Yükselen Irkçılığa, Ayrımcılığa, Cinsiyetçiliğe ve her türden gericiliğe karşı halkların birleşik devrimci gücünü alanlara taşıyalım!

Yükselen Irkçılığa, Ayrımcılığa, Cinsiyetçiliğe ve her türden gericiliğe karşı halkların birleşik devrimci gücünü alanlara taşıyalım!

Kapitalizm, kendi yarattığı ırkçılığı her dönemde ‘’yeni’’ argümanlarıyla tekrardan üretip tahkim ederek el ele yürüyor. Krizi derinleştikçe buna daha çok ihtiyaç duyduğundan ötürü yasalarıyla da bunun gereken arka cephesini güçlendiriyorlar. Ve bütün bunları çok kültürlülük, hoşgörülülük demogojileri eşliğinde gerçekleştirmektedirler.

Son yıllarda Almanya’dan Fransa’ya, İsviçre’den Avusturya’ya nerdeyse bütün Avrupalı emperyalist ülkelerde göçmen ve yabancılara yönelik çıkarılan yasalar bunun en açık örnekleridirler.

Tarihin her döneminde egemen sınıfların ellerindeki en güçlü yönetim araçlarından birisi, yabancı düşmanlığı üzerine kurulu ulusalcılıktır. Bu ulusalcılık kimi zaman inceltilmiş, kimi zamansa en kaba halleriyle ortaya çıkmaktadır. Dönemsel çıkarlarına hangisi yarıyorsa, onu devreye sokmaktadır. Amaç, kitlelerin bilincini bulandırarak, sınıf sorunlardan uzaklaştırıp kendisine yedeklemektir.

2008’de patlak veren emperyalist-kapitalist krizle beraber giderek artan bir tarzda, en kaba haliyle ırkçılık kışkırtılmaya başlandı. Öyleki, Almanya’da görüldüğü gibi istihbarat teşkilatının bizzat gözetim ve destegiyle göçmenler katledilebiliyor. Alman makamlarının açıkladığı resmi rakamlara göre, 50 kabul edilen ırkçı cinayetler, resmi olmayan kayıtlara göre ise, 1990-2011 arası 160-182 civarındadır. Yine karakollarda polis kurşunu ve işkencesiyle katledilen göçmenlerin sayısı onların üzerindedir.

Öteden beri yabancılara karşı hoşgörülü olarak bilinen Yunanistan’da bile krizle beraber yabancı düşmanlığı boyvermeye başladı. Göçmenlere yönelik saldırılar giderek artmaktadır.

Almanya, Hollanda ve Danimarka’dan sonra Belçika’da göçmen yasasında değişiklikler yaparak aile birleşimlerin önüne geçmek için düğmeye bastı.

Elbetteki bunlar işbaşındaki hükümetlerden bağımsız değildirler. Hükümetler göçmenlere yönelik ağır yaptırımcı yasalar çıkarırken, resmi ve paramiliter güçleriylede katletme politikaları izlemektedirler. Irkçılığı önlemek için çıkarıldığı söylenen yasalar, göz boyamaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Çünkü bu iki yüzlü politikadır. Bir yandan göçmenlerin haklarını gaspeden ve yaşamlarını çekilmez kılan yeni yeni yasalar çıkarılarak veya Fransa ve İngiltere’nin yaptıkları anlaşmaya gibi, ayda 20 bin göçmenin tutklanarak geldikleri ülkelere geri gönderilmesi gibi devletler düzeyinde bir ırkçılık yürütülmektedir. Buradan da anlaşılacağı gibi, ırkçılık, kışkırtılmış sadece yerli vatandaşlardan kaynaklanmıyor, ırkçılık artık kurumsallaşmıştır. Yani devletlerin politikaları halini almıştır.

Bunu en açık örneğini, Frankfurt mahkemesinin bu yılın başında vermiş olduğu kararı oluşturmaktadır. Mahkeme, polisin kişilerin rengine ve tipine bakarak arama, kimlik kontrolü ve sorgulama hakkının olduğuna kararını aldı.

Bütün bunların yanısıra, son günlerin gündemi haline gelen Muhammed’e hakaret eden film, inanç boyutunda yapılan başka bir ırkçılık örnegidir. Irkçılık sadece renk, dil ve ulusal kimlikler hedefleyen biçimlerde değil, inanç ve kültürel kimlikler hedef alınarakta yapılmaktadır. Bu anlamda ırkçılığı sadece etnik kimlikler üzerinden anlamak ve tanımlamak eksik ve hatalı bir bakıştır. Irkçılık ırksal, cinsel ve inançsal, renk ve diller üzerindende yapılabilir. Ki, esasta ırkçılık bu bütünlük içerisinde ele alındığında tam anlamını bulur. Diğer biçimler, sadece bir yönünü ifade ederler.

