ADHK; MERCAN ŞEHİTLERİ ÖLÜMSÜZDÜR!..

BU SALTANAT BÖYLE GİTMEZ!..

Avrupa (14 Haziran 2013) Türkiye-Kuzey Kürdistan, kelimenin gerçek anlamında tarihsel bir eşikten geçmektedir. Bir yandan, otuz yılı bulan ve büyük bedeller ödenerek yürütülen Kürt ulusal mücadelesi, “barış” adı atında düzene yedeklenmektedir. Öte yandan ise: 15-16 Haziran büyük işçi direnişini aratmayan kendiliğinden gelen halk hareketi, ülkenin hemen hemen tüm sathına yayılmış durumda. Ve bizler, Mercan’da düşen 17’lerin acısını, böylesi bir süreçte bir kez daha yüreklerimizde hissediyoruz.

Taksim’de ateşlenip dalga dalga ülkenin her yanına yayılan halk hareketi, coşkumuzu kırbaçlarken, misak-i milliyeye tabi kalan ve bu anlamıyla da mevcut egemen sistemin her yönlü tekçiliğini meşrulaştıracak olan ‘’barış’’sa, devrimci eleştirilerimizin hedefindedir.

Neo-Osmanlıcı faşist diktatörlüğü, toplumun tüm kesimlerine kendi tekçi yaşam biçimini dayatmaktadır.’’Ben istediğimi yaparım, herkes de buna uymak zorundadır’’, ‘’en yüksek oyu alarak hükümet olmuşum, yapacaklarıma toplumdan onay almışım’’ vb. gibi, egemenlik dayatmalarıyla en demokratik hak arayışına bile tahammül göstermemekte. Bütün toplumun bunu kabul etmesi için elindeki tüm baskı ve dezenformasyon araçlarını devreye sokmaktadır. Bunu kabul etmeyenleri ise, hükümet olmanın avantajlarıyla susturuyor. Ancak sınıflar mücadelesi tarihi göstermiştir ki; bütün diktatörlüklerin ömrü, halkın içten içe biriken öfkesinin patladığı zamana kadardır.

Taksim’in yeniden imarı adı altında Gezi Parkı’nı rant alanına dönüştürme girişimleri özgülünde patlayan bu öfke, kısa zamanda toplumun hemen her kesimi tarafından sahiplenilmiş, sele dönüşmüştür. Bu sele, her birey veya kesim kabul etmediği ve itiraz ettiği bir gerekçeyle katıldı. İşçinin sınıfsal, Kürdün ulusal demokratik, Alevinin inancı üzerindeki baskı ve yoksayma, öğrencinin eğitim, memurun ekonomik-demokratik, çevrecinin doğa katliamı, kadının cins baskısı, vb. gibi diğer kesimlerin farklı taleplerini de içine alan  bu halk hareketi, toplumun üzerine serilen korku ‘’cumhuriyetini’’ parçalamıştır.

Her ne kadar CHP ve İP gibi karşı-devrimci Kemalist güçler başta olmak üzere, bir çok çevre, bu hareketi kendi rotasına çekmeye uğraştıysa da, kitleler bunların heveslerini kursaklarında bıraktı. Kılıçdaroğlu, Kadıköy mitingini Taksim’e taşıyıp gövde gösterisi yapmaya çalıştı. Kurmaylarıyla gittiği Taksim’de konuşma bile yapamadan, sadece kısa bir tur atabildi. Kendiliğinden gelişen kitle hareketlerinin doğası, hiçbir tek rengi ve tek sesi kabul etmez.  Bu türden hareketler, içine çektiği bütün güçlerin ortak derdini en demokratik bir şekilde harmanlar ve haykırır. Her güç kendi siyasal hedeflerini özgürce ifade eder. Nihayetinde, başından beri böyle de olmuştur. Gerçek anlamda demokrasi, işte budur. Diktatörlüğün bütün kuşatma ve saldırılarına inatla karşı koyan direnişçiler, Gezi Parkın’dan tüm ülkeye, birbiriyle bir arada olamayacak kesimlerin nasıl bir araya geleceklerini ve hatta komün kuracaklarının örneğini gösterdiler. TC kurulduğundan bu yana, bu topraklar demokrasiyle ilk kez Taksim Gezi Parkı’nda tanışmış ve özgürlüğü solumuştur demek, pek de abartı sayılmaz.

Bu demokratik ve ileri sürdüğü talepleriyle meşru halk hareketi, egemenleri öylesine korkulara gark ettiki; Gezi Parkı içinde mevzilenmiş olan direnişçilere saldırmayı kolay kolay göze alamıyorlar ve bin türlü hileye başvuruyorlar.  O alana yapılacak olan saldırının kitlelerin öfkesini nasıl kabarttığını ve sokaklara taşıdığını bizzat gördüler ve yaşadılar. Bu nedenle, geri kitleler nezdinde saldırılarının meşru zeminini yaratmak için her türlü oyunu oynuyorlar. Kah’’ marjinal güçler ortamı kışkırtıyor, bunları aranızdan atın’’ deyip devrimci güçleri hedef gösteriyor, kah  ‘’ bu işi Türkiyenin gelişmesini istemeyen güçler kışkırtıyor’’ iftirasıyla direnişin itibarını sarsmaya çalışıyorlar, kah ‘’bunun arkasında faiz lobisi var’’ gibi karalama kampanyası yürütüyorlar. Ancak tüm bu yalanları dönüp kendilerini vuran bir sonuç doğuruyor. Öyle ki, eylemi aşağılamak ve yıpratmak için söylenen ‘’üç-beş çapulcu’’ ve ‘’tencere tava, her şey hava’’ sözleri, kitlelerin dilinde direnişçi olmanın itibarına ve ayrıcalığına dönüştü. Şimdi her kes ‘’ÇAPULCU’’!..

