AVUCUN GÖZYAŞLARI

c kahramanMurat Kahraman’nın Komünist önder Cüneyt Kahraman’a atfen kaleme aldığı ‘’Avucun Gözyaşları’’ adlı öyküsünü okurlarımızla paylaşıyoruz

Gerilla annesi ziyaret kabinine yanaştı. Yorgunluktan mı endişeden mi bilinmiyordu ama bedenini sürükler gibi ağır ağır yürüyordu. Normal zamanlarda gülen ve coşkulu olan cesur kadın, anlaşılmaz şekilde hüzünlüydü. Kısa bir hal hatırdan sonra direkt konuya girdiler. “Ana Savaşlar ne yapıyor? Durumları nasıl?” Buruşan elleriyle görüş kabinlerdeki demirlere tuttu. Demir parmaklıkları söker gibi kendisine doğru çekti. “Canım oğlum,”diyerek boğazını temizledi: “kış üstlenme alanları bir sabah aniden hava saldırısına uğramış ve bombalanmış. Kışı dışarıda geçirdikleri için çok aç kalmış ve perişan olmuşlar.” Etrafındaki ziyaretçileri süzdü.

“Üstelik Savaş çok gergin, endişeli ve huzursuzdu. Bir kaç gece kendisiyle kaldım.” Oğluyla birlikte kocası da gerillada olan kadının özlemindeki derinliği ölçmeye çalıştı. “Oğlumun yanında yattım. Kokusunu iyice içime çektim.”dedi. Gülümser gibi oldu. Ziyaret kabinlerine izinsiz dalan Erdal’ın, “Canım anacağım nasılsın?” sorusuyla, konuşmasına kısa bir ara verdi. Ziyaretçilerin sevdiği İstanbullu şoför ziyaret kabininden ayrılınca, dudaklarını mazgal deliklerine yanaştırdı.

“Savaş sana dedi ki,” diye fısıldadı: “ ‘Ne yapıyorsa yapsın ve gelsin! Rüşvet dahil her yolu denesinler. Çok ihtiyacım var ona’ dedi.” Firar dürtüsü sardı bedenini. Uçuruma inen sabah ayazı gibi ürperdi genç tutsak. Sınırsızlık, sonsuzluğu ve tutsaklığı aynı anda düşündü. Kazılan tüneldeki toprak kokusu özgürlüğü; umudu ve kaçışı kışkırtıyordu. Ormanların koyu karanlık yeşilliğini, dağların bela kokan derinliği, dipsizliğini sessizliğe sunan uçurum diplerini, sulara inen dolunay gölgesini hayal etti. İpsiz sapsız firari düşlerin, dizilmemiş arzuların, sularda boğulan özlemlerin kıskacına girdi. Kafasını su içen horoz gibi geriye yasladı. Heyecandan gerildi, huzursuz oldu. Hiçbir anlam ifade etmeyen karmaşık vücut hareketlerinde bulundu. Saçma sapan şekilde yüzünü ovdu. Bir aksilik olmaması durumunda birkaç haftaya hayal edeceği yerlere gideceklerdi. “Başka durumları nasıl Ana?” diyerek, konuyu değiştirdi.

***

Tutsak için zaman, paslı ve kör bir testere gibidir. Ağır, kasvetli, buyurgan bir karanlık çökmüştü zindanın üstüne. Horultular, iç geçirmeler, dış gıcırtıları ve arada bir gaz kaçıranların sesleri birbirine karışmıştı. Nöbetçi (Hüseyin) Koço’ydu. Koğuşun en renkli, ele avuca sığmaz, sır saklayan, tutumlu ve temiz yüzlü kişisiydi. O da gece gibi iç dünyasına çekilmişti. Yatakhane camlarını açtı. Koğuşu havalandırdı. Mis gibi temiz hava içeriye akın etti. Ayaklarına göre daha büyük ayakkabı giyen Koço’ya baktı. Firara dahil edilmediği için içi burkuldu bir an. Muhtemelen gidecekleri ilk köylerden biri Koço’nun köyü Zımeq olacaktı. Ağabeyi Tekin, Pozveng çatışmasında dört yoldaşla şehit düşmüştü. Diğer abisi Kasım, Suriye’de tutsak düşmüştü, Doğan ise tutsak düştükleri operasyondan sonra yurtdışına çıkmıştı. Ele avuca sığmaz Koço, evin en küçüğüydü. Annesinin ölüm haberini hapishanede almıştı. Ama annesinin ölümüne ağlamamıştı. Sadece havalandırma da yalnız başına kısa bir volta atmayı tercih etmişti. Sahi niye ağlamamıştı hiç? Soracaktı ama denk getirip sormamıştı bile. Acaba bu akşam sorsam mı diye düşündü. “Belki gözyaşlarını içine akıtmıştır?”diye iç geçirdi. Vazgeçti. Kafasını meşgul eden bir yığın sorunun altından ayağa da kalkamadı.

