‘Yeni Türkiye’ nereye evriliyor?

Bugünün iktidar sahiplerinin dillendirdiği “Yeni Türkiye” olgusu bir gerçekliğe işaret ediyor. Kuşkusuz henüz tamamlanmamış bir gidişten söz ediyoruz ama sürecin ilerlediği de kesin. “Yeni Türkiye”nin mimarlarınca çok mesafe kat edildi. İnşasının bütünüyle tamamlanmasının kansız yolu, AKP iktidarının 2015 seçimlerinde bir biçimde anayasayı değiştirebilecek parlamento tablosunu oluşturabilmesiyle açılacak. Çatışmacı yol ise her türden, yasal-siyasal-sosyal vb., düzenlemelerle, olupbittilerle, yeniyi, bu etapta bir anayasa değişikliğine ihtiyaç duymaksızın, fiilen dayatmak.

“Yeni Türkiye”ciler “eski TC”den müşteki olanlara ve onun enkazı üzerinden daha geniş kesimlere bir seçenek sunuyorlar ve toplumun önemli bir bölümü bunu kabul ediyor. “Eski TC” giderek bir seçenek olmaktan çıkarken, Kürtler ve bir kısım Sol, “radikal demokrasi/demokratik cumhuriyet” projesiyle muhalefet boşluğunu doldurmaya çalışıyorlar ama henüz bu gidişatı durdurmaya yetecek durumda değiller. Bugün seçenek oluşturabilecek güçte bir devrimci-sosyalist muhalefetten de söz etmek mümkün değil. Emperyalizmden kaynaklanan desteklerini ve silahlı-silahsız bürokrasi payandalarını büyük ölçüde yitirmiş “Eski”nin “Kemalist-Ulusalcı-Faşist” defans bloğunun durumunun da pek parlak olmadığı ayrıca belirtilmeli. Tüm bu nedenlerle gidişatı, henüz tamamlanmamış olsa da, ciddiye almak gerek. Yukarıda özetlenen tablo uyarınca yapılması gereken, öncelikle, “Eski” ile “Yeni”nin iyice tanımlanması. Nereden nereye doğru gidildiğini kavrayabilmek için ilk yapılması gereken bu.

‘ESKİNİN SERENCAMI’

Birinci Cumhuriyet, bir iç ve dış birlikteliğin toplumsal mühendislik ürünüydü. “Dış güçler,” Osmanlı’yı yıkan uluslararası ittifaktı, yani İngiliz-Fransız sömürgeciliğiydi. Bu bakımdan, Ortadoğu düzenini oluşturan Sykes-Picot düzenlemesi içinde düşünmek gerekir Kemalist Cumhuriyeti. Kemalist dirençle uzlaşan sömürgeciler açısından bu Cumhuriyet herşeyden önce Devrimci Sovyetler Birliği ve karmaşa içindeki Ortadoğu (giderek Asya-Afrika sömürge dünyası) ile Batı arasında bir “tampon bölge” işlevi görecekti. Ülkenin sırtı Ortadoğu’ya, yüzü ise Batı’ya dönük olacaktı. Zaman içerisinde denetim altında istikrara kavuşunca da (bağımlı kapitalist konsolidasyon) daha ileri görevlere koşulacaktı. Nitekim, İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında, Soğuk Savaş ortamında ve politik-ekonomik düzlemde liberal kapitalizme geçiş hamleleriyle, önce Batı’nın sıçrama tahtasına, lojistik destek, ucuz asker ve silah depolama alanına, giderek, jandarmasına-tetikçisine dönüştürüldü, Batı’nın temel saldırı mekanizması NATO’ye entegre edildi.

İçerde ise Kemalist kurucu kadronun toplumsal mühendisliğinin temel iki hedefi, İttihat ve Terakki’yle başlayan “Türkçülük”ü olgunlaştırarak millet inşa etmek ve devlet öncülüğünde sermaye birikimi aracılığıyla bir (Türk) burjuvazi yaratmak idi.

