24 NİSAN 1972 ÇİZGİSİNİN KURUCUSU KAYPAKKAYA’NIN ANISINA!

24 Nisan 1972 devrimci çıkışı, yanlış tarih kavrayışına, miras kabul edilen gerici zemine ve bu zeminden beslenen tüm kültüre, siyasal, ideolojik ve örgütsel duruşa karşı yeni bir tarih anlayışını ileri sürmüş ve deyim yerinde ise devrimci mücadelenin seyir defterine, başka bilimsel tarihi bir yön kazandırmıştır

HABER MERKEZİ (22-04-2019) 24 Nisan1972, halkımızın mücadele tarihinde önemli bir kesit olarak yerini almıştır. Türk egemen sisteminin yalan üzerine inşa ettikleri resmi tarih, halklara ve özel olarak aydınlara büyük tarihi olay olarak aktarılmış ve bu aktarımları doğru ve ilerici bir veri olarak kabul eden aydınlar, yalan tarihi halklarımıza sistematik biçimde propaganda etmiştir. Türlü yalanlar eşliğinde süslenerek sürdürülen bu tarih algısına itirazın yükseldiği yıllar, esas olarak 1970’lerde olmuştur.

1970’ler sömürüye zulme karşı devrimci mücadelenin hayli yüksek olduğu bir dönemdir. Aynı zamanda bu döneminin diğer bir özelliği ise Türk egemen sınıflarının yalan ve çarpıtılmış tarih anlayışına karşı özel bir itirazın yükselmesi nedeniyle, devrim saflarında yürüyen ideolojik bir mücadele dönemi olmasıdır.

24 Nisan 1972 devrimci çıkışı, yanlış tarih kavrayışına, miras kabul edilen gerici zemine ve bu zeminden beslenen tüm kültüre, siyasaya, ideolojik ve örgütsel duruşa karşı yeni bir tarih anlayışını ileri sürmüş ve deyim yerinde ise devrimci mücadelenin seyir defterine, başka bilimsel tarihi bir yön kazandırmıştır.

Bu yeni nitel çıkışa yol açan önemli iki temel sebeplerden biri, ülkede yükselen sınıf mücadelesidir. Ancak sadece bununla, hatta esas olarak bununla açıklamak yeterli olur mu? Özellikle 15-16 Haziran direnişi ile doruğa varan işçi sınıfının mücadelesi ve topraksız köylülerin toprak işgalleri, gençliğin yükselen anti-emperyalist anti-kapitalist mücadelesi devrimci önderlik iddiasında olan örgüt ve partiler üzerinde büyük etkiler bırakmıştır.

THKP-C ve THKO gibi saygın devrimci örgütlerin devlete karşı yürüttükleri silahlı mücadelenin sisteme vurduğu darbeler yönüyle bakıldığında pratikte devrimci kopuş görülür. Ne var ki bu kopuş tam, bütünlüklü, nitel bir kopuş değildir. Bu durumda devrimci kopuşu gerçekleştirenlerin bu kopuşa götüren şartları doğru anlamak için gözlerimiz bizi başka tayin edici olan faktörler aramaya götürür. Yani bu durum bizi daha bütünlüklü bir fotoğrafın keşfine doğru yönlendirir. Bu ise o günkü dünyanın politik iklimine ve özellikle de dünya komünist hareketinin içinde olduğu yönelime ve tartışmalara-ayrışmalara ve yeni bilimsel tartışmalara ve yönelimlere bütünlüklü bakmayı gerektirir.

