Buca’da idamlıkların hücrelerinde tartışmalar yapıldı, romanlar yazıldı, mizah dergileri çıkarıldı, kibrit çöplerinden sazlar yapıldı, türküler, marşlar söylendi, canhıraş direnişler yanında maça kızı ve bom da oynandı. Bizden önce gidenler dimdik gitti darağacına, başları dik, adımları pekti. Hıdır da öyle gitti.
Zaman kekemeydi ve tarihe sızan
soytarılar gördük genç ömrümüzde
ölüm peşimize düşende bir göçebeydik
suretimiz ağardı kurulan darağaçlarına
bütün sığınaklar uçurumlara açılırdı
Ahmet Telli
“Yapardık yani, iyi ölürdük. Ortamın getirdiği dostluk, kardeşlik, mücadele ruhu öylesine sarmıştı ki bizleri, sonucun ne olduğunu bilerek sevmiştik o ortamı. Yani öylesine bir güzelliğin sonunda ölüm nedir ki.”
Bir yıl önce yine bugünlerde Aziz’le (Ögeyik) görüntülü olarak sohbet ederken böyle demişti Aziz, geçmişten konuşurken. Kendisi Ege Devrimci Sol davasından yargılanıp idam cezasına çarptırılmış ve cezası Yargıtay’ca bozuluncaya kadar “ölüm hücreleri”nde bizimle birlikte kalmıştı.
Belki bazıları zor anlar böylesi bir duyguyu. “Bir süre sonra öldürmeye götürecekler seni ve öldürecekleri güne kadar muazzam bir tecritte tutuyorlar; bundan sonra, mücadele edecek ne kalıyor ki” diyecekler belki de. Oysa öyle kızgın bir mücadele alanına giriyorsun ki, seni paramparça ettikten sonra öldürecek olan bir güruhun karşısında bulunuyorsun. Böyle zor bir rakibin karşısında muazzam bir dezavantajla çıkıyorsun ringe.
En küçük şeylerden başlıyorsun mücadeleye. Önce, ısınmak için soba istiyorsun; kemiklerini ısıtmasa da nemini alıyor kapatıldığın daracık hücrenin soba. Radyo diyorsun sonra, dış dünyada ne olup bittiğini merak ediyorsun, adım adım, yeni bir hak alarak yeni bir mevzi kazanıyorsun ve bir gün bir de bakıyorsun ki havalandırmaya çıkma hakkını alıvermişsin. Gün aşırı ve iki saat de olsa, tüm idamlıklar bir arada havalandırmaya çıktığında sanki devrim oldu sanıyorsun. Günlerce, hatta aylarca hücrede sadece seslerini duyduğun kişilerin yüzlerini görüyorsun ilk defa. Güneşsizlikten solgun ama mağrur yüzler öyle bir güven veriyor ki insana. Öylesine ısıtıyor ki insanın içini. Birliktelik daha güçleniyor. Biraz spor yapıyoruz hep birlikte, sonra bir kenara çömelip durumu değerlendiriyoruz.
Önceleri her hücrede birer kişi kalıyorduk, sonraları ikişer ikişer kalmaya başlamıştık; hatta hücreler arası birbirimizi ziyaret etmeye bile başlamıştık.
Bu vesileyle, çeşitli defalar Hıdır’la aynı hücrede kaldım.
Çok hoş sohbetti Hıdır. Bir gün bir Dersim destanını anlatmıştı saatlerce. Bir köyden diğer köye at sırtında giden birinin destanıydı ama bıkmadan saatlerce dinlemiştim Hıdır’ı.
Bir başka gün, “maça kızı”, “bom” gibi iskambil oyunlarını bilip bilmediğimi sordu; ne yalan söyleyeyim bu konuda kültürüm hiç yoktu ama Hıdır’ın da bu konudaki tecrübesine diyecek yoktu doğrusu.
Önce kartonlardan kartlar hazırladık, sonra kartları süsledik renkli kalemlerle özenle ve en sonunda sıra geldi derslere; o kadar başarılıydı ki öğretmenim Hıdır, maça kızını da bomu da öğretiverdi iki derste bana.
Nihayet oturduk ciddi oyunun başına.
‐ Ancaaak, dedi Hıdır, bu oyunlar öyle boşuna oynanmaz.
‐ Eee neyine oynayacağız?
‐ Bulaşığına elbette.
İşte o günden sonra, ne zaman Hıdır’la aynı hücreyi paylaşsak, bulaşıkları yıkayan hep ben oldum.
Ölüme beş kala sürgün
Buca’da başlattığımız örgütlenme ve kısmi rahatlık ortamı yarım kalmıştı, zira birtakım talepler doğrultusunda yürüttüğümüz direniş jandarmalar tarafından hunharca bastırılmış, hücreler arasındaki daracık mazgalda öldüresiye coplanmıştık. Arbede sırasında, İlyas (Has) yere düşürülmüş ve askerlerin postalları altında vahşice darp edilmişti. Kısa bir süre sonra, darağacına yollanacak olan birine böyle bir muameleyi fütursuzca hak görüyordu 12 Eylül faşizmi. Bu da yetmemiş, hücrelerimiz üzerimize kaynaklanmış, adeta diri diri mezara gömülmüştük. En önemli lüksümüz elektrik sobası ve transistörlü radyomuza el konmuş, hücreler hallaç pamuğu misali darmadağınık edilmişti.
Yaklaşık bir hafta sonra, sayısını anımsayamadığım onlarca jandarma ve gardiyan gövde gösterisi yaparcasına yanımıza gelip büyük bir zevkle içlerimizden birkaç kişinin başka bir cezaevine sevk (yani sürgün) edileceğini bildirmişlerdi.
