Cemre Yel Yazdı | İnancın İnsanı Aştığı Azim: Yel Dağı Destanı…

Otuz yıl önce, Yel Dağı’nda destansı bir zaman yaşandı. Bitti diyemem, kim bitti diyebilir o destanı yazanların orada bulunma nedenlerine?
Memleketin dağları beyaza bürüneli çok oldu. Bu mevsimin ilk karı hep hüzünlendirir beni.
Nerede bulunduğumu önemsizleştirerek; her yağdığında ayazı içime düşer zemherinin. Her savruluşunda beyazdan rengine büründürdüğü zirvelerine serper ruhumu.
Yaşamlarını ezilenlerin kurtuluşuna adamış ve bu uğurda feda etmişlerin bir öznesi olarak, o günlerden “arta kalmak”; 30. yılında daha da ağırlaştırıyor anlağımdaki yerlerinin eksikliğini
Ve el yordamıyla açtığımız patikanın en fırtınalısına hapsoluyor zihnim.
Bahtiyar’ı
Kinem’i
Doktor HÜ’yü
Hamza’yı
Orhan’ı
Erkan’ı
Ve yanlarına Aris’i, Ökkeş’i Pala İsmail’i Rojda’yı ve Yusuf’u da katarak, bu unutulmaz yaşam yürüyüşçülerinin ‘misafir’i oluyorum.
Yaralı bir zamandır zemheri: Yürüdükçe “buzdan dağ gülleri” birikiyor içimde. Yürüdükçe bu mevsimin tüm buzları içime düşe düşe erirken; yaşamın zorlukları içinde hayatta tutuyor beni.
Yıllar geçse de aradan, yüzlerce ayak parmağından damlayan yoldaş kanı gelip birikiyor kalbime.
Unutulur mu bu zaman; silinir mi bu kan!
Kapısını her araladığımda bir dağın, peş peşe sıralanmış yoldaş siluetleri düşüyor gözlerime; her seferinde başka bir detayla ve yeniden kaydediyorum bu resmi zihnime.
“Sınıf mücadelesi” ile başlangıç almış tarihi, komünistlerin ve devrimcilerin canlarını ve kanlarını ortaya koydukları süreç olarak bilincime sunuyorum yeniden. Ve bu anlarda imkânsız görünen tüm hayal edişlerimi “mümkün”e sildiriyorum: Kanıt mı istiyorsun; al sana “Hêl dağı yürüyüşü” diyorum!
İnsan iradesinin ateşle, suyla, açlıkla ve işkencelerle sınandığını duymuş, okumuş ve “işkence” kısmını 15 yaşında “deneyimlemiş”tim. Ve fazladan, yaşım kadar yoldaş acısı tatmıştım bu dağların gelip giden haber ağından…
Ancak insan iradesinin buzla savaşına ilk kez tanıklık ediyordum.
Ocak ayının19’unu 20’sine bağlayan gece bulunduğumuz kış üslenme alanına, yapılan baskınla kayıpsız terk etmiş ve üç gün iki gece hem mücadele ettiğimiz devlet güçlerine karşı hem de doğanın acımasız koşullarına karşı bir irade savaşı vermiştik.
“Bu zemheri zamanlarda, bu dağdan, hiçbir canlı geçmemiştir” diyen bir halkın evlatları olarak geçmiştik buz dağını.
Mataradaki suların donduğu, el ve ayak parmaklarının buz kestiği, fiziksel olarak kontrol mekanizmasını kaybettiğimiz ve tamamen irade gücüyle kendimizle sürüklediğimiz o yaralı ayaklarla geçtik hem de…
Pancılas’ın kayalıklarında ilk karşılaştığımda Laz kızı sandığım Kinem yoldaş, meğer “Alplerden Munzur’a”, Proletarya Enternasyonalizminin bir temsilcisi olarak gelmiş (ti)!
Diyebilirim ki; Perihan Çolak yoldaştan sonra hem yoldaş olarak hem de dağ koşullarında bir kadın gerilla olarak, siyasi ve politik bakımdan en ileri yoldaşlardandı.
Bu bilincin insani ilişkilere yansıyışı ise, insana bahar yaşatma tadındaydı.
Şefkatli ve naifti. Yaralarını umursamadan son haftasına kadar yoldaşlarının günlük bakım ve güvenlik sorunlarını üstlendi.
Doktor Hü: Dersim dağlarının derviş Hüseyin’i, çiçeğin, böceğin, cümle canlının hakkını yan yana koymuş ve her birine özgür ve yaşanılır bir hayat sunmak adına, okuduğu Cerrah Paşa Tıp Fakültesi’nden ayrılarak Dersim dağlarına gelmişti. “Bir lokma, bir hırka” felsefesinin en iyi temsilcilerindendi.
“Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan” diyen Pir Sultan’ın yolundaydı.
“Bana bir sigara yakın, dudaklarım ısınsın. Sizin kollarınızda yürümek istiyorum” derken, yoldaşlarına Veda’ya hazırlanıyormuş meğer.
Bütün gücünü toplayıp geleceğe hitap ediyordu sanki. Dili dudakları arasında donan o değilmiş gibi net cümleler dökülüyordu ağzından:
“Yürüyün yoldaşlar, partimizin size ihtiyacı var, umutsuzluğa kapılmayın; komünizmin bayrağı sizin ellerinizdedir, işçi sınıfının ve ezilen halkların size ihtiyacı var!
Lolo, Lolo koca Bahtiyar, seninle bu dağlarda 3 yıl gezdik. Ayakkabısız yürüyorsun şimdi ve omuzlarında enternasyonal proletaryanın kızıl gülünü taşıyorsun. Yürü, tarih sayfaları kaydedecek azmini ve kararlılığını. Egenin koca efesi, durmak yok!”
Sesi bütün dağlarda yankılandı, Buyer dağları üzerinden yükselerek Vartinik’teki Kom’una uzadı sanki…
“Koca Bahtiyar” Egeliydi, aramızda üç günlük “kıdem” farkı vardı.
Bu farkı kullanarak “adın Bahtiyar olsun” demiştim sevinçle ve o bu adı kabul etmişti.
Dersimdeki yaşamının büyük çoğunluğunu aynı alanlarda geçirdik.
Dağ koşularına o kadar çabuk uyum sağlayan başka yoldaşlar var mıydı hatırlamıyorum.
Sanki orada doğmuş büyümüş gibiydi…
Otuz yıl önce, Yel Dağı’nda destansı bir zaman yaşandı. Bitti diyemem, kim bitti diyebilir o destanı yazanların orada bulunma nedenlerine?
Aksine, nedenler daha çoğaldı ve zülüm arttı. Dağlar mı öksüz kaldı, biz mi onsuz; buna bir şey diyemem. Bildiğim şeylerden biri, onlara her zaman aşk duymaya devam edeceklerin olduğu ve olacağıdır. İkinci bildiğim şey de Bahtiyar’ın, Doktor HÜ’nün, Alplerden gelen Gülün, Pala İsmail’in ve Şerif’in aşkınınki gibi bir içerikten yoksun kalmış bir aşkın, hiçbir zaman aşk olamayacağıdır. Bu gibi bir aşk hissedilmeye dursun; o andan sonra şehirlerde bu gibi bir destanın mekanıdır, kırlarda.
Zindanlarda destanın mekanıdır, sınırlar ötesi yurtlar da…
Yeter ki diyorum, yeter ki bu destandaki yoldaşlığın hakkı adına, bu destanı yazan azmi harlayan ateşin nedeni unutulmasın!