Duruma kısaca baktığımızda 1960’lar ve sonrasında yerkürede değişim isteyen halk hareketlerine sahne olmuştur. Özellikle 68′ hareketine, bir dizi başka büyük gelişmelere tanıklık etti. Fransa’da olsun ABD’de ve diğer kapitalist merkezlerde olsun emperyalizme ve tüm dünya gericiliğine karşı ezilen halk kitlelerinin mücadelesinin yükselişe geçtiği dönemdir. Vietnam savaşında emperyalizm ağır darbe alıyor ve kitleler bu gerici emperyalist saldırganlığına karşı sokaklara dökülüyor, ilhaklar ve işgaller lanetleniyordu. Diğer yandan sosyalist Sovyetler Birliği’nde yönetimi ele geçirmiş sosyalist maskeli yeni bürokrat burjuvazinin girdiği kapitalist rota dünya komünist hareketini parçalamıştı. Hemen sonrasında her ülkede olduğu gibi Çin’de de komünist partisinin göbeğinde “sosyalizm mi, kapitalizm mi” üzerine derin tartışmalar yürütülüyordu. Tıpkı Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi sosyalist Çin’i kızıl yolundan alıkoyan etkili değişimci bir dönüşüm başlamıştı. Ellerinde kızıl bayrak olan Çin yeni bürokrat burjuvazisi “önemli olan renginin kırmızı veya beyaz olması değil, kedinin fare yakalamasıdır” sloganıyla ortaya çıktı. Bu öylesine basit, sıradan, ülke kalkınmasına yönelik bir slogandan ve çizgiden ibaret değildi. Bu sloganın altında koca bir dünya görüşü; daha doğru bir ifade ile gerici bir dünya görüşü yatıyordu. Bu sloganın açık manası şuydu “yeter ki ülke kalkınsın, kapitalist ya da sosyalist olması önemli değildir.” Yani bu gerici felsefinin kaynaklık ettiği çizgi sahipleri “ülkemizin kalkınması esastır, sosyalizm gerekli değildir” diyerek kapitalist dünyanın sömürü ilişkilerine geri dönüş yoluna ve pratiğine girdiler. Oysa kapitalist bir ülkede üreten emekçilerin hallerinin ne olduğu, özel mülkiyetin insanı ve doğayı içine düşürdüğü kaos ve insan ile doğa üzerindeki sömürünün yarattığı tahribat bilinmeyen bir şey değildi. İşte bu ilişkiler manzumesine geri dönmeyi salık veren yeni bir bürokrat burjuvazi ortaya çıkmış ve bunlar yüzünü sosyalizmle maskelemişti. Hiç kuşkusuz sosyalizmden kapitalizme geri dönüşü savunanları kötü niyetli insanlar olarak değerlendirmek elbette yerinde, doğru ve yeterli bir değerlendirme olamaz. Asıl mesele ve kilit sorun bunların izledikleri çizgi ve dünya görüşünde yatmaktaydı. Bu çizginin diğer adı, sosyalist inşadan vazgeçmek ve proleter dünya devrimini başarmak hedefine karşı kapitalist kalkınma yararına sırt dönmekti.