Savaş’ın annesiyle gönderdiği özel haber ve firar çalışmasıyla ilgili bir yığın soruya cevap arıyordu. İlk postada kendi arkadaşlarından beş kişi gidecekti. Fakat ikinci postanın çıkışı çok riskliydi. Koğuşta en sevdiği kişi olan Hüseyin’i de götürmek için Serdar’la konuşmaya karar verdi. Hüseyin, diğer nöbet günlerindeki gibi gırgır şamata ve vukuat işleme gününde değildi. En çok denediği yöntem yatan kişinin kulağı altına iki bardak su boşaltarak çiş yapmasını sağlamaktı. Bir bardaktan bir bardağa boşalttığı suyun sesi, yatan kişiyi önce kıvrandırıyordu. İşlem uzun sürünce de uyanıp tuvaletin yolunu tutuyordu. Bunu da uykuyu en çok seven, uykusu ağır ve uykudan uyanırken asabi olan insanların üzerinde deniyordu. Ve genelde de başarılı oluyordu.

***

Koğuşa ağır bir sessizlik çökmüştü. Ahmet’in bağırtısı, cam kırıkları gibi geceye dağıldı. “Tünel patladııııı! Tünelin kapağını kapatınnn!” Gür ve tok sesi, koğuşu inletti. Uykunun önünde bağıran ve biriyle güreşir gibi çırpınan Tercanlı genç, aceleyle ve zar zor kendisine getirtildi. Uyanmasına rağmen rüyanın etkisindeydi. Kendisini rüyaya inandırmış gibi boş gözlerle etrafını süzüyordu. “Bana yalan söylüyorsunuz gibi” gibi etrafına bakıyordu. Normal zamanlarda da kanlı olan iri gözleri, uyanınca daha da kırmızımsı, yabanıl ve korkutucu bir hal alıyordu. Bakışları, ağustos boğalarının bakışları gibi sivriydi. Üstelik bu ve buna benzer rüyaları sık sık görüyordu. Çoğu zaman da çatışmalara giriyordu. Tünel faaliyetinin olduğu bir zamanda bilmeden çok sakıncalı bir duruma neden oluyordu. Çünkü mazgallardan koğuşu gözetleyen ve denetleyenler gözler ve kulaklar vardı hep. Firar tutkusuyla yatıp kalkan Tercanlı da dahil, koğuşta kimsenin tünel faaliyetinde haberi yoktu. Fakat Tercanlı, dışarı çıkacak ilk kafilenin içinde yer alıyordu.

Buna rağmen Koço hariç, herkes Tercanlının gördüğü saldırgan rüya biçimlerinden yay gibi geriliyordu. Rüya gördüğü zamanlarda korkutucu oluyordu. Tercanlının hışmına uğramaktan çekinen Koço, her zamanki gibi gizli kikirdemeye tutulmuştu. Ve uygun bir zamanda kullanmak için taklit bankasını doldurmayla meşguldü. Yılan iştahına dönen Genç Tercanlının firar tutkusuna karşı, gece, koca harflerle SUS diye bağırıyordu… Bulut yırtığından ay ışığı döküldü çatıya. Kedi kadar büyük lağım farelerini avlamak için 4. koğuşun çatısına tüneyen baykuş ürktü. Aniden havalandı. Offf be, zaman niye durmuştu böyle? Bu ne ağır bir cinnet duygusu? Bak hele, zamanı nasıl kusuyor sabır!

