Bir İnsanlık açmazı: Irkçılık

Kurumsal ırkçılığın asli sorumluları, hiç kuşkusuz her dönemin devletler halinde örgütlenmiş, zenginlik ve güç kaynaklarını kontrol eden egemen güçleridir Fakat ırkçılık türlerinin en derindeki kaynağı ise insanın kendisidir Ezilenler ve kadim ötekilerden olan solcular da bu gerçeğin dışında değildir Irkçılık virüsünün bütün sorumluluğunu soylulara, sömürgecilere, kapitalistlere, faşist hareketlere yüklemek işin kolayına kaçmaktır.  Örneğin sol saflara yakından bakıldığında eşcinsel karşıtlığından Yahudi düşmanlığına uzanan pek çok gerici, ırkçı refleksle karşılaşılır

Erdal Emre (21-08-2018) “Farklılığın ırkçılığın kökü/temel dayanağı olduğunu düşünüyorum, çünkü fark korkutucudur, çünkü bilinmeyen korkutucudur; halbuki bu korku saldırganlığı kışkırtır.”

Albert Memmi

Dünyanın sürükleniş doğrultusuna bakıldığında, tüm varyantlarıyla birlikte ırkçılığın, üreme kaynakları olan korku ve endişelerin, betonlaşmış önyargıların, egemen olma hırsının, saldırgan çıkarların ekonomik, kültürel, psikolojik ve sosyo-politik reflekslerinde belirgin bir tırmanış olduğu görülüyor. Klasik Irkçılık ve türevleri olan ideolojik sistemlerin geçen yüzyılın ilk yarısında  yaşanan ve yüz milyondan fazla insanın ölümüne, ağır iktisadi, ekolojik tahribatlara sebep olan yerel ve küresel yangınlardaki rolü toplumların kollektif belleğinde kazılıdır. Tarihsel gelişmenin kalıcı tarzda çözemediği ırkçılık sorununun olanca tehditkârlığıyla insanlığın gündemine “yeniden” girmiş olması, muhtemel toplumsal trajedilerin açık alarmı niteliğindedir.

Derin sosyal, sınıfsal, ekonomik, kültürel vb. nedenleri bulunan ırkçılığın, tarihsel bir olgu ve kavram olarak doğru anlaşılması, caydırıcı bir anti-ırkçı mücadele ve farklı bir gelecek inşaası için hayati önem taşır. Aksi durumda bir ırkçılık çeşidiyle boğuşurken başka ırkçılık türlerinin anaforuna düşmekten kurtulamayız.

Irkçılık nedir, ırkçı kimdir

Bilimcilere göre ırk, biyolojik bir kavramdır. Tarihsel evrim içinde oluşan anatomik ve fizyolojik özelliklerle belirlenir. Dolayısıyla da “doğal bir olgu”ya işaret eder. Irkçılık ise yapaydır, bilim dışıdır. Siyasi ve iktisadi çıkarlara dayalı, korku ve inançlardan, ayrıcalıkları koruma endişesinden vs. beslenen, “üretilmiş” bir kavramdır. Irkçı bakışta kan, gen, deri rengi, burun formu, kafatası ölçüleri, boy-pos, cins ve koku gibi biyolojik farklılıklar ile dil, din ve  yaşam tarzları gibi kültürel çeşitliliğin tamamı ihtilaf ve çatışma nedeni olabiliyor.

Günümüzde ırkçılık  her türlü ayırımcılığı, yabancı korkusunu (xénophobie), ulusalcı/milliyetçi, dinci, cinsiyetçi ve etnik ideolojik bağnazlıkları da kapsayan genişlikte bir çatı kavram halini aldı. Bu yaygın kullanımın -ırk ve ırkçılığa dair görüş ayrılıkları bir yana- reel toplumsal hayatta bir karşılığı var. Klasik ırkçılık ile modern/inceltilmiş ırkçılığın, duygu ırkçılığıyla politik-kültürel ırkçılığın, kökleri kabile yaşamına kadar uzanan dargörüşlü/bölgeci korkularla ulus devlet milliyetçiliğinin, din-tanrı-ümmet eksenli ırkçılık ile cinsiyet ayrımcılığına dayalı korku ve nefretin ortak bir hareket noktası vardır: Farklılık !