Eşyalarımızı toparlayabilmemiz için, çok kısa bir zamanımız vardı, bizler toparlanırken onlar da kapıların kaynağını kırmakla meşguldüler. Hücrelerimizin önünde ellerimizden birbirimize kelepçelenmiş bir halde yeni bir sürgüne hazırlanmıştık. Bu ilk sürgünümüz değildi elbette ama ölüme beş kala, bir hayli garip bir sürgündü bu. 12 Eylül’cüler bu kadar kalabalık idamlığın Buca Cezaevi’nde toplanmasından korkmuş, güçlerini dağıtmak istemişti.
Hıdır bizimle birlikte sürülmüştü. İlyas Buca’da kaldı.
Yolda, Burdur Cezaevi’ne gönderildiğimizi öğrenmiştik. Buca’dan daha yoğun bir baskıyla karşılaşabileceğimiz düşüncesiyle, psikolojik olarak hazırlanıyor ama nelerle karşılaşacağımızı bilemiyorduk. Yol boyunca sohbet ediyor, marşlar söylüyorduk.
Burdur Cezaevi’nde gardiyanlar ve müdür tarafından karşılanmıştık. Hücrelerimize götürülmeden önce, her cezaevinde olduğu gibi, üzerimiz aranacaktı; o an ortada büyükçe bir masanın üzerinde naylon poşetler içinde mavi ‘tek tip elbise’leri fark ettik. Buca’da tek tip elbiseyi teklif bile edememişlerdi; bu saatten sonra paramparça edilsek de elbette bu cezaevi elbisesini burada da giymeyecektik.
Bunu kararlı bir şekilde ifade ettiğimizde, müdür ve gardiyanlar fazla üstelemediler, hatta tek tip elbisenin, “mahkûmlar arasındaki ayrıcalığı ortadan kaldırdığı” gibi komik bir gerekçe bile öne sürerek güldürmüşlerdi bizleri.
Dokuz idamlık bir arada
Müşahede tabir edilen bir bölüme konulmuştuk. Burada uzun uzun cezaevini anlatacak değilim ama koşullar beklediğimizin tersine, Buca’ya oranla bir hayli olumluydu. Bunda cezaevi müdürünün ılımlı tutumu ve gardiyanlarının eğitimli olması belirleyici idi.
Dokuz idamlık bir aradaydık ve kaçış planını bir an önce burada uygulamayı kararlaştırmıştık. Hıdır olağanüstü bir çabayla bu olaya en fazla katkıda bulunan arkadaşlardan biriydi. Ne yapmış etmiş hücrelerin ve cezaevinin anahtarlarının kopyasını çıkarmıştı. Örgütçülüğüne hayrandım Hıdır’ın. Burada iki kişiyi anmadan geçemeyeceğim. Bunlardan birincisi Hıdır’ın Almanya’da işçi olan çalışan ağabeyi Kazım Aslan, Hıdır’ın deyişiyle “Proleter Kazım”, elinden geldiğince bize yardım etmeye çalışıyordu. Kopyaladığımız anahtar resimlerini Almanya’ya götürüp, kopyalayıp getiriyordu.
Anahtarlar iki kez yapılıp geldi ama kapı kilitlerine bir türlü uymadı. Kazım Aslan yıllar önce, Almanya’da yaşamını kaybetti. Yurtdışına çıktıktan sonra bir kez ziyaret ettim kendisini. Yakalanmayı göze alarak, korkusuzca yürüttüğü çabalarını ve fedakarlığını ölünceye kadar unutamam.
Unutamadığım ikinci kişi ise, Hasan Hakkı Erdoğan’dı. 12 Eylül’ün karanlık koşullarına rağmen, değişik örgütlerden, dokuz idamlığın kaçırılmasını organize etmek için tüm enerjisini sarf ediyordu. Hasan Hakkı elbette bu işi örgütlü olarak yürütüyor, Kazım Çelik de çıkışımızı sabırsızlıkla bekliyordu.
Cezaevinin dışına çıktığımızda, bir TIR hazır bekleyecek ve doğrudan yurtdışına çıkacaktık. Böylesi bir eylem elbette 12 Eylül’e muazzam bir darbe vuracaktı.
Burada Hasan Hakkı ve Kazım Çelik’in fedakârca çabalarını saygıyla selamlıyorum.
“Yapardık yani, iyi ölürdük”
Ölünceye kadar bitmez bir enerji ile mücadele etti HIDIR GAKKO. Yılmadı durmadan dirençle çabaladı.
Ama ölüme de bütün doğallığıyla hazırdı Hıdır.
Hücrelerde oluşturduğumuz kardeşlik ve sevgi ortamı bunda çok önemli bir rol oynamıştı. Öylesi bir ortamdı ki bu, Aziz’in deyişiyle: “Yapardık yani, iyi ölürdük. Ortamın getirdiği dostluk, kardeşlik, mücadele ruhu öylesine sarmıştı ki bizleri, sonucun ne olduğunu bilerek sevmiştik o ortamı. Yani öylesine bir güzelliğin sonundu ölüm nedir ki.”
Buca’da idamlıkların hücrelerinde tartışmalar yapıldı, romanlar yazıldı, mizah dergileri çıkarıldı, kibrit çöplerinden sazlar yapıldı, türküler, marşlar söylendi, canhıraş direnişler yanında maça kızı ve bom da oynandı.
Bizden önce gidenler dimdik gitti darağacına, başları dik, adımları pekti.
Hıdır da öyle gitti.
12 Eylül’ün son idamlığıydı.
AHPARIG’in Dersimcesi…
GAKKO,
Bin selam olsun sana…