BİR YARATICILIK HÂLİ: YAZMAK[*]

TEMEL DEMİRER

“Yararsız olmak,

ölü olmaktır.”[1]

 

“Sanatsal”, “estetik”, “edebî” bir yaratıcılığı değerlendirirken; çok düşünmek, tartıp-ölçmek; çok az konuşmak gerekir.

“Eleştiri”, taraflılığını asla gizlemeden, ayan beyan tavrıyla, böyle bir şey olabilirse anlamlıdır.

Bu nedenle ister değerlendirme, ister eleştiri, ne denilirse denilsin, o hâle dair hep, William A. Ward’ın, “Beni pohpohlarsan sana inanmam, beni eleştirirsen seni sevmem, beni görmezlikten gelirsen seni affetmem. Ama bana cesaret verirsen seni asla unutmam”; Johann Wolfgang Von Goethe’nin, “Düzeltmek çok şey sağlar, ama eleştiriden sonraki cesaret, sağanak yağmurdan sonra çıkan parlak güneşe benzer,” sözlerini anımsar/ anımsatırım.

“Neden” mi?

Gayet basit: Yaratıcı-yıkıcılık olarak da nitelenmesi mümkün olan değerlendirme/ eleştiri cesaretlendirme/ yüreklendirmedir.

Sarah Bakewell’a 2010’da İngiltere’nin ‘Ulusal Kitap Eleştirmenleri Ödülü’nü kazandıran “Nasıl Yaşanır?” sorusuna, “Her şeyi sorgulayın” yanıtını vermesi[2] de bundandır…

* * * * *

“Yazmak”, yaşamak ve yaşatmak kadar cesaret işidir. Çünkü bir Latin Atasözü’ndeki üzere, “Utanmasını bilmemek, utanç verici bir şeydir…”

Yazarken, yani yaratırken Ali Berktay’ın, “Gün siyasi iktidarlara akşamlı olabiliyor, yaratıcı sanatçılara değil,”[3] notunu asla “es” geçmeden; “Anne bak kral çıplak” diye haykıran isyancı çocuk yanımızı daima diri tutabilmeli ve Pablo Picasso’nun, “Her çocuk sanatçıdır. Mühim olan büyüyünce de öyle kalabilmektir,” sözlerini unutmamalıyız.

Sadece bu kadar mı?

Hayır bir de, Oscar Wilde’ın, “Sanat eserinin güzelliği yaratıcısının ya da yazarının olduğu gibi olmasından gelir…”; J. Wolfgang von Goethe’nin, “Elleriyle çalışan insan işçidir. Elleri ve kafasıyla çalışan insan ustadır. Elleri, kafası ve yüreği ile çalışan insan sanatkârdır,” betimlemeleri eklenmeli yazmak ya da edebiyat meselesinden söz edilirken…

* * * * *

İyi de bu düzlemde “Edebiyat nedir” mi?

Binlerce yanıtı var elbet. Ama ben “edebî” bağlamda Umberto Eco’nun yanıtını benimseyenlerdenim:

“Edebiyatın amacı sadece insanları eğlendirmek ve avutmak değildir. Aynı zamanda, daha iyi anlamak istediklerinden aynı metni iki kez, hatta belki de birkaç kez okumaları için insanları harekete geçirmek ve heveslendirmektir. Bu bakımdan, çifte kodlamanın istemsizce yapılan soylu bir hareket değil, okurun zekâsına ve iyi niyetine saygı göstermenin bir yolu olduğunu düşünüyorum.”

“Ödülü” ve “Ödüllendirilmeyi” reddeden edebî yaratıcılık, ‘Nobel Ödülü’ne “Hayır” diyen Jean Paul Sartre’ın şu sözlerini daima terennüm eder:

“Resmi payeleri hep reddettim. Legion d’Honneur’ü de kabul etmemiştim. Fransız Akademisi’ne de girmedim. Yazar kendisinin bir kuruma dönüştürülmesini reddetmelidir. Bu onur verici bir paye dahi olsa, bunlar kişisel nedenlerim. Ayrıca şu da var: Ben iki kültürün barış içinde bir arada yaşayabilmesi için uğraşıyorum. Elbette çelişki ve çatışma var ve olmalı. Burjuva bir ailede yetiştiğim hâlde sosyalist oldum. Sempatim ondan yanadır. Bir de bu yüzden, bu ödülü verenlerin konumundan dolayı, kabul edemem… Benim gibi yaşlı bir devrimciye böyle bir ödül vermek, kapitalizmin öç alma girişiminden başka bir şey değildir…”

* * * * *

Devam edelim…

Düşünsel bir faaliyet olarak edebiyat: Öğrenerek, yaşayarak düşünen insanî bir yaratıcılıktır.