“Irkçılık, bir farkın/farklılığın kârlı kullanımıdır.” diyen A. Memmi, “Irkçılık” başlıklı çalışmasında farklılığın istismarına haklı bir vurgu yapar. Fark reel ise, ırkçı bu farkı kendi lehine yorumlar; fark yoksa şayet hayali, suni farklar yaratarak yine kendini, kendi değerlerini üste bir yere koyar. Böylelikle kendi “üstünlüğü”nü bir “aşağı” yaratarak kanıtlamaya, giderek “aşağı”da olanlara karşı işlediği/işleyeceği suçlara bir “meşruiyet” kazandırmış olur.

Klasik ırkçı zihniyet şöyle işler: Doğadan farklıyız. Siyahız  beyazız, uzunuz  kısayız, kadınız  erkeğiz, güçlüyüz, zayıfız…Güçlü olanın rolü egemen olmaktır; zayıfla kaynaşmak değil. Güçlülerin oluşturduğu ırk, pür bir ırktır. Pür ırk ise  üstün ırktır. Üstün ırkın, zayıf, alt-ırklara karışması tanrısal iradeye karşı işlenmiş bir suçtur. Dolayısıyla da o, egemen olmalıdır. Egemen olmak için de -köleleştirme, soykırımlar da dahil- her yol/yöntem mübahtır…

1930’lu yıllarda Duçe’li  İtalya’da, Führer’li Almanya’da ve Ebedi şef’li Türkiye’de ırkçı politik-teorik-felsefi hezeyanları anımsayalım. Nazi kurmaylarının ağzından ifade edilen şu görüş, klasik ırkçıların programı niteliğindeydi: “Irkçılık, insanlık içinde, çeşitli milletlerin değerini kabul eder. Irkçı inanış için, devleti bir amaç saymak ilkesi vardır. Bu amaç da, ırkların varlığının korunmasından ibarettir. Irkçılık, onların eşitliğine asla inanmaz. Irkçılık, dünyayı yöneten kutsal iradeye uyarak, en iyinin ve en kudretlinin zaferini kolaylaştırmak, kötü ve zayıf olanların boyun eğmesini sağlamak görevi ile yükümlüdür. Böylece tabiatın aristokratik ilkelerine saygı gösterir ve canlıların hayat grafiklerindeki son noktaya kadar bu yasanın değerine inanır.”

İnsanlığa çok pahalıya mal olan “pür”lük iddiasının, pür bir yalan ve yanılsama olduğu yaşanan trajik deneylerle anlaşıldı. Genetik mühendislik verileri kanıtlıyor ki, her birey –tüm benzerliklere karşın- tektir. Farklı bireylerin oluşturduğu toplulukların “pür” olduklarını iddia etmek, bağnaz bir kör inanç değilse eğer, hegemonyacı emellerin ideolojik bir aracıdır. 1930’lu yıllarda zirveye ulaşan “üstün ırk”, “üstün medeniyet” ırkçılığı günümüzün  “üstün/ileri kültürü”ne evrilirken, “geri ırklar” ise “geri/alt kültürler”e dönüşmüş oldu.  Elbette bu “evrimleşme”, gezegenimizde hâlâ taş devri ırkçılarının bulunmadığı veya üretilemeyeceği anlamına gelmiyor.

Geçen yüzyılın açık sözlü ırkçılarının aksine, günümüz ırkçıları açıktan ırkçılığa sahip çıkmıyorlar.  Fransız ırkçılarını tarif eden “ırkçı değilim ama Arapları sevmiyorum” sözü bir insanlık gerçeğini yansıtır. Paris’in kozmopolit, çoklu etnik ve kültürel dokusunu “çöplük”, kimi metro hatlarını ise  “üçüncü dünya hattı” olarak adlandıran sağ’dan, sol’dan seçkin ya da ortalama Fransız kendini ırkçı görmez. Hatta ırkçılığı kınar! “Irkçı değilim ama…”yla başlayıp biraz ötesinde “yahudilerden, çingenelerden, müslümanlardan… nefret ediyorum”a dönüşen duygu, “gelişmiş dünyanın” hızla gelişmekte olan çoğunluk duygusudur.

