletin rolü aslidir. Devletsiz bir demokrasi, demokrasi olabilir mi? O, nihayetinde bir devlet biçimi değil midir? Bunun üzerinde kafa yormak gerekiyor. Görünürdeki resmi devlet, militer (ordu, polis) ve sivil bürokrasiden oluşan bir cihazdır. Bütün sosyalist devrimler görünen bu resmi cihazı parçalayarak iktidar oldular, buna benzer bir cihaz kurdular ve bu cihaz tarafından ortadan kaldırıldılar. Devrimleri devrilen sınıflar değil, devrilen sınıfların ruhu, yani görünmeyen sivil devlet ortadan kaldırdı. Eski toplumun, sivil devletine karşı, militer ve bürokratik bir yapıdan ibaret olan sosyalist devlet anlayışı ile derin ve tutarlı bir mücadele yürütmek kolay değildi. Söz konusu devrimlerin hemen tümü, Alman felsefesinin devletçi Hristiyan karakterinden köklü bir kopuşu gerçekleştiremeyen, devleti bu kez işçi sınıfının bir diktatörlük aracı olarak yeniden kuran modern komünizmin düsturuna bağlı idi. Bu noktada, Ortodoks Slav ahlakı ve küçük mülk ruhu ile malul olan eski klasik anarşistlerin görüşleri de çare değildi.

Her devlet kendi varlık şartını özgürlüğün kısıtlanması, zincire vurulması veya tamamen ortadan kaldırılması üzerine kurar. Ama devletin bu eğilimi, hayatı belirleyen tek öge değildir. İnsanın özgürleşme eğilimi ve devrim denilen başka bir öge daha vardır. Devletin baş sorunudur bu. Devleti en çok, devrimin derinliği korkutur. Devrim sadece görünen devlete değil, onun dayandığı sisteme, biçimlendirdiği tebaaya, sivil devlete de derinlemesine yöneliyor, tüm bunları yıkma yeteneğini gösteriyor mu? Devleti en çok ilgilendiren budur. Devleti yıkan devrim, eğer devletin çok yönlü varlığına karşı bir yürüyüş içinde değilse kendi yaşama şartını zaten ister istemez kendi çabasıyla ortadan kaldıracaktır. 20. yüzyıl bunu kanıtladı. Avrupa ve Asya’da patlayan devrimler, büyük devletleri yıktılar ve büyük devletler kurdular ve kurdukları devletler tarafından yıkıldılar. Bu devrimler, şimdinin ve geleceğin inşası üzerinde, emeğin kolektif, özgür, yaratıcı ve eleştirel hâkimiyetini tam anlamıyla kuramadı. Yaşamın ve yaşamsal üretimin işçiler ve tüm emekçiler tarafından yönetimi şeklindeki görüş, pratikte, yaşamsal üretimin, tüm çalışanları yönetmesi şeklinde ortaya çıktı. Ve hayatın kapitalist inşasının derinlemesine iptali mümkün olamadı ve o farklı bir biçimde, devlet kapitalizmi biçiminde sürüp gitti. Nihayetinde, kapitalizmin çok daha özgür bir tarzda gelişmesinin denenmiş, klasik biçimi tarafından yıkıldı.

Direnme, meta yasalarının gücüne karşı hangi noktalarda kurulmalı? Toplumun tüm mülkünü kendi mülkü haline getiren sosyalist bir devletin, yani, değer yasası ve ücret sistemi başta olmak üzere, sosyalist ekonominin geçmişten devralınmış kapitalist yasalarıyla sıkı bağlar içinde olan sosyalist bir devletin, yönetici kadrolar üzerindeki dönüştürücü gücü nedir? Militer ve sivil bürokrat yapısıyla görünen resmi devlet, gerçek gücünü, toplumun bünyesine kılcal damarlar gibi dal budak salan, görünmeyen sivil devletten aldığına göre, devrimin, görünen resmi devleti yıktıktan sonra, onu olduğu gibi ya da değişik bir biçimde kurma eğilimi gösteren sivil devlete karşı politikaları ne olmalıdır? Devrim, kökleri tarihe dallanan şeflik, aidiyet, yönetilme kültüne karşı; kutsanmış, kader haline getirilmiş bir var olma biçimine karşı;  bu kültün veya var olma biçiminin en muteber çimentosu olan akla, vicdana ve ahlaka karşı kendini nasıl kurmalıdır? İleri insanlık kafayı bu ve benzeri sorunlar üzerinde yoruyor şimdi.