Bu süreçte, yeni rejimin temelleri atılırken, aynı zamanda, üzerinde yükseldiği zeminde çatlaklar, çürük alanlar, çürüme noktaları oluşmaya başladı ve toplumsal muhalefetin/hoşnutsuzluğun tohumları da atılmış oldu. Dış bağlantıların ve burjuvazi yaratmaya yönelik birikim politikalarının kaçınılmaz sonuçları olarak ortaya çıkan çarpık, azgelişmiş ve bağımlı kapitalizm, kendi başına, çürük ve çürümeye eğilimli zemini oluşturmaktaydı. Hikmet Kıvılcımlı’nın deyişiyle “cin olmadan adam çarpmaya kalkan finans-kapital”, doğası gereği, dışarıya biat ederken kendi halkına “kıyıcılaşan” bir özle tarih sahnesine çıktı.

Her bakımdan birikimsiz burjuvazi devlet fideliğinde hayat bulurken bir doğum lekesi olarak bürokrat niteliklerle doğuştan tutucu, hatta karşıdevrimci oldu. Bu sınıf, kendi hakimiyetini kuracak tarihsel geçmişe, dinamizme, meşruiyet kaynaklarına, birikim ve deneyime sahip olmadığından, egemen ideoloji olarak Kemalizmin, kurumsal olarak da Silahlı Kuvvetler’in vesayetini kabul etti. Ayrıca, emperyalizme sığındı, onun hizmetine koşularak yönetim olanaklarını buldu. Kemalist devlet kapitalizminin bürokrasisi ise, suni ilhak kaynaklı konumu gereği, çarpık, yolsuzlukla malul, kapkaçcı burjuvalaşma eğilimleriyle halkın karşısında konumlandı. Böylece de, yönetemeyen birikimsiz burjuvaziyle bütünüyle sermaye birikiminin hizmetine koşulmuş ve sınıf atlamaya temayüllü zalim bürokrasi, daha baştan, “halk düşmanı” karakterle bozuldular. Bu konumlarıyla da, antidemokratik-militarist-şovenist bir projeye imza attılar birlikte.

‘BATILILAŞMA-MODERNLEŞME’

Burjuvazi yaratma sürecinde; devlet zoruna dayalı angaryayla işçileştirilen emekçiler, jandarma dayağı, ağa sömürüsü ve vergi tahsildarlarıyla inletilen yoksul köylü milyonlar, aslında ilk potansiyel “iç düşmanlar” olarak algılandılar ve bu korkuyla baskıcı devletin mekanizmaları yaratıldı.

Türkçülük ile; Anadolu’nun tüm kadim halkları, tanım gereği, “iç düşman” sayıldılar, asimilasyon saldırısıyla milyonlar bastırıldı, sindirildi ama düzeni çürüten bir yaygın muhalefetin de tohumları atılmış oldu, sistem bir de böyle bozulup salt şiddete dayanan karakterini perçinledi.

Tepeden inme “Batılılaşma-modernleşme” ile; milyonların hayat tarzıyla, inançlarıyla, toplumsal bellekleriyle, kılık-kıyafetten okuma-yazmaya yaşam biçimleriyle, onur ve haysiyetleriyle, tarihleri ve uygarlık miraslarıyla hoyratça oynandı. Horlanan, aşağılanan, maddi-manevi şiddete maruz bırakılan geniş kesimler, laikliğin ve resmi dinin dayatmasıyla da baskılandılar ve bir başka yaygın toplumsal muhalefet zeminini oluşturdular. Onlardan duyulan korku da, yeni rejimin baskıcı, şiddete dayalı antidemokratik eğilimlerini körükledi. Bu yapay, çok boyutlu (milli, dini, mezhepsel ve sınıfsal) Zor’a ve somürüye dayalı, bağımlı, geri yapılanma -eski TC- sonunda, kendi şiddeti ve yapısal krizleri içinde çürüdü…

Çürüyen gövde, nihayet siyasal/toplumsal zeminini 2002 genel seçimleriyle yitirdi, fiilen çöktü. O seçimlerde, eski dört başbakanın (Ecevit, Erbakan, Yılmaz, Çiller) önderliğindeki partilerinin toplamının oy oranı yüzde 20’yi bile bulamadı. Başbakan olarak seçimlere giren Ecevit’in partisinin oy yüzdesi 1.22 oldu ancak.