Bütün bunların birinci dereceden mağdurları olan bizler, yakınmanın ötesinde ciddi düzeyde tepkilerimizi ortaya koymuyor, buna karşı mücadele etmede tutuk kalıyoruz. Sadece şikayetleniyoruz. Şikayetlenmekle hiç bir şey elde edemeyiz ve bu saldırıları geri püskürtemeyiz. Bu saldırı ve hak gasplarını geri püskürtüp haklarımızı korumanın tek yolu vardır; o da kitlelerin bu konuda da bilincini aşmak ve onları hakları için mücadeleye dahil etmekten geçer. Tek başımıza istediğimiz kadar bağıralım, itiraz edelim şikayetlenelim, ciddi manada değişen bir şey olmaz. Ancak göçmen kitlelerin katılımı ve bu sorunu sahiplenişiyle ileri adımlar atılabilir.

ADHK olarak 21. Kongremizde, Kapitalizmin yapısal krizini ve güncel sonuçlarını politik gündemimize alarak karşı mücadeleyi somut  gelişmeleri merkeze alarak yükseltmeyi kararlaştırdık. Bu somut belirlememlerimizin bir sonucu olarak, kapitalist mali sermaye ve finans çevrelerinin eliyle  beslenerek geliştirilen ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı, yoğunlaşmış bir kitle faaliyeti biçiminde politik bir  kampanyayı planlı, merkezi ve  yoğunlaşmış biçimde yürütmeyi kararlaştırdık.

Bu çerçevede Konfederasyonumuz Avrupanın bir çok yerinde yapılacak kitle toplantıları, paneller, sokak eylemliklerinin yanısıra, ırkçılık ve ayrımcılığın ideolojik ve tarihsel köklerine yönelik kitlelerin bilinçlenmesini hedefleyen ideolojik politik  bir seferberlik perspektifiyle kampanyayı ele alacaktır.

Konfederasyonumuz, emperyalist-kapitalist sistemin,dünyanın her yerinde yarattığı yoksulluk, kriz, savaşlar, çevre felaketleri, ırkçı ve cinsiyetçi ayrımcılıkla insanlığı, en başta da işçileri, yoksulları, göçmenleri emekçileri, kadınları felaketlere, geleceksizliğe  sürükleyen bir  gerçeklik olduğu bilinciyle hareket ederek, Avrupa’daki tüm Türkiye/Kuzey Kürdistan’lı göçmen emekçiler başta olmak üzere, tüm emek güçlerini, kadınları, gençleri  ırkçılık ve ayrımcılığa karşı başlatmış olduğumuz  kampanya ekseninde birleşmeye, örgütlenmeye ve mücadeleyi yükseltmeye çağırmaktadır.

Cinsiyetçiliğe, Irkçılığa, Her Türlü Gericiliğe Karşı Mücadele İçin Seferber Olalım!

İnsanların bazıları kavimlerinden, renklerinden, ailelerinden, dinlerinden vb. başkalarına göre zeka-uygarlık açısından daha üstündür fikriyatının kökleri çok eskilere dayanır. Bu görüş açısı insanlar arasındaki eşitsizliği, sömürüyü, cins ayırımcılığını doğal bir yasa olarak addeder.

İnsanlık, ezen-ezilenler bölünmesine, kadının cins baskısına maruz bırakılmasıyla girdi. Özel mülkiyet böyle oturdu. Dolayısıyla, bu ilk yenilgi noktası aşılmadan insanlar arası eşitsizlikler (sınıf-ulus vb)  köklü bir şekilde aşılamaz.

Bir cinsin baskı altına erkek egemenliğiyle alınması, ezen-ezilen hiyerarşisini genelde doğalaştırmasının ana eksenidir. Kadının metalaştırılması, alınır-satılır-hükmedilir bir mal haline getirilmesi özel mülk dünyasının temerküz noktasıdır. Erkek iktidarıyla birlikte ve onu güvenceye alan aile kurumuyla bir itaatkar nesneye dönüştürülen kadın sömürücü devletlerin, ezilen ulusları, azınlıkları, inanç gruplarını boyunduruk altında tutan sömürgeciliği meşrulaştıran bir temel olagelmiştir. Bu, gerici ideolojik hegemonyanın da kaynağıdır. Dolayısıyla başından itibaren bir kadın devrimi zihniyetiyle hareket etmeyen bir perspektif ırkçılığa ulusal ve sınıfsal eşitsizliklere, ekolojik katliamlara, kapitalizme karşı mücadele edemez.