‘’Çapulcular’’, bu saltanatın eskisi gibi gitmeyeceğini gösterdiler.

Kitlelerin bu kendiliğinden eylemi, elbette ki, doğası gereği, daha öncekiler gibi her hangi bir devrimle sonuçlanmayacaktır. Hiç kimse kendiliğindenci bu hareketten devrim bekleme gibi bir ham hayale kapılmasın. Eylem, kendi siyasal ve örgütsel hedefinin sınırlarında bir şekilde sona erecek. Ancak eylemin yarattığı bu büyük devrimci deneyim, halkların mücadele tarihine yazılacaktır. Devrolacak bu deneyimin, Türkiye-Kuzey Kürdistan devrimi açısından paha biçilmez değerde olduğu da bir gerçektir. Çünkü bu hareket, Türkiye-Kuzey Kürdistan’daki en görkemli sınıf kalkışması olan 15-16 Haziranı bile; birçok yanıyla geride bıraktı. Hareket, sınıfsal bileşenleri itibariyle 15-16 Haziran gibi yekpare değil. Öncelikle tüm emekçi kitleleri içine çektiği gibi, hemen hemen diğer tüm katmanları da etkileyip, adım adım parçası haline getirdi.. Dolayısıyla talepleri de birbirinden farklılıklar arzetmektedir. Yine 15-16 Haziran gibi; tek bir gücün yönlendirmesi ve inisiyatifinde değil, muhalif olan birçok kişi, kurumun ve devrimci gücün ortaklaşa inisiyatifinde gelişmiştir. Bu özgün yanından ötürü, işleyişi ve inisiyatifi daha kapsayıcı, daha eşitlikçi ve demokratik bir karakter kazanmıştır.

Sınıf örgütlülükleri olma iddiasındaki ve kendilerine öncü misyonu rolü biçen sendika bürokratları ne yazık ki; bu büyük halk kalkışması karşısında sınıfta kaldı. Büyük saldırıdan sonra gelişen kitlesel tepki ve sahiplenişten sonradırki; temsil ettikleri emekçi tabanın zorlamasıyla ancak harekete geçtiler. O da, bir günlük iş bırakma ve Taksim Meydanında yapılan bir yürüyüş eylemiyle sınırlı kaldı. Bu tutumlarıyla, hareketin sınıfla buluşmasının engeli oldular.

Ha keza, Kürt ulusal hareketi,  AKP ile yürüttüğü ‘’barış’’ müzakereleri her hangi bir zarar görmesin diye, sürece seyirci kalarak, kitlesini eylemden uzak tutmaya özen gösterdi. Süreci selamlamak ve azgınca saldırıları kınamakla yetindi. ‘’Barış’’ adına, dahası ‘’demokrasi barışla gelecek’’ savunularına karşın, kitlelerin en demokratik ve en meşru kalkışma hareketine seyirci kalınamaz. Emekçi kitlelerin, sokakları ve alanları zapteden cürreti, halklar arasındaki barışın ve demokrasinin yatağıdır. Bununla buluşmayan, bu yataktan beslenmeyen ve bu yataktan güç almayan hiçbir barış, halkların barışı olamaz. Bu anlamda, yapılacak olan ‘’barış’’ın da neme nem ve kiminle bir barış olduğunu gösteren önemli bir parametredir.

Mercan’ın kanlı şafağında yüreklerimize gömdüğümüz Caferleri, Aydınları… 17’leri böylesine tarihsel süreçlerde anıyor olmak, ayrı bir önem arzetmektedir. Çünkü, Onları, Onlar’ın da özlemi ve arzusu olan emekçi halkların büyük kalkışmaları içinde anıyoruz. Onlar, sokakları ve meydanları dolduran, egemenlerin uykularını kaçırtan bu halk hareketini göremediler. Ancak bu tür kalkışmaların er ya da geç bu topraklarda yaşanacağına yürekten inanıyorlardı. Çünkü; Onlar, bu halkın yaratıcı gücünü çok iyi biliyor ve bu halka güveniyorlardı. Unutulmamalıdırki; bu halk hareketinin gelişmesinde Onlar’ın da on yılları bulan emekleri ve ödedikleri bedellerin büyük katkısı vardır. Bizler, Onlar’ın bize devrettiği devrimci değerleri korumaya ve halkların mücadelesinde zenginleştirmeye ve onurlandırmaya devam edeceğiz. Onlar’ın bize bıraktığı “azimli-kararlı olun, yaratıcılığınızı kullanın” şiarını bilinçlerimize kazımalıyız!

– ÖRGÜTLÜ HALKI HİÇ BİR GÜÇ YENEMEZ!..

– MERCAN ŞEHİTLERİ ÖLÜMSÜZDÜR!..

– ÖZGÜRLÜK ATEŞİNİ YAKANLARA BİN SELAM!.

ADHK (Avrupa Demokratik Haklar Konfederasyonu)

14 Haziran 2013