Yeni bir düşüncenin “olağan” denilene verdiği sarsıcı acı; aynı şeyi düşünenlerin düşünmemişliklerini deşifre edip; Jacques Audiberti’nin, “Hiçbir şey demiyor, daha fazlasını da düşünmüyor”; Antoine de Rivarol’un, “Berrak olmayan söz, söylendiği dilde değildir,” uyarılarının altını da çizerken taraflı ve net olduğunu haykırır yüksek sesli prangasız özgürlüğüyle…

Gerçekten de yazmak eyleminin, edebî faaliyetin ticarete dönüştü(rüldü)ğü kapitalist çerçevede Orhan Pamuk’un İletişim Yayınları’ndan Yapı Kredi Yayınları’na geçerken transfer ücreti olarak 1 milyon dolar aldığı bir ortamda,[4] sanatta star sisteminin ne demek olduğu bir kez daha hepimizin bilgisine sunulmaktadır…

Kimse inkâr edemez: Sürdürülemez kapitalizmin sanatta star sistemi dayatmasıyla edebiyat ve sanatın sürüklediği verimsizlik, çıkışsızlık yazınsal ortamı “ticaret alanı” hâline dönüştürdü. Böylelikle yazınsal faaliyet metalaştıkça, pazarlama nesnesi olarak dolaşıma katılır oldu. Bu koşullarda, meta-kitap daha çok okunmaya değil, tüketilmeye odaklanan bir anlayışla piyasaya sunuluyor sunulmasına da…

Adnan Özyalçıner’in ifadesiyle “Metalaştırma edebiyatın önünü kesiyor… Oysa Edebiyat yaşamı savunmaktı…” değil mi?

O hâlde yazar, W. Shakesperae’in, “Altın sarı pırıl pırıl kıymetli altın/ Bunun bu kadarı karayı ak çirkini güzel/ Eğriyi doğru alçağı yüksek, ihtiyarı genç, korkağı yiğit eder,” diye betimlediği meta ilişkileri sarmalına ilişkin olarak, “Retro me satanas/ Şeytan benden uzak dur!” diyebilmelidir…

* * * * *

Yazmak cesarettir. Yani dünyayı değiştirmeye taraf olma cesaretidir.

Bir yerde “deliler” yapabilir bunu; teslim olmayanlar; malın mülkün teslim alamadıkları…

Yani gökyüzünde yaşayanlar; denizlerde soluk alanlar; cesurlar, cüretkâr “deliler” yapabilir bunu…

Onlar ki “11. Tez”in bilincinde olanlardır.

Yani dünyayı değiştirme gerekliliğine; artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağına bağlananlar yazabilirler…

Mesela Nicanor Para’nın, ‘Genç Şairler’ başlıklı şiirindeki gibi:

“Nasıl isterseniz öyle yazın/ Nasıl anlatırsanız anlatın/ Öyle çok kan aktı ki köprülerin altından/ İnanmak yerinde değil/ Tek yolun doğru yol olduğuna./ Şiirde her şeye izin var./ Ama unutmayın temel koşulu:/ Bir şeylerle dolmalı boş sayfalar”…

Parra’ya katılıyorum. Yazılmalı. Boş sayfalar doldurulmalı. ABD’li romancı Thomas Wolfe sokak duvarlarına bile kömürle yazarmış…

Kolay mı? Bir cüret olarak yazmak konusunda 2005’te Berlin’de düzenlenen ‘Uluslararası Edebiyat Şenliği’nin açılış konuşmasında Carlos Fuentes, “Gerçeklik durağan değil, değişkendir. Gerçekliğe ancak onu olmuş bitmiş bir şey olarak tanımlamaya kalkışmazsak yaklaşabiliriz… Edebiyatta siyasal güç olsa olsa ayrıksı bir biçimde olabilir,” demişti.