Zira, tüm eşitsizliklerin kaynağı kadın köleliği temelinde yükselir. Gerici iktidarları sürdürmede doğayı tahrip etmede bu durum bir doğal eşitsizlik meselesi addedilerek gerici ideolojik söylemde doğallaştırılır. Sömürgecilik, feodal kapitalist hükmetme böylece kaçınılmaz bir sosyal gerçeklik haline getirildi. Beyaz ırkçı kırımlarla sürdürülen uygarlık fetihleri böyle meşrulaştırılmıştı. Amerika’daki Kızılderililerin katledilmesi Hindistan ve Afrika’da yerlilerin boğazlanması doğal bir uygarlık eylemi ve hak olarak görülmüştü. 19. yy’da Kızılderili ve siyahileri öldürmek sadece serbest değil, ödülü gerektiren muazzam bir hizmet işiydi. Kapitalizmin ihtiyacı olan ulus devletler ve onların devlet ulusları bir medenileştirme bayrağı olarak selamlanmıştı. Kapitalist paradigmanın serüveni budur. Peki, 20. Yy temizmidir? Asla. Bu toplumun ezen-ezilenler biçiminde bölünmesinin doğasına aykırıdır. İlericilik diye gösterilen Anglo-Sakson, Bismark, Napolyon savaşlarının ezilenler açısından mahiyeti ortadadır. Ezilenleri katletmeyi gerici çıkarları garantiye almayı içeren bu operasyonlarla 20. Yy gericiliğinin ırkçı, milliyetçi, cinsiyetçi, sömürücü serüveni herkesin malumudur. Girdiğimiz 21.yy yine gericiliğin  yoğunlaştırarak yükselttikleri ezilenleri katletme baskı altında tutma amaçlı operasyonlarıyla yürüyor. Hunnigton’ların Medeniyetler Çatışması, barbarlık ve gericiliğin terbiye edilmesi adını verdikleri stratejik planlamada sömürülenler, kadınlar, ezilen ulus ve azınlıklar “terör yuvası” olarak yine hedeflenmişlerdir. Sonuçlarını gerçekleştirilen sömürgeci işgal savaşlarında pekala görmekteyiz.

Neo-liberal ideolojik bir tearuzla birlikte sürüdürlen bu medenileştirme eyleminde ezilenlerin payına düşen kırımdan geçirilmeleridir. Gerici ideolojik hegemonyaya boyun eğmeyen herkesin katli vaciptir. Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Afrika’da ve dünyanın dört bir yanında cereyan eden gelişmeler bu gerçeklerden bağımsız değildir. Onlara göre geri olan uluslar, halklar, ezilen sınıflar daha üstün olan Amerika-İngiliz-Fransız-Alman-Rus  gibi “büyük tarihi medeni uluslar”  terbiye edilmeyi gerektirirler.

Ezilenler eskiden beri bu beyaz ırk üstünlüğünün ne anlama geldiğini kırımlardan geçirilerek yaşadıkları pratikleriyle öürenmişlerdi. Aparthaid’lerde öğrenmişlerdi, Maya, İnka uygarlığını sömürgeci soykırımlardan geçiren pratiklerden öğrenmişlerdi. Yine bunu, bugün inkarcı, imhacı TC devlet gerçekliğinde Kürdistan’ın yaşadıklarından öğrenmektedirler. Tarihin nice büyük filozofları bile bu üstün insan, üstün ırk, üstün cins anlayışından kopamamışlardı. Mesela, Hegel gibi büyük bir düşünür bile insanların üstün ve geri diye sınıflandırılmasında üstünlerin yönetmesinin doğallığından, Alman gibi ulusların tarihi medeni,  doğu uluslarının ise barbarlığından bahsetmişti.

Nitche gibi filozoflar böyle üstünlük fikriyatlarına yer vermişlerdi. Üstün olan ırkların yönetme ayrıcalığını doğal bir hak olarak göstermişti. Nazizm, tüm bunları önemle sistematize etti. Şüphesiz tüm bunlar bazı kötü niyetlerin münferid bir sapması değil, özel mülk dünyasının ruhundaki olgulardı. Egemenler, her zaman hegemonyalarını sürdürmede  dini, milliyetçiliği, bilimi bir hizmetkar bir sektör olarak kullanmışlardır-kullanacaklardır. Dünün köleci sömürücüleri, feodal imparatorlukları, papaz, halife desturlarıyla köle ticareti feodal boyunduruğu caiz ilan etmemişler miydi? Kant gibi büyük filozoflar siyahları “yeteneksiz-tembel” olarak değerlendirmemişler miydi? Nice büyük filozof, biyolojik farklılıklarla kadın cinsinin geriliğini savunmamış mıydı?