Geleceğin sosyalist devrimlerini, devletsiz devletler şeklinde düşünebilir miyiz? Bence düşünebiliriz. Sınıflı toplumun geçmişi en az yedi bin yıldır? Bu yedi bin yıllık geçmişin, her alanda, pratik hayatta, kafada ve ruhta, tek bir devrimle ortadan kalkacağını söyleyemeyiz. Bu bakımdan, geleceğin sosyalist devrimleri, sınıflı toplumlar olarak ortaya çıkacaktır. Devletsiz bir sınıflı toplum akıl dışı gibi görünmektedir. O zaman durum tıpkı Paris Komünü’nde olduğu gibi, görünen resmi devletin görevlerini yığın örgütlerine devretmek şeklinde bir sisteme, devletsiz bir devlete indirgenebilir mi? Toplumda mülke doymuş bir sınıf olmadığına göre, zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan mülksüz sınıf, mülksüzlük sistemini kurabilecek en uygun sınıftır. Öte yandan bu sınıf, mülkü özleyen, ele geçiremeyen, mülke doymamış olan bir sınıftır. Devlet iktidarını ele geçiren ve tüm toplumun mülkünü devlet mülkü haline getiren bu mülksüz sınıf, kendisini devlet mülkünün biricik sahibi, toplumun ilelebet yöneticisi ve kurtarıcısı olarak hisseder. İster mülkün tüm devlete ait olduğu klasik sosyalist sistemde -ki bu özünde bir devlet kapitalizmidir,- isterse, özel mülkün altın çağını yaşadığı kapitalist sistemde olsun, sahiplik veya mülk duygusu özünde aynıdır. Devlet mülkünü elinde tutan sınıf veya bu  sınıfın temsilcileri, devlet mülkiyetine karşı yönelen her muhalefeti tıpkı bir kapitalistin kendi mülkünü savunma psikozuyla savunur. Devlet dünyasında kendisi için bir demokrasi vahası yaratır ve bunu tüm halkın demokrasisi olarak ilan eder. Hatta bazen devlete yönelen muhalefetin ezilmesi konusunda, ‘doymuş’ kapitalistten daha hırslı ve daha terörcü bir davranış sergiler.

O zaman işçi sınıfını ve onun temsilcilerini iğfal eden böyle bir mekanizmadan kurtulmanın yolu üzerinde düşünmek gerekiyor. Böyle bir mekanizmayı durmaksızın yeniden kuran ana kaynaklara karşı verilmesi gereken mücadelenin üzerinde düşünmek gerekiyor. Önümüzde Paris Komünü, Sovyetler ve Çin komünleri gibi deneyler vardır. Yığınlar komünlerde doğrudan devlet iktidarları şeklinde örgütlenebilir. Devletin savunmaya ve bürokratik işlere dair temel görevleri çalışan yığınlara devredilebilir. Bu demektir ki devrim, lağvettiği profesyonel merkezi orduyu ve bürokrasiyi model alarak, onu değişik bir öz ve biçimde, yeniden bir devrim devleti olarak inşa etmiyor. Bürokratik devlet görevlerinin halka dağıtılmasına ve düzenli ordunun lağvedilmesine yol açıyor. Bu durumda merkezi görevleri yerine getirecek, Komünler arasındaki ilişkileri koordine edecek, bir mekanizmaya, adına klasik anlamda devlet diyemeyeceğimiz bir koordine örgütüne ihtiyaç var mıdır, bu tartışılmalıdır. Bu, yeni tipte bir halk demokrasisi, bir komün demokrasisidir. Halkın, doğrudan iktidar olmasına ve demokrasiyi doğrudan yaşamasına kapı aralayan bir durumdur. Bu durumun sömürücü sınıfların iktidarına yol açmayacağının hiçbir garantisi yoktur. Devrimin iktidarı kaybedip etmemesinin nedenleri birçok şeye, özellikle de ekonominin yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine bağlı bir sorundur. Bunun yanında insanın, devleti yıkan ve onun görevlerini halka devreden değişik devrim geleneklerine ihtiyacı vardır. Bu geleneklerin yaygınlaşması bizi çok daha ileri, bugün dahi düşünemeyeceğimiz demokrasi biçimlerine, çok yönlü, gizil insani zenginliklerimizi açığa çıkaran, bizimle birlikte doğayı da özgürleştiren çok daha derin özgürlüklere taşıyacaktır.   Paris Komünü hariç, şimdiye kadarki devrimler mülksüzleri devlet mülkiyetiyle sınıfsız topluma doğru taşımaya kalkıştı. Merkezileşmiş en büyük mülkiyetin, yani devletin ‘kurtarıcı’ rolünü işçi sınıfı inisiyatifi olarak halisane bir niyetle lanse etti. Gerçekte yapılan dev bir kızıl ordu, dev bir bürokrasi ve komünist partisinden oluşan bir cihazın tüm toplumsal zenginliği kendi mülkiyetine geçirmesi olayıdır. Devrim böylesi bir maceraya tarihin bu saatinden sonra kalkışamaz. Kalkışması halinde devrimi değil tekerrürü ve komediyi yaşar.

İster ileri, isterse geri ekonomilerde olsun, devletin resmi ve sivil varlığına, özellikle de sivil varlığına karşı, ilk adımı, yani doğrudan demokrasi olan komün devrimini, savunmanın, uygulamanın dışında çıkar bir yol görünmüyor. Sivil devlete, onun aklına, ahlakına, tarihine, diline, kültürüne, bir bütün olarak sistemine karşı köklü bir devrim programıyla tarih sahnesine çıkmak. Tek bir devrimle değil, peş peşe yıkılan ve peş peşe gerçekleşen devrimler katarı anlayışıyla yürümek. Yeni yaşamı muhalefetteyken inşa etmek. Mücadelenin ve inşa edilmekte olan muhalif yaşamın ateşiyle yüklenmek muhasım devlete. İlk adım, ilk görev budur.