Evrensel iç savaşın Seyit Rıza’ları/ Erdal Emre

İster reel, isterse yarı-efsanevi olsun; tarihin bütün direniş sembolleri gibi Seyit Rıza’ları anlamanın yolu da, onları yaratan tarihsel/toplumsal sorunların, devlet odaklı kanlı kırımların, ağır baskı ve asimilasyonun anatomisini anlamaktan geçer

Erdal EMRE (14-11-2019) Kimi isimler bir toplumsal feryadı, bir kültürü ve bir halkın varoluşsal çırpınışını sembolize eder. Bir coğrafyayla özdeşleşmiş olsalar bile, masum düşünce ve düşleriyle herhangi bir… istan’nın, dar bir yörenin sınırlarına hapsedemezsiniz bu isimleri.

Geronimo adı aynı zamanda Kızılderililerin hazin hikâyesiyle, Zapata ise Meksika ve direnişle anılır hep. Gandi Hindistan’ı, Ömer Muhtar ismi ise Libya’yı ve faşist İtalya’yı hatırlatır örneğin. Neredeyse güdüsel bir duyarlılıkla çekip çıkarırız bu çağrışımları zihin arşivimizden.

Seyit Rıza ve Alişer’den söz edildiğindeyse, hangi kültür coğrafyasından, hangi direniş ve özgürlük özlemlerinden söz edildiği kollektif hafıza atlasımızda mutlaka bir karşılık bulur kendine.

Bu profildeki nice insanın serüveni, esaret statüsüne itirazla başlayan direnişlerin ve zamanın yolculuğunda otantik kişiliklerinin de ötesine geçip yarı mitolojik mertebelere ulaşır.

Örgütlü gücü zayıf ya da büsbütün avunmasız olan etnik, inanç topluluklarına karşı güçlü imparatorlukların ve ulus devletlerin reva gördüğü orantısız vahşet ve ardından gelen cebri asimilasyonun ters bir etkiyle, yerel halk önderlerini, hatta sıradan direnişçileri bile halkların gönlüne daha sıkı perçinlediği bilinmektedir.

Toplumların tarihi, inkâr edilen trajik geçmişin aslında geçmediğinin sayısız örneğine tanıklık ediyor.

İdamlarının 82. yılındaki Seyit Rıza anmaları, fail kastların yakasını bırakmayan geçmişin canlı bir örneği gibidir.

Kurbanlarının mezar mekânlarını dahi açıklamaya cüret edemeyen sömürgeci vahşetin günümüz mirasçıları, işlenen insanlık suçlarıyla yüzleşemedikleri ve mağdur halkların kapanmayan yaralarını sağaltacak minimum gereklerden kaçtıkları müddetçe, bu dosyalar da kapanmayacaktır.

***

İster reel, isterse yarı-efsanevi olsun; tarihin bütün direniş sembolleri gibi Seyit Rıza’ları anlamanın yolu da, onları yaratan tarihsel/toplumsal sorunların, devlet odaklı kanlı kırımların, ağır baskı ve asimilasyonun anatomisini anlamaktan geçer.

İmparatorlukların başındaki sınıfsal kastların saltanatları uğruna girişilen yağma/yayılma savaşlarının en ağır bedellerini -bir doğa yasasıymışçasına-, daima mazlum katmanlar ödemiştir.

Tarihleri boyunca Osmanlı, Çarlık ve Safevi İmparatorlukları arasında süren paylaşım kavgalarının acısını da, daima otokton halklar çekmiştir kuşkusuz. “Yakın Doğu” tabir edilen bölgenin yerlilerinden olan Ermeniler, Kürtler, Pontuslar, Süryaniler, Ezidi ve Kızılbaş inanç grubundan halk topluluklarının başına gelenler, bu tarihsel gerçeğin en bilinen örnekleridir.