**

Serdar, 5. koğuşun temsilcisine çay ikram etti. En sevdiği ve ilişkilerinde özel önem verdiği örgütün temsilcisiyle olan ilişkisi özel bir dostluğa dönüşmüştü. Konuya girmeden önce iki adet akide şekeri ağzına attı. Yalpalayarak kendilerine doğru yürüyen Ali Teke’ye baktı. Suskun ve çoğu zaman yere bakan yaşlı ve deneyimli adam, sorumlusunun kulağına eğildi. Eline bir not tutuşturdu. Cemal, Serdar’la Ali Teke’nin fısıldamasını dinlemedi. Kendisine el sallayan Kaan’a karşılık verdi. Topallayarak volta atan Vali’nin oğlu Kaan’a baktı. Ali Rızaların firarlarından sonra devlet hapishaneye kanlı bir operasyon düzenlenmiş; 6. koğuşa düzenlenen saldırıda gün boyu direniş yaşanmıştı. Barikat kurarak direnişe geçen devrimci tutsakların direnişini kırmak için çatılar delinerek ses ve sis bombaları atılmıştı. Üç devrimcinin vahşice dövülerek katledildiği katliamda onlarca kişi ağır yaralanmıştı. Ağır yaralı olarak kurtulanlardan biri de Kaan’dı. Yürürken topallanması da bundandı. Bacağı kırılmış ve iyi tedavi edilmemişti. Üniversitede öğrenciyken Ege Kır Gerilla Birliği’ne katılmış ve bir ihbar sonucu topluca yakalanmışlardı. Bursa Valisi’nin oğlu olduğu için gözaltında “özel” ilgi gösterilerek işkence edilmişti. Koğuş barikatı direnişinde en son yerini bırakan bu ve diğer yiğit devrimcinin direnişi, devletin 5. ve 7. koğuşa yönelik katliam girişiminin önünde geçmişti. Devlet, katledeceği devrimci tutsakların isimlerini önceden belirlemişti. Başta cezaevindeki örgüt temsilcileri olmak üzere “sakıncalı” gördükleri kişilerin isimleri ve fotoğrafları cellatların eline verilmişti. Katliam anında Serdar özel olarak aranmıştı, fakat yaralı ve yüzleri kana bulanan tutsakların içinde seçememişlerdi. Onun yerine yeni tutuklanan Manisa yerlisi yörük bir köylüyü katletmişlerdi. Bu katliama katılan subay, uzman çavuş ve gardiyanların isim listesi, kullandıkları araba plakları ve açık adresleri bir sabah Cemal’in bulunduğu 5. koğuşun havalandırmasına atılmıştı. Verilen istihbarat bilgilerini test etmişlerdi. Bilgiler doğruydu. Gerilla bölgelerinden getirilen uzmanların çoğu seçmeydi ve kan emmeye programlanmış birer canavar gibiydiler. Bilgiler kopya edildikten sonra bilgi kaynağı olan kişinin el yazısı güvenlik gerekçesiyle yakıldı.

Karşılıklı konuşma ve sohbet uzun sürdü. Elindeki daha detaylı cezaevi krokisini Serdar’a verdi. Tünelin tüm sorumluluğu, tasarlanması, planlaması ve örgütlenmesi Serdarlara aitti. Sadece bilgi ve istihbarat ortaktı. Serdar’la konuşması ve tartışması uzun sürdü. Aldığı yeni bilgiye göre rögar kapağına doğru dönerlerse hem erken çıkarlar hem de diğer örgütlerdeki kişilerde dahil edilir böylece de özgürlüğüne kavuşacak tutsak sayısı daha fazla olurdu. Sunduğu öneriye itiraz etti Serdar. Tünelin güvenliğini gerekçe gösterdi. Serdar’ın inadını kırmayacağını bildiği için daha fazla ısrar etmedi. Kendi örgütünde götürülecek kişi sayısı beşten yediye çıkınca konuşmasına son verdi. “Girit Kralı Minos’un Dione adı ile çağırılan Akakallis tapınağı karşısındaki dağda bulunan tanrıça Zeus ile Karme’nin kızı Britomartis’in tapınağında kadeh tokuştururuz. Firar zaferimizi orada kutladıktan sonra sen Dersim’e ben ise Likya toprağına dönerim.’dedi Serdar.