Yerine, alışılagelmiş emperyalizm destekli askeri-faşist bir yönetim dahi kurulamadı; zemin o denli çürümüş ve tahrip olmuştu. Ayrıca, emperyalizmin konumu, gücü, öncelikleri, çıkar hesapları da değişmişti. Eski’yi ayakta tutan temel iç güç Gladyo, kurucusu ABD tarafından tasfiye edildi. Eski TC artık emperyalizme de yük olmuştu. Araya öyle çelişki ve çatışkılar girmişti ki, “efendiye hizmet” imtiyazı yitirilmiş, işbirlikçi için tasfiye çanları çalmaya başlamıştı. Böylece, “Yeni Türkiye”nin, emperyalizmin denetim ve gözetiminde, yeni aktörlerce ve yeni bir toplumsal/ideolojik zemin üzerinde inşası başlatıldı.

Sözünü ettiğimiz “yeni zemin”in, üst belirleyici emperyalizm faktörünü bir yana bırakırsak, nesnel ve öznel koşullarla içiçe olarak, iki ayağı üzerinde durmak gerekir.

YENİNİN TOPLUMSAL ZEMİNİ

Önce büyük burjuvaziye bakmak doğru başlangıçtır. “Eski”nin büyük burjuvazisi, yukarıda özetlediğimiz badireleriyle boğuşur, geçmişin ağır yüklerini taşırken, bu sınıf içinde yeni bir tabaka yükselmekteydi. “Yeşil Sermaye” ya da “Anadolu Kaplanları” da denen ve Müslüman İş Adamları Derneği (MÜSİAD) adıyla eskinin örgütü TÜSİAD karşısında saf tutan bu kesim/tabaka, çok temel iki noktada eski ağabeylerinden ayrılmaktaydı. Birincisi, bu tabaka, eskinin, ideolojik-kurumsal vesayet altındaki Batıcı laik-kozmopolit-işbirlikçi-modernleşmeci konumuna karşı, Anadolu muhafazakarlığına, kozmopolit tarafı törpülenmiş milliyetçiliğe ve popüler İslam’a dayalı kendi ideolojisini hakim kılma imkanlarına sahipti. Bu özelliği onu hem dinamik bir güce kavuşturuyor, hem de, resmi ideolojiye olan vesayeti kırabildiği ölçüde, onun kurumlarına karşı özerkleştiriyordu. Böylece de, toplumla ilişkilerinde eskiye göre muazzam yol ve ön alabiliyor, büyük etkiye, desteğe sahip oluyordu.

Soğuk Savaş koşullarının esaretinde harekat alanı çok sınırlanmış eskiye karşı yeni koşullarda bu sermaye gurubu, özellikle Ortadoğu’da sıkışmış emperyalizme yeni işbirlikçilik kapıları açma imkanları sunmaktaydı. Salt Militarist-tetikçi görevler yerine, tarih, kültür ve hayata bakışı Ortadoğu halklarıyla “paylaşan”, bu mirası “yumuşak güç” olarak devreye sokabilen, bölgede pazar ve hegemonya iddiasına sahip olan “Truva Atı-Taşeron” rolüne hevesli bu işbirlikçi yükselen kesim, ihtiyaçları bakımından emperyalist odakların ve beynelmilel sermayenin yeni gözdesi olmaya adaydı. Öyle de oldu. Böylece onun siyasal temsilcisi/hizmetlisi AKP’nin de önü açıldı. Daha doğrusu, aynı madalyonun iki yüzü, ekonomik ve siyasal iktidar yapılanmasının tarafları, birbirlerinin önünü aça aça, ortak sinerji yarata yarata “yeni Türkiye”ye yelken açtılar.

“Yeni Türkiye” kurucularının kuşkusuz halk kesimleri içinde de geniş bir başka toplumsal zemini var. Bu kadronun, “Eski”den müşteki olan bütün sınıf ve tabakaları, etnik ve dinsel, kültürel yapıları, belirli ölçülerde arkasında toplamada ve iktidara yürüyüşünde seferber etmedeki başarıyı görmek gerekir.