“Avrupa’nın hasta adamı” Osmanlı’nın ‘Yeni Osmanlıcılık’ ile kurtarılma çabalarının saplandığı yerde dümenin ‘Pantürkizme’ kırılması, ucu 37-38 soykırımına uzanan büyük suçlar zincirinin de başlangıcı oldu. Özellikle de Balkan uluslarının bağımsızlık savaşlarının bastırılma girişimlerinin ağır bir hezimetle sonuçlanması, ‘Türkçülük’ düşünce ve eylemine daha saldırgan bir ivme kazandırdı. Arap dünyasının tamamını kaybetme ve Anadolu’nun yerli Hristiyan halklarını elde tutamama korkusu, geleceğin etnik arındırma ve soykırım suçlarını hazırlayan başat faktörlerden birine dönüştü. İmparatorluk elitlerinin sürekli küçülme/bölünme korkularının tam bir kabusa dönüşmesi, kısa sürede -öteden beri devletin bekası için birer tehdit telakki edilen- yerli Hristiyan halkların kanlı tasfiyesine ek bir gerekçe oldu.

“Millet-i Hakime”nin ‘ulus-u hakime’ye evrilmesiyle, 19oo’lerin başından itibaren “demografik bir yol temizliği” fikrini hızla kristalize etti. 1913 Ocak darbesiyle iktidarın tamamını kontrol etmeye başlayan İttihatçı çete -Alman emperyalizminin de desteğiyle-, yüzyılın ilk büyük soykırımına doğru koşar adım yol aldı. 1914’e gelindiğinde ise, ‘iç hazırlıklar’ tamamdı artık. İttihatçıların çok sonraki itiraflarında da anlaşılacağı gibi, “eksik olan vasıta değil, vesileydi”. İşte, aranan “vesile” 1. Dünya Savaşı’yla yakalanmış oldu. Bu fırsat kaçmazdı! Ermeniler başta olmak üzere, Osmanlı’nın Hristiyan halklarından toptan kurtulmanın ve bütün zenginlik birikimlerini müsadere etmenin hayali bile İttihatçı güruhun eyleme geçmesine yetmişti. Böylece, Almanların yayılma stratejisine de uygun olan 20. Yüzyılın ilk büyük “final çözüm”üyle “Ermeni meselesi hallolundu !

Fakat “hallolması” icabeden başka “meseleler” de vardı. Koçgiri, Pontus ve Dersim

İttihat ve Terakki’nin kurmayları, dört yıl boyunca süren o kanlı boğazlaşmanın ardından gelen ağır yenilginin ve 1915-16’da işledikleri korkunç suçların hesabından kurtulmak için, bir Alman torpido gemisine atlayıp arkalarına bakmadan kaçtılar.

Artakalan “dahili tümörler”in temizlenmesi işi de böylece, İttihat ve Terakki’nin teşkilat ismi değiştirmiş kadrolarına kalacaktı. İçinde M.Kemal’in, İnönü’nün, Karabekir’in, A.i. Sabis’in, Bayar, Çakmak ve Orbay(lar) gibi çok sayıda eski kadronun bulunduğu bu ekiple, “yeni” bir devlet oluşturulacaktı.

  1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın sonuna gelindiğinde, üç imparatorluk fiilen tarihe karışmıştı. Bu imparatorluklardan biri olan köhne Osmanlı’nın egemenlik sahasının bir kısmında “yeni bir oluşum” kendini dayatınca, hem çok kan kaybetmiş savaş galiplerinin, hem de yeni doğan SSBB’nin işine yarayacak bir “tampon devlet”e yarı açık, yarı el altından destek verilmesi “konjonktürel moment”in gereği oldu. “Yedi-sekiz düvel”in fazlaca uğraşmadan varlığını kabul edeceği ve herkesin işine gelecek olan yeni “tampon devlet” böylece tarih sahnesine çıkmış oldu.