 

Bu geleneksel epistemolojik doktrinlerden köklü bir kopuşu sağlayacak bir bilince ve onunla birleşmiş kitlelere ihtiyaç her zamankinden daha acildir.

Gerici ideolojik hegemonyaların “bilimsel” vitrinleri parçalanmazsa yol alınamaz. Darwin’in büyük bir usta olduğunu biliyoruz. Ama açıklarını üretilen sosyal Darwinizmdeki rolünü de biliyoruz. Darwin’in önemini yadsımadan bu açıkların sistemleştirilmesini ifade eden sosyal Darwinizm şöyle diyordu: doğada da, toplumda da güçlülerin zayıfı yemesi doğal bir harekettir. Üst ulus-birey ırk toplumları vardır, nasıl doğada doğal bir ayıklama söz konusuysa toplumlarda da ileri olanın geriyi-barbarı her yolla terbiye etmesi bir ayıklama durumudur. Kızılderililer, siyahiler genetik olarak suç eğilimlidirler, dolayısıyla yok edilmeleri bir uygarlık tesisidir. Yahudi, Roman soykırımları böylesi ideolojik argümanlarla maşrulaştırılmadı mı. Kadın zayıftır, entegre edilmesi haktır desturu bugün en devrimciyim diyen insanlarda bile etkisini göstermiyor mu? Bir namus, devredilemez bir mülk olarak görüldüğünden ötürüdür ki onun iradesi olamaz. O sadece güdülecek bir nesnedir.

Toplumlarda hiyerarşi doğal bir kaidedir. Erkeğin üstünlüğü de böylece doğal bir ayrıcalıktır. Sömürücü düzenlerin kendilerini yeniden ve yeniden üretiminde bu ideolojik kaynak son derece önemli bir yer tutar. Zira, özel mülk ve sömürü doğanın katledilmesinde bu külliyat tüm rezillikleri aklar ve paklar. İşte, ırkçılık, cinsiyetçilik ve sömürücülük böylece rahat yüzü görebilir. Bu açıdan, düşünceye vurulan insanın yaratıcılığını, inisiyatifini teslim alan bu egemen düşünceye kökten meydan okumayan ve bunu kendisinden de başlatmayan bir yürüyüş özgür insan, doğa düşmanı olmayan bir toplum geleceğine çıkamaz. Sorun sadece çıplak ırkçılık ve cinsiyetçiliğe kaba tekçi, inkar ve imhacılığa karşı çıkmakla bitmiyor. İmparatorların, gerici devlet hakimiyetlerine karşı çıkmakla bitmiyor. Onların bir etkisi olarak üzerimizdeki ve saflarımızdaki gizli ırkçılığa, üstünlük fikriyatına da karşı olmalıyız. Yabancılaşmaya karşı gerçek bir mücadele içinde olmalıyız.

Cinsiyetçiliğe karşı mücadeleyi içermeyen bir mücadele ırkçılığa karşı mücadele edemez. Böyle bir ırkçılık baştan sakatlanmış durumdadır. Düşünün, Avrupa kapitalist modernitesi ve çok övülen gerçekten bilimsel ilerleme açısından önemlide olan Avrupa aydınlanması esasta kadını toplumsal hayattan dışlamıştır. Aydınlanmanın “koca koca”  bilim adamları gerçekten bir koca misali biyolojik ve ruhsal olarak zayıf olduğu gerekçesiyle kadının yeri evidir demişlerdir. Ve o “büyük bilimsel” buluşlarını vicdani ve koruma amaçlı bir şefkat olarak göstermişlerdir. Erkek hep üst kimlik olmuştur. Kapitalist sömürü, kapitalist Pazar, ulus devlet, kapitalist sömürgecilik, beyaz ırkın medeniyeti hep bir doğal argüman haline gelmiştir. Bu durum mağdurlar arasında bile kendini var etmiştir. ABD’nin sömürgeci işgalciliklerini bir demokrasi diye selamlama, bu yayılmayı kabul edilebilir, insanlığa hizmet eden demokratik bir sömürgecilik olarak karşılama açık bir gerçek değimlidir. Neo-liberal ideolojinin ezilenler safındaki etkilerine karşı mücadele görevini hiçbir şekilde atlayamayız.

Naziler, arı ırkının yüceliği teorisinden hareket ettiler. Üstün ve aşağı ırklar var dediler. Katliamlarını bu ideolojik temelden beslenerek sosyal bir gereklilik olarak gördüler. Bu kölecilikten bu güne kadar insanlık tarihinin bildiği bir söylemdir. Sömürgeciler, beyaz ırk üstünlüğü ve beyaz adam misyonerliğiyle hareket ederek yerli halkların kırımını meşrulaştırdılar.