Tünelin kapağı, havalandırma penceresinin tam karşısında idare tarafından en çok görünen ve kontrol edilen yerde açılmıştı. Kapağı ve merdivenleri de dahil muhteşem bir mühendislik harikası gibiydi tünel. Havalandırmada futbol maçı oynanıyordu. Maç iddiasıyla oyun oynayanların çoğunun top koşturdukları yerin altında toprağı kazanlardan haberleri yoktu. Hakemin verdiği penaltıya itiraz ediyordu Ercan.

“Salamis deniz savaşlarının yapıldığı sığ suları geçeriz. Themistoles’in Persleri yenilgiye uğratan stratejilerini çalarız. Ve düşmanımızı sık sulara çeker ve orada boğarız.”diyerek, sözüne devam etti Serdar. Çayında uzun bir yudum aldı. Kafasında kurt ağzı gibi açılan ve saçın döküldüğü yara izini ovdu. “Verdiğin listedeki tüm itleri kendi ellerimle cezalandırdıktan sonra senin misafirliğine geleceğim” diyerek, gülümsedi. Gülümsemesinde kararlı, ürkütücü, yabanıl ve vahşi bir soğukluk vardı. Serdar’ın söylediklerine cevap vermedi. Bu yiğit, kararlı ve inatçı devrimcinin verdiği söze sadık kalacağını bildiği için içi rahattı. Gerilla kulağını kesip koleksiyon yapan uzmanları zevkle cezalandıracağına inanıyordu.

Antik Grek savaşçıları bu diyarları terk edeli uzun zaman olmuştu. Mağduriyetin toplamı olmuştu İzmir; kendisini işgal edenlere benzemişti. O güzelim şehir, zorla el konulan genç bir gelin gibiydi. Zorba, barbar ve hırsız bir koca tarafından iğfal edilmişti. Kendisine ait olan hiçbir şeyi yoktu artık. Ezici çoğunluğu dağ ülkesinin çocukları tutsaktı. Özgürlük “Gel!” komutuyla emir çağırıyor ve ipsiz sapsız hayalleri ayaklandırıyordu.

***

Hapishanedeki uygulamalara ve hak gasplarına karşı tüm tutsaklar, bir hafta görüşe çıkmama ve akşam sayımını vermeme kararı almışlardı. Uzaktan gelen yoksul aileler, ziyarete çıkmama kararının mağduru oluyorlardı hep. “Kirvem,”diyerek boynunu yana eğdi Kozlucalı Şahin. “Ailelerimiz uzaktı gelmişler. Üstelik altı aydır ziyaretimize gelemiyorlar. Paraları yok ve bir geçim kaynakları yok. Şimdi borç alarak bizi görmeye gelmişler. Ziyarete çıkmazsak çok üzülürler. Biz de onları çok özledik.” Sigaradan sararan bıyıkların altındaki etli dudaklar titriyordu. Karataşlı duvar ustası Cahit, köylüsü Teslim, Kozlucalı Erdal Şahin’in söylediklerini destekler mahiyette şeyler söylediler. Dersimli köylüler, hiçbir hukuk ölçüsüne uymayan Başbağlar Katliamı’nın sanıkları olarak tutuklanmışlardı. Keyfi ve ağır işkencelere maruz kalmışlardı. Katliamla ilgileri olmadığı gibi, katliamı gerçekleştiren örgütle de herhangi bir ilişkileri ve bağları yoktu. Dört Dersimli’nin de Başbağlar köylüleriyle kivre ve komşuluk ilişkileri vardı. DGM mahkemelerinde katliamla bir ilgileri olmadıklarını ve o masum insanların başına gelen vahşeti kınadıklarını ifade etmelerine rağmen kimseye meramını anlatamıyorlardı.

Dahası, katliamla ilgilerinin olmadığını kanıtlamak için, “Bizim bu olayla ilgilimiz yok. Biz Partizancıyız,” diye, kendi aleyhlerinde kullanılacak beyanatlarda bile bulunmuşlardı. Üstelik çıktıkları her mahkeme duruşmalarında resmi ve sivil faşistlerin sözlü ve fiziki saldırılarına maruz kalıyorlardı. Tutsaklar DGM’ler tarafından, mahkemenin huzurunu ve can güvenliklerini sağlayamadıkları gerekçesiyle birkaç ilin cezaevine ve DGM’sine sürgün edilmişlerdi. En son durakları Buca Hapishanesi ve İzmir DGM olmuştu.