Orta yerde ırkçı/ayırımcı söylem ve eylem var fakat ırkçı yok! İronik olan bir başka durum da, herkesin bir diğerini ırkçılıkla itham edebilmesidir.  Demek oluyor ki ırkçı, herkes ve hiçkimse!

Etnosantrizm

Etnik merkezcilik ya da etnik benmerkezcilik anlamına gelen bu kavram, ilk defa 20. yüzyılın başlarında kullanılılıyor. Ama olgular kavramlardan çok önceleri varolduğuna göre, etnosantrizm ile ifade edilen olguların da  kökleri çok derinlerde demektir. Pek çok araştırmacının üzerinde anlaştığı tanımlama, genel hatlarıyla şöyle özetlenebilir: Etnomerkezcilik, belli  bir kabile ve etnik topluluğun kendi yaşam tarzını, totemini, dini ve kültürel değerlerini öne çıkarması, değerlerin merkezine koymasıdır. Zamanla kavram, dile, dine, etnik ayırımcılığa, kültürel darbakışlı bölgeciliğe, “yabancı” korkusuna dayalı mikro ve makro ırkçılık türlerini de kapsayarak genişledi.“Ben ve öteki”, “Biz ve diğerleri” ayrımının keşfi, ilk insan topluluklarında bir güvenlik endişesinin yanı sıra, kendini karşıdakinin tersinden tanımlama gibi yeni ilişki ve çelişkileri de birlikte getirecekti.

Bir topluluğa ait olmak, bireyin güvenlik ihtiyacını karşılaması, yaşamını kolaylaştırmasıyla kalmıyor, aynı zamanda bir gururlanma ve övünme nedeni de oluyordu. Hele de bu topluluğun dini, müziği, mutfağı, efsaneleri, yaşam tarzı,  “diğeri”nden “daha üstün” ise… Bu şartlanma halinin topluluğun kendisi ve diğeri ile kurduğu ilişkide hastalıklı, kendine hayran, diğerine  tepeden bakan yarı-narsist, yarı şizofrenik bir çarpıklığa neden olması kaçınılmazdır.

Her çoğunluğun kendine benzemeyen “azınlığı”nı dışlaması, onun dili, müziği, sanatı ve diğer kültür ögeleriyle alay etmesi, onu aşağılayarak kendini “yüceltmesi” etnosantrik ırkçılık türünün yaygın bir tezahürüdür.

Ötekilerin Etnosantrizmi

Kurumsal ırkçılığın asli sorumluları, hiç kuşkusuz her dönemin devletler halinde örgütlenmiş, zenginlik ve güç kaynaklarını kontrol eden egemen güçleridir. Fakat ırkçılık türlerinin en derindeki kaynağı ise insanın kendisidir. Ezilenler ve kadim ötekilerden olan solcular da bu gerçeğin dışında değildir. Irkçılık virüsünün bütün sorumluluğunu soylulara, sömürgecilere, kapitalistlere, faşist hareketlere yüklemek işin kolayına kaçmaktır.  Örneğin sol saflara yakından bakıldığında eşcinsel karşıtlığından Yahudi düşmanlığına uzanan pek çok gerici, ırkçı refleksle karşılaşılır.

Bir zamanlar bilmem kaç mevsim solcu(luk) yapmış ama solcu olamamış, bir süreliğine devrimci(lik) yapıp da devrimci olamamış nice “emektar”, umulan kısa zamanda iktidara da gelememenin hayalkırıklığı içinde hidayete ererek tanrıları, imamları keşfetmiş, hatta soy zincirlerinde keramet aramaya koyulmuş, etnosantrik bir zihniyetle “kurtarma”ya yeltendikleri bir kültür ve toplumu antik zaman kalıplarına sığdırmaya kalkışabilmiştir yazık ki. Fikri değişimlerde bir “anormallik” aranmaz elbette. Bir haktır bu ayrıca. “Yalnızca ahmaklar görüş değiştirmez” diyen Fransız atasözüne de gayet uygundur bu “düşünsel evrimleşme” hali. Ama uygunsuz olan, durumları drama dönüşen bir grup “eski tüfek” çeyrek aydının yeni bin yılın kabile şefliğine, aşiret reisliğine ve ruhbanlığına talip olması ve içinden çıkıp geldikleri sol “azınlığa” karşı etnosantrik saldırganlıkta hiçbir sakınca görmemesidir.