Irkçılığı, özelliklede ideolojik hegemonya yoluyla toplumsallaştırdılar. Sorun sadece insan öldürüyorsa biri ırkçı değilse değil meselesi değildir. Gizli ve ince ırkçılık bugün hayatın her alanında okulda, işyerinde, yerleşim alanında sözde eşitlik vitrini altında neredeyse doğallaştırılmış, içselleştirilmiş yeniden bir üretimle sürdürülmektedir. Aşağılama nezaket perdeleriyle hatta ırkçılığı sözde yasaklayan yasalar bayrağı altında fiilen sürdürülür durumdadır.

Asya ve Afrika’nın Avrupa’da yaşayanları hem kanunen yabancıdır hem de dolayısıyla yabancılar kanununa tabidir. Avrupa ve Amerika’nın sömürülenlerinin onların kötü hayat koşullarını nedeni bu yabancılardır. Avrupa ve Amerika işçilerinin sorunlarının kaynağı da onlardır. Amerika’da Amerika’yı geri almak için çay partileri, Almanya’da Nazi Partisi, Fransa, Japonya vd yerlerdeki çıplak Nazi atılımlarını genel toplum içerisindeki etkisi de açık bir olgudur. Oslo’daki ırkçı katliamın temelini de  Türkiye’de fındık toplamaya giden işçilerin linç edilmesini de kapitalizmden ayrı ele alamayız. Sorun sapkın bir Oslo Briywik eylemi değildir. Şimdiki durumda bu katliamların kaynağı yeni emperyalist savaş stratejileridir.

Dolayısıyla, döner cinayetleri, Oslo pratiklerinden ötürü sözde özürler bir emperyalist “demokratik” savaş taktiğidir. Faşist çetelerin temel kaynağı emperyalizmdir. Faşizm de emperyalizm kaynaklı bir kapitalist modernite yürüyüşüdür. Türkiye’de alevi evlerine konan işaretler, ramazan tutmayanları fişleyen uygulamalar bir Türk-İslam sentezi hortlamasıdır.

1915 Ermeni, 1937-38 Dersim soykırımı emperyalist savaştaki Yahudi soykırımı, Hrant Dink cinayetleri, lezbiyen-gaylar, bisexüellere yönelik saldırılar, Avrupa’da Romanlar gibi topluluklara yönelik baskılar, Uludere Roboskı’ler, tümü bugün kapitalizmin kaynaklık ettiği sonuçlardır. Bunların tümü kapitalist modern, uygarlık ideolojisi, kapitalist modern devlet ve onun merkezileşmiş-yoğunlaşmış neo liberal küresel emperyalizm meyveleridir. Onlara göre iyi olan emperyalizmdir-kapitalizmdir. Soy ayırımlarını bu yolla doğallaştırdılar. Bu yolla emperyalizm ve emre amade uşakları dışındakileri barbar gösterdiler. Romanlar gibi ezilenler, engelliler, eşcinseller, kadınlar, ezilen ulus ve halklar, sömürülenler modern paradigmaya uyum göstermeyen sapkınlar olarak gösterildiler. Ve şimdi uyguladıkları politikalar dünkü gibi bu temele dayanmaktadır. Ötekileştirme, ezen milletlere özel bir anlam atfetmeler hatta genetik bilimleri bile kullanarak sınıfları, ırkları, ırkçılıkları meşru ve kaçınılmaz gerçek olarak göstermeler bilinen bir durumdur. “Tembel, suçlu, vahşi, pis” göçmenler onlara göre mutlaka ezilmelidirler. “Güvenlik konseptleri” iç faşistleşme, yönetimlerini sürüdürülebilir hale getirme temelindeki bir ırkçılık uygulamasıdır. Ve toplumu böylece zehirleyerekten yol almaya çalışıyorlar.

Kapitalizmin hizmetinde disipline edilen pozitif bilimlerin de yardımıyla, kapitalizmin ihtiyacı olan merkezi-üniter cumhuriyetler ve eski köleliğin yeniden üretimini ifade eden yurttaşlık ve buna rıza göstermenin sözleşmesi olan anayasalar, hep ilericilik olarak gösterildi. Aydınlanmacı felsefe de bu son derece bariz bir olgudur. Nitekim, bu yanlış anlayışlardan kopamamaktan ötürüdür ki, Türkiye Kuzey Kürdistan coğrafyasında Kemalist faşist cumhuriyet ordularının Dersim soykırımı, Kürt katliamları ortaçağ karanlığına karşı bir aydınlanma hareketleri olarak desteklene geldi.