İşte böylesi dünya koşulları altında Çin’de komünistler, parti de ve toplumda yeni bir tartışma başlattı. Sosyalist bir ülkede yeni bir devrime ihtiyaç olduğu tartışmasıydı bu. Çünkü dünya devrimine yürüme amacında olan ve deyim yerindeyse dünya devriminin kızıl siyasi üssü olan bir ülkedeki sosyalist inşadan vazgeçip bu temelde devrimci ilerlemeyi durduranlar, yine sosyalist kalkınma maskesi altında kapitalizmin inşa edilmesini salık veriyorlardı. Tam da bu nedenle Mao, yeni bir devrime işaret ederek  “devrim yapmak istiyorsunuz ama burjuvazinin nerede olduğunu bilmiyorsunuz, burjuvazi tam da parti ve devletin göbeğindedir” diyecekti. Binlerce yıllık özel mülkiyetçi toplumsal alışkanlıkların derinliklerinden gelen, sosyalist devlet ve birçok örgütlü emek kurumunu sarıp sarmalayan ve giderek komünist partide egemen duruma geçen, kapitalist geri dönüşe neden olan temellerin açığa çıkarılması ve bu temellere karşı yeni bir devrimin başlatılması gerektiği fikriyatı hâsıl oldu. Biz Marksist-Leninist-Maoistlerin başkan Mao Zedung tarafından geliştirilen; Marksizm’in yeni, nitel, üçüncü aşamasına sıçrayış olarak değerlendirdiğimiz Büyük Proleter Kültür Devrim dediğimiz yeni kitlesel bir devrim patladı. Bu devrimin manası proletarya diktatörlüğü altında devrimin sürdürülmesi ve böylelikle toplumu bütün yönlerden devrimcileştirmek demek olan en ileri bir tecrübeydi. Zira başkan Mao, bir geçiş toplumu olarak izah ettiği sosyalizmin bağrında taşıdığı çelişkilerin antagonist olduğunu ve devrimci sınıf mücadelesinin sosyalizm koşullarında devam ettiğini, sosyalist toplumun bağrından kaçınılmaz olarak çıkacak olan ve özellikle kendisini parti ve devlet içinde etkili biçimde gösterecek kapitalist yol ve yolculara karşı işçi sınıfının, gençliğin ve bütün emekçilerin ayaklanıp, yeni burjuvaziyi yeni bir devrimle alaşağı etmek ve daha da fazlası ve en tayin edici olanı ise sosyalist dönüşümleri köklü olarak başarmak ve bu minval üzerinde durmaksınız toplumu devrimcileştirmek, böylelikle kapitalist geri dönüşü sağlayan toprağın deşip temizlemek hedefiyle halkı harekete geçirmiştir. Patlayan bu devrimci kasırga sadece Çin yeni bürokrat burjuvazisini alaşağı etmekle kalmadı, halk kitlerinin bilinçlerinde büyük bir devrimci dönüşüm yarattı ve aynı zamanda tüm dünya halklarını derinden etkiledi. Bu arada en önemli gelişen olay ise bu yeni devrimci teori sayesinde dünya komünist hareketini yeni bir şekillenmeye girmesidir. Kısaca, izah etmeye çalıştığımız koşullar altında yeni, ileri devrimci bir teori ışığında topraklarımız üzerinde genç komünist neslin oluşturduğu, öncekinden nitelik olarak farklı, genç komünist bir partinin doğmasına vesile oluyordu. MLM genel çizgi ve metodolojiyi benimsemiş bu genç komünist nesil, bu bilimsel teori ve komünist metodoloji sayesinde, resmi tarihin arkasına gizlediği hakikati ve sırrı keşfederek gün yüzüne çıkarmayı başarabildi. Zira gerçek manada devrimcileşmek demek sistemin mevcut kültüründen, ideolojik, politik, pratik olarak, geri ve gerici geleneklerden doğru bir kopuş yapmak demektir. Komünist önder İbrahim Kaypakkaya edindiği metot, politik görüş ve pratiği ile sözünü ettiğimiz geleneksel resmi tarihten köklü kopuşu işte yukarda saydığımız sebepler sayesinde başarabilmiştir.

Bu bilimsel metot sayesinde resmi tarihin beyinlere zikrettiği yalanlara devrimci bir neşter vurmuştur. Böyle olduğu içindir ki O’ doğru bilinen yanlışlara dikkat çekmiş ve “özellikle Kemalizm konusunda, orta burjuvazinin gerçeklere aykırı idealist yargıları beyinlere öylesine yerleşmiş, kafalara öylesine tekel kurmuştur ki, Kemalizm’in komünistçe değerlendirilmesi sanki olanaksız hale gelmiştir. Şimdi iyi biliyoruz ki, bizim Kemalizm konusundaki yargılarımız, Çetin Altan, D Avcıoğlu, İlhan Selçuk’tan tutunda TİP, Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı, TKP, THKP, THKC, THKO ve Şafak revizyonistlerine kadar, bütün burjuva, küçük burjuva örgüt ve akımları ayağa fırlatacaktır” demiştir. (İbrahim Kaypakkaya, Seçme Eserler sayfa 187) Keza kurtuluş savaşını, “Asya’nın ezilen halklarına cesaret ve umut vermiştir” değerlendirmesine giden ve bunu doğru diye halkımıza yutturmaya çalışan ve şimdiki durumda gözü kara bir sistem yaveri olan Doğu Perinçek’in önderlik ettiği Şafak revizyonistlerinin ve diğer sol akımların yanlış iddialarına karşılık “Kurtuluş savaşı, Asya’nın ezilen halklarına değil, Asya’nın korkak burjuvazisine ve birde emperyalist ülkelerin mali oligarşisine ‘cesaret ve umut’ vermiştir” doğru sonuca varmıştır. Ve devamında önder Kaypakkaya “Kemalist hareket daha henüz kurtuluş savaşının içindeyken emperyalizm ve feodalizm ile uzlaşmaya ve karşı-devrime iltihak etmeye başlamıştır” tespitine ulaşmıştır.