Öte yandan, soykırımla elde edilen Ermeni, Rum ve Asuri mallarını iade etmek istemeyen “kurucu kadrolar”ın da çok işine geliyordu bu. Kendilerini yeni konjonktüre uyarlayan sözkonusu kadrolar aslında İttihatçılardan, kurdukları devlet ise, birkaç reformla eli yüzü düzeltmiş ve küçültülmüş Osmanlı’dan öte bir şey değildi. Tabii ki, sonradan üretilmiş yapay bir kavram olan “Kemalizm” ile söz konusu tarihsel olgular ve gizli/kirli pazarlıklar külliyen reddedilecek, gelecek nesillere bambaşka “destanlar” üzerine inşaa edilmiş bir kurgusal tarih anlatılacaktı…

***

İşledikleri cinayetlerle yüzleşmeye yanaşmayan bütün katiller suçlarını unutturmaya çalışırlar. Suçun büyüklüğü, izlenecek hafıza silme stratejisinin çapını da belirliyor… Özellikle de devlet eliyle ve bir plan dahilinde işlenmiş mega suçların ardından yürürlüğe konulan strateji genellikle:

– Asimilasyon yoluyla kolektif amneziyi yayma,

– Başarılı olunmayan yerde sistemli tarzda kurbanı suçlama ve

– Yalana dayalı yeni bir resmî anlatıyla sonraki nesillerin tarih bilinçlerini iğdiş etme ve hedef şaşırtma şeklinde işlemektedir.

Bütün bu yöntemlerin olguların ve hakikat bilincinin karşısında iflas ettiği durumda ise, “dört bir yanım iç ve dış düşman” paranoyasının, giderek yeni bir şiddet/suç ve inkâr döngüsünün batağına girilir.

İki yıldönümü, iki sembol

Failin ve maktulün aynı ayda anılmaları tarihin bir ironisi olsa gerektir. 14-15 Kasım -1937 gecesi telaşlı bir “mahkeme” mizanseniyle yaşlı Seyid’i ölüme gönderen İttihatçı şef’in kendisi de ertesi yılın 10-Kasım’ında -57 yaşında- şaibeli bir ölüme kurban gidecekti.

Dersim’i hedefleyen “final çözüm” fermanının baş sorumlusu olan bu “ebedi şef”in her 10-Kasım’da sanal destanlarla tekrar tekrar verniklenmesi; sürgit devam eden kollektif yanılsamaların, üretilmiş bir “ata” kültünün, yerli halklara karşı işlenen soykırım suçlarının, servet gaspının, antikomünist cinayetlerin ısrarlı inkârına dayanan resmî anlatının patolojik bir teyidir.

Bütün bir ulusu asker selamına durdurma hevesindeki yeni kuşak nasyonal sosyalistlerin militarist ulumaları, onların da tarihten hiç ders almadıklarını gösteriyor. Kendi “şef”lerinin mezarını “kabe”ye çevirip etrafında huşuyla tavaf edenler, yerel halk önderi bir Seyidin korsanca gömüldüğü yeri ise ısrarla açıklamıyorlar.

Hepimiz Mustafa’nın askerleriyiz” sayıklamalarıyla “şef=führer”e sığınan “ilim-irfan” sahibi ulusalcı askeri cumhuriyet kullarıyla, “hepimiz ümmet-i Muhammed’in askerleriyiz” diyerek yukarıdaki kutsal şef’e sığınan askeri teokrasinin kulları arasındaki temel farkı anlayana aşk olsun!

Askerlik yarışına girmeyi, bir çavuş düdüğüyle toptan hazır ol vaziyeti almayı marifet olarak idealize eden militarist zihniyet bize Foucault’nun şu sözünü hatırlatıyor: Bir yerde herkes birbirine benziyorsa; orada kimse yok demektir.”

***

Biri yasayla, büyük para fonlarıyla, “zorunlu” eğitim ve askerlikle koruma altına alınan, diğeri ise soyuyla birlikte kırılıp yok sayılan, kemikleri dahi teslim edilmeyen iki tarihsel figüre; Mustafa Kemal ve Seyit Rıza’ya bir de şu görümümden bakılsa nasıl olur?