Ulus devlet eksenindeki barbarlıklar ibdidai toplulukların medenileştirilmesi diye alkışlandı. Tenkil ve tehcir hareketleri barbarların uygarlaştırılması olarak telakki edildi. Ulus devletin tekçilik temelli merkezi tek devlet-tek bayrak-tek millet projesi kapitalizmin bir versiyonuydu. Şimdiki durumda da aynı projeler yürütülemez olan sistemlerin Türk-İslam sentezi gibi uygulamalarıyla yeniden cilalanmaktadır. Ezilenler, cemaati müslüme çağıran cihad savaşlarıyla yeniden gadre mahkum edilmektedirler. Temel mesele şudur: aslolan kapitalizmin ulvi çıkarlarıdır. Gerisi ise teferruattır. Şimdi Türkiye’de herkes islamdır. Ve Türk-islamdır. Bu çerçeveye gelmeyenler kafirdir. Dün de kaynaşmış sınıfsız kitle uydurmasıyla korporatif Mussolinicilik şu durumda  yeni Osmanlılar tarafından yeniden üretilmektedir. Sömürücü mezalimcilerin inkarcı-ırkçı-soykırımcı tarihlerinin ezilen ulus ve azınlıkların varlığına tahammülsüz genositlerini bugünde yaşamaktayız.

Ezen ve ezilen uluslar küresel emperyalist ideologların iddia ettikleri gibi tarihte kalmadı. Ulusal eşitsizlikler günümüz emperyalist dünyasının da diri bir gerçeğidir. Kapitalizmin ürünü olan uluslar ve ulusal eşitsizlikler sorunu şüphesiz toplumsal gelişmeye bağlı olarak sosyal ve siyasi içeriği itibariyle köklü değişiklikler göstermiştir. Başka ulusları ezen bir ulus özgür olamaz. Bu açıdan, milli baskıya karşı tüm uluslar için tam hak eşitliği üstün ulus, üstün din-ırk anlayışlarına karşı mücadele proletarya enternasyonalizminin gereğidir. Emperyalist-kapitalist ülkelerdeki gerici yurtseverlik bayrağı altında ezilen ulusların boyundurukluk altında tutulmasında ayrıcalıklar edinen sosyal şovenizme karşı da mücadele önemli bir görevdir. Ezilen ulus ve halkların meşru başkaldırısını desteklenmek durumundadır. Sınıfsallık adına ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkına itina göstermeyenler beylik lakırdılarla emperyalist boyundurukluğa objektif olarak evet demektedirler. II. enternasyonal ihaneti de bu temele dayanmıştır.

Emperyalistlerin ve uşaklarının her tür işgal ve ilhakına hayır. Gerçek Devrimcilik ilhak ve işgal koşullarını devrimle parçalanmasını ön koşul olarak görür. Ulusal eşitsizliklere böyle son verilebilir. Eşit-özgür birlikteliğin yoluna böyle girilebilir. Sömürücü egemenlik sisteminin hiçbir şekli kabul edilemez. Resmi dil ve üst kimlikli ulus yutturmacılarıyla ezilen ulus ve halklar için özgürlük tesis edilemez.

Kapitalizmin çerçevesini aşmayan hiçbir konsept ezilen ulusları kurtuluşa taşımaz. Tüm uluslar için tam hak eşitliği proletarya ve ezilen ulus ve halkların birliği, dayatılmış ayrıcalıklı ulus eksenli merkezi üniter cumhuriyetler değil, bölgesel özerklik ve özerk yönetim ekseninde, tüm halkların eşit-özgür birlikteliği çerçevesinde Kürdistan’da ve her bir yerdeki mücadelelere proleter enternasyonalist elimizi uzatmak zorundayız. Anayasal demokrasi hayalleriyle kitlelerin aldatılmasına hak-hukuk oyalanmalarıyla alıkonulmalarına müsaade edilemez. Egemenlerin işgal ve ilhakını özgür yurttaş, bireysel haklar biçimindeki argümanlarla yeniden üreten projeler göğüslenmek durumundadır. Zincire vurulmuş ezilen ulus, azınlık ve inanç gruplarının egemenlik sistemi içinde özgürleştirilmesi mümkün değildir.

Sermayenin aşırı merkezileşmesi ve yoğunlaşması gerçekliğinde ayak bağı statükoların yeni ihtiyaçlar temelinde kırılması ve yeniden yapılandırılmasını halklara dostluk gibi görenler egemenlerle müzakerelerden medet umanlar yerel yönetim karşı devrim reformlarını alkışlayanlar büyük bir yanılgı içerisindedirler.Tüm bunlar neo-liberal stratejik yapılanma ve tasfiye planının farkında değillerdirler. Kapitalist-emperyalist saldırganlığın yeni bir medenileştirme projesiyle karşı karşıyayız.