Önceki toplumsal yapıdan (feodalizm) bir sonrakine (kapitalizm) doğru geçiş sürecini ilericilik olarak adlandırılanların tersine sahip olduğu derin bilimsel diyalektik materyalist kavrayış sayesinde ilerilik ile ilericilik kavramlarını ayrıştırabilmiştir. Her iki kavramın içerik bakımdan farkını açığa çıkarmıştır. Tarihsel ilerilik ile politik ilerilik ya da ilericilik birbirinden temelden farklıdır. Zira gayet masum gibi görünen bu gibi kavramlar içerikleri doğru doldurulmaması halinde ne tür ağır politik hatalara yol açacağı aşikârdır. Bu farkın kavranmaması halinde burjuva da olsa kapitalizmi geliştirerek ve işçi sınıfını yaratarak sosyalizm için ekonomik-sosyal alt yapıyı oluşturacağı ve böylelikle sosyalist devrime önderlik edecek olan ve güçlü bir işçi sınıfını hareketi yaratacağını varsayıp buradan yola çıkarak gerici bir hareketi desteklemek gibi indirgemeci yanlış bir sonuca götürür. Yani bu aslında Marksist hareketin başına bela şu ünlü Üretici Güçler Teorisi’nden mustarip olanların çıkmazıdır. Kemalistlerin tam da sosyal bir devrim için gerek duyulan alt yapıyı hazırlayacağına hükmederek ve dahası Kemalizm’i anti-emperyalist ve devrimci burjuvazinin hareketi varsayarak “halkımızın ilerici mirasıdır” sonucuna varıp yalan üzerine kurulu tarih cenderesini aşamayan yanlış bir rotaya girdi sol-devrimci hareket. Kemalizm’i ilerici bir miras olarak görenlerin hatalı bakış açılarından ve de değerlendirmelerinden kaynaklı olarak Ermeni, Dersim soykırımlarını ve Kürt katliamlarına ya sessiz kalmış ya da Kemalist kırım politikalarını destekleme sonucuna varılmıştır. Yani böylelikle ulusal meselede sosyal şoven bir tutuma düşülmüştür. Bir dönemin TKP’sinin 1937-38 Dersim katliamı sırasında “vurun Kürt eşkıyasına” süslü gazete başlıklarının nedeni de budur. Öyle ya! Devrimci burjuvazinin feodalizmi tasfiye hareketine karşı feodallerin gerici direnişini kabul edecek değillerdi ya(!) Oysa “devrimci burjuvazi ile feodallerin kapışması” olarak değerlendirilerek, yukarıda izah etmeye çalıştığımız yanlış bakış açılarından kaynaklı, işin asıl özünü göremeyen politik çıkmazların dışa vurumuydu. Hâlbuki ileri-geri, ilerici-gerici ya da cumhuriyetçi devrimci burjuvaziye karşı feodal gericiliğin isyanı değil, ortada ezilen bir ulus olan Kürt ulusunu; Türk egemen sınıflarının işgal ve ilhakı altında yaşayan bir ulusun, kendi ülkelerinden bunları kovmak için geliştirdikleri bir direniş söz konusuydu. Ne var ki bu direniş gayet haklı ve meşru bir direniş olduğu halde kabul edilmek istenmedi. Bu durum hatalı bakış açısının devrimci hareketi götürdüğü çıkmazdan kaynaklıdır. Bu yanlış bakış açısı hala birçok devrimci harekete yön vermektedir. Oysa komünistler bir önderliğin ileri-geri, ilerici-gerici olduğu noktasından değil de haklı ya da haksız gibi doğru bir bakış açısı ile meseleye yaklaştılar. Önderliği gerici olsa bile (ilerici-devrimci olması tercih edilir) bir ülkenin işgal ve ilhak edilmesine göz yummak işgal ve ilhakı doğrudan desteklemek olur ki, bu asla kabul edilemez. Bu işgalcilerin yanında yer almak olur ve bu tamamen gerici bir tutuma düşmektir. Sovyetler Birliği’nin 1978’de Afganistan işgali bu yanlış bakış açısıyla destekleyenler hafızalardadır. İşin garip yönü o dönem bazı Kürt hareketleri de bu işgale destek vermiş olmalarıydı. Kürdistan’daki Türk, Acem ve Arap işgallerini haklı olarak nefretle karşılayanlar, kendinden önceki Kürt hareket dinci önderliklerinin direnişini sahiplenenler, Afganistan direniş önderliğinin esasının dinci olmasından hareketle Sovyet işgalini ilerici görerek desteklemeleri yukarıda izah ettiğimiz nedenlerin yol açtığı sonuçlardır. Bir haksızlık sadece kendisine yapılınca karşı çıkmak ama başkasına yapılmasına göz yummak çifte standartçı olmanın ötesinde burjuva dünya görüşünden kaynaklı bir durumdur. İşte Kaypakkaya takipçileri önderlerinden devraldıkları bilimsel bakış ve çizgi sonucudur ki, nerede olursa olsun haksızlıklara karşı doğru ve yerinde tavır alabilmişlerdir. O dönem Sovyetler Birliği sosyal emperyalist bir yapıya evrildiğini biliyoruz. Yine de varsayalım ki Sovyetler Birliği o dönem hala sosyalist bir ülke olsaydı bile doğru tavır bu işgale karşı çıkmak olmalıydı. Ki zaten gerçek sosyalist bir ülke bir başka ülkenin iradesini çiğneyerek o ülke veya ülkelere devrim ihraç etmez. Proleter enternasyonalist ilke gereği bir ülkenin devrimine destek vermek ile bir ülkeyi proletarya Enternasyonalizmi ilkesi adına işgal etmek öz itibariyle farklı iki tutumdur. Birincisine evet, ikincisine hayır demeliyiz.