“Karara uyarız ama”yla devam eden talep ve itiraz sonucu istediklerine ulaştılar.

Kendi aralarında kısa bir değerlendirmede bulundular. Alınan genel kararı, Dersimli köylüler lehine esnettiler. Aldıkları kararı, diğer örgütlere de bildirdiler. Traş olan, temiz giysilerini giyen ve güzel kokular süren Dersimli köylüler, ziyaretin yolunu tuttular. Ailelerini tanıyan Cemal’in de kendilerine eşlik etmesini istediler. Dar malta koridoru sakindi. “Senin bu adamların bana dil çıkarıyorlar ve ben zor durumda kalıyorum,”diyen Nalan gardiyan, sessizliği bozdu. “Hangisi?”diye sordu Cemal. “Şu yukarıya ve yana doğru geniş olan. Büyük götlü olan var ya? Alnı açık olan. Bana tekkelerin keçiye çıkardığı gibi dil çıkartıyor bana.” İri götlü Dersimliye baktı. Gülmemek için zor tuttu kendisini. Kadın gardiyanın söylediklerinin tümünü dinlemeden ziyaret kabinine doğru yürüdü. Kendi aralarında şakalaşarak yürüyen iri kıyım Dersimlilere baktı. Kozlucalı Teslim’e bir şeyler anlattı ve kahkaha attı. Dersimli köylülerin şehvet aruzları, aygır arzusu gibi köpürmüştü. Eşleriyle yatmaya alışık olan köylülerin, zindan sıkıcılığı arzularını daha da kışkırtmıştı. Ziyaret yeri karşılıklı hesap sormalar, hal hatır sormalar ve özlemler ifade eden sözlerle dolmuştu. “Vaye, bence sen bu Şahin’i bekleme! Devlet, bunun taşaklarını Eşek Meydanı Yaylası’ndan kopardı!” Dersimliler, işkencedeki hallerini, bağrışma ve yalvarma biçimlerini karşılıklı taklit ettiler. Gırgır, şamata ve gülme iklimine girdi ziyaret yeri.

“Yeryüzünde acılarını komediye dönüştüren başka bir halk var mı?”diyerek, yanaştı Nalan. Ziyaret kabiniyle malta arasındaki bölgede bekleyen genç kurbanına yanaştı. Cemal, kendisine yanaşan ve parfüm kokan kadın gardiyana baktı. Terslemek istedi. Biraz duraksadıktan sonra vazgeçti. Avrupalıların Hottentot adını verdikleri Afrikalı kabiledeki kadınlara benziyordu kalçaları. Dünyanın en geniş kalçalı kadınları olan bu kabiledeki kadınların bu sarışın kadınla ne ilgisi olabilirdi? Yüzü inci ve narindi. Muhtemelen Balkan göçmeniydi. Bel bölgesi, bir saman çuvalı gibi yapaydı. Kalça bölgesi de Hottentot kadınlarınki gibiydi. Kenarlarında yemek tepsisi duracak kadar genişti. Bacakları bir sumo güreşçisinin dahi sahip olmak istemeyecek kadar kalın ve etliydi. Söylediği söze cevap vermekle vermemek arasında kararsızlık geçirdi:

“Buradan alıp götürmeye geldim;

seni şişleyen gözlerden

karanlıkta yaşayan

insandan yapılma canavardan

emperyalizmin pençeleriyle

bedenini lime lime parçalayıp doğrayan,

senin ruhunu benzetip de Şeytanınkine

kendini en büyük Tanrı ilan eden!”*

“Söylediklerinden bir şey anlamadım,” dedi iri kıyım kadın gardiyan. Avrupalı sömürgecilerin şehvet sembolü olarak mitleştirdiği Hottentot kadını Sarah için Diana Ferrus’un Sarah Baartman’a yazdığı şiirden bir şey anlamamıştı. Konuyla ilgisini de çözememişti. Cevap vermedi genç tutsak. Karşısındaki kadın gardiyanı acımayla tiksinti karışımı bir yüz ifadesiyle süzdü.