Bu destek nasıl açıklanabilir?

Türkiye’nin 2000’li yılların başında yaşadığı çok boyutlu, ekonomik, sosyal, politik, büyük bunalımların doruk noktasına ulaştığı sırada yapılan seçimlerde, taze, denenmemiş, örgütlü ve çürüyen yapı dışında mütalaa edilen AKP’nin zaferi şaşırtıcı değil ama büyüyerek süregelen desteği ayrıca incelemek gerek.

AKP iktidarı sırasındaki ekonomik büyümenin önemli bir faktör olduğu kuşkusuz. Bu büyümeye eşlik eden sosyal harcamalar da önemli. Geniş yığınlar bakımından büyümenin çürük altyapısı ya da gelir dağılımındaki adaletsizlik yanında “sosyal harcamalar”ın geçici aldatmacalardan olması ve benzeri mülahazalar yığınların davranışları bakımından her zaman çok da önemli, anlamlı, tayin edici olmayabiliyor.

Bu bağlamda vurgulanması gereken nokta, işçiler ve emekçiler bakımından Türkiye’deki sınıflaşma olgusudur. Sınıf bilincinin gelişmediği yerlerde, işçi ve emekçiler en fazla “dar gelirli yurttaşlar”, bir partinin yandaşları ve seçmenleri olarak politik sahnede yerlerini alırlar. Bu, hiç kuşkusuz, farklı davranış kalıpları, ideolojik konum, talepler ve beklentiler demektir, politik tavırlar da buralardan kaynaklanır. Türkiye’deki yoksulların, “biraz kömür ya da makarnaya oylarını sattıkları” horlaması yerine esas olarak sınıflaşmanın eksiklikleri üzerinde durmak daha doğrudur. Ürettiğinin ve konumunun ayırdında olan sınıf bilinçli bir işçinin “hak” iddiası ile hayat gailesi içinde çırpınan dar gelirli bir mütedeyyin vatandaşın “sosyal yardım”a, “seçim rüşveti”ne, “yoksulluk kapanı”na, “eşitsizlik”e, “devlet baba”ya, “sadaka” ve “biat”a bakışları arasındaki fark, AKP oylarının sayısal üstünlüğüyle doğrudan ilişkilidir elbette. “Sadaka kültürü”nden “sınıf mücadelesi” ve “üretenin hakkı”na geçişin köprüsü “sınıf bilinci”dir ve o da bugünün Türkiye’sinde yerlerde sürünmektedir.

Buna koşut olarak, Türkiye’de işçi ve kent emekçilerinin köylülükle bağları kopmuyor. Evrensel olarak bir afete dönüşmüş tüketim çılgınlığı ve yıkıcı iletişim-propaganda teknolojisinin gelişimi, neoliberalizmin ideolojisizleştirme saldırısı gibi nedenler, özellikle örgütlü ve görece yüksek ücretli işçiler arasında küçükburjuva eğilimleri körüklüyor. Sınıf bilincinden yoksun işçi ve emekçilerin tutuculuğun, hatta gericiliğin devşirme kaynağı olması sıklıkla görülen bir olgu.

ÇARPIKLIK HÜKMÜNÜ İCRA EDİYOR

12 Eylül’ün silahlı talanı, Özal’ın “sivil” yağması ile birlikte gelişen üç haneli enflasyonunun ve ardından gelen Kirli Savaş’ın yarattığı insani tahribatın, moral yıkımın, sosyal çürümenin, toplumun kendilerini olumsuz etkilerden koruma imkanları en kısıtlı yoksul kesimleri vurması kaçınılmazdı. AKP’ye verilen destekte bunun etkilerini de görmek mümkün.