Tam bu noktada genel olarak Milli Meseleye, özel olarak da Kürt Milli Meselesine yaklaşımda da önder Kaypakkaya geleneksel yaklaşımdan köklü devrimci bir kopuş yapmıştır. Kaypakkaya yoldaşın değerlendirmelerinde Türkiye Cumhuriyeti’nin Misak-ı Milli’de belirlenmiş her hangi bir yönelimi yoktur. “Toprakların ve devletin birliği şiarı egemen ulus burjuvazisinin ve toprak ağalarının şiarıdır” demiştir. Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkı olan devlet kurma hakkı konusunda berrak bir anlayış ve çizgiye ulaşmıştır. Bu bakış açısı ve çizgi O’nu Ermeni soykırımı meselesinde de doğru sonuçlara ulaştırmıştır. Mücadele açısından sınırlar veri alınabilir ve bu bir zorunluluk olarak önümüzde durabilir ancak ulusal sorunun çözümü bu sınırlara asla hapsedilemez. Böyle bir sınıra hapsetmek en has yanından sosyal şovenizmdir. Öyle ki Önder Kaypakkaya meselenin çözümünü bu sınırlara hapsetmemiştir ki kendisinden sonraki büyük gelişmeler ve bugün Orta-Doğu’da ortaya çıkan yeni durum Kaypakkaya’nın nasıl güçlü bir öngörüye sahip olduğunu ispatlar niteliktedir. Şafak revizyonistlerinin milli baskının “Kürt halkına uygulandığı” belirlemesine karşılık “milli baskının bir bütün Kürt ulusuna uygulandığı” itirazını ileri sürer ve milli baskının sadece halka uygulandığını söylemek, milli baskının gerçek özünü gizlemektir ve esasen bunun Kürt milletinin kendi kaderini kendisinin tayin etme hakkının inkârı olduğunu söylemiştir. Gerek genel olarak Milli mesele de ve özel olarak da Kürt milli meselesinde o denli berrak belirlemeler yapmıştır ki, “arkasında İngiliz emperyalizminin parmağı var” gerekçesiyle Şeyh Said ayaklanmasına karşı olumsuz tutum alanlara şunu söylemiştir. “Şeyh Said isyanının arkasında İngiliz emperyalizminin parmağının olduğunu varsayalım. Bu koşullarda bir komünist hareketin tutumu nasıl olmalıdır?” diye sorar ve konuya açıklık getirir. “O durumda emperyalizmi lanetler, hareketin haklı ve meşru yanını desteklerdik” “Bir ulusun kaderini tayin hakkı, emperyalizme alet oldukları veya olabilecekleri iddiasıyla kısıtlanamaz veya ortadan kaldırılamaz. Böyle bir iddiayla bir ulusun ezilmesi veya haksızlığa uğraması savunulamaz. (İbrahim Kaypakkaya, Seçme Eserler) Bu noktada Afganistan önderliği meselesini yeniden hatırlatalım. Bu bilimsel bakış açısı sayesinde Kemalizm’i dost, Kürt hareketini düşman gören yanlış çizgileri yerle yeksan etmiş ve meseleyi bilimsel temelleriyle açıklığa kavuşturarak yerli yerine oturtmuştur.