Hapishaneye getirildikleri ilk gün kendisine işkence yapan kadının gövdesini süzdü. “Üstüme çıkarsa kemiklerimi kırar” diye, gayri iradi iç geçirdi. İlk geceyi düşündü. Sağına soluna genişleyen kadının üstüne kapaklandığı geceyi hatırladı. Kendilerine yönelik büyük bir operasyon yapılmıştı. Elliye yakın devrimci tutuklanmıştı. İşkenceci polis ve jandarmaların emriyle arkadaşlarından ayrı bir koridora alınmış, “Liderleri budur!” yalanıyla, gardiyanlar tarafından saldırıya uğramıştı. Erkek gardiyanlarla birlikte saldırıya aktif olarak katılan Nalan’ın tekmelerini ve boynuna inen yumrukların lezzetini unutmamıştı. “Annem ziyaretine gelince üstünü arıyorum. Ama arıyor gibi yapıyorum ama gerçekten aramıyorum. İhtiyacınız varsa bu kanalı kullanabilirsiniz.” Kurbanına aşık olan iri kıyım kadının söylemi; yağcılık, ne söyleyeceğini bilememe ve konuyu bir yere bağlamamayı becerememekten ibaretti. Üstelik kaba bir rüşvet vaat ediyormuş gibi bir hali de vardı ve yardımcı olmak istiyordu. “Bana hep işkenceci gözüyle bakıyorsunuz bunu biliyorum. Ama ben sizi tanıdıktan sonra dünyam alt üst oldu. Bize içirilen Kemalizm zehrinin panzehiri oldunuz.” Kendisine işkence yapan kadın, aşk hastalığına tutulmuş ve durumu genç tutsağın annesine de anlatmıştı. Daha önce kendisiyle konuştuğu için söylediklerine cevap verme gereği duymadı. Malta işgali sırasında rehin aldıkları erkek gardiyanlarla birlikte üç tane de kadın gardiyan rehin almışlardı. Bunların içinde iri kıyım aşık da vardı. İri kıyım kadını işkenceci olduğuna dair sorgulamışlardı. Çok tedirgin olmasına rağmen kendisine yönelik en ufak onur kırıcı bir laf dahi söylememişlerdi. Bir daha aynı şeyi yapmaması kaydıyla affetmişlerdi. “Sadece kendi görevinizi yapın. Devlet adına kişisel sorumluluk aldığınız zaman hedefimiz olursunuz!” demişlerdi. Bu uyarıdan sonra kadın gardiyanları serbest bırakılmış, erkek gardiyanları ise rehin tutulmuştu.

Ziyaret, Dersimlilerin iç çekişleri eşliğinde bitti. Görüş kabinine yapışan eller bir türlü sökülmüyordu. Özlem, arzu ve acıyla yüklü insanlar ters tarafa yola koyuldular. Boyutsuz, kasvetli ve demir gibi ağır bir atmosfere girdiler. Koğuşa yolunu alan Dersimli köylüler, yerin yedi kat dibini lanet okudular. Kendi kaderlerine ana avrat küfür ettiler. Dersimli köylülerin küfür ve lanetlerine, Cemal’e yaklaşan Ağrılı yaşlı gardiyanın, “Yarın arama var,” parolasını ifade eden Kürtçe ezginin mırıltıları karıştı…

***

Urfalı olan yaşlı, göbekli ve açık sözlü savcı, gazete tomarını sağa sola ovuşturdu. “Cüneyt Kahraman akraban mıydı?”diyerek, gazeteyi Cemal’e uzattı. “Başın sağ olsun!”dedi. Çemişgezekli bir kadınla evli olan ve Partizancılara “Ben sizin eniştenizim” diyen yaşlı savcının yüzünde tuhaf, garip ve anlaşılmaz bir acı vardı. “Nasıl bu adamı koruyamadınız?”diye, gayri ihtiyari mırıldandı. Cevap vermedi. Başı döndü. İçi daraldı. Alnı birbirine toplandı. Dudakları titredi. Gazeteyi aldı. Yapılan açıklamayı okumaya çalıştı ama gözleri karardı. “Ne olacak savcı beyim, aslanın kuyruğuyla oynayan tilkinin sonu ölümdür,”dedi Birinci Müdür Cihan. Döner koltuğunu sağa sola döndü. Alaycı ve aşağılayıcı bakışlarla tutsağın tepkisini ölçmeye çalıştı.