Gerekli fırsat ve koşullar oluştuğunda ezilenlerin de egemen ırkçılığa karşı kendi ırkçılıklarını inşaa edebildikleri, tarihsel bir olgudur. Güneyli Kürtlerin, “İnsan kafaları pazara çıkarılmış, ama sonuçta  herkes gidip yine kendi kafasını alıp takmış” diyen atasözü, kişi ve kültürlerin kendileriyle kurdukları hastalıklı ilişkiye güzel bir örnektir. Birey ve kültürlerin kendilerine de ayna tutmak yerine, her durumda “haklı” olmaları, tüm kötülüklerin nedenini ısrarla dışarıda aramaları, pek çok melanetin başlangıç noktasıdır aslında.

Ne Yapmalı?

Önce, ne(ler) yapmamalı? diye sormak gerekir belki de. İlk olarak, ezeli ve ebedi tüm kötülüklerin nedenlerini “şeytan”a, ezenlere ve karşıdakilerin sırtına yüklememeli. İkinci olarak, “Çok eski çağlardan beri yürürlüktedir diye, dedelerinin dedeleri de saygı gösterdiler diye, geleneklere salt gelenek oldukları için inanma; eski zamanların destanları, söylenceleri böyle söylüyor diye inanma… Ancak inceleyip irdeledikten, kendi yaşantınla denedikten, aklına yatkın bulduktan, senin için de, başkaları için de yararlı olduğu kanısına vardıktan sonra inan” diyen Buda’nın  gerisine düşmemeli insan. Ata-dede tapıncına -isterse Fenike, Sümer, Elam ve Çin uygarlıklarının yaratıcısı olsunlar…- eleştirel, analitik bakmaktan vazgeçmemeli yani.

Üçüncü olarak, tutarlı/bütünlüklü, bir anti-ırkçı mücadele için şu ya da bu inanç topluluğuna, ezilen sınıf ve cemaate antik veya modern mitoslardan oluşan kurtuluş reçeteleri sunmamalı. Dödüncü olarak, Doğasından kriz ve çatışma üreten, milyarları çaresizliğe, tanrısal keramet arayışına iten; kabileci, dinci, milliyetçi, “üstün kültür”cü ırkçılık çukuruna dolduran mevcut uygarlık modeline, “yeni” ırkçılık türleri icat ederek takviye enerji taşımamalı.

Ve son olarak, yerel-evrensel diyalektiğini hiçe saymamak, evrensel olan yerellerin toplamı değilmiş ve sanki her yerelin de daha alt fragmanlara göre bir evrenseli oluşturduğu bilinmiyormuş gibi yerelin önünde secde ederken -o yerelin de içinde yer aldığı- evrensel karşıtı bir etnik ve inanç benmerkezci savruluşa kapılmamak gereli…

İlk sömürgecilik devrinden bu yana “ana akım” ırkçılığın asli sorumlularının, sevk ve idare edenlerinin her dönemin egemen güçleri olduğu gerçeği, tarihsel olduğu kadar güncel de bir olgudur. Kendini ancak silah zoru ve kurumsal yalanın, manipülasyonun gücüyle “ayakta” tutabilen sınıflı toplum modelleri ırkçılığa da ihtiyaç duyar. Burada yaşanacak en küçük bir bilinç bulanıklığının ırkçılık belasıyla mücadeleyi zayıflatacağı kesindir. Fakat bir o kadar kesin olan başka gerçek daha var; o da, kendi etnosantrik ırkçılığımızla mücadele zorunluluğudur. Birey ve toplulukların zihinlerini ırkçı tortu ve saplantılardan arındıracak, bir zihin dezenfeksiyonu yapacak mucizevi araçlara sahip olabilseydik ne iyi olurdu.

Irkçılık karşıtı, bireysel ve kolektif zihin temizliği mücadelesisin, felsefenin, sanatın, etiğin, pedagojinin ve geniş ufuklu bir aydınlanma atılımının desteğine her zamankin daha fazla ihtiyacı var. Umudunu kaybetmemesi insanın iyi yanlarından biridir. Irkçılığın radikal tarzda aşılacağı bir gelecek inşaası umudu, yaşamı, direnişleri anlamlı kılıyor.