Sermaye temelli üretim sürecinin bir sonucu olan kapitalist kriz, bugün de tüm çıplaklığıyla ortadadır. Tarih, Marksist tarihi yeniden ve yeniden doğrulamaktadır. Küresel adına “serbest piyasa” denilen işleyişin ve bu işleyişin yeni birikim modelini ve onun çokuluslu şirketlerinin egemenlik konseptinin yürüyemeyen hali, faturayı yine halklara çıkarıyor. Günah keçisi yine göçmenler, yine terbiyeye gelmeyen ezilen ulus ve halklar ve yine proletarya. İMF, DB kontrollü şok -terapi önlemleri ticaret ve ekonomideki liberalizasyon emekçilere yönelik büyük bir saldırı dalgasıdır. Bu dalga ırkçı, cinsiyetçi ideolojik bir saldırganlıkla el ele yürütülmektedir. İşte onların demokratik uygarlık dedikleri emekçilere yönelik vahşi barbarlık, teröre karşı mücadele dedikleri saldırganlık adalet vitriniyle örtülmeye çalışılmaktadır. Bu sisteme ve onun adaletine hukukuna sonuna kadar hayır perspektifiyle ayağa kalkalım.

Bu yaşadıklarımız kader değildir, dayatılan bu kaderi değiştirebiliriz. Soykırımcı ırkçıların eskimiş dünyasını alt edebiliriz. Bu tanrılara itaat hiçte mecbur değiliz. Onların dayattığı bu dünyayı Sovyet-Çin-Paris Komünü gerçekliğinde olduğu gibi altetmiştir-edebiliriz.

Modern hukuk-anayasa vitrinli kapitalist modern devletlerde  hak ve hukuk burjuva egemenliğin süründürülmesine geçirilmiş bir demokrasi örtüsüdür. Tabir edilen bu demokrasi emekçiler açısından sadece diktatörlüktür. Ve bu diktatörlük , sivil toplumculuk, parlamentoculuk gibi olgularla kabul edilir kılınmak isteniyor. Eşit olmayan ezen ve ezilenler gerçekliğinde yurttaşlık etiketi ile aldatılan sisteme rıza gösterir hale getirilmek istenen emperyalist ve uşağı devletlerin sınıf niteliğini gizleyen biçimsel yasal eşitlik ve temsiliyet denilen hükümetlerle emekçilerin boyundurukluğa razı edilmesi  ırkçılığı gizleyebilirmi.

Onların cumhuriyeti, yurttaşlığı, uygarlığı tamı tamına ezilenlere düşmanlıktır. Egemenliği aöaç edinmiş, adı ne olursa olsun her devlet, ezenleri imtiyazlı kılar. Ezileni fizikken-maddi-manevi her açıdan öldürür. Ezme ve ezilme meşrulaştırılır. Gerek ulus devlette, gerek ümmetçi-dinci devletlerde sözde reformcu her tür gelişmede Protestan ve Kalvinist  yada laisizm örneklerinde görüleceği gibi, gericiliğin çıkarları hep yükselen bayrak olagelmiştir. Emekçiler, kapitalizmde sermaye birikiminin ihtiyaçlarına göre  her zaman tanzim edilmesi gereken bir kriminalizm olgusu olarak ele alınmışlardır. Burjuva uygarlık örtüsü ile ezilenlerin tarihi mirası hep aşağılanmıştır. En iyi halde söylenen şudur; kapitalizm bir ilerleme konseptidir, bir ilericilik bayrağıdır. Bu ideolojik hegemonya emperyalist-kapitalist barbarlığı emekçilerin lehine gören savunulara yol açmıştır. Irkçılığa karşı mücadele bu çerçevenin tamamıyla dışına çıkma çağrısıdır. Kapitalist misyonerliğe karşı ezilenlerin mücadelesi bu temelde anlamlı olabilir. Böyle bir bilinç yoksa ezilenlerin mücadelesi objektif olarak hiçleşir. Evet, biz ezilenlerin mucizeler yaratan tarihsel mirasını sahipleniriz. Bu miras ancak doğru bir bilinçle geleceğe taşınabilir.

Kapitalist “devrimcilik” ırkçılığın-cinsiyetçiliğin-sınıf farklılıklarının özüne dokunmayan sistemi onarmanın ötesine geçmeyen bir çizgiyi ifade eder. Ezilenlerin kurtuluş mücadelesine bu temelde sahip çıkılamaz. Liberalizmin-jakobenizmin her türüne karşı bir devrimci bayrak geleceğe yürümede elzemdir. Jakoben aydınlanmacılığı, liberal modernleşmenin karşısına gerçek sınıfsız toplum projesiyle çıkılabilir.