Elindeki gazeteyi sağ avucunun içinde sıktı. Ağzı yanaklarındaki et yığını içinde kapanmaya yüz tutmuş müdüre baktı. Sanki Savaş’ı O katletmiş gibi böbürlenip ve dudak şaplatan müdüre tiksintiyle baktı. “Cihan!”diye bağırır gibi yüksek bir tonla seslendi. “Zehir saçan dilini keseriz!”

Yerinde fırlayan birinci müdürle tutsağın arasına Karslı ikinci müdür girdi. Savcı da yerinden kalktı. “Benim makamım da müdürümü tehdit edemizsin Cemal!”dedi. Kendi müdürüne “Sözümü niye kesiyorsun!” anlamında bir şeyler söyledi. Ortamı sakinleştirmeye çalıştı. Sert tartışmanın ardından genç tutsak hızlıca odadan çıktı. Sesle birlikte savcının odasına giren ve hapishanenin değişmeyen demirbaşı, gizli yöneticisi ve en eski başgardiyanı olan Atanur’un “Neler oluyor?” sorusuna cevap vermedi. Hızla yürüyerek yanından geçti. Kendisine eşlik eden diğer ikinci müdür olan Çorumlu, “Baskıncı komutanları öldürülmüştür!” diye verdiği cevap kulaklarında çınladı. Merdivenlerden çıkarken bir an başı döndü. Dengesini kaybetti. Nalan gardiyanın uzatılan yardım eliyle irkildi. Elini yana savurdu. Tersledi. Malta bitmek bilmiyordu. Yol uzadıkça uzuyordu. Savaş’ın ölümüne inanmak istemiyordu. Anlamsız birkaç şey mırıldandı. Nefesi kesiliyormuş gibi oldu. Açılan koğuş kapısının gür metalik sesiyle kendisine gelir gibi oldu. Güvenlikçi olan İstanbullu şoför Erdal’ın gülümsemesiyle karşılaştı. Gelen kişiden ziyade gelenlerle ilgilen Erdal’a uzattı elindeki gazeteleri. Erdal, “Yoldaşlar gazete geldi!”diyerek, koğuşa daldı. Karakolları basan, orduları bozan yiğit komutan; zeki ve genç lider yoktu artık.

O, bir daha geri gelmeyecek bir bilinmezliğin yolculuğuna çıkmıştı. Kendisini karıncaların dahi uğramadığı ölü ağaç gövdesi gibi kuru hissetti. Banyo olarak kullandıkları yere attı kendisini. Binali’nin kapısını bir bezle kapattığı banyoya çömeldi. Suyu bıraktı. Avucunu ağzına tıkadı. Ağlaması duyulmasını diye avuç içini daha da ısırdı. Dişleri etine battı. Bedeni sarsıldı. Epey bir zaman geçti. Yemekhanede tabak sesleri geliyordu. Gece, aç bir balina gibi zindanı yutuyordu. Zindan nefes alamıyordu; boğuluyordu…

* “Sarah Baartman’a Şiir”, Diana Ferrus

NOT-1: Bu yazı, Cüneyt KAHRAMAN’ın (Savaş) ölüm haberinin alındığı hapishanede devlet görevlilerinin tepkisini ve Savaş’a duydukları saygıyı da işleyen çalışmadan alınmıştır.

NOT-2: Savaş, Hüseyin DİŞLİ, Kenan İNCE yoldaşların ve Geyik ananın anıt mezarlarının yapımında maddi ve manevi olarak emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler.

NOT- 3: Yiğit bir devrimci olan Serdar Karabulut, 2000 yılındaki Ölüm Orucu Direnişi’nde bedenini ateşe vererek ölümsüzleşti. Saygıyla anıyoruz…

Murat Kahraman

http://www.halkingunlugu.net/