 “Ebedi Şef”: Toplumun 1/3’nü Türk ve mülk sahibi yapmanın, siyasette hilekâr yöntemlerin, en yakın arkadaşlarını dahi türlü entrikalarla ölüme göndermenin, tasarlanmış soykırımların, komşu halkların mal varlığına el koyarak burjuvazi yaratmanın, etnik ve inanç çeşitliliğini üniter ulus-devlet inşaasına kurban etmenin, Kürt karşıtı koyu bir imha, inkâr ve asimilasyon stratejisinin, köleleştirmenin adını “medeniyet” diye değiştirmenin, Dersim’in yetim kız çocuklarını subay aileleri arasında pay etmenin, “eşit haklar” talebine İstiklal Mahkemeleri ve darağaçlarıyla karşılık vermenin; “demokrasi” mi dediniz, “cezaevine bu taraftan…” demenin, “sömürüsüz ve özgür bir toplum” isteyenlere hain tuzaklar kurmanın, ve tapınak kabriyle de otoritenin ölümsüzleşme ihtirasının adı…

Ve elbette, “fes yerine şapka takacaksınız”, geçmiş tarihi unutmak için “Arap alfabesi yerine Latin alfabesi kullanacaksınız”, “sünni diyanetli çeyrek laiklikle yetineceksiniz” diyen birkaç da “inkılap”ın…

Seyit Rıza: Tarihsel evrim içinde oluşmuş, kan ve kültür bağına dayalı, farklı etnik ve inanç gruplarıyla da bir arada yaşamanın;

“Tanrısı merhametli

Toprağı bereketli

İnsanı marifetli

Rehberi kemâletli

Gülü gül ile tartıyor

Gül alıp gül satıyorlar

Rızasız, destursuz

Gülü dalından etmiyorlar

Özü darda, yüzü yerde

Çare buluyorlar her derde

Ölüm yok ölmeden ölene

Kine nefrete orda yer yok

Yer çok sevgiye hürmete” *diyen bir “Rıza Şehri” düşü…

Asimilasyon ve cezaevi nedir bilmeyen, ama iç kavgaları da eksik olmayan, işgalcilerce kendilerine dayatılmış esarete karşı varolma direnci gösteren, altın aramak için doğanın döşünü delik-deşik etmeyen, bağrında köklü komünal değerler barındıran aşiretler konfederasyonu tarzındaki bir yerel toplum sembolü…

Küçülen dünyanın büyüyen davası

Özgürlük tutkusuyla despotluğun, mertlik ile namertliğin, eşitlik arayışıyla harami egemenliklerin bitmeyen iç savaşıdır kadim zamanlardan bugüne gelen…

Etnik ve inanç aidiyetlerinden dolayı birey ve toplulukların kıyıma uğraması, sınıflı uygarlık üretimi olan ezme-ezilme ilişkilerinin yalnızca bir veçhesidir.

Yeryüzüne ateşin gücüyle “medeniyet” ihraç edip karşılığında toplumsal servetleri zimmetine geçiren ve insanlık çoğunluğunu kendi hizmetine koşan oligarşik kastların küresel hükümranlığı, kendisiyle birlikte insanlığı da bir yol ayrımına getirmiş bulunmaktadır.

Bu yol ayırımı, eşitlik ve özgürlük arayışının yeni zaman Seyit Rızaları’nı, Geronimo, Zapata ve Che’lerini yaratacaktır kaçınılmaz olarak. Çünkü eldeki veriler, Osmanlı/Cumhuriyet devletlerinin de içinde yer aldığı sınıflı toplum formlarının sürdürülebilir olmaktan çıktığını fazlasıyla kanıtlıyor.

Politikada hile, savaşta kalleşlik bilmeyen, doğallığın/naifliğin sembolü geleneksel komünal toplum önderlerinin doğru anlaşılması, bugünün direnişçilerini daha donanımlı ve engin kılacaktır.

Ölümünün82. yılında, “Sehpaya doğru rap rap yürüyen, ilmiği boynuna kendi takan ve tabureye de tekmeyi kendi vuran ihtiyar Seyid”in mağrur anısını saygıyla yad etmek, bir onur borcudur.

Ve aynı zamanda, travmatik bir yas ve mağduriyet ruh ikliminden çıkarak onların “Rıza Şehri” ve özgürlük düşlerini enerjiye dönüştürmek ve bir komünler uygarlığı hedefine taşımaktır…

*D. Arslan