Türkiye’de çarpık “burjuva demokrasisi” başından beri elinde “oy” kozu olan seçmen ile uhdesinde “devlet imkanları/rantı” bulunduran adaylar/partiler arasında bir rüşvet ilişkisi biçiminde kurgulanmıştı. Bu çarpıklık hükmünü icra ediyor sadece. Belki buna “Müslümanlık ahlakı’ ve “cemaat dayanışması” gibi geleneksel faktörlerle bir meşruiyet örtüsü ekleniyor sadece. Ve, sonuçta, karşılığını da yığınsal destek olarak devşiriyor “Yeni Türkiye”nin mimarları.

1979 İran Devrimi, bir ölçüde 1980’lerdeki Afganistan trajedisi, ardından Sovyetler Birliği’nin çöküşü, hep birlikte, birey ve toplumsal yapıların sadakat/aidiyet odaklarında radikal değişikliğe neden oldular. Siyasal İslam’ın, milliyetçilikle birlikte, yükselişi ve sınıf/sınıf mücadelesi olgularının geri plana düşmesi de “Yeni Türkiye” sürecine uygun zemin oluşturdu. Seçeneksiz bırakılmış, krizler, çalkantılar içinde ambale olmuş toplumlar ve sınıfların “kolay yutulur lokma”lar olması yeni ve Türkiye’ye özgü değil kuşkusuz. Böyle durumlarda, çaresizlik, çıkışssızlık, güvensizlik ve korkuya boyun eğmeye, devlet ve iktidara biata, ya da, aynı kapıya çıkmak üzere, anomiye, apolitizme yol açıyor. Yükselen milliyetçilik ve dinsel bağnazlık, bütün sınıfları keserek genişliyor, Türkiye’de de geniş tabanlı yeni bir tür Türk-İslam sentezi oluşuyor, “Yeni Türkiye”nin sosyal-ideolojik altyapısını oluşturuyor, Erdoğan’ın şahsında ete kemiğe bürünüyor.

ETNİK, MİLLİ, DİNİ, SINIFSAL AİDİYETLER

Bu noktada bir başka yaşamsal önemde gerçekliğe daha dikkat çekmek gerekmektedir. “Eski Türkiye”nin pek çok düzlemde ezilmiş, horlanmış, yoksul ve yoksun bıraktırılmış milyonları, uzun süre büyük zulüm gördüler. Bir tür işgal altında yaşamak zorunda bırakıldılar ve etnik, milli, dinsel, sınıfsal aidiyetlerinden dolayı büyük acılar çektiler. Bu ezilen yığınlar, büyük oranda, şimdi “Yeni Türkiye” kurmaya koşulanlara destek veriyorlar.

Bu insanların büyük bölümü şimdi kendi öz devletlerine, iktidarlarına, hatta burjuvalarına, işadamlarına kavuştuklarını sanıyorlar, kendilerini “kurtulmuş” addediyorlar. Bu insanlar “kendi kapitalizmleri/düzenleri” algısını yaşamak, o büyük yanılsama çemberinden geçmek durumundaydılar. Dolayısıyla, henüz “kırk katır mı, kırk satır mı“ ikileminin ayırdında değiller ve ancak yaşayarak, kendi deneyimleriyle öğrenecekler, “kendilerinin” saydıklarının ne kadar yabancı, ne kadar uzak, ne kadar düşman olduğunu. Öğrendikçe özgürleşecekler. Özgürleştikçe, kendileri kendi düzenlerini inşa etmeye başlayacaklar… Kızmak yerine anlamak gerek…

Elbette, Lenin’in anlatımıyla söylersek, “insanlar her zaman aldatılmanın ve kendi kendini aldatmanın saf kurbanları olmuşlardır ve herhangi bir ahlaki, dini, politik sosyal safsata, açıklama ve vaadin arkasında şu ya da bu sınıfın çıkarlarını aramayı öğrenmedikleri sürece kurban olmaya devam edeceklerdir.” Marks’ın belirttiği gibi, kapitalizmin kaçınılmaz sonucu olarak her yerde “bir uçta varlık birikirken, öte uçta da cehalet, değer yitimi, moral çöküntü birikiyor.” Yoksul yığınlar, işçi, köylü ve emekçiler acımasız dünyaya “kurban” ediliyorlar…

Bu çerçeve içinde, “Yeni Türkiye”yi belki en iyi dört kavram üzerinden anlamaya çalışmaya başlayabiliriz.