Ve nihayet Stendhal’ın, “Bir tek kural tanırım: Üslûp çok açık seçik, çok basit olamaz”; A. Camus’nün, “Anlaşılmaz bir biçimde yazanlar şanslı: Onları yorumlayanlar olacak,” notunu düştükleri yaratıcılık açısından iyi bir yazın bize kahramanının gerçeklerini, kötü bir yazınsa yazar hakkındaki gerçekleri anlatır.

Son bir şey daha: Latin deyişindeki üzere, “Yazan iki defa okur”ken; yazmak için yaşamak, taraf olmak ve kütüphaneleri devirmek “olmazsa olmaz”dır…

* * * * *

Yazmak, bir modanın veya öne çıkarılanın ürünü olamaz ve olmamalıdır da…

Çünkü Oscar Wilde’ın, “Dayanılmaz bir çirkinliktir. Her altı ayda bir değiştirmek zorunda kalışımızdan belli değil mi?”; George Santayana’nın, “Barbarca bir şeydir; mantıksız yenilikler ve yararsız taklitler yaratır,” diye betimledikleri “moda”, kısa sürede unutulmaya mahkûm olan; kalıcı olamayandır…

Kalıcıyı yazmak, “endişe”dir; “kuşku”dur…

Kuşkusuz, endişesiz yazılamaz…

Miguel de Unamuno’nun, “Kuşkucu, kuşkulanan demek değildir. Bulduğunu ileri süren ve sanandan farklı olarak, araştıran ve soruşturan demektir,” diye betimlediği hâl, bir eleştirmenin, gözlemcinin baş özelliğidir.

Gerçeğe doğru atılmış ilk adım olarak kuşku bir eleştiri öğesidir ve eleştirinin eğilimi ister istemez kuşkucudur.

Bu bağlamda da gerçeğe ulaşabilmek için herkesin geçmek zorunda olduğu bir dehlizdir kuşku.

Kuşku, meraka mündemiçtir…

Kuşkusu kadar merak etmeyen, merakla sorgulamayan yazın da olamaz…

Mark Twain’in, “Bundan yirmi yıl sonra yapmış olduğun şeylerden çok, yapmamış olduğun şeylerin düş kırıklığını yaşayacaksın… Güvenli limanlardan demir al, engin denizlere yelken aç. Şişir yelkenlerini. Keşfet. Hayal et…” diye betimlediği merak resmî ideolojinin katletmek istediği bir mucizedir…

Önemli olan, sorgulamaktan vazgeçmemektir… Çünkü merak nedensiz değildir; “Merakı hiçbir zaman elden bırakmayın,” der örneğin Albert Einstein…

* * * * *

Tamamlıyorum: Yazın emekleri onu anlamayan insanlar tarafından basılırlar; onları anlamayan insanlar tarafından satılır; onları anlamayan insanlar tarafından satın alınır, okunur ve eleştirilirken; Yevgeni Zamyatin’in, “İlk kitabın yazıldığı gün, insan maymun olmaktan çıktı, maymunun hakkından geldi,” sözleriyle betimlediği yazmak: Herşeydir ve hiçbir şeydıi! Yazılmışı gören gözdedir keramet…

Son bir şey daha: Edebî yazında, “Humilitas occidit superbiam/ “Alçakgönüllülük, kibri yener,” her seferinde…

1 Mart 2014 05:27:49, Ankara.

N O T L A R

[*] Ümüş Eylül Dergisi, No:12, Temmuz-Ağustos-Eylül 2014…

[1] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.543.

[2] Sarah Bakewell, Nasıl Yaşanır, Çev: Emre Ülgen Dal, Domingo, 2013.

[3] Ali Berktay, Tiyatro-Devrim-Meyerhold, Mitos-Boyut Yay., 1997.

[4] Selin Sayar, “Transfer Edebiyatı!”, Milliyet, 11 Temmuz 2013, s.9.