Burjuvazinin aydınlanmacı ufku seviyesinde kalanlar ve bu ufkun çemberinden çıkamayanlar, komünistleri bu burjuva aydınlanmacı ufkun takipçileri, sürdürücüleri ve mirasçıları olduğunu düşünenler tam da bu nedenle devrimci bir miras olarak kabul ettikleri Kemalizm çemberine hapsolmuşlardır. Kemalizm ile ittifak ararken Karadeniz’de katledilen M Suphi’lerin, “Kemalist devrimin tamamlayıcılarız” diyen Deniz Gezmiş gibi diğer tüm saygın büyük önder devrimcilerin düştükleri hatanın kaynağında bir yanıyla bu burjuva aydınlanmacı çemberi aşamamaları vardır. Biz aydınlanma hareketine elbette karşı değiliz ancak tarihi ve tarihi olayları burjuva aydınlanmacı ufuk sınırlarına hapsederek ve bu ufuk içinde kalarak sosyal olguları değerlendirmek ve tavır almak gibi tutumlara düşmeyiz.

Önder Kaypakkaya ulaştığı bilimsel metot sayesinde bu türden hatalara kaynaklık eden felsefi, ideolojik, politik hatalara devrimci neşter vurmuştur. Ve buradan yola çıkarak şu sonuca varabiliriz. Kaypakkaya’yı devrimci hareket içinde iyi, hatta en iyisi olarak görmek yeterli değildir ve böyle bir değerlendirmek aslında O’nu küçültmek olur. Şayet Önder Kaypakkaya’nın ortaya koyduğu çizgi hakkında sağlıklı bir değerlendirme yapılacaksa, çıplak olarak şu söylenmelidir. O’ kendi döneminin devrimci hareketi içinde “iyi ya da en iyisi” değil, tamı tamına yeni ve nitel, bütünlüklü bir kopuştur. O, akıntıya göğüs germektir, dünya gericiliğine meydan okumaktır. Elbette önder yoldaşımız genel geçer bir teorisyen değil, kendisini Türkiye-Kuzey Kürdistan denilen toprak parçası üzerinden bilimsel bir teori ile dünyayı değiştirmeye önderlik etmeye hasreden ve akıntıya karşı yüzme cüretini kuşanıp öne atılan proleter enternasyonalist bir komünisttir. O’nun geleneksel görüşlerden, doğru kabul edilen büyük yanılgılardan nitel olarak kopuşunu ancak yine yukarıda izah ettiğimiz geleneksel görüşlerden ve doğru kabul edilen büyük ideolojik-politik yanılgılardan kopuş yaparak anlayabiliriz. Yani KAYPAKKAYA’nın ortaya koyduğu bilimsel görüşlerinin lafzını değil özünü kavramak elzemdir. Zira devrimci Marksizm, yani Marksizm-Leninizm-Maoizm, Türkiye-Kuzey Kürdistan sahasında önder İbrahim Kaypakkaya ile temsil edilmiştir. Ve daha ileri çıkışlar ancak İbrahim yoldaşın ortaya koyduğu bilimsel çizgiye dayanarak sağlanabilir ki, Maoist Komünist Partisi 3. ve 4 Kongreleri bu doğru, bilimsel zemin üzerinden yükselen nitel bir çıkış ve doğruluştur. Bu nedenle komünist önder İbrahim KAYPAKKAYA’nın kurduğu TKP(ML)’yi MKP’den MKP ise önder Kaypakkaya’dan ayrı bir yerde görmek ve değerlendirmek mümkün değildir. Zira 1. Kongremizin izah ettiği “TKP(ML)’den MKP’ye Bu Tarih Bizim” derken kastedilen tamda budur.

Şu diyalektik ilkeyi asla akıldan çıkarmamalıyız. Hayat asla durağan değildir, bir dönem doğru ve geçerli olan şey, gelişmelerin ortaya çıkardığı yeni şartlar altında o doğrular geride kalır ve geçerli olan doğrular zaman içinde giderek hükmünü yitirir. Bu doğanın ve toplumsal hayatın kaçınılmaz yasasıdır. İşte böyle durumlarda gelişmelerin ortaya çıkardığı yeni gelişmeleri hesaba katmak ve kabul etmek bilimsel olana bağlılıktır ve saygıdır. Önder yoldaşımızın belirlediği genel ilkelere dayanmak ve bu ilkeler ışığında sürekli yenilenip ilerlemek ve somut durumun somut tahlili olan bilimsel metot sayesinde hayatın yasalarını kavramak, bu yasalar ışığında hayatı değiştirip devrimcileştirmek komünistlerin asıl işi olmalıdır. Bugün yapmaya çalıştığımız budur. Komünist önder KAYPAKKAYA’dan öğrendiğimiz ilkelerden biridir bu.