ANOMALİ VE RESTORASYON

Başbakan Davutoğlu, “Yeni Türkiye”yi, “anomali” ve “restorasyon” kavramları ile örtük biçimde tanımlıyor.

“Anomali” kavramını kullanırken “Eski”yi kastediyor, yani onu “normal olandan bir sapma”, “sürmesi gerekenden bir savrulma” olarak görüyor.

“Eski TC”den geçişi, yani “sapma/savrulma”dan “normal olan”a dönüşü de “restorasyon” kavramıyla tanımlıyor. “Restorasyon”un bir anlamı, “eski haline getirmek.” Politik literatürde “restorasyon”, eski kral/padişahın yeniden tahta çıkmasını ya da eski rejimin yeniden ihdasını anlatıyor. O’nun “Osmanlıcılık” düşlerini de gözönüne alınca, geride bir “rejim değişikliği” ve buna bağlı olarak devlet ve toplum yaşamının bütün kritik alanlarında köklü yapısal dönüşüm heveslerinin yeni iktidar sahiplerinin gönlünde yattığı açıkça görülebiliyor, bu iki kilit kavramın kullanımından.

Sovyetler Birliği’nin tasfiyesi ve Rusya Federasyonu’nun kurulması sürecinde de bu iki kavram çok kullanılmıştı. Sovyet karşıtlarına göre, Sovyetler Birliği “anormal”di ve Rusya ile Rus halkı kapitalist restorasyonla “normalleşme”ye dönüş yapmıştı. Burada geçiş, Cumhuriyet’ten Çarlığa değil, “sosyalizm”den kapitalizme idi. Yani, salt bir rejim değişikliği değil, çok daha kapsamlı bir toplumsal dönüşüm sözkonusuydu ve “devlet yapısı” onun sadece bir parçasıydı. Rusya, tarihsel kökenlerine geri dönmüştü; bütün kurumlarıyla, ekonomisi, siyaseti, sosyal yapısı, kültürel yönü, hayat projesi ve ahlakıyla. Yeni Rusya’da “özel mülkiyet”, “ilkel birikim” dönemlerini hatırlatan “vahşi kapitalizm” uygulamaları, muazzam bir özelleştirme yağması, belki de son ikiyüz yıldır ilk kez bir ülkede “ortalama ömür süresi”nin düştüğü bir sosyal yıkım ve Putin-Medvedev düetiyle sahnelenen otoriter başkanlık sistemi, yeni düzenin yapıtaşları oldu…

“Yeni Türkiye”de de elbette Osmanlı Hanedanı’nın restorasyonu değil murat edilen. Rusya’nın yeni çarları benzeri, Sultan kişi ve yanındaki Şura erbabı çerçevesinde, bir rejimin, sosyo-kültürel mekanizmaları, ideolojisi, değerler sistemi ve dünya görüşüyle, hayat tarzıyla yeniden yapılandırılması, reenkarnasyonu, yeni koşullara uygun biçimde yeniden inşasıdır sözkonusu olan. Buna tekabül eden “eski”yse, Osmanlı’nın Düvel-i Muazzama’nın oyuncağı olduğu çöküş-çürüme zamanındaki zavallı varoluştur. O zamanlarda da, “Bütün İslam Alemi” yakıştırmasının içi boş, zemini çürük şaşaası ile Payitaht’ta görkemli bir duruş sergileniyor, “Merkezi Hükümet”in aczi öteki millet ve dinlere “muhtariyet,” “hoşgörü,” “ademimerkeziyetçiliğe gidiş” olarak pazarlanıyordu. Parasız askerliğe ve savaşa can havliyle çaresiz sürüklenişin adı da, paylaşım savaşında pay kapmak, genişlemek, büyümek olarak yutturuluyordu. Böylece, Sultan ve eteklerindeki biat şürekası kendilerini ve zavallılaşmış halkı kandırıyorlardı. “Yeni Türkiye”, bu karikatürün karikatürü olmanın adıdır aynı zamanda.

DEVAM EDECEK

Haluk Gerger

11.09.2014