Tekniği, makineyi, üretici güçlerin gelişme seviyesini ilericilik-gericilik saflaşmasında temel unsur olarak görmüş olanlar her zaman kapitalist uygarlık ve ideolojisi karşısında secde etmişlerdir. Ona karşı mücadeleyi de gerici bir refleks olarak değerlendirmişlerdir. Komünist saflarda bile II. Enternasyonal dönekliğinde  ve hatta Komüntern’de bile bunun etkilerini görmek mümkündür. Kapitalist cumhuriyet ve uygarlık karşısında eğilenler kapitalizmin ihtiyacı çerçevesindeki saldırganlığı neredeyse meşrulaştırmışlardır.

ADHK’nın beslendiği gelenek bu bilinen epistomolojiye karşı büyük bir mücadelenin adıdır. Tarihte Kaypakkaya’nın çıkışı kalkınmacı, ilerlemeci, cumhuriyetçi sözde devrimci paradigmaya karşı halkların-ezilenlerin gerçek kurtuluş seçeneğidir.

Sömürgeciliğin her türü böyle deşifre edildi. Adına buluş-icad denilen Cristof Kolomb istilacılığının yerli halkları talan eden-kıyımdan geçiren uygarlığının vahşi mahiyeti böyle açığa çıkarıldı. Batının uygarlığının ezilen ulus ve halkların boyundurukluk altında tutulması üzerinden yükseldiği onların korkunç yoksulluğunun ifadesi olarak bu uygarlığın böbürlendiği açık değimlidir.

Aztek-Maya uygarlığını yaratan Meksika halkının %90’ının kırımı üzerinde yükselen Peru’da İnka uygarlığını soykırımla göğüsleyen zalimlerin yücelttikleri uygarlığın manası artık tamamıyla açıktır. Aptallığın-tembelliğin üssü olarak görülen ezilenlerin ve emekçilerin “kurtarıcısı” emperyalist ABD, Japonya ve Avrupalıların üstünlüğünün insanlık ve doğa düşmanı yüzü ortadadır. Ari ırkının tahrip olmaması için meşrulaştırdıkları ırkçı-sömürücü-cinsiyetçi ideoloji ile kesinkes ve köklü bir hesaplaşma çağrısının hizmetinde olan kampanyamız için her alanda seferber olmak insanlığa ve doğaya bir hizmettir. Bu hizmet, proletarya, ezilen ulus ve halkların meşru hak ve görev olan mücadeleleriyle bir dayanışma çağrısıdır da. Tanrılaştırdıkları kapitalist-emperyalist ulus devlet fikriyatına karşı proletarya ve egemenlerin devrimci savaşla iktidarlarını tesis etmesi ve sınıfsız topluma yürümelerine mütevazi de olsa bir katkıdır.

Kampanyamız, dayatılan burjuva resmi düşünce ve resmi tarihle hesaplaşma çağrısıdır. Milliyetçilik, İslamcılık ve cinsiyetçilikle zehirlenen kitleleri gerçek devrimci bilinçle birleştirme çabasıdır. Biz, sultanların, patronların, askeri kapıkulu olmayı reddedersek ki bu reddediş devrime sarılmayı gerektirir, onlar olamaz.

Kapitalizm hiçte insanlık için bir seçenek olamaz. İnsanlık hiçte böyle bir toplumsal aşamaya hiçbir gerekçeyle boyun eğmek durumunda bulunamaz. Tüm rezaletleriyle ortada olan bu cinsiyetçi-ırkçı toplumu gelişmenin zorunlu ve mutlak bir evresi diye selamlayanlar bugün onun doğrudan vurucu gücü haline gelmişlerdir. Onun, kadın-erkek eşitliği yalanıyla gizlediği devletlerini sürdürme aleti, aileyi ve burada kadının ödenmeyen ev emeğini doğal bir işleyiş olarak gösteren anlayışını görmek durumundayız. Erkek-beyaz- Avrupa merkezci- ilerlemeci tüm anlayışlara meydan okumalıyız.

Bunu bir beyan olmaktan çıkarıp pratikleştirmeliyiz. Her alan bir karargah, bir üs bölgesi olmak durumundadır. Üs bölgelerini yeni karargahlarla tahkim etme seferberliğiyle ezilenleri işyeri, mahalle, şehir, bölge, komite, meclis, platform gibi araçlarla seferber etmeliyiz. Görevlerde nasıl yapacağımızla bellidir. Görev başına.

ADHK (Avrupa Demokratik Haklar Konfederasyonu)

http://www.adhk.de      e-mail: info@adhk.de

Eylül 2012