O’ devlet güçleri tarafından ele geçirildiğinde bile, sorgusunda çok net ve tavizsiz olarak komünizmi savunmuş ve temsil etmiştir. Şöyle veya böyle değil, sınıf düşmanları için oldukça “tehlikeli bir komünisttir”. Dünya görüşünü pratikteki temsiliyeti ve bu arada sorgudaki kararlı, tavizsiz, sarsılmaz komünist tutumu arasında tutarlı bir uyum vardır. Böyle olması O’nun kişisel kahramanlığından daha çok bilimsel komünist çizgisinden kaynaklıdır.

Ve bu nedenle O’ sorgusunda zindancı başlarına baş eğmemiş ve 90 gün süren barbar işkenceli sorgularda düşmanı dize getirmiştir. 90 gün boyunca akıl almaz işkencelere direnerek işkencecileri yenilgiye uğratıp zafer kazandıktan sonra, Ankara’da, devletin en yüksek karar mercii olan kontra dairenin en yetki sahipleri tarafında çıkarılan özel bir kararla 18 Mayıs 1973 şafağında alçakça katledildi. Önder İbrahim’in ellerinde tutsak olarak yaşaması bile karşı-devrim için çok büyük korkuydu. Zira O’ daha sorgu zamanlarında bile savunma hazırlıklarına başlamıştır. Sınıf düşmanlarımız önderimizin savunmasını engellemişlerdir. Buna savunma demek bile hatadır aslında. “Savunması” dediğimiz şey esasında komünizm davasını bayraklaştırma eşliğinde yukarıda izah etmeye çalıştığımız her türlü yanlışa karşı bilimsel bir saldırı olacaktı. İşte kendisini katlederek engelledikleri buydu. Önderimizin katledilmesi genç komünist bir parti ve tüm ülke komünist hareketi için oldukça ağır ve büyük bir kayıp olacaktı. Bu büyük kaybın yansıra, komünizm mücadele tarihimiz bakımından aynı zamanda 18 Mayıs 1973 şafak vakti, ezilen insanlığın asla unutmaması gereken komünist bir zafere de tanık oldu. Dişe diş, inada inat ve bir o kadar da amansız ve tam bir eşitsiz koşullar altında direnen önder komünist yoldaş Amed zindanında bedeni parçalanarak aramızdan koparılıp alındı. Elbette yeri kolay doldurulacak biri değildi. Öte yandan sınıf mücadelesinin objektif yasalarının kaçınılmaz sonucu olan devrimci muharebeler devam ediyordu. Ve beri tarafta biliyoruz ki işçi sınıfı ve ezilen halklar önderlerlerini ve önderliğini mücadelenin seyri içinde yaratması kaçınılmazdır. Süleyman Cihan, Kazım Çelik, Cüneyt Kahraman ve Cafer Cangöz Yılmaz Kes gibi kaybettiklerimizle ve yaşayanlarımızla nice komünist önderler, kadrolar, savaşçılar kızıl bayrağın elden ele taşıyıcısı oldular. Ve eğer türkülerimiz ve silahlarımız elden ele, dilden yayılıyorsa bu tamamen komünizm davasına olan bağlılığımızdandır ve bu bayrak asla ellerden düşürülmeyecektir. Unutmayalım ki yarın dediğimiz şey bugünün içinde yatmaktadır ve bugünden yarını kazanmanın bilimsel ve aynı zamanda halkların büyük ihtiyacı olan komünizmi kazanmak için şu büyük şiar bize rehber olmalıdır:

“İşimiz çok

Zaman yok

Dünya dönüyor

Hayat zorluyor

On bin yıl çok uzun

Sarıl güne sarıl zamana

Dört deniz yükseliyor, bulutlar ve sular öfkeli

Beş kıta sallanıyor

Gürlüyor gökler

Gürlüyor rüzgâr

Bu güç ki bizde var

Yıkıp geçeriz bütün engelleri…

Salih Baran